Ana SayfaArşivSayı 51-52Taraf Gazetesi Huzurumuzu Neden Kaçırdı?

Taraf Gazetesi Huzurumuzu Neden Kaçırdı?

 
 
 
Taraf Gazetesi –ve Rasim Ozan
Kütahyalı– Huzurumuzu Neden Kaçırdı?

 

Aycan Epikman

Taraf Gazetesi, kendini solda veya solcu hisseden kesimlerin çoğunda önce yaygın bir rahatsızlık sonra güçlü bir tepkinin konusu olmayı sürdürüyor. Aşağıdaki satırlar, solun bu tepkisinin “haksız” ve “yersiz” olduğunu savunmaktadır.

Bu konudaki başlıca argümanı, solun öncelikle, kendini tutarlı bir şekilde konumlandırma ve açık vermeme yükümlülüğü bulunması, ikincileyin de, ancak bir tür solculuğu solculuk bellediği ve bunu da kazıyınca altından Kemalizm, modernleşme ve Aydınlanmacılıkla aynı kozmosun varlığı / nesnesi olduğu görülebilecek bir yapının ortaya çıkması oluşturmaktadır. Kendini bu kozmostan sayan külliyatlı miktarda solcu olduğunu biliyoruz. Ancak solculuk diye andığımız tabirin, en başta, ezilenlerden yana olmak anlamına geldiğinden bahisle, bu solculuğun kısmi bir solculuk olduğunu da söyleyeceğiz.

Solcu kütle, Taraf’a tepki duymak için öncelikle kendindeki Kemalist, Aydınlanmacı, modernist ve günün ayrımıyla ulusalcı tortuları, bulaşıkları arıtmakla yükümlüdür. Yoksa elin oğlu gelir ve senin değneksiz gezdiğin köyde elini kolunu bağlar ve açığını gözüne gözüne dürter.

Taraf Gazetesi, başta Kürt sorununda izlediği tutumla, genel olarak “sosyalist” kesimlerin sağında –liberal!– bir yer tutmuyor. Bilakis, Taraf, sosyalist kesimlerin ta içinde bir yer işgal ediyor! Yani ya Taraf liberal değil, ya “bir kısım” “sosyalistler” liberallerden sağcı! Böyle bir gazete huzur bozmaz da ne eder!

***

Evet, sancak gibi bir bildirgeyle giden Orhan Yılmazkaya’nın Kandil’de eğitimdeyken uçaksavar başında çekilen fotoğrafı yanına “Allah Allah Allah Devrimci Karargah” yazacak denli devrimci düşmanı bu gazete! Tayyip Erdoğan’ın deyişiyle, fazlaca ideolojik olduğu ve ideoloji perdesi akıl gözünü kapattığı için Devrimci Karargah’ın, kışlasını bombaladığı 1. Ordunun planlarında yer bulduğuna aklı kesiyor.

Evet, Taraf, devrimci örgütleri savaştıkları devletin tetikçisi yapmaya pek hevesli. Onun için dünya, silahlılar ve silahsızlar olarak ikiye ayrılıyor. Ama, alıştığından olacak, ezelden beri silahlı olana, eline silahı sonradan almış olan kadar tepkili değil! DHKP-C, MLKP ve Devrimci Karargah, Taraf’ın –tam da “yerli malı”– konspiratif mantığından paylarını aldı, ama reformizm dışında politika bilmeyen ve kan döken devrimcilerden iğrenen değme ve kıdemli solcular daha mı az masum!

***

Evet, bu gazetenin kurucusu ve genel yayın yönetmeni Ahmet Altan, eski ve devrimci düşmanı bir liberal. Fakat, 1980’li yıllarda, devrimcileri saran ve çok az kesimin dışında kalabildiği işçici ve doktriner, eskinin devrimci popülizmini eleştiren hava daha mı az masumdu! Onun Sudaki İz adlı romanına laf eden Yalçın Küçük ona yeğ mi şimdi? Her zaman devletin solcusu olmuş birinin açtığı göz bile kör edilmeye değmez mi?

İnternet aleminde Ahmet Altan’ın ahlaksızlığı üzerine yazılar dolaşıp duruyor. Ama bunların biri bile, “Atakürt” yazamadı. Bunların biri bile, geçmişin Aktüel’inde Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişindeki tutumu üzerine, cezalandırılan asil Romalı generalin öyküsünü anlatan dokunaklı yazıyı yazamadı. Ahmet Altan, ona küfreden liberal-sevmezlerin olamadığı bir irtifada.

Evet, Rasim Ozan Kütahyalı, toy ve çiğ bir yazar stajyeri. Ama, söyledikleri o kadar kolay lokma mı hakikaten! Kütahyalı’nın kişiliği de bozuktur muhtemelen! Devrimciler gibi püriten yaşamıyordur! Alperenlerin yumruğunu yiyince pısmıştır. Ama bu liberal züppe, bu devletin terörist olduğunu yazdı!

Evet, Yasemin Çongar Amerikancıdır –kocası da ABD’li ve belki CIA görevlisi… Hele eski solculuğu yok mu! Ama devletçi olan ve hala aramızda dolaşan solculardan daha uzağımızda ve apaçık karşımızdalar çok şükür!

Evet, Halil Berktay, “hain tabiatlı”, politik tiynetsizin teki, ukala dümbeleği, yazım tarzı kompleksini açığa vuran biri. Ama tarihçi kimliğine söz söyleyecek o kadar az kişi olduğu bile bilinmez. Onun ömrünün sonuna kadar derdi Doğu Perinçek’ledir ve bu dert onu iflah etmez. Perinçek’e hizmetlerini hiçbir çabayla sıfırlayamaz Berktay. (Perinçek, büyük ve inançlı bir politik dava adamıdır. Berktay gibiler, Perinçeklere ancak hizmet eder veya çamur atar.)

Evet, Roni Margulies, şöyle böyle. Ama, devlet ve Kürtlerle ilgili yazdıkları, ve özellikle “Reşadiye eylemi”yle ilgili iki satırının hatırı bile yetmez mi; tok duruşu da mı görülemez!

Evet, memleketin tüm liberalleri manevi bir mıknatısın etkisindeymişcesine bu gazeteye çekiliyorlar. Adlarını sıralamaya gerek yok…

Evet Taraf için ABD emperyalizmi de yok, emperyalizm de… Fethullah Gülen Hareketi, Amerikancılığı bakımından değil tepki ilgiyi hak etmek yanında, cumhuriyet rejimi için bir tehdit değil Taraf’a göre. Ama ABD’ye karşı devleti savunan değme solcular çok mu solcu kalıyor Taraf’ın yanında!

Evet, Taraf’ın Kürt Hareketine saldırdığı bir gerçek. Fakat, Türkiye’nin sol hareketinin üyeleri arasında, aynı çatı altında yaşamayı göze alanları arasında bile, Kürt Hareketine saldıranların eksikliği mi duyuluyor da sıra bu gazeteye geldi!

***

Taraf’ın, ABD’ye, İsrail’e eleştirel bakmadığı, Bush’a karşı Obamacı olduğu, özelleştirmelere, neo-liberalizme karşı durmadığı, işçilere pek sempati beslemediği doğru. İslamcı devrimciliğe de –devrimciliğin her türüne olduğu gibi- gayet açık karşı. Sosyalizm deneyimlerine düşman. Taraf, sosyalizmi çağrıştıran her şeye düşman. Örneğin, sırf eskiye benziyor diye Belarus’u hiç sevmez. “Belarus’un karanlık yüzlü otoriter imajını bir günlüğüne olsun değiştiren” diye bir “Stil ve Güzellik 2009” yarışmasını anons etti birinci sayfasından. (4 Aralık 2009) Sanki “özgürlükçü sosyalistler”, “sosyalist demokrasi” sevdalıları sosyalizm deneyimlerine pek meftun…

Ama Kürt sorununda –Evrensel’i bir an ihmal edecek olursak– ondan ileride bir gazete yok. ABD’yle bir derdi olmadığından, son yılların ABD’cilik şampiyonu Fethullahçılarla da bir sorunu olması beklenemez. Fethullahçılar gibi “ordu vesayeti” düşmanı, Kemalistlere mesafeli… Chavez’i sevmez. Castro’yu da… Küba’daki insan hakları eylemcilerinin haberini yapmayı hiç ihmal etmez… Ergenekon’a karşı oluşunun belli başlı nedenlerinden biri, bu örgütün Türkiye’yi Batı Blokundan çıkarmak istemesi…

Bir liberalin, silahı politikanın bir tarzı olarak görmesi, tarihsel bir liberalden bahsediyoruz, onun görüş evreniyle tutarsızlığa düştüğünü kabul etmesi demektir. Çünkü liberal, dünyanın zaten evrimsel olarak iyiye doğru gittiğini söylemektedir.

***

Türkiye devrimci hareketinin üyelerinin Taraf antipatisi, aslında onların en ilerideki mensuplarının bile, kendi içlerindeki “ulusalcı” ve ilkel damarı kesip atamadıklarının bir göstergesidir. Tıpkı, önceki yıl, Gürcistan’a Rusya’nın müdahalesini neredeyse insiyaki bir şekilde desteklemeleri gibi. Amerikan düşmanlığı, devrimci hareketin yabana atılmaz bazı üyelerinde, Kürt ulusunun Irak ve Türkiye’deki tarihsel haklarına ve mücadelesine kör olmayı gerektirmedi ama solun hazırlıksız yakalandığı bir konuda, Gürcistan’da, sol hareketin genel olarak sorgusuz bir şekilde, Amerikan düşmanlığını konuşturduğu görüldü. Rusya ezsindi şu Amerikan uşağı “renkli devrim mahsulü” Gürcüleri!

***

Taraf’ın liberal bir gazete olduğunun en büyük kanıtlarından biri, Tekel işçilerinin eylemi üzerine değerlendirmeleri. Bu gazete, her ne kadar, başta görmezden gelse ve “merkez medya” denilenlerden bile daha yakın bir ilgi göstermese de, Tekel eylemine gözünü kapatamayacağını giderek anladı. Fakat, başyazarı ve kurucusu Ahmet Altan’ın kaleminden, bu işin sorunlarını bir liberal olarak görmekten de geri durmadığını gösterdi. “Özel sektörde çalışanlar rekabetin kızgın olduğu bir alanda ve her türlü riski göze alarak çalışırken, ‘devlet çalışanlarının’ rekabetten ve riskten uzak bir çalışma hayatı sürdürmeleri eşitliğe ne kadar uygun? / Üretim biçiminin değiştiği, makinelerin işçilerin yerini aldığı bir dünyada ‘işsizlik’ kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkıyor ve bütün dünya işsizliğin yakıcı acısını yaşıyor. / Ama devlette çalışanları bu acıdan kurtarıp, özel sektörde çalışanları bu acıyla karşı karşıya bırakmak ciddi bir ayrımcılık olmuyor mu? / Özel sektörde çalışanlar neden verdikleri vergilerle ‘devlette’ çalışanların hayat garantisi olsunlar? / Bunlar, ‘ekonomik aklın’ bize söyledikleri. / Ve, hayat ‘akılla’ çok fazla çatışamaz, çatışırsa sonuçta sorunlar daha da büyür. / Bu doğru ama hayat sadece ‘soğuk akıldan’ ibaret değil. / Çalıştıkları Tekel kuruluşlarındaki işlerini ekonomik aklın gereği olarak kaybeden işçilere bugün devlet ortalama 800 lira maaş bağlamayı öneriyor. / Bu insanlar 800 lira ile nasıl yaşayacaklar, nasıl ev kiralarını ödeyecekler, çocuklarını nasıl okutacaklar, ne yiyecekler, ne giyecekler?” (“Akıl ve Duygu”, 2 Ocak 2010)

Bu sözler, Tekel işçilerinin eyleminde sınıf mücadelesinin bitmediği, nihayet günün geldiği yollu, derin umutsuzluklarını ifşa eden sınıfçı solcuların tutumundan daha yakındır Marksizmin “üretim sürecinin dışına zorunlu olarak düşen kütle”ye ilişkin klasik ifadelerine…

Bir genel solcunun Ahmet Altan’ın “yüreğinin diliyle” konuştuğu reddedilebilir mi? Solcununki daha fazla atar o kadar. Yani liberalizmin fazlası ve tutarlısı!!! Ayrıca eğer solcu başka bir nitelikten bahsederse, o zaman ona, kapitalizmlerden kapitalizm mi beğeniyorsun derler..

***

Taraf, bir taraftan sol hareketin ayırmaya üşendiği bir şeyi yerine getirdi ve liberal değerlerle karışık bir solcu zihniyeti açık etti. Öte yandan, Taraf, soldaki Aydınlanmacı damarın Kemalizmle bulaşık tarafını gösterdi. Böylece, Taraf, solu ayrıştıran dinamiğin iki tarafından da tepki çekti.

Taraf’ın iyi bir gazete olmadığını birçok kıdemli gazeteci yazdı ve söyledi. Taraf’ın gazete olarak niteliğine ilişkin hüküm vermek haddimiz değil. Burada sadece bu gazetenin politik ve ideolojik bazı işlev ve etkilerine değinilecektir.

Burada Taraf, ne de, saf bir liberalizmin mümkün olabileceğinden bahisle, kıymetlendirilecektir. Taraf, somut güçler ilişkisi ortamında bir güç ve etki önerisi bağlamında değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Taraf’ı, bünyesinde çalışan işçilere ve emekçi gazetecilere nasıl davrandığı üzerinden bir yargılamanın da politik olmadığını kabul ediyoruz. Emekçilerine para vermediği ya da üç kuruşa çalıştırdığı söylenip duruyor. Böyle beklentiler, refah kapitalizmi koşullarını aramaktan başka bir şey değildir. Ana-babalarımızın, “Önce kendi ekmeğini kazan, sonra başkalarını kurtarmaya çalış” demeleri cinsinden değilse…

Peki böylece, Taraf’ın liberal bir nitelikten daha yakın mı olduğu söylenmektedir sola..? Hayır! Murad edilen, bu gazetenin Türkiye gerçeğinde yerli yerine oturtulması, nesnel rol ve işlevi…

Taraf’a dönük tepkinin genellikle onun misyonunun yerli yerine oturtulamamasından kaynaklandığı görülüyor. Bir rol çalmacı, bir hayal kırıcı, bir açık yakalamacı! Ama önce eleştirenlerin misyonunu yerli yerine oturtması beklenir.

Türkiye’de liberalizmin günümüzün ve geleceğimizin bir akımı olduğu ve olacağı belli oluyor. Taraf Gazetesi, böyle bir konumun etkilerinin ne olacağını gösterdi. Bu gazetenin akıbetinin ne olacağı belli değil, mali sıkıntılar yaşadığına ilişkin arada bir haberler dolaşıyor. Ama devrimciliğin hali böyle kaldıkça, liberalizmle, liberal eğilimlerle yaşamaya alışmamız gerektiği açık olsa gerek. Bu-Taraf gider belki ama başka-Taraf illa gelir.

Taraf ve Aydınlık!

Taraf’a dönük tepki ile Aydınlıkçılara dönük tepki birbirinin simetrisi aslında. Solda Aydınlıkçılara neden tepki duyuluyorsa, Taraf’a da aynı nedenle tepki duyuluyor. Kendilerinin cesaretsizce söyledikleri, birilerinin ağzında şiar oluyor! Kendilerinin tutarsızlığı, birilerinde tutarlı bir şekilde dile geliyor. Bu yüzden, eklektik liberal solcuların Aydınlık antipatisinden sonra, eklektik ulusal solcuların Taraf antipatisi “tavan yapmış” durumda. Mesela, Aydınlık söz konusu olunca, Birikimcilerin o sakin ve geniş entellektüel analizciliği gider, yerine öfkeli bir “yurdum insanı” hali gelir!

Aydınlıkçıların deyim yerindeyse daha mertçe söylediği birçok şeyi yarım ağızla söyleyen, mırıldanan çok sayıda solcunun ve sol hareketin, Aydınlık’a ve Doğu Perinçek’e duydukları tepkide nasıl bir zayıflık ve tutarsızlık varsa, Taraf’a dönük tepkide de –aynı kesimlerde olmamakla birlikte– aynı zihniyet rol oynuyor. Gerçekte, nasıl Aydınlıkçılara benzeyen yaygın sol kesimler varsa, Taraf’a da benzeyen yaygın sol kesimler var ve bu iki özneye duyulan tepkide marazi bir hal var.

Taraf, ne olursa olsun, onun bir yazarının deyişiyle, “’alternatif bir kamusallık’ mecrası teşkil ediyor”. (Hilal Kaplan, “Mahçupyan-Sancar Polemiği, Kürtler ve Taraf”, 6 Ocak 2009) Aynı işlevi, 1980’lerin sonları ve 90’ların başlarında 2000’e Doğru Dergisi aracılığıyla Aydınlıkçıların yerine getirdiğini öğreniyoruz. O zaman da Aydınlık’a çeşitli spektaküler dosyalar geliyormuş.

Aydınlık daha çok geçmişte kalırken, Taraf bugün ve hâlâ sol hareketin ulusalcı ve liberal damarını açığa çıkarma işlevini yerine getirmekte. Aydınlıkçılar nasıl sol harekete ulusalcı damarını gösteriyor ve rahatsız ediyor, nasıl sol hareketin liberal yanlarını açığa çıkarıyor ve bu yüzden büyük tepki topluyor idiyse, Taraf da, sol hareketin bazı ulusal açıklarını, bazı çelişkilerini ortaya serdi ve şiddetli bir tepkinin muhatabı oldu.

***

İşte bir Taraf yazısı

Ey ezilenler…

(…) Bugün türban özgürlüğünü savunmayan bir Alevi, yarın kendi çocuğunun eğitim özgürlüğünü nasıl savunacak?

Türban özgürlüğünü savunmayan bir solcu, fikir özgürlüğünü nasıl savunacak?

Türban özgürlüğünü savunmayan bir Kürt, anadilde eğitim özgürlüğünü nasıl savunacak?

Ve, bugün türbanı savunan dindar, Alevinin, Kürdün, solcunun özgürlüğünü savunmazsa, türbanı nasıl savunacak?

Eğer bütün bu ezilenler elele vermezse, Ankara’daki dokuz yargıç hepsinin canına okuyabilir.

(…)

Sanırım artık şunu anlamalıyız.

Sorunlarımızı parçalara ayırmamalıyız.

Kürt sorunu, türban sorunu, Alevi sorunu, örgütlenme sorunu gibi ayrı ayrı sorunlar yok.

Ortada tek bir sorun var.

Özgürlük sorunu.

Herkesin ortak sorunu bu.

Herkes başka bir şey için özgürlük istese de, neticede herkes özgürlük istiyor.

Neden parça parça özgürleşmemiz gerekiyor?

Neden Kürtler, Aleviler, dindarlar, solcular ayrı ayrı özgürleşsin?

Bu mümkün değil.

Özgürlükleri parça parça elde etmeye hiç kimsenin gücü yetmiyor.

Bunu, bir bütün olarak hep birlikte elde etmeliyiz.

Ezilenlerin birbirine olan düşmanlığı sadece ezenlere yarıyor.

Artık kabul edin ki bu düşmanlık, bir akılsızlığa ve esarete dönüşüyor.

Türban için dövüşmeyen solcu…

Türban için dövüşmeyen Kürt…

Türban için dövüşmeyen Alevi…

Egemenlerle, efendilerle, ezenlerle işbirliği içindedir.

Kürtler için, solcular için, Aleviler için dövüşmeyen dindarlar da işbirlikçidir.

Bunu anlamak o kadar zor mu?

El birliğiyle bir anayasa yapmalıyız.

Onun ya da bunun özgürlüğü için değil, hepimizin özgürlüğü için.

Yıllarca herkes özgürlüğün bir parçasını istedi, özgürlüğün bir parçası için mücadele etti.

Aranızdan hanginiz mücadelesinden galip çıktı, aranızdan hanginiz istediği özgürlüğü elde edebildi?

Özgürlüğü parçalamak ezenlerin işidir.

Özgürlüğü bütünleştirmek, onu yekpare bir halde savunmak ezilenlerin görevidir. (…)

Ahmet Altan, 23 Ekim 2008

Yukarıdaki sözlerle aranıza bir mesafe koyabilirsiniz. Fakat bu sözlerin sahibini olumlu bir ilgiyle merak etmemek herhalde ezilenlerden yana olmak bakımından pek hoş bir şey olmayacaktır.

Ahmet Altan

Ahmet Altan, 1980’li yıllarda yayınladığı ve devrimci harekete düşman romanıyla hatırlanır. Fakat bu artık “tarih” olmuştur. Ayrıca o zamana ilişkin bir değerlendirme yapabilecek durumda değiliz. Ahmet Altan’ın başka yönleri ön plana çıkarılmalıdır artık.

Ahmet Altan’dan ya da başkasından, bize, devrimci harekete veya kendini onun yanında görenlere bir övgü beklemenin gereği yok. Fakat, Ahmet Altan, başta Kürt sorunu olmak üzere, kurumsal devlete karşı mücadelesiyle belirmiştir. Bunu göz ardı eden bir yaklaşım, otuz yıl önceyi bugünün canlı gerçeğinin yerine geçirmektedir. Bu, sol harekete uzak bir akıl yürütme ve düşünme biçimi değildir. Feda eylemleri düzenleyen Hamas’la ilgili sözlerine, İsrail’in FKÖ’ye karşı bu örgüte alan açmış olduğuyla başlayan solcuların, solcu kütlenin hiç de azımsanmayacak bir oranı olduğu malum değil mi? Ya da, Kürtlerde anlaşılacak bir tepkinin, Saddam Hüseyin’in ABD işgaline direnişi söz konusu olduğunda, onun Halepçe katliamını hatırlatanlara benzer bir tutumun, politikanın ve canlı, yaşayan gerçeğin dinamiğini kaçırmaktan, ıskalamaktan başka bir anlama gelmeyeceği açıktır.

“Ey kavmim” adını taşıyan ve Arap şair Halil Cibran’a ait olduğu söylenen müthiş kuvvetli edebi metni, 1995’te Yeni Yüzyıl Gazetesindeki köşesinde yayınladı Ahmet Altan:

“Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını, Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı’ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldenizi açsa önünde, sen o denizden geçmezsin…”

Ahmet Altan, 1995’te, Öcalan’ın Kürtler nezdindeki konumunu anlatan ve çalıştığı gazeteden kovulmasına, hakkında dava açılmasına neden olan “Atakürt” yazısını yazdı.

Öcalan’ın 1999’da Türkiye’ye getirildiği günlerde, devlet karşısındaki tutumundan duyduğu rahatsızlığı, adını anmadan dile getirdiği yazının da unutulmazlar arasında olduğu söylenmelidir. Bir nedenle idama mahkum olan, ama soylu olduğu için bu kararı intihar ederek vermesi gerekirken buna cesaret edemeyen Romalı generali anlatıyordu. Neşe Düzel’le yaptığı bir televizyon programında, hiçbir şeye tepki vermeyişini hakir görerek “halkı kışkırtıcı” –ve galiba dava konusu olan– tutumunu unutmak da mümkün değildir.

AKP’li “Başbakan için bugüne dek atılmış en sert başlık”la övünüyor Ahmet Altan. (“Ah Canım…”, 9 Ocak 2010) Evet, Tayyip Erdoğan’a en sert liberal tepkiyi vermekle de övünebilir.

“Sen kimsin?” diyordu Ahmet Altan, Tayyip Erdoğan’a:

“Kürt açılımını başlatan “cesur” lider mi sensin?

“Yoksa Habur’daki olayları görür görmez çark eden, pısan, geri çekilen, kendi başlattığı açılımı sürdürmeyi beceremeyen ürkek adam mı sensin?

“Yaradılanı severiz Yaradan’dan dolayı” diyen, her ırkı, her inancı, her kavmi kucaklayan hoşgörülü Müslüman mı sensin?

“Yoksa, Ermeni politikaları çıkmaza girince İstanbul’da ayda dört yüz liraya çalışan zavallı Ermeni kadınını “sınır dışı” etmekle tehdit eden, Hazreti Muhammed’in “veda hutbesini” unutan milliyetçi mi sensin?

“(…)

“Gazze’deki İsrail vahşetinin kurbanı olan çocukların kahraman ve pervasız savunucusu mu sensin?

Yoksa Güneydoğu’da taş attıkları, şarkı söyledikleri, ıslık çaldıkları için hapislere tıkılan çocukları kurtarmaya bir türlü cesareti yetmeyen yönetici mi sensin?” (“Başbakan”, 23 Mart 2010)

Ahmet Altan, bir liberaldir!

Ama bu memlekette komünistler vardır, tutuklu Kürt çocuklarıyla ilgili bir kampanyaya katılmayı, Kürtlerin ABD’nin projeleri doğrultusunda hareket ettiği gerekçesiyle reddeden… Kim mi? Söylemeye ne gerek var!

Taraf’ın devletçi liberalizmi:

“PKK iki halkın da düşmanı”

Kürt Hareketinin ve Kürt toplumunun Taraf’la ilişkisi, Batı’daki sol gibi değil. Zira, bir Taraf yazarının deyişiyle, “Burası kahvehanelerinde Posta gibi Taraf okunan bir yer.” (Yıldıray Oğur, “Hassasiyet Savaşları”, 24 Kasım 2009) Ya da: “Ahmet Altan’lı Taraf’ı da bütün Kürtler adeta taparcasına seviyorlar.” (Önder Aytaç, “AK Parti, hükümet ve Öcalan”, 28 Aralık 2009, s. 13) Özellikle Aytaç’ın değerlendirmesi abartılı görünse de, Kürtlerin Taraf’la ilişkilenmesinin dinamiğinin Batı’daki sosyalist kesimlerden farklı bir seyir izlediği söylenebilir.

***

İmralı’da “19 Kasım darbesi” denilen hücre küçültme uygulamasına karşı Diyarbakır’daki gösterileri Taraf, “Barışa taş ve kurşun” başlığıyla verdi. (7 Aralık 2009) Taraf imzalı kısa yazıda da, polis içinde de “barışı çıkmaza sokmak isteyenlerin olduğu”, Aydın Erdem’in öldürülmesinin bunun kanıtı olduğu ileri sürüldü, şu değerlendirme yapıldı: “DTP’yi kapatmak isteyen ‘baskıcı’ zihniyetle, açılımı kapatmak isteyen PKK aynı safta buluşuyor.”

Taraf, PKK’nin 7 Aralık 2009’daki Reşadiye baskını sonrası ise, “PKK iki halkın da düşmanı” manşetini atmıştı. Bu manşeti nasıl anlamalıyız?

Öncelikle, Taraf’ın manşeti, nesnel bir zeminini Öcalan’ın İmralı görüşme notlarında bu eylemi değerlendirmesinde bulmaktadır. Ne demişti, Taraf’ta yayınlanan ve Kürt Hareketinin reddetmediği 16 Aralık 2009 tarihli görüşme notlarında Öcalan? Hatırlayalım: “Bu Reşadiye olayını ben anlamadım. Benim bilgim olmadığı için bir şey söyleyemiyorum. Bu konuda onları ne suçlayabilirim ne de onları eleştirebilirim çünkü bilmiyorum. Benim bir şeyden haberim yok. PKK’nin, gerillanın binlerce kolu, birimi vardır. Nasıl olduğunu, kimin ne amaçla yaptığını bilmiyorum. Ancak şunu söyleyebilirim, Tokat benim aklımın köşesinden dahi geçmezdi. Ben 1999’da PKK’den istifa edeceğimi söylemiştim, istifa etme noktasına geldim. Bu benim yaratmak istediğim PKK değil dedim. Çünkü PKK bizim istediğimiz tarzda tam gitmiyordu.” (Taraf, 20-21 Aralık 2009)

Bu gelişmeden önce, Öcalan’ın görüşme notlarının Fırat Haber Ajansında yayınlandığı halini okuyan Ahmet Altan, 19 Aralık’ta, “Apo üstüne düşeni yaptı”, “barışa büyük katkıda bulundu” demişti. (“Apo ve Barış”, 19 Aralık 2009)

Öte yandan, bir liberalin söz konusu eylemi bu şekilde değerlendirmesinde ne bulunabilir? Önemli olan liberalin ya da üçüncü bir kesimin bize değil devlete yönelik tutumudur.

Liberallerin, sol bir anlayış açısından, reformizm anlamına da gelebilen, şiddet karşıtlığının belki de en masum ve kabul edilebilir örneğini Yıldırım Türker veriyor. Ama o bile, şiddet dendi mi, devlete ne kadar karşıysa, PKK’ye o kadar karşı: “AKP’ye, DTP’ye, Genelkurmay’a, diğer güç odaklarına akıl vermek, onlara yol göstermek benim işim değil. (…) / PKK, bir hakikattir. Savaş nasıl bir hakikatse. / Kanımca militarizm bu toprakların en can yakıcı gerçeğidir. Militarizmin kanlı sıkıdüzeninden, öfkeli salyalı dilinden ne Kürtler ne Türkler, hiçbirimiz ari değiliz.” (Yıldırım Türker, “Şahsi Meramım”, Radikal İki, 27 Aralık 2009) “Başbakan ve AKP’lilerin açılımı başlatan diskurları, bir tür özür niteliği taşıdığı için devlet geleneğimizde kutlu bir çatlak açtı.” (aynı yer) “ Ben, yaşananları yeni başlamış bir futbol maçı olarak değerlendirip her bir tarafa eşit mesafede duran amatör hakem değilim. (…) Benim istediğim dünya, kimsenin Mehmetçik ya da gerilla olmak zorunda kalmadığı bir dünyadır.” (aynı yer) Bu, bugünün Türkiyesinde en saf ve temiz denebilecek “liberal” pozisyondur ve Taraf’ın tutumuyla arasında belli başlı bir ayrım yoktur. Bugün bir vicdani retçiyi alkışlayabiliyoruz. Fakat yarın bu tutum bizim iktidarımıza karşı da gelişebilir; bu durumda da destekleyecek miyiz?

“ ‘PKK bir terör örgütüdür’ önermesi ne kadar doğru ise ‘Türkiye Cumhuriyeti bir terör devletidir’ önermesi de o kadar doğrudur…” (Kütahyalı, “Önce Barış… Gerisi Teferruat”, 26 Aralık 2009) Kütahyalı bir liberal olarak bunun hangi gerekçeyle söylüyor. Gayet açık ve basit: “Çünkü ‘omlet yapmak için yumurtaları kırmak gerekir’ zihniyetinden, bir özgürlükçü-demokrat olarak hep nefret ederim. Bütün silahlı örgütler son tahlilde bu alçak zihniyetin bataklığına düşmekten kaçamazlar. Denetimsiz silah gücü, doğası gereği kolektivist ve otoriter bir zihniyeti yanında getirir.”

Bütün bunlara rağmen, “PKK iki halkın da düşmanı” manşeti Taraf Gazetesinde tartışmaya yol açtı. PKK’nin iki halkın da düşmanı olduğu savına cevabı gene bir Taraf yazarı olan Roni Margulies verdi. Margulies’e göre, Reşadiye eylemiyle pişmiş aşa su katma durumu söz konusu değil, çünkü “Pişmiş aş yok; kısık ateşin üzerine yeni konmuş bir tencere var. Ve bu arada savaş devam ediyor. Devam ettiği sürece, iki taraf da silahlı ve silahsız eylemlerini sürdürüyor, iki taraftan da ölenler oluyor ve olmaya devam edecek.” (“Kim kimin düşmanı”, 16 Aralık 2009)

Margulies’in yazısıyla tartışma bitmedi, ama Taraf’ın bu konudaki ekseni bu sayede yer değiştirdi. Bu yer, elbette, liberal olmayan sosyalistlerin birçoğunun solundaydı.

Öte yandan Taraf Gazetesi, Ergenekon iddianamesinde devrimci örgütleri Ergenekoncularla ilişkilendiren görüşü de, anlayışı gereği, duyuruyordu okurlarına. Bu, zamanında, devrimci örgütleri, illegalitenin bağımsız olunamayacak bir yer olduğu anlayışıyla ifşa etmeye pek hevesli Aydınlıkçıların tutumunu andırıyordu.

KCK operasyonu

Taraf Gazetesi, 2009 Aralık ayındaki KCK operasyonunu Seyit Rıza’nın darağacındaki “Ayıptır, günahtır, zulümdür”, sözlerini yineleyen manşetiyle eleştirdi. (26 Aralık) Taraf, yaygın kanının, ya da Fethullahçı Zaman Gazetesinin aksine, KCK operasyonunun Kürt açılımının önünü açmak ve Kürt siyasetçileri rahatlatmak olarak değil, asıl, açılımı baltalamak olarak yorumladı. Fethullahçılar bu operasyonu, açılım sürecinin önünü açmak için bir özellik olarak değerlendirdiler. Taraf yazarları, KCK operasyonuna topluca tepki verdiler. Taraf’a göre, açılım siyasetini yürütecek kadrolar tutuklanıyordu. (Ahmet Altan, “Sertlik’, 27 Aralık 2009) Bu görüşü, Kurtuluş Tayız (25 Aralık), Kütahyalı (26 Aralık), Erol Katırcıoğlu (26 Aralık) ve hatta Emre Uslu (26 Aralık) da dile getirdi.

Kurtuluş Tayiz, “Orası sömürgemiz mi” gibi çarpıcı bir başlık taşıyan yazısında, “Kürt siyasetçilere yönelik bu gözaltı operasyonları her şeyin ‘sil-baştan’ olmasına neden oldu gibi” (25 Aralık 2009) diyor ve “bu son gözaltılar Reşadiye baskını kadar açılıma darbe vuracak özelliğe sahiptir” değerlendirmesi yapıyordu

Tayiz’in şu ek değerlendirmesi Fethullahçılığın devletlü meşrebine uymaz “öz”dedir ve doğrudan onları hedef almaktadır: “Bu operasyonları Ergenekon operasyonlarıyla eş kılan, özdeşleştiren [ve Fethullahçılar tarafından yürütülen] ‘iletişim stratejileri’ de işe yaramaz. Orası Güneydoğu. Türkiye’den biraz kopuk, kendilerine özgü bir kamuoyuna sahipler.”

Bu tutum Taraf’ta yaygın ve genel bir nitelik gösterdi. Ergenekon operasyonuyla paralellik düşüncesine Halil Berktay gibi, Kürt Hareketine oldukça mesafeli biri bile karşı çıktı: “Nasıl Ergenekon Türk şahinlerini pasifize ettiyse, KCK operasyonları da Kürt şahinlerini pasifize edecek ve barış siyasetinin önünü açacakmış! Özellikle Fethullah Gülen cemaati ve yayın organları bu kafadaymış!!” (Berktay, “Tekrarın Tekrarı”, 31 Aralık 2009) Berktay, gazetenin yazarı Önder Aytaç’ın bu konuda verdiği “felaket demeç”i Taraf’ta dillendirmediğine bile şükrediyor ve “el insaf” diyor. Melih Altınok da Tayız’la aynı değerlendirmeyi aynı gün yaptı: “Bu operasyonlar (…) en az Tokat’taki saldırı kadar açılıma zarar vermiştir.” (“Sokaklar niçin ve nasıl bu kadar sessiz”, 25 Aralık 2009) Taraf’çılar, Yıldıray Oğur şahsında, “Öcalan(‘ın) da siyasi çözümün yanında dur(duğu)” kanısında. (“Açılımda tek başına”, 25 Aralık 2009) Hatta, Taraf’ın epeyce “sağ liberal” yazarı Etyen Mahçupyan bile, Öcalan’ın bu konumunu teslim etti. (“Hoşçakal Hüzün”, 3 Ocak 2010)

Kürtlere anayasal eşitlik

Taraf giderek Kürtlerin kardeşliğe değil eşitliğe ihtiyacı olduğunu vurgular oldu. Muhatabın Öcalan ve PKK, meselenin anayasal eşitlik olduğu açıkça belirtiliyor. Öcalan ve PKK muhatap alınmalıdır: “Devletin ve devleti yöneten siyasi iktidarın, ‘savaşı durdurmak’ için muhatabı Apo ve PKK ama Kürtlerin hakkını vermek için muhatap tüm Kürt halkı.” (A. Altan, “AKP ve Hak”, 6 Ocak 2010)

“Türkler” diyor Ahmet Altan, İsrail’deki Türkiye Büyükelçisinin uğradığı muameleyi hatırlatarak, “bir ‘elçileri’ alçak koltuğa oturtuldu diye duydukları öfkeyi iyi tartarlarsa, Kürtlerin hapisteki liderlerine yapılacak her ‘kötü’ davranıştan nasıl yaralanacağını da anlarlar”. (“Apo ve Devlet”, 17 Ocak 2010)

Kürtlere dilsel ve bölgesel haklardan söz ediyor Ahmet Altan: “Türk, çocuğunu kendi anadilinde eğitebiliyor ama Kürt aynı hakka sahip değil.” “Bütün ülke Türklerin ismiyle anılıyor ama ülkenin bir bölgesinin bile Kürtlerin ismiyle anılmasına izin yok.” (A. Altan, 6 Ocak 2010) Bunların hangi gelişmeleri davet edeceğini ve devlet zihniyetinin yaşadığı tehdidi söylemeye gerek yok.

Ahmet Altan’a göre, “Türkler artık, ‘Kürtler kardeşimizdir’ lafını bırakıp ‘Kürtler eşitimizdir’ demeye alışsınlar bence, Kürtler kardeşlik değil eşitlik istiyor çünkü. / Kardeşlikten eşitlik çıkmaz ama eşitlikten kardeşlik çıkar.” (2 Şubat 2010)

Kürtlere ilişkin pozitif önerilerinden sonra, AKP’ye dönüyor Altan: “İktidar partisi genel olarak ‘dinsel’ yapısıyla biliniyor ama iş sorunları çözmeye geldiğinde ‘dindarlığı’ değil, o dindarlığın içine saklanmış olan ‘milliyetçiliği’ ön plana geçiyor. (…) AKP’nin ‘Türk ve Sünni’ olmayanı ‘kendinden görmeme’ refleksi, Aleviler konusunda da, Rum vatandaşlar konusunda da aynen ortaya çıkıyor. (…) Din kucaklamayı ve çoğalmayı arzular, milliyetçilik ise dışlamayı ve azalmayı kendine hedef seçer. / AKP’nin Kürt açılımının başlangıcında ‘çağın eşitlikçi’ değerleriyle, bu değerleri ‘kul eşitliğinde’ içselleştiren bir dindarlık vardı ama açılım ilerleyince ‘milliyetçilik’ öne çıkmaya, ‘eşitlik’ bir pazarlık konusu olmaya başladı.” (6 Ocak 2010) İşte, laik ve anti-emperyalist bir Türk solcusunun kendini somut olarak bu liberalin sağında bulmasının örneği!

“AKP” diyor Ahmet Altan, “Bir tür ‘zehirli draje’ gibi içine ‘milliyetçilik’ saklanmış bir dindarlıktan, gerçek ‘dindarlığa’ geçebilmiş olsa sorunlarla karşılaştığında çoğunlukla görülen o kilitlenmeyi bu kadar çok yaşamazdı.” (6 Ocak 2010)

Yani, dindarlığın artması gerekiyor, tersi değil! Bu, Halil Berktay’ın, aşağıda, tartıştığı dindarlığın Türki versiyonuyla ilgili.

Önce, Liberal Düşünce Topluluğu kurucularından Mustafa Erdoğan’ın ağzından “AKP’nin Kürt açılımı kandırmaca” (1 Şubat 2010) manşetiyle çıkan Taraf, ertesi gün bu görüşü bu kez başyazarının kaleminden yineledi: “AKP’nin Kürt politikası bir ‘aldatmacaya’ döndü. Bir yandan ‘çözüm’ derken bir yandan da binlerce insanı tutuklayıp, seçimle işbaşına gelmiş belediye başkanlarını ‘kelepçeleyip’ tek sıra yürütüyorlar.” (Ahmet Altan, “Kürtler”, 2 Şubat 2010)

“AKP, Kürtleri kendi ‘içtenliğine’ inandırabilmek için ‘tutuklama kampanyalarına’, ‘PKK’yı tasfiye edeceğiz’ laflarına son vermek ve Kürtlerin saygı duyduğu hatta kutsallaştırdığı Apo’yu, ciddiye almak zorunda.” (Altan, “Kürtler”, 2 Şubat 2010) Zaman zaman, “gaza getirmek” için, Başbakana da diklenen Taraf yazarları, onun “gaza gelmeyeceği” sözü için de “Bi gaza gel Başbakan” manşeti (28 Ocak 2010) atabiliyorlar ve “Bir başbakanlık koltuğu için değmez çocukları hapsettirmeye” (Ahmet Altan, “Berivan ve Darbe”, 28 Ocak 2010) diyebiliyorlar.

Öte yandan, Taraf yazarı Kütahyalı da, bazı liberallerdeki Öcalan nefreti ve Kürt sorununu onu göz ardı ederek çözme önerilerini “liberal palavra” olarak niteledi. (16 Aralık 2009, “Kürt Hareketine Dair Liberal Palavralar”) Kütahyalı’ya göre, Öcalan realitesini kabul etmeme çağrıları “ancak savaşın devam etmesini isteyenleri güçlendirir”. Kütahyalı, bir önemli uyarıda daha bulunuyor ve ne idüğü belirsiz bazı kendinden menkul “Kürt aydınları”na ilişkin “illüzyon”u da parçalıyor ve bunların herhangi bir kıymeti olmadığını söylüyor.

Edward Said’in 2000 yılı yazında Güney Lübnan’da İsrail’e taş atmasından sonra, saygınlığının arttığını yazan Ayşe Hür şöyle devam ediyordu: “Özellikle muhafazakar kesimlerde Said bir rol modeli oldu. Ama Kürt çocukları, gençleri Filistinli çocukları ve Said’i taklit ettiğinde aynı çevrelerin sempatisini kazanamadılar.” (Ayşe Hür, “Birinin gerillası ötekinin teröristi”, 31 Ocak 2010)

İşte bu kadar!

Fethullahçılık

Bu görüşlerin Fethullahçıların finanse ettiği bir gazetede yayınlanması nasıl oluyor? Sol hareketin kahir ekseriyeti Taraf’ın Fethullahçıların “sol versiyonu” olduğu kanısındaydı. Ancak artık bu söz pek edilmiyor. Bizce, bu anlayış, Fethullah Gülen Hareketinin devletlü niteliğini görmeyen bir yaklaşımın eseridir. Fethullahçılığı soyut bir İslamcılık olarak ele alan ideolojist solculuk, politik akımların dinamiğini ve devletin rolüyle Fethullah Gülen’in ne mene bir hakiki devletlü olduğunu bilmeden konuşuyor. Fethullah Gülen Cemaatinin, kaldı ki, böyle bir yayına izin verecek yapıda olması onun devletlü olmadığının da başta gelen kanıtları arasında sayılmalı ve bir “sivil toplum organizasyonu” olarak gerçekten tehlikesiz olduğu anlaşılmalıdır!

Taraf Gazetesinin Fethullah Gülen Hareketince finanse edildiği kanaatini herhalde devrimci sol da paylaşıyor. Ama, Van’da polislerce kolu kırılan Kürt çocuğunun fotoğrafını basıp, “Bu çocuk dağa mı çıksın?” diye manşet atabilen bir gazeteyi destekleyen ABD’ci ve devletçi Fethullah Gülen nasıl bir politik figür oluyor bu durumda! Devrimci solun platformlarda yan yana bulunabildiği bazı gruplar ve partiler “AKP ile Genelkurmay arasındaki çatışma”da Taraf’tan çok mu saldırıyordu AKP’ye…

Fethullahçıların devletle ilişkileri ve Taraf’ın konumuyla kıyaslanmasına ilişkin bir örneği Halil Berktay verdi. Berktay, Fethullahçıların “Kürt şahinlerini tasfiye” gerekçesiyle KCK operasyonlarını desteklemesini analiz ediyor ve bu organizasyonun, “Devletle çok karmaşık bir ilişki içinde olduklarını; milli ve askeri değerlerle donanmış otoriteye itaatin onyıllar boyu onların da içine işlediğini; bundan kurtulmalarının ne kadar zor ve belki de imkansız olduğunu” belirtiyordu. (“Akif, İttihatçılık, Kemalizm”, 2 Ocak 2010) Berktay, “İslamı devletçi-milliyetçilikten tenzih eden yorumların sakatlığına” vurgu yapıyordu. Murat Belge de İslamcılıkla ilgili benzer olumsuz değerlendirmeler yaptı. Fakat, sivri dilli ve kabına sığmaz bir zeka olan Sevan Nişanyan’ın İslamcılara hakir görücü çatmalarına Ahmet Altan’ın tahammül edemediği söylendi. Sonunda Nişanyan gitti gazeteden.

Rasim Ozan Kütahyalı da Fethullah Gülen Hareketiyle ilgili ilginç bir tespit yaptı: “Gülen hareketinin yayın organlarında DTP’ye dair yapılan haberler JİTEM diliyle yapılıyor…” Bununla kalmadı Kütahyalı ve sözlerinin etkisini şöyle ‘dengeledi’: “Kürt hareketinin yayın organlarında ise Gülen hareketine dair yapılan haberler Cumhuriyet gazetesinin diliyle yapılıyor…” (“Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan”, 22 Nisan 2009 )

Taraf’ın, Berktay’ın ve diğerlerinin yazılarından başka, zaman zaman Fethullahçılarla ilgili farkını ortaya koyan yazıları görülüyor. Bunların önemli görülebilecek bir örneği, Zaman Gazetesinde Aralık ayında yapılan Demokratik Toplum Kongresinde “basına saldırı kararı alındığı” yolundaki provokatif haberin yalanlanmasına ilişkin olanıydı. “Diyarbakır’da basına tehdit yok” başlığıyla verilen küçük haberde, Baro Başkanının, “Bu gazete son zamanlarda bazı şeyleri diline doladı. Bu çevre hükümetten ayrı olarak, kendince bir açılım, bir proje sunuyor. Ve bu projede Kürtler yok” şeklindeki sözlerine yer veriliyordu. (Faruk Balıkçı, 6 Ocak 2010, s. 12) Ancak kısa süre sonra, bu kez de, PKK’nin Fethullahçıları fişlediğine ilişkin bir haber geçti gazete. Anlaşılan, bir denge gözetiliyor.

Rasim Ozan Kütahyalı fenomeni

Rasim Ozan Kütahyalı’nın sol harekete ve Deniz Gezmiş’e ettiği laflar yenilir yutulur gibi değildi, fakat bir zaman diliminden bakıldığında, gelişmelerin hiç de tek yanlı olmadığı görüldü. Bu devrim düşmanı liberaller, devrimcilere dil uzatıyordu uzatmasına ama onların sivri dillerini bir de devlete uzatmaları yok muydu; işte bu işleri karıştırıyordu.

Deniz Gezmiş üzerine yazdıklarına geçmeden önce genel olarak fikir tayfını bir görelim tüylerimizi diken diken eden şu devrim ve devrimcilik, sosyalizm ve Marksizm düşmanı aşağılık liberalin!

Söz 1:

Türkiye Cumhuriyeti Bir Terör Devleti midir?

Aslında ‘Bunlar zamanında oldu. Bu yöntemler uygulandı. O zaman içinde haklıydı ama şimdi o dönem geçti, siyasetin devreye girmesi lazım. Siyasi çözüm artık şart’ diyen ciddi bir kitle de var bugün…

Kürt siyasal aktörleri böyle düşünenlerle de konuşmaya hazır şu anda… DTP’nin bu görüşteki insanlara gördüğüm kadarıyla kapısı sonuna kadar açık… Geçmişi konuşmayalım, önümüze bakalım diyen bir samimi irade mevcut Kürt siyasetinde…

Egemen Türk kanadı ise hâlâ o iradeye sahip değil… DTP’ye “önce PKK’ya terörist de” diyen Tayyip Erdoğan ve İlker Başbuğ’a sormak istiyorum…

DTP’lilere sürekli öyle diyorsunuz, eyvallah… Şiddetle aranıza mesafe koyun, PKK’yı kınayın, terör örgütü olarak görün…

Peki, siz General Başbuğ…

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri bu çatışma sürecinde bariz terör yöntemlerini kullanarak güvenlik politikası yürütmüştür. Bunu kabul ediyoruz” diyor musunuz?

Peki, siz Başbakan Erdoğan “Bu mesele bazında başında bulunduğum Türkiye Cumhuriyeti bir terörist devlet gibi davranmıştır” diyor musunuz?

Bir Türk önce kendine bu soruları sormalı… Bir Türk generali, bir Türk siyasetçisi önce dürüst olmalı… Türk olmak onurlu bir şeyse bu sorulara da dürüst ve onurlu bir biçimde, yani gerçek bir Türk gibi cevap vermeli…

Bu onurlu ve dürüst cevapların ardından ancak Kürt siyasetçilerine ve Kürt aydınlarına dönüp o taleplerde bulunabiliriz…

Ancak o zaman meşru bir talep olabilir talebimiz…” (24 Eylül 2008)

Bir düşünelim; bu sözler, bugünün zavallı sol eksenine sahip Türkiyesinde kendine koca koca anlı şanlı adlar takan kaç politik kuruluştan, kaç partiden ileride?

Açıklamalarına, “iki taraftaki milliyetçiliğin de tehlikeleri”nden bahsederek başlayan ve ilk maddede PKK’nin silahlı eylemlerine son vermesi şartını koyan komünist ya da sosyalist parti ve kuruluşların solculuk adına sesini yükselttiği bir vasatta bu sözlerin neyini tartışacağız?

Söz 2:

“Askere Gitmeyeceğim!!”

Bu, aşağılık liberalin yazısının başlığıydı. Yazı şöyle devam ediyordu:

Sivil itaatsizliğe çağrı

Bu riyakârlık, bu ahlaksızlık benim canıma tak etti artık!..

Ben askerliğini henüz yapmamış biriyim… Daha evvel de düşünüyordum ama dün yeniden uzun uzun düşündüm ve kendi adıma bir karar verdim, buradan da ilan ediyorum… Bu çözümsüz savaş sürdükçe ASKERE GİTMEYECEĞİM!! Böyle bir sivil itaatsizliği bu ülkenin gençleri olarak bizler yapmadıkça da bu savaşın bitirileceğine de inanmıyorum! Bu fikrimin anti-militarizm ya da vicdani red ile de ilgisi yok… Bu bir meşruiyet meselesi…

TSK, bugün büyük bir meşruiyet krizi içindedir… Kendine Kemalist ve milliyetçi diyenler nazarında bile bu böyle bugün… O sebeple yasal yollardan askerden kaçmak için ellerinden geleni yapıyorlar…

Böyle bir yola tenezzül etmek bence ölen o yoksul ve köylü yurttaşlarımızın katline ortak olmaktır… Birileri rahat yerlerde askercilik oynarken, birileri güvenliksiz ölüm çukurlarında katledilmeyi bekleyecek, öyle mi?

Bu haksızlığa hiçbir vicdan dayanamaz… O sebeple askere gitmeyeceğim, bu devlete itaat etmeyeceğim… İsterlerse hapse atsınlar… Bu savaş kirli bir savaş, ordumuz ise kendi evlatlarına değer vermiyor… Böyle inanıyor ve bunu söylüyorum…”

Kütahyalı, 9 Ekim 2008’deki yazısında “Askere Gitmeyeceğim!!” diyordu. Yani Bezele baskınından birkaç gün sonra. “Bu savaşa inanç kalmadı” diyordu. Daha ne demesi gerekiyor? Oysa biz kalkıp Deniz’e ve solculuğa ettiği laflarla uğraşıyoruz. Hala ideolojideyiz, doktrindeyiz, politikaya gelemedik.

Söz 3:

Bu aşağılık liberalin askerlere çatması bir nebze de olsa anlaşılırdı. Peki, “gerici İslamcılar” konusunda ne diyordu bir bakalım bu liberal?

Madımak’ı devletin diliyle anmayalım!

Bu ülkede Alevilik mevzu bahis olunca, Tayyip Erdoğan Kemalist, Yaşar Büyükanıt ise bir anda İslamcı oluveriyor, aralarında fark kalmıyor…

2 Temmuz katliamı maalesef şu ana kadar Alevilerin diri diri yakılmasına seyirci kalan Türk devlet zihniyetinin tam da arzuladığı yönde bir dil ve söylemle anıldı… Katledilen Alevi aydınlar, statükonun egemenliğini sürdürebilmek için tezgahlamak istediği yeni çatışmanın (laik-islami) tetikleyici fişeği olarak kullanılmak istendi.

Sivas katliamını anarken bu zihniyetin amacına hizmet ederek, tam o zihniyetin istediği gibi “şeriat isteyenlere karşı laik cumhuriyet rejimini savunmak” ekseninde bu katliamı anmak, o yakılan insanları bir daha yakmak, bir daha katletmek demektir… Açık söylüyorum, iyiniyetli bile olunsa gaflet ya da körlük sebebiyle bu vahşi katliama ortaklık etmek demektir böyle bir yaklaşım… Dahası olayın özünü de saptırmaktır, ve açıkça olayın “Alevilik” boyutunu örtbas etmektir, bu anlamıyla Alevi kimliğine yönelik de bir ihanettir…”

***

Kendini Marksist falan kabul edip işini gücünü gerici AKP’yle uğraşmaya adayan cumhuriyet solcularının Kürt sorunu söz konusu olduğunda bir kat daha artıveren Aydınlanmacı solculukları Kütahyalı’dan çok mu ileride? Ama bunlarla uğraşmaya gerek yok bu minvalde. Durum o kadar açıkça ortada.

Rasim Ozan Kütahyalı’nın Kürt sorunu konusunda söylediklerini mihver kabul edersek, bu sözlerin solundakilerle uğraşmak, sözün onlara ulaşmasına gayret etmek gerekir.

Bu türden bir liberalin ideolojik saldırılarına ulusalcılarla birlikte politik karşı koyuş bizim işimiz değil. Biz, liberalin politik olarak nasıl bir tutum aldığına ve ne yaptığına bakalım.

İki tarafın da milliyetçilikten medet umduğunu ve tehlikeli ortama son verilmesi için önce Kürtlerin silahı bir yana bırakmasını savunan solcular ve sosyalistler solcu ve sosyalist olarak kalabiliyor, ama bu sözleri eden Kütahyalı aşağılık bir liberal oluyor!

Bir solcu, önce Kürtler silah bıraksın diyorsa devletçidir; ama bir liberal iki taraf da teröristtir diyorsa devlet karşıtıdır.

Bir solcu, cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkmalıyız diyorsa devletçidir; ama bir liberal bu sözlere aldanmayalım diyorsa devlet karşıtıdır.

***

“Trafik cezasından başka ceza almamış” bir solcu karşısında, beni hapse atabilirler, diyen bir liberal! Belki bu liberal pısırık olabilir, ama bu memlekette, askerlik yapmayacağını ilan ettiği için cesaret ve dirençle hapisler yatan liberaller türemeye başladı!

Sorun, Kütahyalı’ya karşı çıkan ulusal solculardan olmamakta değil. Sorun, Kütahyalı’ya karşı çıkarken ulusal solculardan ayrıştırılamamakta.

Ulusal solculardan olmamak her zaman yetmiyor. Konjonktür, işte bu yüzden dünyanın her an yeniden kurulmasıdır! Öyle, sizi komünist niteliğe bağlayan sağlam ve çözülmez ipler yok. Her gün kendinizi bizzat siz bağlayacaksınız dokuyacağınız iplerle komünist sehpaya! Kırk yıldır her gün komünist olmayı başarmış bir özne, bir sabaha komünistlikten düşmüş olarak başlayabilir.

Sol kalkıyor, bir liberalin sola ideolojik mücadelesiyle uğraşıyor; bunu esas alıyor. Aynı liberalin politik tutumlarına yöneltmiyor dikkatini. Aynı sol bu nedenle, TKP’nin yazarlarından “aferin” alıyor.

Bunları yazan Kütahyalı, aynı zamanda Kürtlere Öcalan’dan ve PKK zihniyetinden kurtulmalarını tavsiye ediyor. Çünkü bu hareket ve aslında benzeştirdiği devletlü gelenek liberal olmaktan gayet uzak. Bir liberalin liberal olmayana düşman olması kadar sağlıklı bir şey olamaz. Kütahyalı bunları elbette yapacak; bu yazardan bir devrimciden bekleyeceğimizi bekleyemeyiz.

Kütahyalı, Deniz Gezmiş’e, şiddet uyguladığı için de düşmanmış! Asıl sorun buymuş! PKK’yi de bu nedenle mahkum ediyormuş! Geçiniz; elbette yapacak: Bir liberalden başka ne beklenecek. Bizim işimiz, bize ne dediği değil, devlete ne dediği olmalı. Biz, bize denilenlerle yaralanacak değiliz, yaralanmamalıyız. Bizim mayamız bu türden liberal salvolara şerbetli olmalı. Aslolan, Kütahyalı’nın devlete karşı nasıl konumlandığıdır.

Deniz Gezmiş’in “dolu” eleştirisi ve “boş” savunusu

Sol hareketin birçok bakımdan derin bölünmüşlüklere uğradığı bir gerçek ama Taraf ve hele Kütahyalı antipatisinde herkes ortaklaştı; birliğin derin hazzını yaşadı.

Hele hele, Hüseyin Ergün’ün bu gazeteye verdiği röportajda (16 Haziran 2009) Mahir Çayan’a iftira attığı için genel başkanı olduğu SHP’de –açık adıyla Sosyal Demokrat Halk Partisi’nde- kıyamet koptu! Meğer devrimciler bu partiye sızmış da kimseciklerin haberi olmamış, bir iftira sonucu tutamayıp açık etmişler kendilerini…

Ne idüğü belirsiz bu yayında, kahramanlarımıza dil uzatılıyor, hakkımızda ileri-geri yazılıyordu!

Taraf’ta bu sayede köşe yazarlığına başlayan Rasim Ozan Kütahyalı, Deniz Gezmiş’in –günümüzde kullanılan anlamıyla– bir “ulusal solcu” olduğunu yazdıkça, buna tepki duyan solcular giderek Deniz Gezmiş’in içeriksiz bir pop savunusuna saplandılar.

Böylece, solcu topluluğun zihniyet dünyasını ve algı derinliğini görme olanağı bir kez daha ortaya çıktı. Solcu topluluğun zihniyeti, günümüzün “ulusal solcu” denilen tipiyle derinlerde bir yerde örtüşüyor. Devrimci olanlar da dahil buna. Aynı Fransız tipi Aydınlanmacılık, aynı radikal politik duruş. Onlar, İngiliz tipi Aydınlanmacılıktan hazzetmiyorlar sadece.

Olay, Rasim Ozan Kütahyalı adındaki toy bir yazarın ama dili kepçe gibi bir liberalin, Deniz Gezmiş üzerinden sola saldırmasıydı. Sol hareketin mensupları kendi yaralarının başka biri tarafından deşilmesinden hayli rahatsız olmuştu. Öyle ya; Kütahyalı’nın yazdıkları, yukarıda Allah var, birer tarihsel olgu ve olay olarak ne yalandı ne de yanlış! Deniz’in mektubunu yayımlıyor, yazılarını irdeliyordu. Üstelik öyle kulağını arkadan gösteren tarzda da değil, gayet yalın bir şekilde, Deniz Gezmiş’in, sol hareketin birçok mensubunun, daha bu yiğit devrimci idam edilmeden başlayan ve günümüze kadar ulaşan eleştirilerini dile getiriyordu Kütahyalı kendi üslubunca. Yani yazarımız, olguları ortaya koyduktan sonra yorum da yapıyordu. Kütahyalı, Deniz Gezmiş’le ilgili kendince yorumlar yapamayacak mıydı? Bir liberale, “Liberallik yapma, kendin gibi yazma ve düşünme!” denilebilir miydi? (Üstelik Halil Berktay, Kütahyalı’nın değerlendirmelerine “ayar verme” gereği duydu. Berktay, evet diyordu, Denizlerde ulusalcı gibi görünen yönler vardı, ama onlar enternasyonalist bir eksendeydiler ve bu, bugünün ulusalcılarından çok farklıydı.)

Ne güzel, Hatırla Sevgili dizisinin ardından gençlerde başlayan Deniz Gezmiş sevgisini politikaya kanalize etme fırsatı çıkmışken, ortalığı karıştırmaya ne gerek vardı!

Deniz Gezmiş’in görüşlerini ortaya dökmenin ne anlamı vardı şimdi.

Doğrusu, Deniz Gezmiş’in anısına bağlılıkta gözyaşartıcı bir tutum alan bu politik kesimlerin Deniz Gezmiş hakkındaki görüşleri merak konusu oldu.

Faşizan ulusal solcu bir ekip, Deniz Gezmiş’i bayraklaştırmıştı daha önce, ama kamuoyunda pek yayılmadığından mıdır, kimse pek kulak asmamış, ancak “Deniz Gezmiş: Savunma” adını taşıyan bir kitaptan da rahatsız olmuşlardı.

Deniz Gezmiş’in Kemalizmden kopamadığını, görüşlerine Marksist anlamda katılmanın mümkün olmadığını söylemeyen hiçbir politik kesim yok bugün bildiğimiz kadarıyla. Deniz’in görüşlerine tam olarak katılan politik özneler olduğu da bilinmiyor. Tabii, Deniz’i Mustafa Kemal’le yan yana resmeden ulusal solcular dışında. Ama Rasim Ozan Kütahyalı’nın sözü de tam bu değil miydi?

Deniz Gezmiş’i nasıl savunacağız?

Deniz Gezmiş’i nasıl bir bütünlük olarak ele alacağız? Deniz Gezmiş’in varlığını nasıl soyutlayacağız?

Eylemine, yiğitliğine eyvallah! Fakat, “Bizim Denizimiz” sadece eylemli ve sözsüz bir varlık değildi. Üstelik, aynı günlerde eylemli olan ve başka sözlere sahip “başka bizimkiler” vardı. Deniz’i bu tarzda sahiplenen bir duruşun Kaypakkaya’yı sahiplenmesine gerek yok.

“Ordumuza laf ettirmeyiz” diyen Deniz değil miydi? Orduya kimin daha çok sahip çıktığı konusunda “üç fidan”ımız aralarında tartışmıyorlar mıydı? (İnanmayan, mahkeme tutanaklarını da içeren ve THKO Davası adıyla yayınlanan kitaba baksın!) Bunu görmezden gelerek, bugün onu baş tacı eden Kürt düşmanı solculardan nasıl ayrışabiliriz?

Bugün Deniz Gezmiş’in ve arkadaşlarının mahkemedeki “Savunma”sını savunacak kaç solcu vardır Kütahyalı’ya ve bilumum liberallere düşman olan?

Deniz Gezmiş’in destanını kimle olursa olsun paylaşalım. Pop kültürde yer etmemiz gerekiyor. Ama Marksist bir yaklaşım sahibi bu kadarla kalamaz.

Deniz Gezmiş’in söylemini savunamayız. Bugün onu savunanlar var.

Deniz Gezmiş’in eylemini savunuyoruz. Onun söylemini savunanların, söylemden başlayarak eylemini savunmaya ve giderek bunu eylemli olarak yapmaları vuku bulursa, yani devlete silahlı başkaldırıya yönelirse, işte bu, “ulusalcılık”ın devrimci bir türünün doğmakta olduğu anlamına gelir.

Ötekilerin hepsi, açıkça hepsi, gerçekte bugünkü politik bir konuda, bir ideolojik meselede değil, Rasim Ozan’dan daha sağda duruyorlar.

Bu memlekete liberalizm de gerekli ve bunu devrimciler yapamaz, yapmamalı.

Liberaller, devrimcilere düşmanlıklarıyla da, devrimcilere kendi teorik liberalizmlerini ya da politik ulusalcılıklarını hatırlatarak da, oluşsun ve ortaya çıksın.

Bu hareket, kendisinin Deniz Gezmiş’le sorununu ne zaman çözdü de, sıra bu büyük ve ilk devrimciye bu şekilde sahip çıkmaya geldi.

Öte yandan, kimse, Deniz Gezmiş gibi bir büyük ve yiğit devrimcinin mirasını savunma adına da olsa, Kaypakkaya’nın, zamanının öteki devrimcilerinden kategorik ayrımını bulandırma hakkına sahip olamaz. Kaypakkaya’ya devrimciler tarafından yapılan haksızlık, liberallerin Deniz Gezmiş’e yaptığı haksızlıktan daha mı az ve az incitici?

“Bizim Deniz”… Peki, Kaypakkaya kimin?

Türksolu internet sitesinin ana sayfasında görülmüştür. Üç fotoğraf var: Che Guevara, Mustafa Kemal ve Deniz Gezmiş.

Bu adamlar bu işleri neden yapıyor? Che de mi onlardan? Elbette hayır! Deniz de onlardan değil! Ama bizim ve “bizim Deniz”in hiç mi günahı yok?

Bu adamlar İbrahim Kaypakkaya’yı neden istismar edemiyorlar? Kaypakkaya neden hâlâ salt düşmanın değil, dostlarının da adını anmaktan imtina etmeyi yeğlediği biri. Kaypakkaya neden hâlâ dinmeyen bir nefretin kaynağı. Kaypakkaya neden hâlâ hedef tahtası olarak kullanılıyor?

Deniz’e kadirşinaslık, Kaypakkaya’ya kadirbilmezlik.

Devrimciler, Kütahyalı’ya karşı Deniz’i savunurken Kaypakkaya’yı bordadan savurup attıklarının farkında mı? Devrimciler bu sıkıcı meselelerle uğraşmak istemiyorlar. Bu işlerin farkında olmak canlarını sıkıyor.

Hatta, geçen yıl Teori ve Politika Dergisinin düzenlediği “Kaypakkaya Sempozyumu”nda konuşmacı olan kıdemli devrimcilerden biri, “71 devrimcilerini birbirine dövdürme tutumu”nun ne kadar yanlış olduğunu söylüyordu. Bize, ve herkese, “Boşverin bu Kaypakkaya’yı, bize Deniz yeter” demenin Arapçası mıdır bu sözler?

Hayır, bize yalın ve sade, yaşayan bir Türkçe lazım. Marksist devrimciliğin Türkçesi!

Devrimci solun Kütahyalı’ya tepkisi teorik olarak sığ, politik olarak uygunsuzdur. Sol hareket, kendi günahlarının vebalini başkalarından çıkaramaz. Sol hareket, önce kendisi Deniz Gezmiş’le sorununu çözmelidir. Deniz Gezmiş’in yapıp ettiğiyle bir ilk devrimci olduğu kuşkusuzdur: Devlete silah çekmiş ve ezilenler için silahlı mücadele vermeye başlamıştır. Fakat, bu ilk devrimcinin zihniyetinin, tam da Rasim Ozan Kütahyalı gibi birinin görme hakkı olduğu gibi, göreceği gibi, gözlerini solcular gibi kapatmayacağı gibi, devletten kopamadığı gayet açıktır.

Kütahyalı’nın kendince karşı çıktığı Deniz Gezmiş’in savunmasına, mektuplarına yansıyan zihniyetidir. Bu zihniyetin ağır sorunlar taşıdığını söyleyemeyen bir solcunun “ulusal sol” denilen gerçekte “devlet solcusu” zihniyetten kurtulma olanağı yoktur.

***

Deniz Gezmiş, adlı adınca ve bu topraklardaki “modern anlamda” ilk devrimciydi. Ancak, Deniz gibi bir bayrak bile, bazı konjonktürlerde yetmeyebiliyor. Deniz’i savunmak için başka argümanlara ihtiyaç duyuluyor. Deniz Gezmiş’in tarihsel değerini ortaya koymak için bir başka yere gitmek ve Deniz Gezmiş’i oradan, o uğrağın sağladığı bakıştan yoğurmak, dinamikten algılamak gerekiyor. Deniz Gezmiş’i bugün savunmanın en sağlam merkezi noktası İbrahim Kaypakkaya’nın bulunduğu yerdir. İbrahim Kaypakkaya’da eksik olan yıldızlık, Deniz Gezmiş’e onun ileri ve sağlam tarihsel varlığı sayesinde bakışla kurulacak bir bina oluşturacaktır.

Doğrudur; Deniz Gezmiş, 1961 Anayasasını savunmuştur.

Doğrudur; Deniz Gezmiş, o günün AP iktidarına karşı, bu iktidar tarafından yıpratıldığını kabul ettiği Kemalist kurumları savunmuştur.

Doğrudur; Deniz Gezmiş, polisi düşman bellemiş ama askerin devrimin ordusu olduğunu kabul ederek başlamıştır bütün zorlanmalarına rağmen.

Doğrudur; Deniz Gezmiş, Mustafa Kemal’i ve Kemalizmi savunmayı sürdürmüştür.

Hatta hatta Deniz Gezmiş’in, darağacında Kürtlerle ilgili söylediği söz bile bu eleştiriden muaf değildir. Türklerle Kürtlerin bağımsızlık mücadelesinden söz etmişti Deniz Gezmiş. Deniz Gezmiş, aynı fikrini duruşmalarda da dile getiriyor ve, Kurtuluş Savaşında nasıl birlikte elde silah mücadele ettilerse, şimdi de, yani ikinci kurtuluş savaşında da emperyalizme karşı birlikte bağımsızlık mücadelesi versinler, diyor. Kürtlerin bağımsızlık mücadelesini kimlere karşı verdiği ortadayken bu sözleri hâlâ bir ilerilik olarak ileri sürmek, “Deniz rantı”nı yemek isteyen solcuların işi olabilir ancak.

Ama, işte liberalin ve ulusalcının görmezden geldiği asıl yere geliyoruz. Deniz Gezmiş, Kemalizmin kurumları tarafından idam edilmiş, askerin elinde bu dünyadan göçmüştür. Deniz Gezmiş, bilincine rağmen, devlet neyse ona karşı mücadele etmiş ve devlet tarafından bir düşman kabul edilerek darağacına gönderilmiştir.

Sol hareketin mensupları işte burada haklıdır Rasim Ozan Kütahyalı’ya karşı.

Deniz Gezmiş’i bu hakikat üzerinden savunan bir ulusalcıyla devrimci solcuların bir politik sorunu olamaz. Böyle bir ulusalcıyla, kozmopolit liberale karşı birlikte mücadele edilir işte.

Kütahyalı’ya gösterilen tepki, içinde bulunduğumuz koşulların Türkiyesinde, nereden ve nasıl olursa olsun, “ulusal solcu” bir mayaya sahiptir. Rasim Ozan’a gösterilen tepki, Kaypakkaya’sız Deniz Gezmiş’e özgüdür ve bu Deniz Gezmiş, zayıftır, eksiktir…

***

Deniz Gezmiş bir pop ikon olmuştur. Kaypakkaya pop ikon olamadı.

Ezilen halk kitleleriyle temas kurarken pop temalara ihtiyaç zorunlu olarak var. Bu anlamda, Deniz Gezmiş, bir devrimci duruşun yıldızıdır. Fakat bu nasıl olacaktır?

Deniz, Mahir, İbo’nun “ortalaması”, Deniz’den çok ileridedir. Bu, “71 devrimciliği” sözünde karşılığını bulmuştur. Üzerinden geçen kırk yıldan sonra, bir Marksistin bu ortalamanın gerisine razı olması kabul edilemez. Varsın bu geri nokta Deniz’in mahkum edildiği bir nokta olsun. Komünist bir devrimciliğin pop kültür ve zihniyetle alaşım noktaları yakalayacağı asgari yer burasıdır.

Bu “ortalama”da bizi ulusalcılarla temasa itecek noktaların olmasının da, liberallerden uzaklaştıracak ya da yakınlaştıracak noktaların olmasının da hiçbir sakıncası olamaz. Aksine, arzu edilen bu olmalıdır. Deniz Gezmiş’in pop ikonu, bizi “devlet solculuğu”ndan ayırmada yeterli olmadığı gibi, karıştırıyor. Hatırla Sevgili gibi televizyon dizilerinin hiçbir kusuru yok bu gelişmelerde. Bu dizi yapacağını azami ölçüde yapmıştır. Yükümlülük, Hatırla Sevgili “malzeme”sini değerlendirebilecek devrimcilerde ya da başkalarında. Ama bugün sol hareketin, tam tersini yapmaya yöneldiği, bu dizilerin yarattığı havaya, özellikle gençliğin etkilenmesine kendilerini bırakmayı seçtikleri görülüyor. Değerlendirmeyi yapamıyor, değerlendirilmek istiyorlar: Deniz Gezmiş ikonunun adresi olarak…

“Ortalama”da Deniz Gezmiş bileşenine yaklaştıkça ulusalcılarla temas imkanımız artacaktır. “Ortalama”yı Kaypakkaya bileşenine doğru yaklaştırdıkça ise, liberallere karşı muazzam bir avantaj noktası belirecek. Bu, liberallerin tutarsızlığının apaçık görüneceği bir momenttir. Hele, Marksizan terimlerle düşünecek ya da ezilenlere meyleden bir liberalin Kaypakkaya bileşeni karşısında tutunma olanağı yoktur. Mahir Çayan bileşeni ise, ortalamanın “orta nokta”sı olarak paradoksal uygunluklar gösterecektir.

Liberalizm düşmanlığı salt bir liberalden hazzetmemeyle olmaz. Asıl liberallik, bütün geçmişin mirasçıyız, diyen tutumdur. Asıl tehlike buradadır. Geçmişini ayrımsız kuran geleceğini de ayrımsız kurmaya söz vermiş demektir. Böyle bir gelecekte de biz başat öğe olamayız.

*   *   *

Ek:

Liberaliyle ulusalcısıyla, 71 devrimcileri birileri tarafından sürekli çekiştiriliyor. Aşağıda yer verilen ve imza taşımayan örnek, “www.kemalistler.net” adını taşıyan bir internet sitesinden “olduğu gibi” alındı.

İbrahim Kaypakkaya`nın Hainliği, Mahir Çayan`ın Ulusalcılığı

3/9/2007

kemalistler.blogcu.com/ibrahim-kaypakkaya-nin-hainligi-mahir-cayan-in-ulusalciligi_4081269.html – 84k

Gençler bilmez, Türkiye’nin devrimci sol tarihinde bir çok simalarla karşılaşırız. Hele ki 60’lı yıllar Türkiye’de solun kitleselleşmesi açısından çok önemli bir zaman dilimidir. Türkiye’deki sol hareketler bu yıllarda genelde devrimci öğrencilerle baş gösteriyordu. Türk Solu; demokrat partinin yarattığı gerici, işbirlikçi ortamdan bunalan milletimizin bir tercümanı niteliğindeydi. Türk Solu; işte bu yıllarda daima ilhamını Kemalist Devrimden aldı. İstiklal-i Tam prensibinin ayaklar altına alındığı bu yıllarda gençlik hızla sol sapma gösteriyordu. Fakat şimdiki solcu geçinen sözümona komprador, evrensel solcular ile o zamanın ulusalcı, yurtsever ve Atatürkçü gençlerin meşalesini yaktığı Türk Solu taban taban zıttır. Bunda şartlar ne kadar etkili bilmiyorum ama; şu görünen bir gerçektir ki bugün sol bazı bölücülerin ve işbirlikçilerin yardımıyla can cekişir bir hal aldı.

O dönemlerin devrimci gençlik önderlerine baktığımızda dört isim dikkatimizi çekecektir: Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Doğu Perinçek, İbrahim Kaypakkaya.. Ayrıca bugünün ünlü yazar çizer, medya, siyasetçi, sanatçı, profösör, terörist ve dönek takımı o zamanlarda solun bayraktarlığını yapmışlardır.

Şimdi ilk başta İbrahim Kaypakkaya ve Onun bugünkü devamı olan Apo, liboşlar, dönekler ve özgürlükçü solcuları ele alalım. Efendim sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Bunların hepsi sorgusuz sualsiz vatan hainidir. İbrahim Kaypakkaya; ilk başlarda milli demokratik devrimcilere karşı sosyalist devrim bloğunda olmuştur. Yani Mahir ve Denize karşı o “milli” kelimesine olan nefretini ilk başlarda bu şekilde göstermiştir. Daha sonra toplumun Milli Demokratik Devrimcileri benimsediğini görünce MDD’cilere katılmış bir süre Perinçek ile birlikte hareket etmiştir. Daha sonra kitleselliği ve barışçıllığı rafa kaldıran akımlar yaygınlaşınca Kaypakkaya; köyden kente mao tipi devrim yapma hayallariyle TİKKO denilen bugünde az da olsa faaliyet gösteren terörist örgütün kurucusudur. Şimdi can alıcı noktaya geliyoruz. bugünkü bazı özgürlükçü solcuların veya döneklerin veya Atatürk düşmanı satılık solcuların dayanağı kimmiş; bakın Türk Soluna ilk darbeyi vuran çaşıt kimmiş.

[Kaypakkaya’nın Kemalizm, Kurtulus Savaşı, Cumhuriyet dönemi, Demokrat Parti iktidarı, 1960 darbesi, gibi bir dizi konudaki değerlendirmesinden aktarmalar ]

Gördüğünüz gibi Kaypakkaya o dönemdeki Türk Solunun kemalizme hayranlık beslemesini ve kemalist devrimi sahiplenme ve sürdürme taraftarı olmasını içine sindiremiyor. Dolayısıyla Ulusalcı-Vatansever Sol gruplara olanca kinini kusuyor ve bugün Türkiye’nin ve en önemlisi solun başına bela olan kompradorluk hastalığının ilk kıvılcımını çakıyor. Kaypakkayanın kandırdığı kaç Türk Solcusu var bilmiyorum ama Kaypakkayanın bu beyanları ile Türkiyedeki Sol hareketin idamının başlaması eş zamanlı oluyor. Çünkü başlarda kitlesel ve kemalist devrimi sahiplenen hareket olan sol akım bir nevi marjinalleşiyor ve gençlik kandırılıyor.

Peki Denizler ve Mahirler’deki asil kan nasılmış bir de ona bakalım?

Deniz Gezmiş “Amerikan emperyalizmine, Sovyet revuzyonizmine, Bulgar dalkavukluguna, Romen soytariligina karşı Türk devrimcisiyim.” diyecek kadar Türk; “Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa bizleriz” diyecek kadar da bir Atatürk hayranıdır. Deniz Gezmişin vatansever solculuğu apayrı bir konu olarak ele alınacaktır.

Gelelim Mahir Çayan’a. Mahir Çayan da Atatürk’ün “İşte benim anladığım Türk genci” dediği Türk gençlerinden bir tanesidir. O da bir solcu ve sosyalist devrimci olmasına rağmen Mustafa Kemal Atatürk’ü yadsımamış; aksine benimsemiş ve vatansever olduğunu kanıtlamıştır. Mahir Çayan’ın Deniz Gezmiş kadar gündeme gelmemesinin sebebi ise açıkça silahlı bir devrim yapma çizgisinde oluşundan kaynaklanır. “Tam bağımsız ve özgür Türkiye!” cümlesi O’nun devrimciliğinin temel prensibini ortaya koyar. Mahir Çayan zeki; mert ve bir o kadar da mangal gibi yüreği olan bir devrimcidir. Mahir Çayan bazılarının anlattığı gibi terörist değildir. Silahını vatan hainlerine karşı doğrultmuştur. Silahlı Devrim kararı yanlış bir karar olabilir fakat bu O’nun terörist olduğu anlamına gelmez kaldı ki kendisi ulusal sosyalist, vatansever, milliyetçi bir militandır. mahir Çayan ve arkadaşı Ulaş Bardakçı’nın bir takım yabancıları öldürdükleri söylenir. Mahir Çayan bunları şu şekilde açıklamıştır: “Atatürk bağımsızlık için yüzlerce İngilizi öldürdü ben de bir avuç İngilizi öldürmekten çekinmem”

Ayrıca Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim adlı kitabında geçen şu satırlar gerçekten takdire şayandır:

‘Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır. Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.’

Mahir Çayan; bugünün İbocularına, Apocularına ve satılık solcularına tokat gibi yanıtını bu satırlarla vermiştir işte.

Son olarak solcu kemalist arkadaşlarıma diyorum ki; özgürlükçü, liberal, kürtçü, tavır takınan, Atatürk’ü “burjuva” “şoven” diye eleştirmeye kalkan vatan hainleriyle kol kola giden komünist ve tehlikeli oluşpumlardan uzak durun. Bir kemalist kesinlikle vatansever, milliyetçi olmalıdır. Kemalist olmasa bile kemalizme hayranlık veya saygı duymayan bir solcu; işbirlikçidir haindir. Bunu unutmayınız..

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar