Ana SayfaArşivSayı 31Ekoloji, Felsefe ve Politika

Ekoloji, Felsefe ve Politika

Yılmaz Sezer

Sınıfsız toplum ekolojiktir

Marx, sınıfsız topluma, komünizme giden yolun sınıf mücadelesinden, yani kavgadan geçtiğini söylüyordu. ‘Kavga’nın olduğu yerde, ‘ekoloji’nin hayata geçirilebilmesi esas itibariyle olanaksızdır ya da ekolojik çabalar sınırlı kalmaya mahkumdur. Marx, ‘kavga’yı sonsuza değin tasarlamıyordu. Komünizm, kavganın bittiği ‘an’dı ve burada, ‘ekoloji’ bütün boyutlarıyla birlikte vardı. Sorunu geleceğe, komünizme havale ederek, bir erteleme ilişkisinden söz etmiyorum. Tersine, epistemolojik olarak kurulmuş ‘sınıfsız toplum’u, ‘şimdiki zaman’ı vurguluyorum. Hiç kuşku yok, burada, ‘sınıfsız toplum’ ekolojiktir. Bunun soyut olduğu söylenecektir. Doğrudur, ama bütün ekolojik yaklaşımlar bu anlamda soyuttur.

Hiyerarşik ve tahakküm ilişkisine dayanan bütün toplum biçimlerinin, doğa ile olan ilişkisinin de aynı türden bir ilişki olacağı düşüncesi ekolojik anlayışların ortak savıdır. Bir başka deyişle, toplumsal ilişkilerdeki hiyerarşi ve tahakküm; ve bunların doğurduğu rekabetçi zihniyet ekolojinin pratiğe geçmesine engeldir. Ekotopik yaklaşımlar, esas itibariyle anarşizmin temel savlarını bir başka bağlamda yinelemektedirler. Sorun, aslında nihai hedefte değil; hiyerarşik ve tahakküm ilişkisine dayanmayan, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumun nasıl kurulacağı ile ilgilidir. Bu oldukça eski bir tartışmadır. İzlenecek yolun farklılığı, Marksistleri diğerlerinden ayrıştırmaktadır:

Komünizm ‘herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre’ düsturuna dayalı, devletsiz bir toplum anlamına gelmektedir. Toplumun işleri doğrudan ‘aşağı’dan yönlendirilir ve üretim araçlarına ortaklaşa ‘sahip olunur’. Hem Marksistler hem de anarşistler (ya da en azından anarko-komünistler) bu toplum biçimini ortak bir hedef olarak görürler. Ayrıldıkları nokta, asıl olarak, komünist bir toplumu yaratmak için gereken ara ‘aşamalar’ (çoğu Marksist, ‘sosyalist’ bir devlet tarafından izlenecek olan merkezi bir ‘proletarya diktatörlüğünü’ gerekli görür; bu, anarşistlerin özellikle karşı çıktığı bir görüştür) ve devrimci süreçte, örgütlü devrimci hareketin rolü ve karakteri konusundadır.[1]

Komünist bir toplumu yaratmak için gereken ‘ara aşamalar’ bir ‘iktidar süreci’ ile ilgilidir. Komünizm, işte bu iktidar sürecinin akabinde gerçekleşecektir. Ne var ki, dünyada komünizmi hedefleyen bütün iktidarların ve iktidar süreçlerin başarısız olduklarını, işlerin hiç de tasarlandığı gibi gitmediğini kabul etmek gerekir.[2] Bu nedenle, komünizm, günümüzün ‘ontolojik dünyası’nda, kitleler nezdinde bir ‘ütopya’ olmaktan çıkmıştır. Yeni bir ‘ekotopya’ yaratma çabaları, komünizmin politik olarak geri çekildiği ve bir güç olmaktan uzak olduğu bir konjonktürün içinde gelişmektedir. Bu sonucu, komünistlerin politik başarısızlığı ve yenilgisi doğurmuştur. Bookchin’in sözünü ettiği ara ‘aşamalar’da komünizm sınıfta kalmıştır. Sınıfta kalan ve kaldığı için azar işiten bir öğrenci gibi, komünizm, kendisine yönelik bütün eleştirileri dinlemek, eleştirilere tahammül etmek ve onlardan yararlanabildiği ölçüde yararlanmaya çalışmak mecburiyetindedir.

‘Ezilenlerin kendiliğinden ideolojisi’, hiçbir zaman bir ‘iktidar ideolojisi’ olmamıştır. Ezilenler mücadelelerini iktidara yönelttiklerinden, ideolojilerinin oluşumu da ‘iktidar eleştirisi’ bağlamında gelişmiştir. Bir başka deyişle, ezilenlerle ezenler arasında süregelen mücadelede; ezenlerin mücadelesi bir ‘iktidar mücadelesi’, ezilenlerin mücadelesi de bir ‘iktidar eleştirisi’ çerçevesinde devam edegelmiştir. Marksizm, tarihte ilk kez, ezilenlere onlardan yana bir proje sunmuştur: ‘Ezilenlerin kendiliğinden ideolojisi’ ile özdeş bir komünizm ütopyası, bir iktidar projesi olan ‘sosyalizm’ ile birleştirilmiştir. Sosyalizm, komünizme giden yolda bir ‘ara aşama’dır.

Ezilenler için bir umut kaynağı olan Marksizm, yaşanan sosyalizm deneyimlerinin başarısızlığıyla geri çekilmek durumunda kalmıştır.

Peki, ne yapılmalıdır? Ne yapmak gerekir?

Eğer, ‘ekotopya’ kitleler içinde bir ideolojik forma bürünmüş ve kitleleri kuran ve yönlendiren bir güce ulaşmış ise, toplumsalda oynamakta olduğu ‘politik rol’e bakılmalı, ve bu rol ‘devrimci’ ise desteklenmekte tereddüt edilmemelidir. Yok eğer, toplumsalda devrimci olmayan bir role bürünmüş ise, bu durumda uzak durulmalı ve bir ‘ideoloji olarak ekotopya’ eleştirilmelidir. Ekotopyalar, bazen felsefe olarak kalabilirler. O zaman, bunlara karşı tam cepheden taarruz edilmelidir. ‘Felsefe olarak ekotopyalar’, felsefi bombardımana tabi tutulmalıdır.

İçinde bulunduğumuz konjonktürde, Marksistler, herhangi bir kayıt koymaksızın politik olarak ezilenlerin yanında yer almalı ve ezilenlerin kendiliğinden ideolojilerine ve geliştirdikleri bütün ütopyalara saygı göstermeli; ve mümkün olduğu ölçüde bunları Marksist bir edinime tabi tutma çabası içinde olmalıdırlar.

Kapitalist gelişmenin mantığı

Ekolojik bir yaklaşım, doğadaki bütün ekosistemlerin, karmaşık ve birbirleriyle karşılıklı olarak bağlantılar içinde varolduklarını; doğada nihai atığın olamayacağını, bir ekolojik süreçte üretilen her atığın bir başka ekolojik süreçte çevrime gireceğini; herhangi bir şeyin doğada bulunmuyor oluşunun o şeyin yapısının, doğanın kimyasıyla bağdaşmadığının bir işareti sayılması gerektiğini; doğadan yararlanmanın mutlak surette ekolojik bir bedelinin olduğunu bilmek ve gözetmek durumundadır.[3]

Marx, toplumsal olanla doğasal olan arasında sürdürülebilir bir ilişkinin gerekliliğini ve doğanın sınırlarının olduğunu elbette biliyordu. O, gelecek nesillere daha iyi bir doğanın devredilmesinin zorunluluğuna işaret ediyordu:

Daha yüksek bir sosyo-ekonomik formasyon (yani sosyalizm) açısından yeryüzünün bireysel mülkiyeti tıpkı bir insanın başka bir insanın mülkiyetinde olması kadar çirkin görünecektir. Bütün bir toplum, bir ulus ya da çağdaş bütün toplumlar hepsi birarada ele alınsa bile yeryüzünün mutlak sahibi değillerdir. Onlar sadece maişet sahipleri, geçici olarak yeryüzünden yararlanan ve ona yararlı olmak zorunda olan varlıklardır ve onu sonraki nesillere dahi iyi koşullarda devretmek zorundadırlar.[4]

O halde, ekolojik bir toplumdan söz edebilmemiz için, toplumsal üretim sonucu ortaya çıkan her atığın doğada çevrime girebilecek nitelikte ve doğaya verilen zararın, yani ekolojik bedelin doğal dengeyi bozmayacak ve sürdürülebilir türden olması ve buna uygun teknolojilerin hayata geçirilmesi zorunludur.

J. B. Foster, kapitalist gelişme yasalarının ekolojik yasalarla tam bir karşıtlık içinde bulunduğunu ve bu nedenle, kapitalizmin hakim örüntüsünün ekoloji-karşıtı olduğunu yazmaktadır. Doğa, kapitalizmde mülk sahibine sunulmuş bir hediyedir. Mülk sahibi, karşılıksız bulduğu bu değeri sonuna kadar, elde edebildiği ölçüde kullanmak eğilimindedir. Kapitalizm, ‘gelir’ ve ‘kâr’ esasına dayanır. Bütün projeler, doğal süreçlere göre değil, ‘maksimum gelir ve kar elde etme’ amacına uygun olarak piyasaya göre hazırlanır ve uygulanır. Sermaye döngüsüne girmediği sürece bir şeyin nereye gittiği hiç önemli değildir. Kapitalizm çevrime girmeyen atıklar üretmektedir. Ekolojik sorunlar doğurmayacak uygun teknolojilerin geliştirilmesi, kârlılık esası temel olduğundan, engellenmektedir. Foster, anti-ekolojik modelin sonuna gelindiğini işaret etmektedir:

Üretimin boyutu sürekli büyümeksizin kapitalizm varolamayaca[k], büyüme sürecindeki herhangi bir kesinti, bir ekonomik kriz biçimini alaca[ktır]. Fakat, yirminci yüzyılın sonlarında, sistemin bizzat kendi varoloşunu sürdürmek için gerek duyduğu hızlı ekonomik büyüme türünün artık ekolojik bakımdan sürdürülebilir olmadığına inanmak için her türlü sebep vardır.[5]

Foster, bir Marksist olarak, bu noktada toplumlar için sosyalizmin aciliyetine işaret etmekte; ve Marx’ın düşüncelerinin ekolojik olduğunu ileri sürmektedir.

Kapitalizmin temel eğilimleri itibariyle, Foster’ın ekoloji konusunda kapitalizme ilişkin söyledikleri büyük ölçüde doğrudur. Ancak, kapitalizm Keynesyen bir müdahaleye her zaman açıktır. Ekolojik bunalım, ‘insanlığın varoluşu’ meselesi haline geldi ise, bu bilimsel bir saptamaysa, kapitalizm bunu bir ideolojik formata dönüştürme ve bu konuda da belki Keynesyen bir çözümü topluma sunma eğiliminde olacaktır. Kapitalist gelişmenin mantığı, sınırlı bir ekolojik çaba gibi görünse bile, ‘sürdürülebilir bir kalkınma’ modeli ile törpülenebilir ve düzeltme girişimine uğrayabilir.

Murray Bookchin, bir anarko-ekolojist olarak, sosyalizm de dahil hiyerarşik ve tahakküm ilişkisine dayanan bütün toplum biçimlerinin anti-ekolojik bir temele dayandığı; sosyalizm deneyimlerinin kapitalizmden farklı olmadığı, Marksizmin teorik olarak da ekolojik olamayacağı iddiasındadır. Bookchin, Marx’ın eserlerinin devlet kapitalizminin ideolojisi olduğunu ve en önemlisi de ‘etik’den arındırılmış toplumsal yasalarla devrimci özgürlük kavrayışının önünü tıkadığını söylemektedir:

Devrimci bir projenin geliştirilmesine, ta başından Marksçı kategorileri bir kenara bırakarak, ilk gününden itibaren hiyerarşik toplumun yarattığı daha temel kategoriler üzerine eğilmekle, özellikle de ekonomik kategorileri uygun bir bağlama yerleştirmekle başlanmalıdır. Artık ortadan kaldırmak istediğimiz yalnızca kapitalizm değildir; bugünün dünyasında hayat bulan daha eski ve daha arkaik bir dünyadır, yani insanın insana tahakkümü ve genelde hiyerarşinin gerekçeleri.[6]

Bookchin’a göre, sorun sadece kapitalizmi ortadan kaldırmak olarak ele alınamaz. Bunun ötesinde, tahakküm ve hiyerarşi ilişkilerinin bütün gerekçelerinin ortadan kaldırılması, ekolojik bir toplumun kuruluşunun olmazsa olmaz koşuludur.

Ekotopya yaratmak

Sınıflı toplumlar varlıklarını sürdürdükçe, sınıflı toplum biçimleri bütünüyle aşılmadıkça toplumsal mücadeleler hep varolacaktır. Toplumun doğa ile barışmasının bu süreç tamamlanmadan olanaksızlığı, Marksizmde örtük olarak vardır. Doğal dengenin bozulduğu, doğanın tükenmek üzere olduğu ve artık cevap vermekte zorlandığı söyleniyor. Eğer bu doğru ise, doğa çok erken tükenmiş, yani, ‘kavga’ bitmeden, sınıf mücadelesi tamamlanmadan doğanın sınırlarına ulaşılmış demektir. Bu durumda, kavgaya son verip, barışı, yani ekolojiyi mi öne çıkarmak, yoksa, kavgaya devam mı etmek gerekir? İşin esası politiktir. Felsefe ise hep arkadan gelir, ama hep önde gözükmeye yeteneklidir.

Yeni ekotopyacılar, iktidar/güç projesinden doğan tüm yapının artık sonuna gelindiğini, burada nihai olarak kazanan veya kaybedenin olamayacağını, ‘kavga’ halinde herkesin kaybedeceğini ifade ediyorlar. Bu yaklaşım, tekelci emperyalist yapının politik olarak aşılabilmesinin olanaksızlığı üzerine kuruluyor. Marx, sınıf mücadelesinin mücadele ile aşılabileceğini söylerken, yeni ekotopyacılar, sınıf mücadelesi de dahil her türlü mücadele biçimlerinin ‘barış’ ile aşılabileceğini ve sonlanabileceğini belirtiyorlar. Barışın ‘akli’ bir zorunluluk olduğu ileri sürülüyor ve barış ‘etik’ olarak kavranıyor. Söylenen özetle şudur:

Ya ekolojik ilkelere dayanan bir ekotopya yaratacağız ya da bir tür olarak silinip gideceğiz. Bana göre bu, felaket tellalığı değil, mevcut toplumun yaşam kuralıyla günden güne geçerlilik kazanan bilimsel bir yargıdır.[7]

Ekolojik bunalımın anlamı, iktidar/güç projesinden doğan tüm yapının mutlak bir sınıra ulaşmasıdır. Antropolojik açıdan alternatifler şunlardır: Bilincimize geri çekilmek ya da ölüm.[8]

Gerçekten durum bu denli vahim midir? Eğer insanoğlu bir ‘tür’ olarak silinme tehlikesi ile karşı karşıya ise bütün kavgaların sona erdirilmeleri gerekir. Peki, ‘barış’ nasıl gerçekleşecektir? ‘Bilincimize geri çekilmek’ nedir? Ne anlama gelmektedir? Bahro, bilincimizin kozmik bir zihinle rabıtalı olduğunu, evrenin anlaşılışında bunun esas alınması gerektiğini söylüyor:

Benim görebildiğim kadarıyla maneviyat insanın doğasında, yaratılışında vardır. Yani insanın çok daha kavrayıcı, kapsamlı bir gerçekliği vardır ve bu maneviyat, her özgül dinin antropolojik temelidir. İnsanlar homo sapiens olarak varlıkları boyunca yüzyıllardır kültürel varoluşlarını bu temelde kurmuşlardır. Bilincimiz kozmik bir zihinle rabıtalıdır -bence bu açık. Evren, modernist bir ifadeyle, bilgiyle inşa edilmiştir ve bu özelliği itibariyle onu kendi üzerimize düşünerek idrak edebiliriz.[9]

Bahro’nun yukarıda söylediklerini şu sözleriyle birlikte okumakta yarar var:

Kendimizi yaşam-merkezli, evren-merkezli, evet ruhani dille konuşursak tanrı-merkezli olmaya uydurmamız gerekirken bilinç yapımız neden bizi ben-merkezli hale getiriyor? Ancak Bütün’e teslim olmuş bir akıl ve böylelikle oluşan mümasil bir eylem yeteneği koruyabilir bizi. Fakat öte yandan varsayılır ki, baştan itibaren bizi meydana getirmiş olan bütünsel düzene uyduğumuz için varız, bunu mümkün kılan da evrim sürecinde bizi temayüz ettiren özbilinçlilik yeteneğidir.[10]

Bahro da dahil, bütün ekotopyacılar, meseleyi insan-doğa ilişkisi olarak ele alıyorlar. Burada ‘toplum’ ve ‘toplumsal yasalar’ yoktur ya da ‘toplum’ insanlardan, ‘yasa’ denilen şeyler ise değer yargılarından oluşmuştur. Ekotopyacılar, ‘doğa yasaları’nı öne çıkarırken, ‘toplumsal yasalar’ı tanımaz ya da ‘yasa’yı etik bir içerikle sunarlar. Bir anlamda, önerilen ekotopya ile toplum ‘etik’ olarak yeniden kurulmaktadır:

Yasayı tüm etik içeriğinden soyutlayan Aydınlanma, anlamdan yoksun düzeni olan nesnel bir kozmos üretmiştir. Aydınlanma’nın en büyük astronomu Laplace, Napoleon’a verdiği meşhur yanıtta evren tanımından yalnızca Tanrı’yı değil, evrene yön veren klasik ethos’u da çıkarmıştı. Yine de Aydınlanma bu ethosa açık tek bir arena bırakmıştı: Toplumsal arena, yani düzenin hala anlamı olduğu ve değişimin hala amacı olduğu bir arena. Aydınlanma düşüncesi, ahlaki bir toplumda yaşamak için öğretilmesi gereken etik bir ahlaki insanlık vizyonunu koruyordu. Özgürlük, eşitlik ve rasyonelliğe cömert bir destek veren bu vizyon, ütopik sosyalizm ve bir yüzyıl sonra anarşizmin beslendiği kaynak olacaktı. Marx, -elbette, kaba bir mekanist değil, her türlü toplumsal ütopyacılığa şiddetle karşı çıkan bir bilimci olarak- Aydınlanma düşüncesini Laplace’cı kozmosu topluma taşıyarak tamamladı.[11]

Bookchin, böylelikle yasanın etik içeriğinin tahrip edildiğini, tahakküm olgusunun, doğal bir olgu statüsüne yükseltildiğini ve toplumsal kurtuluşun bir önkoşulu olarak özgürleşmeye eklendiğini; esas itibariyle, Marksist teorinin etiğin yasaya, öznelliğin nesnelliğe, özgürlüğün zorunluluğa teslimiyeti olduğunu belirtir. O halde etiğe, öznelliğe, özgürlüğe engel ‘yasa’yı ortadan kaldırmak ve onu tanımamak gerekir. Ekotopyacılar da öyle yaparlar.

Bookchin’in Marx’ta eleştirdiği şeyin -toplumsal yasaların etikten arındırılması-, her durumda biz Marksistler için tam da savunulması ve öne çıkartılması gereği vardır.

Ekotopya, ‘doğanın fethi’ anlayışına karşı geliştirilmiş, bir ‘doğaya dönüş’ programı olarak sunulur ve bütün hiyerarşi ve tahakküm ilişkileri etik olarak reddedilir.

Her toplumsal üretimin ekolojik bir bedelinin olduğu biliniyor. Ekotopyacılar için, ‘tüketim’ insani güdülerin bencilce bir biçimidir. Ekolojik bir toplum, insanın bencilce güdülerinin terbiye edilmesidir:

Kuzel Amerikalı filozof William James, bizi antagonizme iten, neticede korkunun belirlediği davranış kalıplarımızdan nasıl kurtulabileceğimizi klasik bir ifadeye kavuşturmuştu: ‘Sadece dindar insanlara aşina olan bir ruh hali vardır ki’, demişti, ‘kendini kanıtlama ve dayatma iradesinin yerini, Tanrının nehirleri ve derecikleri içinde bir Hiç olarak susmaya amade oluş alır’. O zaman ruh, korku ve gelecek endişesi nedir bilmeyecektir. ‘Korku salt bir moral durumu gibi bastırılmış olmaz böylelikle, hayır, tamamen kökü kazınmıştır artık’. O halde söylenebilir (…): Ekolojik dengenin kendisi manevidir, dolayısıyla eğer bu niteliği ile ele alınmıyorsa ortada ekolojik hareket adını hakeden bir hareket yok demektir, çünkü hareket demek bilinçte bir değişim yaratmak demektir. Ekolojik hareketin çekirdeği, insanın insana karşı yayılmasının, insan türünün savaşçı zihniyetinin önüne geçmek, askeri ve sınai anlamda, manevi ve ruhi anlamda silahsızlanmak demektir. Böyle bir dönüşüm, tam da James’in sözünü ettiği o korkusuzlaştırıcı manevi tecrübeyi gerektirir. Aksi takdirde birbirimizi karşılıklı baskı altına almak yerine birbirimize kardeşce yaklaşmayı başaramayız. Herkes canından bezene kadar süren halklar arasındaki mücadeleler de, iç sınıf mücadeleleri de, yılan hikayeleridir.[12]

Evet, parola sözcük, barışmadır:

Barışmanın önkoşulu, affetmeye hazır ve herhangi bir çelişkide öncelikle kuvvetli tarafın biraz geri durmaya amade olmasıdır; asla dayatılmayan, gönüllü bir teslimiyet diyebilirsiniz buna. Ruhen alışılmış savaşçı etiğinin içinde kalacaksanız, evet bu teslimiyettir.[13]

Ekolojiyi öne çıkarmak, ‘kavga’yı yedeğe almak

Tüm ezilenlerin hareketleri muazzam deneyimler yaşamalarına rağmen, sistematik, sürekli gittikçe yoğunlaşıp kurumsallaşan geleneklere ulaşamadılar. (…) Ezilenlerin tümünün, bir dağ ve orman kovuğundan çöl kabilesine, köleden işçiye, cinsiyet ezileninden çevreciye, çocuk, genç ve yaşlı katmanlaşmasına kadar bileşik bir sistem arayışına hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar ihtiyaç vardır. Devlet sosyalitesinin zihniyet ve siyaset-askerlik yöntemlerine düşmeyen, o sınırlara koşmayan, kendi doğalarına uygun, hem zihniyet hem de politik yapılanmalarını oluşturmaları gerekir.[14]

Ezilenlerin hareketleri, şimdiye değin kurumsallaşan gelenekler yaratamamışlardır. Bugün için, ezilenlerin bileşik sistem arayışına ihtiyacı olduğu bir gerçektir. Öcalan, bu arayışın ‘devlet aygıtı’ndan uzak, onunla ilişkilenmeden sürdürülmesinden yanadır. Öcalan, ‘ulus’, ‘sınıf’ vb. kavramlardan uzak duruyor.[15] ‘Ezilenler’ kavramını kullanıyor. ‘Ezilenler’ kavramı ekolojiktir; ‘bölücülüğün’ her türünü dışarıda tutuyor ve ‘iktidarsızlık ideolojisi’ içeriyor. Öcalan, küresel sistem bunalımına karşı küresel demokratik ekolojik bir hareketin geliştirilmesi gerektiğini söylüyor[16] ve ezilenler için insan haklarına dayalı demokratik ve ekolojik bir toplum önerisinde bulunuyor:

Çevreyi, ekolojik dengeleri altüst eden toplum ve sınıflı uygarlıktan, bilimle sıkı işbirliği temelinde ekolojik toplum arayışıyla çıkış aramak ertelenemez bir görev durumuna gelmiştir. (…) Binlerce yıllık peygamber ve bilge gelenekleri, Marksist, liberal ve çağdaş direnişlerden belki de binlerce kez daha zengin içerikli ve hacimli sosyal olgulardır. Ancak kapsamlı bir tarih toplum çözümlemesine konu olabilecek bu olgusal yaklaşımlara dayalı temel toplumsal ve doğasal felsefeyi, kendi açımdan en genel bir ifade olarak ‘demokratik ve ekolojik toplum’ olarak değerlendirdim. Bir çözüm hedefi olarak belirlemeye çalıştım.[17]

Ekolojinin maneviyatçı içeriği, Öcalan’ın mistik yapısıyla birleşmiştir. Öcalan, “doğaya ve çevreye boş, şuursuz varlıklar olarak değil, evrensel yasaların ahengine göre yaşayan varlıklar olarak, ilkçağ insanının kutsallığı içinde bakmalıyız”[18] derken, ‘uygarlık’ karşıtı ekolojinin maneviyatçı içeriğine gönderme yapmaktadır. Öcalan’ın çıkışında, ekoloji ile “binlerce yıllık peygamber ve bilge gelenekleri” arasında bir benzeşme, bir birleşme var. Ama, hiç kuşku yok, tek neden bu değil. Bunun tarihsel ve ideolojik-politik nedenlerini ortaya koymak gerektiği açıktır. Öcalan, oldukça cüretkar bir politik tespitte bulunur:

Tarihte ilk defa hegemon sistemle karşıtları arasında insan hakları, demokrasi ve ekolojik konularda geniş bir konsensus oluşmuş bulunmaktadır.[19]

Tezin dayandığı temel mantık örgüsü şunun üzerine kuruludur: Hegemonik sistem insan hakları, demokrasi ve ekolojik sorunları çözmeksizin varlığını sürdürmekte zorlanacaktır. Bu sorunların çözümü, sistemin lehinedir. Sistemin ihtiyacı ile system karşıtlarının talepleri birleşmiştir. Öte yandan bu tez, çaresizliğin ve güçsüzlüğün bir sonucudur da. Bu türden bir konsensus, sistem karşıtlarının en güçsüz olduğu bir noktada gerçekleşmektedir. Öcalan, doğa ve toplumun özünün ‘akla’ dayandığını söylerken,[20] ‘aklın yolu birdir’ özdeyişine uygun olarak, sistemin ‘aklı’na hitap etmektedir.

Bu tez -abartılı da olsa- bir gerçeği dile getirmektedir: Tekelci emperyalizm, yapının merkezi dışındaki bütün öğeleri atomize etme, parçalara ayırma ve eşitleme eğilimindedir. Postmodern kültür ve idelojinin oluşumu, yaygınlaştırılması ve egemen kılınması tekelci emperyalist yapının temel özelliğidir. Burada, ‘ideolojik özneliliği’ boşaltılmış insan hakları ve onun demokrasisi vardır.

Ne yapmak gerekir? Nasıl bir yol izlenmelidir? Öcalan, -yıkmak ya da bir parçasına konmak anlamında- devlete karşı, devletleşmeyi hedefleyen bir mücadeleye karşıdır. Bu tarz mücadelenin tarihsel olarak da başarısız olduğunu vurgular:

Bulunacak çözümlerin kapitalizmin hegemonik sisteminin dışında, onun devlet yönetimine düşmeyen, sınıfa karşı sınıf, zora karşı benzer zor, aynı dilden cevap verme ve benzeri tuzak kavramlara düşmeden geliştirilmesi gerekir. Çözümün sistem dışında geliştirilmesi, yeni Berlin duvarları inşa etmek anlamına gelmez. Bu ne kör bir çatışma, ne de güç yetmeyince içinde erime anlamına gelir. Devlete karşı tavırda da, ya onu amaçlarımız için yıkmak, ya da bir parçasına konmak amaçlanmaz.[21]

Mücadele biçimleri olarak klasik sol dönemde olduğu gibi devletle çarpışmamak kadar devlete koşmamak da ilkesel bir değere sahiptir.[22]

Eylem ve örgütlenmede zorunlu meşru savunma dışında zora başvurulmaz. [23]

Öcalan, Bahro gibi[24], bir tür ‘ikili iktidar’ önermektedir. Hiçbir şekilde devlete karşı mücadele yürütülmeyecek ve devletle çatışılmayacaktır. Bir hak olan ‘meşru savunma’ hali bunun tek istisnasıdır. Varoluşun teminatı ‘meşru savunma’dır. Öcalan, ‘meşru savunma’ anlaşıyla, ‘kavga’yı yedeğe almaktadır.

Felsefe yapmak

Ekoloji konusunda yapılan eleştirilerin tümü, Marksizmin ‘insan merkezci yaşamı’ savunduğu iddiasına dayanmaktadır.[25] Burada Ronaldo Munck’un şu tespitini aktarmak gerekir:

Doğaya Marksist yaklaşımın boşlukları ve tutarsızlıkları hakkında farklı şeyler söylenebilir, ama bunların tümü insan merkezcilikte birleşecektir. Başka bir deyişle, doğa tartışması insanın kurtuluşunu esas alan bir bakış açısının çerçevesini aşamamıştır. Buna karşılık, ekoloji merkezli yaklaşım da insanın kurtuluşuna ilişkin projeleri dektekleyebilir, ama bunu insan dışı dünyaya ahlaki bir yaklaşımın gereğini kabul eden daha geniş bir anlayış içinde yapar. Böylece, hak kavramı hayvanlara ve doğanın çeşitli görünümlerine de yaygınlaştırılabilecektır. Grundmann’a göre ‘Marx’ın (bu) haklara dayalı teorileri küçümseyeceği apaçıktır’. Ne olursa olsun, Marksistler gene de çeşitli ekolojik sorunlarla ilgilenmek isteyebilirler. Şimdilik Robyn Eckersley’in, Marx’ın da bir parçası olduğu insan merkezciliği tanımlamasını kabul etmekle yetinelim: İnsan merkezcilikte ‘insan dışı bir dünya kaynak ambarına indirgenmekte ve onun yalnızca araçsal değeri olduğu, yani ancak insan amaçlarına hizmet ya da aracılık ettiği ölçüde değerli olduğu düşünülmektedir’. Böyle bir bakışla sosyalist bir ekoloji kurmak güç gözükmektedir.[26]

Sorunu, ‘insan merkezli’ ya da ‘doğa merkezli’ olarak ele almak, bunları birbirinin karşısına koymak suretiyle değerlendirmek, gerçekte, aynı sorunsal içinde ideolojik tartışma yapmak demektir. ‘İnsan’ ile ‘doğa’ arasında ister tek yanlı, ister diyalektik bir ilişki kurulsun, sonuçta aynı felsefi sorunsal, idealizm içinde hareket edilmiş olur.

J. B. Foster, Roy Bhaskar’ı tekrarlayarak, ussal bir felsefi materyalizmi, ontolojik materyalizm, epistemolojik materyalizm ve pratik materyalizmden oluşan karmaşık bir bütünlük olarak görmekte ve şu şekilde tanımlamaktadır:

Toplumsalın biyolojik (daha geniş anlamda) fizik olana tek yanlı bağımlılığını ve birincisinin ikincisinden çıktığını savunan bir ontolojik materyalizm; bilimsel düşüncenin en azından bazı nesnelerinin bağımsız bir varlığı ve olgu ötesi (yani nedensel ve yasalı) etkinliği olduğunu savunan bir epistemolojik materyalizm; toplumsal biçimlerin yeniden-üretimi ve dönüştürülmesinde insanın dönüştürücü eylemliliğinin yapıcı bir rolü bulunduğunu savunan bir pratik materyalizm.[27]

Roy Bhaskar’dan aktardığı tanımlardan sonra Foster şu tespitte bulunur: “Marx’ın materyalist tarih kavrayışı esas olarak ‘pratik materyalizm’e odaklanmıştır. İnsanın doğayla ilişkileri daha başından pratik, yani eylem yoluyla kurulmuş ilişkilerdir.”[28]  

Bookchin ve diğer ekotopyacıların, Marksizme yönelik eleştirilerini, J. B. Foster’ın yaklaşımı ile bertaraf etmek güç gözüküyor. Foster da insan-doğa ilişkisi sorunsalında hareket ediyor ve Marksizme yönelik eleştirileri, bir Marksist olarak aynı sorunsal içinde ele alıp, çözümlemeye çalışıyor. Buradaki kritik eşik şudur: Felsefenin temel sorunu olan ‘madde’nin ‘tin’e ya da ‘tin’in ‘madde’ye göre önceliği meselesi, idealist felsefe pratiği ile, bir uygulama ilişkisi biçiminde ‘insan-doğa ilişkisi’ne dönüştürülmektedir. Bir başka deyişle, felsefenin temel tezi bir ‘uygulama ilişkisi’ olarak ele alınmaktadır. Althusser’in uyarısıyla, felsefi tezlerin bir uygulama ilişkisi olarak ele alınması, idealist felsefe pratiğidir; uzak durulmalıdır.[29]

‘Doğa’ ile ‘insan’ bu bağlamda kateorik olarak karşı karşıya getirilemez. ‘Doğa’ ile ‘insan’ı karşı karşıya getirmek idealist felsefe pratiğidir: ‘İnsan’ın ‘doğa’ya önceliği, ‘insan’la ‘doğa’ ilişkisinin özne-nesne ilişkisi bağlamında ele alınması ve ‘Prometeusçu’ kavranışı idealizmdir. ‘Doğa’nın ‘insan’a önceliğinin ‘haklar’ dairesinde, etik bir yaklaşımla ve dolayısıyla ‘insan’ bağlamında ele alınışı da idealizmdir. Bunlar arasında karşılıklı diyalektik bir ilişkinin olduğunu söylemek de her iki idealizm arasında diyalektikçe bocalamaktır ve idealizmdir.

Tarihin öznesi ve amacı olmadığı gibi, fiziğin de öznesi ve amacı yoktur. Ama, hem tarihsel, hem de fiziksel sürecin yasaları vardır. Tarihsel ya da fiziksel sürece ‘özne-amaç’ ilişkisi yüklemek, etiği toplumun ve doğanın kuruluşunda temel öğe haline getirmek, tarih felsefesi ya da fizik felsefesi yapmak demektir.

Felsefeler, toplumsalda, bir uygulama ilişkisi olarak değil, felsefi ideolojiler olarak varolurlar. Yani, bütün ideolojilere sinerler; o nedenle, burada saf idealizm ya da saf materyalizmden söz etme olanağı yoktur. Ama, taşıdığı temel eğilimler itibariyle idealist ya da materyalist ideolojilerden söz edilebilir.

Ekolojik sorunlar, bilimsel ya da ideolojik kavranabilir.

İdeolojilerin -ideolojik yaklaşımların- idealist ya da materyalist olmalarına bakılmaksızın, toplumsalda ‘devrimci bir rol’ oynayıp oynamadığı hususu biz Marksistler için öncelikli değerdedir. ‘Doğasal olan’la ‘toplumsal olan’ın birbirine göre önceliği ya da sonralığı sorunu, toplumsal-tarihsel süreç ile doğasal-tarihsel sürecin kesiştiği veya ayrıştığı alanlar bağlamında bilime ilişkin meseleler olarak; yani, tarih biliminin, fizik biliminin ve disiplinlerarası ilişkilerin konusu olarak ele alınıp inceleme konusu yapılabilir.

Althusser’in ifade ettiği gibi, “felsefe ne disiplinlerarası bir disiplindir, ne disiplinlerarasılığın teorisidir”:

Felsefe, ‘bütünsellik’ sorunları denen sorunların duyarlı noktalarının çoğuyla gerçekten ilişkili Tezler ileri sürmektedir. Ama, Felsefe, ne bir bilim, ne de Bütün’ün bilimi olmadığı için, bu sorunlara çözüm getirmez. Başka türlü müdahale eder: bu sorunların uygun bir biçimde (juste) ortaya konulabilmesine yol açmaya katkıda bulunacak Tezler ileri sürerek.[30]

Ekoloji konusunda ‘felsefi bir çözüm’ yoktur.

Foster’ın, Roy Bhaskar’dan aktardığı materyalizm tanımındaki ‘pratik materyalizmi’ dışarıda tutarak işe başlamak zorunludur. Buradaki, ontolojik materyalist tez, yani, toplumsalın biyolojik (daha geniş anlamda) fizik olana tek yanlı bağımlığını vurgulayan felsefi tez, toplumsal olanla doğasal olan arasındaki ilişkinin nasıl ele alınması gerektiği (uygunluk) konusunda bizlere yol gösterir. Bu tez, ontolojik materyalizmin bilime ilişkin yönüdür. Ve bu yön ısrarla vurgulanmalıdır.

 
 


[1]Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1996, s.242

[2]Marksizmin tarihsel olarak başarısızlığa uğradığı bir gerçektir. Fakat bu başarısızlık, karşıtlarınca dile getirildiği gibi, Marksizmin teorik olarak yanlış olduğu anlamına gelmez. Teorik olanla tarihsel olan arasında kurulan bütün özdeşlikleri reddediyoruz. O halde, yeni ‘ekotopyacılara’ vereceğimiz yanıt ‘teorik’, daha geniş bir ifadeyle ‘soyut’ olmak durumundadır. Teorik düzeyde karşımıza aldığımız ekotopyacılarla pratik-politik düzlemde yan yana gelme, etkileşim içerisinde bulunma olanağı elbette vardır.

[3]Bkz. J. Bellamy Foster, Savunmasız Gezegen, Çev.: Hasan Ünder, Epos Yayınları, Ankara 2002, s.135-142. Foster, kitabının bu bölümünde, ekolojinin dört temel yasasını ve bu yasaların ekonomik üretimle ilişkilerini irdelemektedir.

[4]Aktaran Iring Fetscher, “Ekoloji”, Çeviren: Taciser Belge, Marksist Düşünce Sözlüğü, Editör: Tom Bottomore, Iletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1993, s.170. Kapital’in Üçüncü Cildinden aktarılan bu pasaj, aynı eserin Sol Yayınları’nca basılan Alaattin Bilgi çevirisinde aynen şöyledir: “Toplumun daha yüksek bir iktisadi biçimi açısından, tek tek bireylerce, yeryüzünün özel sahipliği, bir adamın ötekine özel sahipliği kadar saçma görünecektir. Bütün bir toplum, bir ulus bile ya da hatta hepsi birarada var olan toplumların tümü birden bile yeryüzünün sahibi değillerdir. Bunlar onun yalnızca zilyetleri, yararlanma hakkı sahipleridir, ve boni patres familias (ailenin büyük babası) gibi onu gelecek kuşaklara ilerlemiş bir durumda devretmeleri gerekir.” (Marx, Kapital 3, Çev.: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara 1978, s.814) Görüldüğü gibi, her iki çeviri birbirinden oldukça farklıdır. Konumuz ‘Marksizm ve ekoloji’dir ve çevirilerdeki farklılıklar, konunun özüne ilişkindir: Alaattin Bilgi’nin çevirisinde doğa üzerindeki ‘zilyetlik’ten, ‘yararlanma hakkı’ndan söz edilmektir. ‘Zilyetlik’ ve ‘yararlanma hakkı’ gibi burjuva hukuk ideolojisi temaları çeviri marifetiyle metin içine sızmıştır. Taciser Belge’nin çevirisinde, bu durum, ‘geçici olarak yeryüzünden yararlanan’ şeklinde düzeltilmiştir. Bu nedenle, Taciser Belge’nin çevirisi esas alınmıştır. Burada, bir ‘yararlanma hakkı’ndan değil, ‘fiili bir yararlanma’dan söz edilebilir. ‘Yararlanma’, verili ya da tanınmış bir ‘hak’tan ötürü değil, fiili bir durumun sonucudur.

[5]J. B. Foster, Savunmasız Gezegen, s. 142

[6]M. Bookchin, a.g.e., s.202

[7]A.g.e., s.74

[8]Tanıl Bora, “Rudolf Bahro’yla Söyleşi”, Birikim 97, Mayıs 1997, s.31

[9]Tanıl Bora, a.g.y., s.32

[10]Rudolf Bahro, “Çevreciliğin Manevi Bir Temeli Var mı, Yoksa Sadece Tepkisel Bir Hareket mi?”, Birikim 97, Mayıs 1997, s.22

[11]Bookchin, a.g.e., s.191

[12]Bahro, a.g.y. s.23

[13]Bahro, a.g.y. s.24

[14]Abdullah Öcalan, Özgür İnsan Savunması, Çetin Yay., İstanbul 2003, s.98

[15]“Ulusal ifade ediş milliyetçiliği ve devletçi çözümü çağrıştırmaktadır. Ulusal yerine ‘halk’ın konulması gerçekliğe daha uygun düşmektedir.” (Öcalan, a.g.e. s.139)

[16]Öcalan, a.g.e., s.99

[17] A.g.e. s.17

[18] A.g.e., s.100

[19] A.g.e., s.110

[20]A.g.e., s.22

[21]A.g.e., s. 105. “Mevcut sistem dışı bir sistem tartışmasında vardığım sonuç, toplumun değişim-dönüşüm çabalarında devletçi tüm yaklaşımları aşmak biçimindedir. Devlete götüren tüm düşünce ve hareket yapıları, iddiaları ne denli eşitlikçi ve özgürlükçü olursa olsun, ters sonuç doğurmaktan kurtulamazlar. Son Sovyet deneyimi iyi bir örnektir. Devletçi sosyalizmin olamayacağı kanıtlanmıştır. Marksizmin temel zaafı bu gerçeklikte yatmaktadır. Ezilen sınıf diktatörlüğü de dahil, her devlet doğalında eşitsizlik ve özgürlüksüzlükle sonuçlanmak durumundadır. Çünkü devletin temel mantık ve dokularında bu gerçeklik esastır. Eşitleştiren, özgürleştiren devlet olamaz” ( A.g.e., s.97-98)

[22]A.g.e., s.99

[23]A.g.e., s.101

[24]Bahro devlet duvarlarının tamamen dışında kalmayı, paralel kurumlar oluşturmayı, örneğin bir yurttaş parlamentosu kurmayı savunuyordu. Bahro’ya göre, tüm sanayi sistemi yok olmaya mahkumdu, bu yüzden, Lenin’in kendi devrinde çürümüş kapitalizmle başa çıkabilmek için önerdiği gibi bir tür ‘ikili iktidar oluşturulmalıydı“. (Ronaldo Munck, Marx@2000>, Çev: Yalçın Yusufoğlu, Kitap Yayınevi, İstanbul 2003, s.48)

[25]Foster, ekoloji konusunda Marx’a ve Marksizme yapılan eleştirileri şöyle özetler: “İlk olarak, Marx’ın ekolojik ifadeleri, eserinin asıl konusuyla sistematik bağlantısı olmayan ‘parlak yan deyişler’ olarak bir kenara atılır. İkincisi, bu ekolojik sezgilerin oransız biçimde erken dönem yabancılaşma eleştirisinden doğduğu, sonraki eserlerinde pek görülmediği söylenir. Üçüncüsü, Marx’ın doğanın sömürülmesini (onu değer kuramına dahil etmeyi ihmal ettiğinden) ele almakta nihai olarak başarısızlığa uğradığına ve onun yerine ‘Prometeusçu’ (teknoloji yanlısı, ekoloji karşıtı) bir görüş benimsemiş olduğuna inanmamız istenir. Dördüncüsü, ‘Prometeusçuluk’ iddiasının mantıki sonucu olarak, Marx’ın bakış açısından kapitalist teknoloji ve ekonomik kalkınmanın ekolojik sınırlardan kaynaklanan tüm sorunları çözmüş olduğuna ve geleceğin ortaklaşmış üreticiler toplumunun bolluk koşulları altında varolacağına inanıldığı düşünülür. Bu yüzden, güya Marx’ın mantığını aktaran iktisatçı Alec Nove’un söylediği gibi, ‘kıt kaynakların tahsisi sorununu ciddiye almaya’ ya da ‘ekolojik yönden bilinçli’ bir sosyalizm geliştirmeye gerek kalmayacaktır. Beşincisi, Marx’ın bilim konularına ya da teknolojinin çevre üzerine etkilerine pek az ilgi göstermiş olduğu ve bu yüzden ekolojik konuların tahlili için gerçek bir bilimsel temele sahip olmadığı iddia edilir. Önde gelen İngiliz sosyologları, Michael Redclift ve Graham Woodgate’e göre, Marx, insanın doğal çevreyle etkileşiminin toplumsal olmakla birlikte, aynı zamanda ‘her yerde ve her zaman geçerli, değişmez ve toplumsal varoluşun her aşamasında ortak olduğunu önermiştir, oysa böyle bir anlayış, ‘… teknolojinin rolünü ve onun çevre üzerindeki etkilerini tam anlamıyla anlayamaz. Altıncı olarak, Marx’ın ‘türcü’ olduğu ve insanın hayvanlarla bağını radikal biçimde kopararak, hayvanların karşısında insanın tarafını tuttuğu söylenir.” (J. Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi, Çev: Ercüment Özkaya, Epos Yayınları, Ankara 2001, s.26-27)

[26] R. Munck, a.g.e., s.44.

[27] J.B. Foster, a.g.e., s.17

[28] A.g.e., 18

[29]Bkz. L. Althusser, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi, Çev.: Ömür Sezgin, Birey ve Toplum Yay., Ankara 1984, ss.3-19

[30]Althusser, a.g.e., s.15

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar