Ana SayfaArşivSayı 51-52Kürt “Açılımı”: Bir Alaturka Liberalleşme Deneyimi

Kürt “Açılımı”: Bir Alaturka Liberalleşme Deneyimi

Garbis Altınoğlu

“Onlar en önemli şeyden, Marksizmin özünün kendisinden,

yaşayan ruhundan, yani somut durumun somut

çözümlemesinden tamamen kaçınıyorlar.”

Lenin

“Açılım” Değerlendirmeleri

AKP hükümetinin “açılım” olarak adlandırdığı ve daha öncesini bir yana bırakacak olursak, esas olarak 29 Temmuz 2009’da İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yaptığı basın toplantısıyla başlattığı girişim, o günden bu yana sayısız açıklama, yazı, tartışma, eleştiri ve suçlamanın konusu oldu. Bu girişimin objektif niteliğini, onun ardında yatan anlayış ve yaklaşımı kavramak için önce, Başbakan R. T. Erdoğan’ın iki konuşmasının içeriğine değinmekle başlayalım işimize. Erdoğan, 11 Ağustos 2009’da AKP Grup Toplantısında yaptığı konuşmada şöyle demişti:

“Türkiye, çetelerle mücadelesini, mafya ile mücadelesini, karanlık örgütlerle mücadelesini ertelemeseydi, faili meçhullerin üzerini örtmeseydi, hukuk ve demokrasiyi tüm kurum ve kurallarıyla işletseydi, acaba bugün nasıl bir ülkede yaşıyor olacaktık?

“Türkiye geçmişte içine kapanmasaydı, etrafına sanal duvarlar örmeseydi, aktif bir dış politika izleseydi, bölgesel meselelerde, küresel meselelerde daha güçlü roller üstlenseydi, bugün nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olurduk?

“Türkiye son 25 yılını terörle, çatışmayla, olağanüstü hal ile, faili meçhullerle, boşaltılan köylerle, üzerine ay yıldızlı bayrağımızın örtüldüğü tabut görüntüleriyle heba etmeseydi, bugün nerede olurdu?

“Eğer sorun daha ortaya çıkarken fark edilip gerekli tedbirler alınabilseydi….

“Eğer mesele büyümeden çözüme kavuşturulsaydı…

“On binlerce insanımız hayatını kaybetmeden, on binlercesi yaralanmadan, yüz binlercesi mağdur olmadan bu mesele suhuletle çözülmüş olsaydı, bugün Türkiye nerede olurdu?..

“Selahaddin Eyyubi’nin sancağı altında, Kudüs’ü fethederek, orayı bir barış ve huzur şehrine çeviren ordunun neferleri biz değil miydik?

Çaldıran’da, Yavuz Sultan Selim’in ordusunda birbirine kardeş olan biz değil miydik?

“Yemen’de, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Kut-ül Amare’de vatan topraklarını birlikte savunan, birlikte şehit olan, birlikte gazi olan biz değil miydik?

“Kurtuluş Savaşı’nın kahraman evlatları hep birlikte biz değil miyiz? Cumhuriyeti kuran ve ortak idealler, ortak hedefler doğrultusunda yüceltenler bizler değil miyiz?..

“Bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği altında yer alan her etnik kökendeki insan, Türküyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, bizim kardeşimizdir, buna kimse gölge düşüremez.”

Başbakan Erdoğan, 27 Ağustos’ta yaptığı “Ulusa Sesleniş” konuşmasında ise şöyle diyordu:

“Ülke olarak bu süreçte refaha doğru yürüyeceğimiz, büyüyeceğimiz, kalkınacağımız altın yıllarımızı kaybettik. Millet olarak bu ülkeye güç verecek, kalkınmamıza omuz verecek, hayallerimizi gerçeğe dönüştürecek nice nesillerimizi kaybettik. Anaların gözbebeği, milletimizin umudu, ülkemizin geleceği olan gencecik, pırıl pırıl canlarımızı kaybettik. İnsanlarımızın arasına tarih boyunca ekilememiş bu fesat tohumlarını ekenlere, daha ilk günden, en gür sesimizle “dur” demeliydik, ama diyemedik. 25 yıl önce bu denilmeliydi. Hiç değilse bugün, yaşadığımız onca acının, ödediğimiz onca bedelin ardından hiç değilse bugün bu gidişata artık “dur” demeliyiz. İşte 7 yıldır bunun hazırlığı içinde olduk. Geleceğimizi karartmak, umutlarımızı köreltmek isteyenlerin de bir ucundan körükledikleri bu fitne ateşini milletçe, elbirliğiyle söndürmeliyiz. Nesiller boyudur kanayan bu yarayı artık iyileştirmeliyiz. Bunun için fert fert, insan insan, ev ev bu meseleyi yeniden düşünmeli, tarih boyunca olduğu gibi bu badirenin üstüne kararlı bir millet gibi gitmeyi bilmeliyiz. Üzülerek ifade edeyim ki, toplum olarak bugüne kadar bu konuyu bütün boyutlarıyla değerlendirmeyi; çözümü soğukkanlılıkla, aklıselimle tartışmayı pek başaramadık. Bize dayatılan önyargıları; bizi birbirimize düşürmek için tezgahlanmış korku ve fesat tuzaklarını hakkıyla aşamadık…

“Bu millete asıl kötülüğü, bu acıya seyirci kalanlar, bu yarayı bir an önce iyileştirmek için gününü gecesine katmayanlar yapmıştır. Asıl büyük yanlışı, yetki ve sorumluluğu elinde bulundurduğu halde, yıllar yılı hamasetle idare edip, sorunu görmezlikten gelen makam sahipleri yapmıştır. Bu ülkeye en büyük kötülüğü milletin kardeşlik duygularını zayıflatmak için türlü türlü fesat oyunları tezgahlayanlar, bu milletin beraberliğini zayıflatmaya çalışanlar yapmıştır. Asıl sorgulamamız gerekenler, vatandaşına en temel hakları fazla gören, bu ülkeye tarih boyunca bağlı kalmış gönülleri kıran, küstüren zihniyetlerdir. Bu ülkenin yalnız doğusunda değil, batısında da, kuzeyinde de, güneyinde de mahrumiyet bölgeleri oluşmasına göz yuman, buralara götürülmesi gereken hizmetlerin parasını hırsıza, arsıza peşkeş çekenlerdir. Asıl sorgulamamız gerekenler, insanlarımızın birlik ve beraberliğine kasteden kirli çeteleşmeler, karanlık örgütlenmeler, iftira tezgahlarıdır; adalete güveni zedeleyen, otoritesini saygıyla değil korkuyla kabul ettirmeye çalışan yönetim anlayışlarıdır…

“Türkiye, kelimelerden, kavramlardan, fikirlerden korkulan bir ülke olmanın utancını daha fazla taşıyamaz. Bu ülkede hepimizin, Türkmen’in de, Tatar’ın da, Kürt’ün de, Çerkez’in de, Laz’ın da kendini özgür hissederek, kendi kültürüne, geleneğine-göreneğine sahip çıkarak, komşusunun farklılıklarına saygı göstererek geleceğe umutla bakarak yaşamaya hakkı var. Nitekim binlerce yıllık tarihi medeniyet tecrübemiz de, bu milli ahengi en güzel biçimde yaşayan ve yaşatan bir millet olduğumuzu görmüyor muyuz, bunu göstermiyor mu? Ancak böyle bir Türkiye güçlü bir Türkiye olarak yoluna devam edebilir.”

Mecliste grubu bulunan iki gerici, statükocu ve şovenist burjuva partisi (CHP ile MHP) başından itibaren sözkonusu “açılım”a ve AKP hükümetinin yukardaki pasajlarda dile getirdiği duygu ve düşüncelere sistemli bir biçimde karşı çıktılar ve hükümetin bu girişimini son derece ağır bir dille eleştirdiler. Örneğin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, 25 Ağustos’ta yaptığı bir açıklamada, “Kürt açılımı”nın, Atlantik Konseyi adlı kuruluşun Nisan 2009’da ABD’de yapılan bir toplantısında biçimlendirildiğini söylerken MHP lideri Devlet Bahçeli 8 Eylül 2009 tarihli açıklamasında,“Bu yoldan dönüş yok sloganıyla etnik bölücülüğün emellerine hizmet yarışına giren Başbakan ve arkadaşları, şimdi PKK, İmralı ve Kandil’in kılavuzluğunda ve ABD ile AB’nin himayesinde bu ihanet yolculuğunun yol haritasını topluma maletmek için bir seferberlik başlatmıştır” diyordu.

Sorunun diğer tarafını oluşturan PKK, DTP (= Demokratik Toplum Partisi) ve Kürt halkı haklı olarak bu konuya ihtiyatlı bir iyimserlikle yaklaştı; ancak hükümetin, DTP’yi muhatap almayacağının ortaya çıkması ve Başbakan Erdoğan’ın DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’le görüşmekten bile kaçınması, PKK’nın silahlarını bırakmasını ve teslim olmasını dayatması ve bunu izleyen diğer olumsuz gelişmeler bu ihtiyatlı iyimserliğin yerini haklı bir kötümserliğe bırakmasına yol açtı. Bunlar arasında; 19 Ekim 2009’da Habur sınır kapısından giriş yapan PKK’lı “Barış Grubu” mensuplarının coşkulu bir biçimde karşılanmasının ardından ortaya çıkan şovenist tepkilere Başbakan Erdoğan’ın da katılması, 22 Kasım’da İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırıyı ve devlet yetkililerinin bunu üstü örtülü bir tarzda da olsa desteklemelerini, devlet “güvenlik” güçlerinin PKK gerillalarına karşı operasyonlarını sürdürmelerini,[1] burjuva basınının ve devlet yetkililerinin Abdullah Öcalan’ın yaşam koşullarının düzeltilmesi amacıyla yapılan gösterileri bahane ederek Türk şovenizmini kışkırtmalarını ve çok sayıda göstericiyi tutuklamalarını, daha önceki bir tarihte belediye otobüsüne molotof kokteyli atılması sonucu yaralanan Serap Eser’in 7 Aralık 2009’da 29 gündür tedavi gördüğü hastanede –kuşkulu sayılabilecek koşullarda– yaşamını yitirmesinin ardından yeni bir karalama kampanyasının başlatılmasını, aynı gün Tokat’ın Reşadiye ilçesinde PKK’nın üstlendiği ve 7 askerin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan saldırıyı, 11 Aralık’ta DTP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasını ve aralarında milletvekilleri Aysel Tuğluk ile Ahmet Türk’ün de bulunduğu 37 DTP’liye siyaset yasağı getirmesini, 24 Aralık’ta KCK’ya (= Koma Ciwaken Kurdistan = Kürdistan Topluluklar Birliği) karşı sürdürülen operasyonlar çerçevesinde aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu çok sayıda DTP’linin/ BDP’linin gözaltına alınması ve tutuklanmasını, 29 Aralık’ta milletvekillikleri düşürülmüş olan Aysel Tuğluk ile Ahmet Türk ve diğer bazı eski DTP milletvekilleri hakkında çıkarılan “günsüz olarak zorla mahkemeye getirilme” kararı alınmasını, 5 Şubat 2010 gecesi Barış ve Demokrasi Partisi’nin (= BDP) Ankara’daki Genel Merkezine yapılan silahlı saldırıyı vb. sayabiliriz. Bunlara Türk gericilerinin; Türkiye Kürdistanı’nda ve Batı’da Kürt halkına, DTP’ye ve PKK’ya karşı yapılan ve bir bölümü ölümle sonuçlanan saldırıları görmezden gelmelerini, Kürt halkına ve onun siyasal temsilcilerine karşı saldırgan ve tehditkar bir dil kullanmayı de sürdürmeyi ihmal etmediklerini ekleyebiliriz. Şimdi asıl ilgi alanımıza dönelim ve Türkiye devrimci hareketinin –devrimci olmayan bir dizi çevrenin de paylaştığı– “açılım” değerlendirmelerine göz atalım.

Gerçekten de Türkiye’de birbirinden farklı, hatta yer yer karşıt siyasal görüşlere sahip pek çok çevre ve kişi, AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının “açılım”ını ABD güdümlü ya da en azından ABD esinli bir gelişme, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir devamı gibi algılıyor. Bu farklı çevrelere MHP-BBP tipi faşistleri, CHP gericilerini, “Türk Solu”, “İşçi” Partisi türünden “ulusal solcuları”mızı, Türkiye devrimci hareketinin ana gövdesini ve hatta A. Öcalan’ı vb. katabiliriz. Çok kaba bir özetle, bu değerlendirmeye göre, Irak’tan çekilmeye hazırlanan ABD, Türk devletini Irak’ta istikrarı sağlamakla ve Kürdistan Bölgesel Hükümetini korumakla görevlendirmiştir; bu Türkiye’nin “kendi” Kürtleriyle de görece iyi ilişkiler içinde olmasını gerektirmektedir. İşte “Kürt açılımı” da Türkiye’nin üstlendiği, daha doğrusu üstlenmekle görevlendirildiği bu görevin bir uzantısıdır! Devrimci ve ilerici grup, çevre ve kişiler bu konuda aşağıda sunulan değerlendirmeleri yapmışlardır:

“Kürtlerin yardımıyla işgal ettiği Irak’ta batağa saplanan ABD, şimdi ebeliğini ve hamiliğini yaptığı Kürt devletinin güvenliği için de Türkiye’den katkı bekliyor. Dahası, Türkiye’nin bölgesinde güvenli bir enerji terminali olması, ordusunun dünyanın sorunlu bölgelerine müdahale gücü olarak kullanılabilmesi için de PKK prangasının bir ölçüde gevşetilmesi gerekiyor.” (Rahmi Yıldırım, “ABD Patentli Kürt Açılımı”, 26 Ağustos 2009, suvaridergi.org)

“Kürt açılımı Irak’tan çekilme hazırlığı yapan ABD’nin bu ülkede ortaya çıkacak boşluğu Türkiye’nin katkısıyla doldurma ve bu yolla Irak üzerindeki kontrolünü işgal sonrasında da sürdürme amacından bağımsız değerlendirilemez. Dolayısıyla Türkiye’nin Kürt sorununu ‘bir şekilde’ çözmesi, Irak hükümeti ve Irak Kürdistan’ı Yönetimi ile işbirliği yapabilmesi için uygun koşulların yaratılması gerekiyor.” (Merdan Yanardağ, “Açılım, Gecikme Endişesi ve Korku”, 11 Eylül 2009, sol.org.tr)

“Burada ABD ‘planı’ bir kez daha devreye girer. ‘Plan’a göre, PKK’nin tasfiye süreci ile ABD’nin askeri birliklerinin Irak’tan çekilmesi süreci eşzamanlı olarak yürütülecektir…

“Mevcut durum ABD’nin Irak’tan çekilmesini zorunlu kılıyor. Nitekim büyük bir çabayla oluşturduğu ‘yeni Irak’ın kaygısını taşıyan ABD, bütün kaynaklarıyla-birikimiyle birlikte bu alanı güvende tutacağı güçlü bir müttefike ihtiyaç duymakta… Tabii ki Türk devleti bunun için ideal bir parça. Lakin Türk devletinin de istikrarlı olması gerekiyor. Ve istikrarsızlığının en önemli nedenlerinden biri olarak Kürt ulusal sorunu duruyor. Güney Kürdistan’da jandarmalık yapacak TC’nin evvela kendi ülkesindeki ‘Kürt sorununu’ çözmesi gerekir.” (“Devletin ‘tarihi’ dönüşümü”, Devrimci Demokrasi, 3 Ekim 2009)

“AKP’nin ‘Kürt açılımı’ diye başlayıp ‘demokratik açılım’a dönüştürdüğü ‘iş’, ABD’nin ‘zengin deneyimlerinden’ çıkartılmış derslere dayanan ABD ‘planı’nı uygulamaya çalışmaktan ibarettir.” (“ ‘Kürt Açılımı’ndan ‘Demokratik Açılım’a”, Kurtuluş Cephesi, Ekim 2009)

“(5 Kasım 2007’de- G. A.) Washington ziyareti ile bu konuda yeni bir mutabakata ulaşıldı ve böylece ilişkilerdeki geçici kriz de aşılmış oldu. Türkiye, karşılığında tam da ABD’nin istemi doğrultusunda hamiliğini üstlenmek üzere, Güney Kürdistan’daki federe devleti resmen tanımış oldu…

“Bugün Türk devletini AKP hükümeti üzerinden içerde Kürt açılımı yapmaya yönelten de temelde işte bu gelişmedir. Güney Kürdistan’a hamilik, Türkiye’deki Kürt sorununu bir parça olsun yatıştırmayı ve olanaklıysa bunu silahlı Kürt hareketinin tasfiyesi ile birleştirmeyi bir ihtiyaç haline getirmiştir…

“Bu çerçevede açılım ABD’nin ve elbette Avrupalı emperyalistlerin tam desteğine sahiptir. Aynı şekilde işbirlikçi büyük burjuvazinin hemen tüm kesimlerinin de…” (“Devletin Kürt Açılımı”, Ekim, 11 Ekim 2009)

“ ‘Devlet projesi’ PKK’nin tasfiyesini ve Kürt hareketinin etkisizleştirmesini öngörüyordu. O cenahtan konuşanlar bunu gizlemediler. Mimarbaşı ABD idi.” (A. Cihan Soylu, “ ‘Başa’ dönülemez, sorun ne yöne gidileceğidir”, Evrensel, 29 Ekim 2009)

“AKP’nin ‘Kürt açılımı’, ABD operasyonudur. Bu açılımı şu veya bu biçimde desteklemek, meşru görmek, ABD operasyonunu destekleyip meşru görmektir.” (“Oligarşik Diktatörlükte Çözüm Yoktur”, Yürüyüş, 1 Kasım 2009)

“ ‘Açılım’ sürecinin uluslararası alandaki başlıca aktörü, Amerikan emperyalizmidir. ‘Açılım’ın genel çerçevesi de esas olarak onun ürünüdür.” (“Kürt Açılımı mı? Ulusal Özgürlük mü?”, Sosyalist Barikat, Kasım 2009)

“Bu anlamda, ‘Kürt açılımı’ da, ABD ve AB emperyalistlerinin teşvik ettiği ve desteklediği, Türk burjuva devleti ve MGK’nın (Milli Güvenlik Kurulu) oluşturduğu bir politikadır.” (“Türk Burjuva Meclisi, Kürt ‘Açılımı’nı Görüştü”, MLKP Açıklaması, 1 Aralık 2009)

A. Öcalan da bu saptamalara katılıyordu:

“Bu açılım hikayesi de AKP’nin de değil ABD’nindir. 5 Kasım 2007 görüşmesinden sonra başlayan bir süreçtir. Bu sadece Hükümetin projesi değil, devletin projesidir.” (Abdullah Öcalan, 28 Ekim 2009 tarihli Görüşme Notu)

Bir Öndeğerlendirme

Bu görüşlerin sahiplerinin dile getirdikleri görüşlerde belli bir gerçeklik payı bulunduğu yadsınamaz elbet. Son yıllarda, Türkiye’nin Güney Kürdistan’a ilişkin o bildik kaba ve ilkel düşmanlık siyasetini bir yana bırakmasına bağlı olarak iki taraf arasındaki siyasal ve ekonomik ilişkiler hızla gelişmiştir. Irak’ı yerle bir etmesine rağmen ABD bu ülkeyi sözcüğün gerçek anlamında denetimi altına alamamış ve –Irak’ta ve Ortadoğu’da İran’ın ve Türkiye’nin nüfuzunun artmasıyla sonuçlandığı için– aslında bu savaştan siyasal olarak yenik çıkmıştır. Dahası, Afganistan ve Pakistan’da siyasal ve askeri bir yenilgi tehlikesiyle yüzyüze olan ABD, 2007 yılı sonlarından bu yana PKK’ya karşı Türk gericileriyle daha yakın bir taktiksel yakınlaşma içine girmiştir. Bu yakınlaşmanın arka planında Kürdistan Bölgesel Hükümetinin, ABD’nin Irak’tan çekilme hazırlıklarına bağlı olarak Bağdat’la olan –peşmerge güçlerinin statüsü, petrol gelirinin paylaşımı, sınırdaki tartışmalı topraklar, özerkliğin boyutları gibi konulardaki– anlaşmazlıklarında Türk gericiliğinin desteğini arkasına almak istemesi, Türk işadamlarının Güney Kürdistan’da yaptığı yatırımların ve Türkiye-Güney Kürdistan ticaretinin son yıllarda hızla büyümüş olması, Barzani ve Talabani kliklerinin Kerkük petrolünü giderek artan ölçüde Türkiye üzerinden pazarlamaya devam etme planları ve Güney Kürdistan’ın yoksul emekçi yığınlarıyla bu yığınların hoşnutsuzluğuna giderek daha fazla hedef olan iktidardaki klikler arasındaki çelişmelerin giderek keskinleşmesi bulunuyor.[2]

Günay Aslan, Güney Kürdistan’a yaptığı ziyaret sırasında kaleme aldığı bir yazıda Türkiye’nin burada artan nüfuzunu şöyle betimliyordu:

“Türkiye’nin Güney Kürdistan’da sandığımdan daha etkili olduğu anlaşılıyor. Türkiye bölgeyi zaten ekonomik olarak ele geçirmiş. Türk istihbarat teşkilatı MİT’in Hewlêr, Duhok, Zaho, Diyana, Suleymani’ye, Akra gibi kentlerde hatta bazı ilçelerde bile büroları var. Türk askeri derseniz, 1996 yılından bu yana bölgede. Irak Kürdistanı’nda binlerce asker görev (!) yapıyor. Türkiye, Kürt yönetimini içeriden ve dışarıdan kuşatmış bulunuyor.”[3] Demek oluyor ki, bölgenin en güçlü ekonomisine sahip olan Türkiye’nin; Suriye, İran, Irak ve Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle kurduğu daha iyi ilişkiler sayesinde Kürt ulusal hareketini yalıtmak ve etkisizleştirmek için görece elverişli bir moment yakaladığı tartışma götürmez. Ancak, Türk burjuva devletinin 1980’li ve 1990’lı yıllarda yüzbinlerce asker, Özel Tim elemanı, korucu vb. seferber etmesine, çok yaygın ve vahşi bir beyaz terör uygulamasına rağmen Kürt ulusal direnişini ezememiş olduğunu unutan ya da unutmuş gözüken hükümet yetkililerinin yanısıra bir dizi gerici ve liberal Türk köşe yazarı yukardaki verilerden hareketle ve ısrarla Türkiye’nin “PKK terörü”nün bitirilmesi için son derece elverişli bir moment yakaladığı havasını yaymaya çalışıyor.

Madalyonun, Türk gericilerinin hedeflerine ulaşmalarını zorlaştıran faktörleri barındıran bir öbür yüzü de var. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

a) Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle Türk gericileri arasında Kerkük’ün statüsüne ilişkin derin anlaşmazlık ve Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle Türkmenlerin bir bölümü arasındaki sürtüşmeler,

b) Ankara’nın ilerde daha da gerginleşeceği belli olan Bağdat-Hewler (=Erbil), ya da Arap-Kürt çekişmesinde iki tarafı da idare edemeyecek ve çok büyük olasılıkla Bağdat’la ve genelde Arap dünyasıyla ilişkilerine öncelik tanıyacak olması,

c) Irak’ın genelinde ve Güney Kürdistan’da da kalıcı askeri üsler kurmuş bulunan ABD’nin Türkiye’nin bu bölgedeki nüfuzunu derinleştirmesine sıcak bakmayacak olması,[4]

d) Aynı hususun Güney Kürdistan’a özel bir ilgi duyan ve bu bölgeyle ekonomik, siyasal ve askeri bağlantıları olan İsrail, hatta diğer Arap ülkeleri ve İran için de geçerli olması.

Dolayısıyla, “ABD’nin Irak’tan çekilmesine bağlı olarak Türkiye’ye şu ya da bu görevi verdiği ve Türkiye’nin, Güney Kürdistan ve hatta Irak üzerindeki nüfuzunu arttırmasına yeşil ışık yaktığı” türünden analizler ve bu analizler üzerine inşa edilen “açılım” açıklamaları büyük ölçüde subjektiftir. Her şeyden önce, bunları yazan çizenlerin, pek çok burjuva Ortadoğu analistinin bile ABD’nin 2011’in sonunda Irak’tan bütünüyle çekileceği yolundaki açıklamalara kuşkuyla yaklaştıklarından habersiz oldukları anlaşılıyor. İşin gerçeği, Bağdat da içinde olmak üzere Irak’ın her yanında kurduğu “kalıcı üsler”e ek olarak Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerde yeni askeri üsler kuran ve/ ya da eski askeri üslerini genişletmekte olan ABD, zorla atılmadıkça Irak’tan tam olarak çıkmaya hiç de niyetli değildir.[5] İkincisi, bu analiz sahipleri ABD’nin Ortadoğu politikalarının biçimlenmesinde İsrail’in “güvenliği”nin en önemli, hatta belirleyici faktör olduğunu ve ABD’nin, İsrail’e giderek daha mesafeli duran Türkiye’nin bu bölgedeki nüfuzunu arttırmasından yana olmasının olanaksız olduğunu unutmaktadırlar. Üçüncüsü, onlar ABD’nin, nükleer alandaki çalışmalarını bahane ederek İran’ı istikrarsızlaştırma, onu yeni yaptırımlarla zayıflatma ve yıkma ve Tahran’da “Batı-dostu” bir rejim kurma çabalarını aralıksız bir tarzda sürdürdüğünü de unutmaktadırlar. İran Kürdistanı’ndaki kardeş örgütü Kürdistan Özgür Yaşam Partisi’nin (=PJAK) ABD ile bir çeşit işbirliği ilişkisi içinde olduğu ve Pentagon’un Güney Kürdistan’daki varlığına ciddi bir itirazı olmadığı dikkate alındığında PKK ile ABD arasındaki gerginliğin ya da PKK’ya karşı ABD-Türkiye işbirliğinin, hiç de öyle Türk gericilerinin yaygaralarının ima ettiği düzeyde olmadığı ve olamayacağı anlaşılabilir. Dördüncüsü, ABD’nin Irak’tan çekilmekte olduğu ve Türkiye’ye Irak’ta “istikrar”ı koruma görevi verdiği yolundaki tartışmalı savı bir an için kabul etsek bile bundan asla, değişik milliyetlerden Irak halkının ve siyasal partilerinin Türk askerini çiçeklerle karşılayacağı sonucu çıkmaz. Böyle düşünenler, 7 Ekim 2003’de TBMM’nin, Irak’ın “paylaşımı masası”nda yer almak umuduyla Irak’a asker gönderme kararı aldığını, ancak –yüzlerce yıl Osmanlı despotizminin boyunduruğu altında yaşamış olan– Irak’taki hemen hemen tüm siyasal grupların karşı çıkması nedeniyle bu misyonun yerine getirilemediğini unutmuş gözüküyorlar.

Şunu da anımsamakta yarar var. Türkiye’de pek çok çevre, 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinin ardından başlayan bu taktiksel yakınlaşmayı adeta bir dönüm noktası gibi görme eğilimindedir. Oysa ABD yetkilileri geçmişte de zaman zaman benzer açıklamalar yapmışlar ve PKK’ya karşı daha etkili bir biçimde savaşması için Türk devletine yardım sözü vermişlerdi. Örneğin 2004’te, o sıralar ABD Savunma Bakan Yardımcısı olan Paul Wolfowitz CNN Türk’ün Manşet programında, Mehmet Ali Birand ile Cengiz Çandar’ın sorularını yanıtlarken, PKK’nın “terörist bir örgüt” olduğunun ve “Türkiye’nin bu örgütten çok çektiğinin” altını çizmiş ve hepsinden önemlisi PKK’nın artık Kuzey Irak’ta kalamayacağını ve kendilerinin bu örgütü Kuzey Irak’tan söküp atmada kararlı olduklarını belirtmişti.[6] Ama herkesin bildiği gibi ABD, Güney Kürdistan’daki PKK varlığına karşı herhangi bir ciddi tutum geliştirmedi ya da geliştiremedi.

Belki daha da önemlisi, “açılım”ı ABD’nin planladığı, “açılım”ın gerçek mimarının ABD olduğu yolundaki görüşleri ısrarla dile getirenlerin, Türkiye’yi sıradan ve geri bir yarı-sömürge ülke olarak algılamaları VE emperyalistlerarası güç dengesinin son yıllarda hızla ABD’nin aleyhine bozulmakta olmasının farkında olmamalarıdır. Aşağıda daha detaylı bir biçimde ele alacağım bu konu hakkında şimdilik şunu eklemekle yetineceğim: Türkiye-ABD ilişkilerine 1960’ların sol hareketinin gözlükleriyle bakan bu anlayış sahipleri, “açılım” sürecinin ardında yatan ve sadece bir ya da iki boyutuyla ele aldıkları (“ABD’nin Türkiye’ye Irak’ta bekçilik görevi verdiği” vb.) “dışsal” faktörlerin rolünü mutlaklaştırmakta, içsel faktörlerin etkisini neredeyse sıfır derekesine indirgemektedirler; onlar Türk burjuvazisinin gerçek ve uzun erimli çıkarlarının, bölge ölçeğindeki ihtiraslarının ve görece elverişli siyasal konjonktürün sunduğu olanakların Kürt-Türk sorununun burjuva çözümünü dayattığını anlayamamakta ve böylelikle kendilerini teoride sığlığa ve subjektivizme ve siyasette ilkelliğe ve oportünizme mahkum etmektedirler. Yaşanan süreci yanlış bir analize tabi tutanlar, ABD emperyalizminin “karşı konulmaz gücü”nü gözlerinde alabildiğine büyütenler ve tarihi, emperyalist saldırganlığa direnen Ortadoğu ve Orta Asya halklarının ve Türk gericiliğine direnen Kürt halkının yazmakta olduğunu göremeyenler, lafta “sol” ve keskin, ama pratikte sağcı ve teslimiyetçi politikalar üretmekten kaçınamazlar. Bu hatalı yaklaşımın bir başka olumsuz yan ürünü de şu: Bütün bu olup bitenleri, sadece ve sadece eski gücünü ve konumunu muhafaza ettiğini varsaydıkları ABD’nin hanesine yazanlar, “suçu” Washington’un buyruklarını yerine getirmekle görevlendirilmekten ibaret olan Türk burjuvazisinin ve gericiliğinin sorumluluk ve emperyal ihtiraslarını küçükseyecek ve frene basmazlarsa zamanla niyetlerinden bağımsız olarak “ulusal solcularımızın” konumuna yaklaşacaklardır.

“Açılım”ın Anlamı

AKP hükümeti başından beri, “Kürt açılımı”, “demokratik açılım”, “milli barış ve kardeşlik projesi” gibi isimlerle pazarlamaya çalıştığı bu girişimden neyi kastettiği konusunda net bir açıklama yapmamış, daha ziyade imalara ve demagojik söylemlere başvurmayı yeğlemiş ve devlet aygıtı içindeki muhaliflerinin ve gerici ve şovenist partilerin ve AKP’nin kendi içindeki Türk şovenistlerinin ve olayların basıncı altında zamanla bunun devletin bir yeniden düzenlenmesi ya da yeniden örgütlenmesi girişimi olduğunu söylemeye yönelmiştir. AKP hükümeti gene bu basınç altında, baştaki ikiyüzlü ve sahte demokratist söylemini de geri plana itmiş, “terörle savaşımın en etkili yolu” olarak pazarlamaya çalıştığı “açılım”ın PKK’yı silahsızlandırma ve teslim alma yönünü öne çıkarmış ve özelde Kürt halkının ve genelde Türk işçi sınıfı ve halkının ileri kesimlerinin demokratik beklentilerine yanıt verememiştir. Zaten verebilmesi de beklenemez. Beklenemez; çünkü AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının “açılım” girişimi “demokratik bir açılım” değildi, olamazdı ve hiçbir zaman da olmamıştı. “Açılım”, devlet aygıtının yukardan aşağı ve bürokratik ve despotik bir tarzda, yani halkın aşağı sınıf ve katmanlarının katılımı olmaksızın yenilenmesi projesidir; dahası AKP ve devlet içindeki bağlaşıkları, klasik Osmanlı-Türk yönetim tarzına uygun olarak, halkın bu yenilenme sürecine katılımını ve müdahalesini kasıtlı olarak engellemektedirler. Onların, barış ve demokrasi talebiyle sokağa dökülen Kürt gençleri ve halkına ve onların siyasal temsilcilerine karşı takındığı düşmanca tavrı, sadece Türk şovenizmiyle değil, aynı zamanda bu, “siyasetin sokağın işi olmadığı” anlayışıyla açıklamak gerekir.

Peki ama sözkonusu “açılım” girişiminin demokratik bir nitelik taşımaması, tamamen anti-demokratik ve bürokratik metotlarla yürütülmesi, buna “teröre karşı kararlı savaşım” söyleminin ve askeri operasyonların ve tutuklamaların eşlik etmesi ne anlama gelmektedir? Türkiye’de hiçbir şeyin değişmediği, “açılım” denen şeyin devletin kendi imajını tazelemesi için, ABD’nin Irak’ta “istikrar”ı sağlamakla görevlendirdiği Türkiye’nin ABD ile birlikte, PKK’yı silahsızlandırmak ve teslim almak için çevirdiği bir dolaptan ibaret olduğu anlamına mı? Tabii ki hayır. Gözlerini objektif gerçeğe kapamayan herkes, sözkonusu “açılım”ın salt göstermelik ve demagojik bir nitelik taşımadığını, sahici bir değişime işaret ettiğini kabul etmek zorundadır. AKP hükümetinin ve devletin zigzagları, gerici açıklama ve önlemleri, “açılım” sürecinin bir sahtekarlık olduğu ya da sona erdiği anlamına gelmez; bunun böyle olduğunu düşünenler, aşağıda da değineceğim gibi bilerek ya da niyetlerinden bağımsız olarak burjuva demokrasisini yüceltmekte ve/ ya da AKP hükümetinden hiç de veremeyeceği şeyleri beklemektedirler.

Arka planında yer alan itici güçleri, kendisini dayatan iç ve dış koşulları ve kaçınılmaz olarak içerdiği demagojik öğeleri gözardı etmeksizin, AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının son birkaç yıla yayılan, ama son aylarda hızlanan bu “açılım”ının öğelerine –önem ya da zamanlama sırası yapmaksızın– şöyle bir göz atmak, onun sıradan bir düzenleme olmanın çok ötesine geçtiğini göstermektedir:

* Sivil üyelerinin sayısı arttırılan Milli Güvenlik Kurulu’nun eski yarı-özerk ya da özerk konumunu ve ağırlığını hükümet yararına yitirmesi,

* Pratikte buna çok uygun davranmamakla birlikte AKP hükümetinin, askeri kliğin ana gövdesinin ve şovenist ve faşist güçlerin körüklediği Kürt-Türk çatışması çizgisini mahkum etmesi,

* Askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanmasını sağlayan ve sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasını önleyen yasa değişikliklerinin kabulü,

* Ergenekon davasıyla açılan süreçte TSK’nin içindeki cunta oluşumlarının ve onların sivil uzantılarının –İrticayla Mücadele Eylem Planı, Eldiven Planı, Kafes Planı, Balyoz Planı gibi– katliam, sıkıyönetim ve darbe planlarının ve bu planların kaynağı olan TSK’nin sergilenmesi ve kamu vicdanında mahkum edilmesi,

* Gene Ergenekon davası bağlamında, ilk kez üç eski kuvvet komutanının savcılığa gelerek emekli oramiral Özden Örnek’e ait olduğu ileri sürülen “Darbe Günlükleri” hakkında ifade vermesi, aralarında bazı emekli generallerin yanısıra görev başındaki askeri personelin gözaltına alınması ve/ ya da tutuklanması ve yargılanmasının olağan hale gelmesi,

* Başta “Kürt sorunu” gelmek üzere, tabu sayılan bir dizi konunun kamuyounda açıkça konuşulabilir hale gelmesi; “Kürt sorunu”nun TBMM’de açık oturumda tartışılması,

* Askeri kliğin yakın ve yer yer de uzak geçmişte Türk ve yer yer de Kürt halkına vb. karşı işlemiş olduğu ağır suçların, suikast ve katliamların, AKP hükümetinin de katkısıyla kamuoyunun gündemine taşınabilmesi,

* TRT Şeş’in yayın yaşamına başlaması, özel TV kanallarında 24 saat Kürtçe yayın yapılmasının olanaklı hale getirilmesi,

* Hükümetin, Alevilerle barışma ve “laik” devletin Sünni gericiliğini esas alan geleneksel çizgisinden bir ölçüde uzaklaşma sinyalleri vermesi,

* Başbakan R. T. Erdoğan’ın, “faili meçhuller”den, “boşaltılan köyler”den, “Dersim katliamı”ndan vb. söz etmesi sırasında yaptığı gibi gerici Türk burjuva devletinin kandökücü ve barbar niteliğini ikiyüzlü bir biçimde de olsa sergilemesi,

* Devletin zorla assimilasyon ve Türkleştirme politikaları çerçevesinde değiştirmiş olduğu yer isimlerinin eski haline döndürülmesi doğrultusunda adımlar atılması,

* Mardin’in Artuklu Üniversitesinde, Kürtçe’nin yanı sıra Farsça, Arapça, Süryanice gibi programların da yürütülebileceği “Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü”nün kurulması,

* Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast hazırlığı iddialarının ardından Seferberlik Tetkik Kurulu olarak bilinen Özel Harp Dairesi’nin ya da Kontrgerilla’nın Ankara’daki bürolarının kapsamlı bir aramaya tabi tutulması,

* “Güvenlik” kuvvetlerinin işkence vb. uygulamalarını denetleyecek bir Bağımsız Kolluk Gözetim Komisyonuna ilişkin bir yasanın hazırlığının yapılmakta olması,

* 28 Şubat örtülü darbe sürecinde, yani 1997’de imzalanmış olan ve TSK’ye ek yetkiler veren EMASYA protokulunun kaldırılması, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin değiştirilmesinin gündeme gelmesi,

* Başta enerji alanında işbirliği olmak üzere Rusya’yla siyasal ve özellikle ekonomik ilişkilerin yanısıra askeri ilişkilerin geliştirilmesi,

* Türkiye’nin Ağustos 2008’deki Rusya-Gürcistan savaşı ve sonrasında görüldüğü gibi ABD ve NATO’nun Karadeniz’e çıkma ve Kafkasya’ya sokulma girişimlerine soğuk bakması ve içinde Türkiye ile Rusya’nın yer alacağı, ama ABD ve AB’nin yer almayacağı bir Kafkas İstikrar Paktının kurulmasını önermesi,

* Güney Kürdistan’da herhangi bir devletsel oluşuma kesenkes karşı çıkma politikasının yerine, son yıllarda karşılıklı ekonomik ilişkilerin hızla geliştiği Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle yakınlaşmanın geçirilmesi,

* Türkiye’nin Irak’la ve özellikle de Suriye ve daha sonra da Lübnan ile ilişkileri çok yanlı bir biçimde geliştirme doğrultusunda adımlar atması, TSK ile Suriye ordusunun 27 Nisan 2009’da ilk kez sınırda ortak bir askeri tatbikat yapması,

* Başbakan R. T. Erdoğan’ın, İran’ın nükleer çalışmalarını yasaklamak isteyen İsrail ve Batılı bağlaşıklarının ikiyüzlülüğünü sergilemesi ve tüm nükleer silahların yasaklanmasını talep etmesi,[7]

* Karşılıklı ticareti, ekonomik ve siyasal ilişkileri ve turizmi geliştirmek amacıyla bir dizi Arap ülkesiyle (Suriye, Ürdün, Libya, Fas, Tunus) vizelerin kaldırılması; bu yaklaşımın diğer bölge ülkelerini de kucaklayacak tarzda geliştirilmesi niyetinin dile getirilmesi,

* Türkiye’nin bölgedeki çeşitli sürtüşme ve anlaşmazlıkları (HAMAS ile Fatah, İsrail ile Filistin, Irak ile Suriye vb.) gidermek için aktif bir diplomasi sürdürmesi,

* ABD, İsrail ve Batı Avrupa ülkelerinin yalıtmaya ve istikrarsızlaştırmaya çalıştığı, yaptırımlar ve savaşla tehdit ettiği İran’la siyasal ve –enerji de içinde olmak üzere– ekonomik ilişkilerin geliştirilerek sürdürülmesi,

* Türkiye’nin, Filistin’e yakın durmaya başlaması, İsrail’le ilişkilerini bir ölçüde zayıflatması, ABD ve AB emperyalistlerinin “terörist örgüt” saydığı HAMAS’ın ve Hizbullah’ın izole edilmesine karşı çıkması,

* Ermenistan’la ilişkilerin uzun bir aradan sonra yeniden canlandırılması doğrultusunda adımlar atılması,

* Kördüğüm haline gelmiş olan Kıbrıs sorununun çözümü için daha önceki hükümetlere kıyasla daha ciddi çabaların harcanması,

* Türkiye’nin, ABD ve AB’nin Darfur’da jenosid yaptığı savıyla izole etmeye çalıştığı ve bir iç savaşı kışkırtmakta olduğu Sudan’la ilişkilerini geliştirmekte olması,

Bundan 10-15 yıl önce, Türkiye’de bu hususların çoğunun söylem düzeyinde dile getirilmesinin ya da demagojik bir tarzda ele alınmasının bile, olanaklı olabileceğini herhalde pek az kimse tahmin edebilirdi. Ama görece uygun iç ve dış koşullar biraraya gelmiş ve bu koşullar AKP hükümetine “cesur” bir çıkış yapma olanağını vermiştir.[8] Yukarda saydığım adımların bir bölümü belki AKP’nin “İslami duyarlılığı”, “yeni-Osmanlıcı” dış politika anlayışı ve dünya görüşüyle açıklanabilir; ancak ülkede, bölgede ve dünyada güç dengelerinin radikal bir biçimde yeniden değişmemesi halinde, işbaşına gelebilecek herhangi bir yeni hükümetin de bu adımların ruhunu muhafaza edeceğini söyleyebilirim.

Durumun objektif analizi, Türk burjuva devletinin –özü devlet aygıtının günün ve konjonktürün gereklerine göre yeniden inşası olan– bir yeniden yapılanma süreci yaşamakta olduğunu göstermektedir. Askeri –ya da daha doğru bir anlatımla askeri-bürokratik– kliğin nüfuzunun azalmasına VE Türkiye’nin daha “aktif”, daha dengeli ve daha çok-yanlı bir dış politika izlemesiyle nitelenen bu değişikliklerin Cumhuriyet tarihi boyunca rastlanmamış bir düzeniçi dönüşüm anlamına geldiği tartışma götürmez. Bu dönüşümün mantıksal yönelimi; aşırı derecede büyümüş ve hantallaşmış, çok kaynak tüketmeye ve burjuvazinin ana gövdesinden görece özerk bir biçimde hareket etmeye alışmış olan devlet aygıtının daha işlek ve rasyonel bir yapıya kavuşturulması ve sermayenin gereksinimlerini daha rahat karşılayacak hale getirilmesi, kapitalizmin daha geniş, daha güçlü ve daha istikrarlı bir temele kavuşturulması ve bu aygıtın bünyesindeki –ABD-İsrail nüfuzuna açık– öğelerin Kürt-Türk sorununu bir çatışma düzlemine taşıma eğiliminin önüne geçilmesidir. Bu bakımdan bu sürecin, burjuvazinin geniş kesimleri tarafından desteklenmesi nesnelerin doğası gereğidir. AKP hükümeti sadece askeri kliğin ana gövdesinin değil, CHP, MHP, BBP gibi partilerin ve diğer şoven çevrelerin basıncı altında olmasına rağmen şimdiye kadar hiçbir burjuva hükümetinin değinmeye cesaret edemediği gerçekleri; sahte, ikiyüzlü ve korkak bir biçimde de olsa gündeme taşımış bulunuyor. Herhalde bunun başka türlü olması, gerici İslamcı burjuvazinin bu siyasal temsilcisinin az-çok demokratik bir çıkış yapması da zaten nesnelerin doğasına aykırıydı. Konunun bu yanına aşağıda yeniden döneceğim.

Sözkonusu “açılım”ı önceleyen ve izleyen gelişmelerden hareketle, AKP hükümetinin ikircimli tutumuna rağmen Türk burjuva devletinin, onyıllardır askeri kliğin önderliğinde sürdürdüğü ve özü Kürt ulusunun varlığını yadsıma ve onun demokratik özlemlerini beyaz terörle bastırma olan politikasından bir ölçüde uzaklaşma şansının ilk kez yakalandığını söyleyebiliriz. Görünen o ki, AKP hükümeti ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıkları, devletin geleneksel Kürt politikasını ve özellikle bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma siyasetini –Türk milliyetçiliği ve “üniter devlet” zemininden kopmaksızın– yarım yamalak bir biçimde de olsa reddetme eğilimindedirler. Ve görünen o ki Türkiye, kökü Türk ulusunun oluşumunda yatan kendine özgü tarihsel bonapartizmini geride bırakıyor ve sosyo-ekonomik gelişme düzeyinin gerektirdiği ‘olağan’ bir asker-sivil ilişkileri rejimine, yani geri bir burjuva demokrasisine yöneliyor. Aslında bunun işaretleri 2006’dan itibaren görülmeye başlanmıştı. 2007’de kaleme almış olduğum bir yazımda Türkiye’nin artık bir “açılım” yapmak zorunda olduğu hususunu şöyle dile getirmiştim:

“Ankara’daki kalın kafalılar bile şunu anlamaya başlamışlardır: Türkiye’nin ABD’nin stratejik uşağı konumu sarsılmış, görünür gelecekte biricik süper devlet konumunu muhafaza edecek olan ABD’nin bölgedeki –ve dünyadaki– egemenlik ve nüfuzu çöküş evresine girmiş, dünya birden fazla büyük emperyalist devletin rekabet edeceği çok kutuplu bir yapıya doğru evrilmeye başlamıştır. Bu arada, Irak Kürtlerinin bu tarihsel fırsattan yararlanarak kurmuş oldukları devletin uluslararası ölçekte tanınması hemen hemen kesinleşmiştir; bu sonuncu olgu Türk egemen sınıflarının hiçbir açılım getirmediği Türkiye Kürdistanı’nda önemli dalgalanmalara yol açma potansiyeli taşımaktadır.”[9]

Değerlendirmelerini, soyut aksiyomlardan ve ezberlenmiş formüllerden değil, canlı olgulardan hareketle yapanlar, ABD-İsrail-Britanya blokunun desteklediği ve yakın zamana kadar şampiyonluğunu askeri kliğin yaptığı bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma siyasetinin, gerek iç ve gerekse uluslararası ölçekteki güç ilişkilerindeki kaymalara bağlı olarak aşılmakta olduğunu kavrayacaklardır. Bu konuya da aşağıda yeniden döneceğim.

“Açılım”ın Dış Dinamikleri: ABD ve

Ortaklarının Gerilemesi

“Açılım”ın mimarının ABD olduğunu ileri sürenler, halihazırda dünyanın en güçlü emperyalist süper devleti olmaya devam etmesine rağmen bu ülkenin önemli ölçüde zayıfladığı ve moda deyimle dünyanın “çok kutuplu” hale gelmekte olduğu gerçeğini de gözardı etmektedirler. Onlar, artık kimsenin anımsamadığı “Büyük Ortadoğu Projesi”nin halkların direnişi sayesinde çoktandır tarihin çöplüğüne atıldığını unutmakta, 2001’den bu yana yürüttüğü savaşlar sonucu gerek sert ve gerekse yumuşak gücü büyük ölçüde yıpranan ve 2008’de başlayan mali krizin etkileriyle boğuşmakta olan ABD’nin batma sürecine girmiş olduğunu görememektedirler. Oysa, ancak Çin ve Japonya başta gelmek üzere başka ülkelere borçlanmak suretiyle finanse edebildiği emperyalist savaşlar, ABD’yi mali iflasın eşiğine getirmiştir. Devasa boyutlara varan –ve gelecek kuşakların ödemek zorunda olduğu– borçları ve bütçe açıkları nedeniyle ABD doları, değerinin hızla düşmesi, hatta sıfırlanması tehlikesiyle karşı karşıyadır.[10] 2001’de Nobel ekonomi ödülünü kazanan ünlü Amerikalı iktisatçı Joseph Stiglitz, Linda Bilmes ile birlikte kaleme aldığı ve Şubat 2008’de yayımladığı “The Three Trillion Dollar War” (= “Üç Trilyon Dolarlık Savaş”) başlıklı yazıda Irak ve Afganistan savaşlarının daha 2008 başlarında ABD’ye en azından 3 trilyon dolara mal olduğunu belirtiyordu. Böylece bu iki savaşın toplam maliyeti; 12 yıl sürmüş olan Vietnam savaşının maliyetini aşmış, Kore savaşının maliyetinin iki katını, 1991’deki İkinci Körfez Savaşının maliyetinin on katını ve Birinci Dünya Savaşının maliyetinin iki katını bulmuştu. 6 Nisan 2008’de kaleme aldıkları bir başka yazıda Stiglitz ve Bilmes aslında 3 trilyon dolarlık harcama tahminlerinin fazlasıyla muhafazakar bir rakam olduğunu, aslında 4 ya da 5 trilyon dolar gibi bir rakamın daha gerçekçi olduğunu yazacaklardı.[11]

Aslında ABD, bu son ekonomik bunalımın patlak vermesinden yıllar önce sanayi ürünlerinin çok büyük bir bölümünü Çin, Japonya ve Hindistan’dan ve Güneydoğu Asya ülkelerinden vb. ithal eder hale gelmiş, ülkenin sınai temeli büyük ölçüde çökmüş ve sınai işgücü küçülmüştü. Buna ek olarak, askeri harcamaların bütçenin büyük bölümünü yutması nedeniyle, üretici sektörlere, kentsel altyapılara ve eğitim ve sağlık alanlarına çok az yatırım yapılabilmesi de insangücünün kalitesini düşürmekte ve ABD’yi hızla bir çeşit Üçüncü Dünya ülkesi haline getirmekteydi.[12] Ekonomik durgunluğun bunalıma dönüşmesine bağlı olarak bu olumsuz trendler daha da yoğunlaştı; tekelci kapitalistler ve özellikle bankalar ve mali sermaye sahipleri daha da zenginleşirken, (Citigroup, Bank of America, AIG, Fannie Mae gibi) bazı çok ünlü bankaların ve mali kuruluşların yanısıra onbinlerce küçük ve orta boy işletme battı. Resmi rakamların da üzerinde olan yoksulluk son yıllarda hızla yaygınlaşıyor. Bu süreçte milyonlarca Amerikan ailesi de evlerini yitirdi. 2009 sonu itibariyle hacize uğrayan ev sayısının 6 ya da 7 milyon olduğu tahmin ediliyor. Aralık 2009’da 24 milyonu bulan işsiz sayısı artmaya devam ediyor. Federal Reserve (= ABD Merkez Bankası) Başkanı Ben Bernanke, işsiz sayısının önümüzdeki aylarda, hatta yıllarda artmaya devam edeceğini, 2007 yılının istihdam rakamlarına ancak 2016’da ulaşılabileceğini tahmin ediyor. Kasım 2009’da yayınlanan bir federal hükümet raporu, ABD’de yeterli yiyecek bulamayan ailelerin sayısının hızla artmakta olduğunu gösteriyordu. Tarım Bakanlığı’nın verilerine dayanan bu rapora göre yaklaşık 50 milyon Amerikalı yiyecek sıkıntısı çekiyordu.[13] Devlet, Federal Reserve aracılığıyla, sözümona ekonominin canlanması için bankacılık sektörüne neredeyse yüzde sıfır faizle trilyonlarca dolar tutarında fon aktardı; ancak kısa erimli kar peşinde koşan bankalar bu fonları, üretici sektörlere kredi sağlamak ve böylece gerçek ekonominin canlanmasına yardım etmek yerine, dünyanın değişik yerlerinde giriştikleri spekülatif faaliyetlerde kullanmaya ve yöneticilerine çok yüksek aylıklar ve primler ödemeye devam ettiler. Bu gelişmeler, büyük ölçüde depolitize edilmiş, aralıksız bir medya bombardımanıyla uyuşturulmuş ve “kendi” egemen sınıflarının dünya halklarına karşı işlediği ve işlemekte olduğu savaş suçlarına karşı duyarsız hale getirilmiş olan ABD halkının ruh halini bile etkiliyor. New York Times yazarlarından David Brooks 4 Ocak 2010’da kaleme aldığı bir makalede Amerikan halkının ruh halinin hiç de iyi olmadığını belirttikten sonra sözlerihi şöyle sürdürüyordu:

“Birincisi, Amerikalılar geleceklerinden kaygılılar. NBC News/Wall Street Journal’ın son anketine göre Amerikalıların yüzde 61’i ülkelerinin çöküşe doğru gittiğine inanıyorlar. Amerikalıların sadece yüzde 27’si, çocuklarının kuşağının kendilerinden daha iyi konumda olacağından eminler.”[14]

Bu çöküş sürecinden, Afganistan-Pakistan, Irak, Somali ve Yemen’de sonu gözükmeyen ve stratejik hedefleri belirsiz savaşlara batmış olan ABD silahlı kuvvetleri de payını aldı ve alıyor: Ölü ve yaralı sayılarının yüzbini aşması, yeni asker bulmakta zorlanması, intiharların ve asker kaçaklarının sayısının hızla artması,[15] bakım ve geçim olanaklarından yoksun ve büyük çoğunluğu psikolojik sorunlar yaşayan savaş gazileri ordusunun büyümesi ve yıllardır yenilenemeyen silah ve donanımının yıpranması nedeniyle ABD ordusu hem büyük bir moral çöküntüsü yaşamakta ve hem de caydırıcı gücünü yitirmektedir. “Güvenlik” ve “teröre karşı savaşım” bahanesiyle demokratik hak ve özgürlüklere yapılmakta olan saldırıların bir polis devletine dönüştürmüş olduğu ve eski halinin bir gölgesi olan ABD artık, sadece askeri gücünden ötürü bir süper devlet olarak anılmayı hak etmektedir. Bütün bu nedenlere bağlı olarak, ABD’nin uluslararası alandaki nüfuzunun ve yaptırım gücünün büyük ölçüde azalmış olması, Türkiye gibi bölgesel güçlerin bu durumdan yararlanmaya kalkması ve önümüzdeki aylarda ve yıllarda ABD’nin büyük sınıf savaşımlarının ve siyasal çatışmaların sahnesi haline gelmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Bu sınıf savaşımları ve siyasal çatışmaların ille de ABD işçi sınıfı ve diğer yoksul emekçileriyle ABD tekelci burjuvazisi arasında geçeceği sanılmasın. İktidarın giderek daha çok Washington, Wall Street ve Pentagon’un elinde yoğunlaşması, siyasal özgürlüklerin kısılmakta, gelir dağılımının süper zenginlerin lehine ve alt ve orta sınıfların aleyhine bozulmakta ve ülkenin askeri-sınai kompleksinin giriştiği sonugelmez askeri maceralar ve mali kriz nedeniyle iflasa gitmekte olması, ABD toplumundaki bütün çelişmeleri keskinleştirmektedir. Sözünü ettiğim gelişmelerin en önemli sonuçlarından biri de izolasyonist, içe kapanmacı eğilimin, yani ABD’nin dünyanın başka bölgelerine siyasal ve askeri müdahalelerine olumsuz gözle bakma eğiliminin güçlenmesi ve –ABD anayasasına göre zaten geniş özerkliğe sahip bulunan– değişik eyaletlerde Birlik’ten ayrılmayı ya da en azından Birlik’le bağları büyük ölçüde zayıflatmayı savunan ayrılıkçı hareketlerin güçlenmesidir. Görece genç bir ülke olan ABD’nin, yaşadığı çok yanlı bunalımın daha da derinleşmesine ve çöküş sürecinin hızlanmasına bağlı olarak bir iç çatışmaya sürüklenmesi ve birkaç farklı devlet oluşturacak biçimde parçalanması hiç de yabana atılacak bir olasılık değildir. 2009 başlarında kurulan, merkezi hükümetin yetkilerinin daraltılmasından yana olan ve esas itibariyle sağcı-popülist bir söylem tutturmasına rağmen içinde değişik eğilimleri barındıran Çay Partisi Hareketi’nin (= Tea Party Movement), Ocak 2010’da yapılan NBC News/Wall Street Journal anketine göre gerek Demokrat Parti’den ve gerekse Cumhuriyetçi Parti’den daha fazla desteğe sahip olduğunun ortaya çıkması, bu gelişmenin göstergelerinden biridir.

Aslında sadece ABD’nin değil, bu “süper” devletin Ortadoğu politikalarının belirlenmesinde çok önemli ve yer yer belirleyici etkisi olan İsrail’in de Filistin ve Lübnan halklarının uzun ve başeğmez direnişi karşısında zayıflamış olduğuna ve yenilmezlik büyüsünü yitirdiğine tanık oluyoruz. Şubat 2005’te öldürülen Lübnan eski başbakanı Refik Hariri’nin ABD-İsrail yanlısı olarak bilinen oğlu ve şimdiki Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin 10-12 Ocak tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaret etmesi ve bu ziyaret sırasında Filistin-yanlısı ve İsrail-karşıtı bir söylem kullanması ve savaş gemileri ve uçaklarının pek çok kez Lübnan karasularına ve hava sahasına yasadışı bir biçimde girdiğini belirttiği İsrail’i kınaması, güç dengelerindeki sözünü ettiğim değişikliğin bir başka göstergesidir. Bu bağlamda, bir başka önemli gelişme de Hariri’nin ve 14 Mart Koalisyonu adını taşıyan partisinin, BM “Güvenlik” Konseyi’nin, ABD, İsrail ve AB’nin baskısı altında kabul etmiş olduğu –ve 2005-2009 döneminde arkasında durduğu– 1559 ve 1701 sayılı kararlarının arkasından desteğini çekmiş olmasıdır. (2 Eylül 2004’te kabul edilen 1559 sayılı karar, Suriye kuvvetlerinin Lübnan’dan çekilmesini ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını dayatırken, 11 Ağustos 2006’da kabul edilen 1701 sayılı karar, saldırgan İsrail’i kınamaksızın Lübnan’da ateşkes sağlanmasını ve gene Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını talep ediyordu.) Anımsanacağı üzere Hariri, 2009 başlarında Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrullah’la görüşmüş, Haziran 2009 seçimlerini izleyen ve aylar süren çetin müzakerelerden sonra Kasım 2009’da, içinde Hizbullah’ın da yer aldığı bir koalisyon hükümeti kurmuş ve –2005’ten bu yana ilk kez– Aralık 2009’da da Suriye’yi ziyaret etmişti. Bütün bu gelişmeler; Lübnan’da bir iç savaşı kışkırtmak, bu ülkeyi Suriye’ye ve İran’a karşı kullanılacak bir üs haline getirmek isteyen ABD, İsrail ve Fransa’nın hesaplarının, en azından şimdilik boşa çıktığını da göstermektedir.

Washington-Telaviv-Londra ekseninin üçüncü üyesinin durumu da parlak değil. Üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu yitirdikten sonraki dönemde de, nükleer gücüne ve ABD ile olan “özel ilişki”sine dayanarak kendisini bir çeşit büyük devlet gibi pazarlayan Britanya da artık gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalmakta. Washington’un “teröre karşı savaş”ını ve Afganistan ve Irak maceralarını hararetle destekleyen Londra, banka kurtarma operasyonlarının ve büyük askeri harcamaların da etkisiyle 2008’de patlak veren mali krizden en fazla etkilenen ülkelerden biri oldu.

Britanya’nın en eski araştırma kuruluşlarından Ulusal Ekonomik ve Toplumsal Araştırma Enstitüsü, ekonomisi, yaşanan ekonomik krizden en fazla etkilenen Avrupa ülkeleri arasında yer alan Britanya’da kişibaşına gelir düzeyinin ancak altı yıl sonra 2008 başlarının düzeyine ulaşabileceğini tahmin ediyor. Britanya’nın ekonomik krizden en fazla ve en derin bir biçimde etkilenen gelişmiş ülke olduğu görüşüne katılan Uluslararası Para Fonu’nun hesaplarına göre ise önümüzdeki beş yıl içinde bu ülkenin toplam borcu, brüt yurtiçi gelirine eşit bir düzeye ulaşacaktır. Parası hızla değer yitiren Britanya, son on yılda imalat sanayisi sektöründe iş yitimi oranının yüzde 30’u bulmasıyla da bir Avrupa rekoru kırmış bulunuyor.

Hayli eskimiş olan denizaltı temelli Trident nükleer füzelerini ve yıpranmış olan diğer silah sistemlerini yenilemek için gerekli olan parayı bulamayan Britanya, bir zamanlar övünç kaynağı olan ve Londra’nın “yumuşak gücü”nün çok önemli bir bileşenini oluşturan yurtdışındaki geniş diplomatik misyon ağını da daraltmak zorunda kalıyor. Bütün bunlara ABD’nin; Çin, Hindistan, Brezilya gibi yükselmekte olan güçlerle ilişkilerini geliştirirken, Britanya ile olan “özel ilişki”sini artık eskisi kadar önemsememesini ekleyebiliriz. Muhalefetteki Muhafazakar Parti’nin Başkan Yardımcısı ve gölge dışişleri bakanı William Hague’in geçenlerde yaptığı bir konuşmada söyledikleri Britanya’nın durumunu özetlemektedir:

“Zaman geçtikçe Britanya’nın dünya üzerindeki nüfuzunu, alışık olduğu düzeyde sürdürmesi giderek daha da güçleşecektir.”[16]

ABD’nin zayıflaması kendisini, dünyanın öbür ucunda bulunan ve özellikle siyasal ve askeri alanlarda ABD’ye yakınlığından ötürü “Asya’nın Britanyası” olarak nitelendirilen Japonya’da da hissettiriyor. Bu ülkede 30 Ağustos 2009’da yapılan seçimler, ABD işgalinin sona erdiği 1952 yılından bu yana ülke politikasına hemen hemen kesintisiz bir biçimde egemen olan ve ABD-Japonya bağlaşmasının sembolü sayılan Liberal Demokratik Parti’nin ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Eylül 2009’da ise yeni koalisyon hükümetini, seçimden zaferle çıkan Japonya Demokratik Partisi’nin lideri Yukio Hatoyama kurdu. Hatoyama’nın seçim platformu, ABD-Japonya askeri ilişkilerinin gözden geçirilmesini ve Okinawa adasındaki dev ABD üssünün boşaltılmasını da içeriyordu. Yeni başbakan seçimlerden önce ve sonra yaptığı konuşmalarda, “Japonya’nın, ABD ile Çin arasında siyasal ve ekonomik bağımsızlığını sürdürmesinin” önemini vurguladı. Dahası, Japonya’nın öncelikle bir Asya ülkesi olduğunun altını çizen Hatoyama, Asya ülkeleri arasında Avrupa Birliği benzeri bir Doğu Asya Birliği kurmanın önemi üzerinde duruyor. 13 Aralık 2009’da Japonya, Çin ve Güney Kore liderleri, İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden bu yana ilk kez bir ortak doruk toplantısı yaptılar ve Doğu Asya’da ekonomik işbirliği konusunu tartıştılar. Tabii, ABD ile Japonya arasındaki bağları radikal bir tarzda gözden geçirmesi beklenmeyen Japonya Demokratik Partisi’nin, Çin-Japonya ilişkilerini düzeltmesinin önünde bazı engeller de bulunuyor. Her şey bir yana Asya’nın bu iki büyük ekonomik gücü arasında önemli çelişmeler ve yüzyıllardır süregelen rekabetin ve –1930’lardan İkinci Dünya Savaşının bitimine kadar süren Japon işgali başta gelmek üzere– yaşanan savaşların izleri var. Ancak Çin’in daha 2007’de ABD’ni geçerek Japonya’nın en büyük ticaret ortağı haline gelmiş olduğu, ABD ekonomisinin daralmakta olduğu, nüfusu hızla yaşlanan ve 1990’lardan bu yana ekonomik durgunluktan kurtulamayan ve bu son ekonomik kriz ortamında daha da küçülen Japonya’nın, yüzünü Asya’ya dönmek zorunda hissettiği, Tokyo’nun bundan böyle ABD’nin Çin’i kuşatma politikasını gözü kapalı bir biçimde desteklemeyeceği tartışma götürmez olgular. Japonya’nın “önce Asya” politikasının ardında işte bu gerçeklikler yatıyor.

ABD ve bağlaşıklarının konumlarının zayıflamasının yansıdığı bir başka ülke ise Ukrayna. Bu ülkede 17 Ocak 2010’da ilk turu yapılan devlet başkanlığı seçimleri beklendiği gibi, 2004’te CIA’in ve onun güdümündeki “sivil toplum örgütleri”nin desteğiyle gerçekleştirilen “Portakal Devrimi”nin sonunu ilan etti. Seçimlerin ilk turunda, 2004’te kazandığı seçim zaferinden “Portakal Devrimi” denen darbe girişimiyle yoksun bırakılan Viktor Yanukoviç, oyların yüzde 36’sını alarak ilk sıraya oturmuştu; “Portakal Devrimi”nin önde gelen isimlerinden Başbakan Yulia Timoşenko bu turda oyların yüzde 25’ini alırken, “devrim”in lideri ve son devlet başkanı Viktor Yuşçenko oyların sadece yüzde 5’iyle yetinmek zorunda kalmıştı. Güç dengelerinin değişmesine bağlı olarak, seçim kampanyası sırasında Timoşenko’nun da Rusya’ya kur yaptığı dikkate alındığında, bu seçim sonuçlarının “Portakal Devrimi”yle açılan dönemin kapanması anlamına geleceği daha başından belliydi. Seçimlerin 7 Şubat’ta yapılan ikinci turunu, Timoşenko’nun yüzde 45.5’ine karşı oyların yüzde 48.9’unu alan Yanukoviç kazandı. “Portakal Devrimcileri”nden farklı olarak Rusya’nın Karadeniz filosunun Simferopol limanını kullanmaya devam etmesine izin verilmesinden, Ukrayna’nın Rusya ile ilişkilerini düzeltmesinden ve “Batı”ya mesafeli durmasından yana olan ve ülkesinin NATO’ya girmesine karşı çıkan Yanukoviç’in zaferi, ABD’nin Rusya’yı kuşatma girişimlerine önemli bir darbe indirdi.

Öte yandan, “dünyanın atelyesi” görünümünü veren Çin’in son birkaç onyıldır yüksek bir ekonomik büyüme temposu yakalamış olması ve halihazırda yaşanan ekonomik bunalımdan fazlaca etkilenmeksizin büyümesini sürdürmesi, Çin ölçüsünde olmasa da büyümelerini sürdüren ve güçlenen Hindistan, Rusya ve Brezilya gibi ülkelerin önemli bölgesel aktörler olarak ortaya çıkmaları, son yıllarda ekonomileri büyümeyen, hatta bir ölçüde küçülen ABD ve Batı Avrupa’nın hegemonyasına dayanan eski uluslararası sistemi sallamaktadır.[17] G-7 ya da G-8 üyelerinin, 24-25 Eylül 2009’da ABD’nin Pittsburgh kentinde yapılan toplantıda yerlerini, aralarında Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkelerin de yer aldığı G-20 grubuna bırakmayı kararlaştırmaları, 1976’dan bu yana dünya ekonomisini bir biçimde yöneten G-7’nin ve özellikle de ABD’nin liderlik rolünün zayıflamasını ve dünya ölçeğinde ekonomik ve siyasal güç dengelerinin değişmesini sembolize ediyor.

ABD’nin zayıflaması, uluslararası rezerv para olarak kullanılan dolar’ın zayıflamasıyla elele gidiyor. Aralarında Çin, Rusya, Japonya, Brezilya ve Basra Körfezi ülkelerinin de bulunduğu bir dizi ülke dolar’ın yerine, avro’nun ya da içinde avro’nun da yer alacağı bir dizi paranın geçirilmesi için görüşmeler yapıyor. Böyle bir kararın alınması ve yürürlüğe konması, ABD’ye indirilmiş yeni bir ağır darbe olacaktır. Bu arada, ilk resmi toplantılarını 16 Haziran 2009’da Rusya’nın Yekaterinburg kentinde yapan ve her yıl biraraya gelmeyi kararlaştıran BRIC ülkeleri, yani Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’in bu vesileyle yeni bir uluslararası rezerv paraya geçilmesi konusunun yanısıra Uluslararası Para Fonu’nun (=IMF) reforma tabi tutulmasını ve Batılı-olmayan ülkelerin bu kurum içindeki ağırlığını arttırmanın yollarını tartıştıkları biliniyor.

Türkiye’nin Uluslararası Konumu Değişirken

Türkiye’deki siyasal gözlemcilerin ve özellikle de Türkiye devrimci hareketinin bileşenlerinin büyük çoğunluğu, ABD’nin ve onun en yakın bağlaşıkları olan İsrail ile Britanya’nın çöküş sürecine girmiş olduklarını görmemekte inat etmeye ve “açılım”ın mimarının ABD olduğunu ileri sürmeye devam edebilirler. Ancak gerçekler inatçıdır ve kendilerini onlara da kabul ettirecektir. Özetlemek gerekirse ABD’nin; Irak, Afganistan-Pakistan –ve şimdi de Somali ve Yemen– bataklığına sürüklenmesi, insansal ve maddi kaynaklarını bu çatışma alanlarında israf etmesi, zaten yıllardır ilerlemekte olan bu “Asya’nın ya da ‘Güney’in yükselişi” sürecini daha da hızlandırmıştır. Emperyalistlerarası güç dengelerinde son yıllarda meydana gelen bu kayma ve değişmelerin en saldırgan kampı temsil eden ve dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı konumunda bulunan ABD-İsrail-Britanya ekseninin yanısıra onların kuyruğunda sürüklenen AB’nin konumunu zayıflatması, Türk gericilerini cesaretlendirmiş ve onların daha “aktif” ve daha çok-yanlı bir dış politika sürdürmelerine ve dahası AKP hükümetinin, Başbakan Erdoğan’ın “one minute” çıkışının sembolize ettiği bir “İsrail-karşıtı” politika yürütebilmesine olanak vermiştir.

Eğer “açılım” denen olay, Kürt halkını aldatmak ve siyasal radikalizminden arındırmak, PKK’yı silahsızlandırmak ve teslim almak vb. amacıyla tezgahlanan bir komplodan ibaret olmayıp Türk burjuva devletinin bir yapı ve kabuk değiştirme girişimi ise, buna yol açan faktörlerin neler olduğu sorulabilir ve sorulmalıdır. Burada her şeyden önce yukarda belirtilen saptamaya dönmek ve Türkiye’nin ekonomik gelişme düzeyi bakımından çok geri bir ülke olmadığını bir kez daha anımsamak gerekiyor. Türkiye, önemli ölçüde dışa bağımlı olmakla birlikte kapitalizmin görece erken geliştiği orta düzeyde gelişmiş bir kapitalist ülkedir. Özellikle askeri kliğin devletin dizginlerini elinde tuttuğu dönemde darkafalılık, siyasal miyopluk ve özgüven eksiklikliğiyle sakatlanmış olmalarına rağmen, bir imparatorluk geleneğinin sürdürücüleri olan Türk gerici egemen sınıfları ABD’nin basit bir uşağı değildiler. (Tabii, Bayar-Menderes kliğinin işbaşında olduğu 1950-60 dönemi, 12 Mart cuntasının işbaşında olduğu 1971-73 dönemi ve 12 Eylül cuntasının işbaşında olduğu 1980-83 dönemini saymazsak.) Onlar, özellikle revizyonist / sosyal-emperyalist Sovyet imparatorluğunun yıkılmasından ve bağımsız Türki cumhuriyetlerin kurulmasından bu yana, anlatımını “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” sloganında bulan daha aktif bir dış politika izlemeye koyulmuş, Orta Asya’dan Balkanlar’a, Kafkasya’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş bir alanda nüfuzlarını arttırmak için –bu son yıllara kadar çok da başarılı olmayan bir yayılma politikası izlemeye girişmişlerdi. Bu eğilim, esas olarak “İslamcı burjuvazi” diye nitelenen yeni, daha dinamik ve özgüveni daha yüksek burjuva katmanların temsilcisi olan AKP’nin kendi hükümetini kurduğu 18 Kasım 2002 sonrası dönemde daha da güç kazanmıştır. Ancak, özellikle Orta Asya’ya dönük Türk dış politikası, kabaca AKP’nin hükümet olduğu döneme kadar esas olarak ABD’nin güdümünde yürütülen ve Orta Asya’da ABD’nin nüfuzunu yaymayı hedefleyen bir Pantürkist renk taşırken, bu tarihten sonra Pantürkist özelliklerini önemli ölçüde yitirmiş ve daha çok, Türk burjuvazisinin “ulusal” hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik bir politika haline gelmiştir.

Türkiye-ABD ilişkilerine 1960’ların sol hareketinin gözlükleriyle bakan ve Türkiye’yi sıradan bir yarı-sömürge gibi algılayanlar, 2001 krizinden sonraki yıllardaki hızlı büyümesi sonucunda 2008 yılı rakamlarına göre dünyanın 17. büyük ekonomisi haline gelen Türkiye gerçeğine yabancıdırlar.[18] Türkiye’nin yıllardır başta ABD emperyalizmi gelmek üzere öndegelen emperyalist ülkelerle işbirliği yaparak yakın çevresinde kendisine bir nüfuz alanı yaratmaya çalışmakta olması, TSK’nin 1990’ların başlarından bu yana çeşitli ülkelere sözde barış koruma güçleri göndermesi, bazı yakın ve uzak ülkelerin ordularını eğitmesi, Türk burjuvazisinin Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey Afrika, Orta Asya’da küçüksenmeyecek boyutlarda yatırımlar gerçekleştirmesi,[19] Türk gericilerinin TİKA (= Türkiye İktisadi Kalkınma Ajansı) aracılığıyla Türkiye’nin “yumuşak gücü”nü yayma çabaları, gene bu bölgelerde Gülen cemaatının devletin ve Türk işadamlarının da desteğiyle Türkçe öğreten çok sayıda okul açması bu yönelimin hemen akla gelen başka örnekleridir.

ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin zayıflamasının ve Brüksel’in Ankara’ya karşı mesafeli tutumunun ve Türkiye’nin üyeliğini üstü örtülü bir biçimde engellemeye çalışmasının da etkisiyle Ankara yönünü giderek Ortadoğu’ya, Rusya’ya ve genel olarak Asya’ya ve kısmen de Afrika’ya çevirmektedir. Örneğin bu dönem, 1990’larda gelişmeye başlamış olan Türkiye-Rusya ilişkilerinin daha da ivme kazanmasına tanık olmuştur. ORSAM Avrasya Danışmanı Dr. İlyas Kamalov, Türkiye’de AKP’nin ve Rusya’da da Vladimir Putin’in iktidara gelmesiyle birlikte Türk-Rus ilişkilerinin hızla gelişmeye başladığını ve ABD ve AB’nin bu yakınlaşmayı kaygıyla izlediğini söylediği yazısında şunları belirtiyordu:

Tarihi ve kültürel bağların yanı sıra uluslararası arenadaki gelişmeler ile Rusya ve Türkiye’nin özellikle bölgedeki gelişmelere karşı benzer politikalar izlemeleri, iki ülkenin yakınlaşmasının temel nedenleri arasında yer almaktadır. Ayrıca uluslararası arenadaki konumlarından ve Batı’nın kendilerine atfettiği rolden memnun olmayan Moskova ile Ankara yeni rol arayışı içerisindedir. Rusya, kendisine sadece ‘gaz ve petrol pompalayan’ bir ülke gözüyle bakılmasından rahatsızken, Türkiye ABD ve AB’nin kendisini sadece Batı’nın Orta Doğu ve Afganistan gibi coğrafyalara yönelik politikalarında bir ‘köprü’ olarak kullanmasından yakınmaktadır.”[20] TÜRKSAM Başkanı Sinan Oğan ise Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in 6 Ağustos 2009’da Türkiye’ye yaptığı ziyaret sonrasında Bosfor’a verdiği ve Ankara’nın artık ABD ve ortaklarının Rusya-karşıtı Pantürkist tutumlarından vazgeçtiğini belirttiği mülakatında şunları söylüyordu:

“Bu ziyaret sonrasında Türkiye ile Rusya ilişkileri beşyüz küsur yıllık tarihinde en yüksek noktaya çıkmış oldu. İki ülke ekonomisi ve coğrafyası birbirini tamamladığı için ilişkileri de daha yukarılara çıkarma imkanının mevcut olduğu bu ortamda artık ilişkilerin rekabet yönü değil de işbirliği yönünü ön plana çıkaran yeni bir döneme geçilmiştir…

“Türkiye özellikle son yıllarda Rusya’dan bakınca daha farklı gözükmeye başlamıştır. Eskiden Türkiye Rusya için NATO’nun kanat ülkesi, ABD’nin sadık müttefiki, Pantürkist ideolojiler peşinden koşan ve Rusya’nın çıkar alanlarına hakim olmaya çalışan bir ülke görünümündeydi. Ancak son yıllarda bu bakış önemli ölçüde değişmiştir.

“Rusya’nın Türkiye’ye olan bakış açısının değişmesinde iki önemli kırılma noktası vardır. Bunlardan ilki 2003 yılında ABD tezkeresine TBMM’de ret kararının çıkmasıdır. İkincisi de 8 Ağustos’ta yaşanan Gürcistan-Güney Osetya-Rusya savaşında Türkiye’nin konumunun ve tutumunun ortaya çıkardığı jeopolitik gerçeklerdir.”[21]

Aslında pek çok yabancı gözlemcinin yanısıra bazı yerli gözlemciler de bu “eksen kayması”nın farkındadırlar. Örneğin TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, 2008 ortalarında İsviçre’deki Saint Gallen Üniversitesi tarafından düzenlenen “Küresel-Yerel Değerler” konulu 38. Saint Gallen Sempozyumunda yaptığı bir konuşmada bu değişikliğe değindikten, dünyadaki güç dengesinin “Batı” aleyhine değişmekte olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Kısaca, küresel kapitalizmin gelişen yerel güçleri, doğal olarak masada kendi paylarına düşen yerlerini almayı ve karar ile koordinasyon mekanizmalarında ağırlıklarının hissedilmesini talep ediyorlar…

“Siyasi güç, geleneksel olarak Batı bloku içerisinde yer alan ülkelerin aleyhine yeniden paylaşılmak mecburiyetindedir. Son dönemlerde, bilgece olmayan bir anlayışla, uluslararası kurumsal yapıları ihmal eden ve bazen hiçe sayan Batı ülkeleri ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri için, bu yeniden paylaşım sürecinin bir meydan okuma niteliğinde olacağını söylemek durumundayız.”[22]

Türkiye’nin “Batı”dan bir ölçüde uzaklaşması, 2008 sonlarında ünlü Amerikalı Türkiye uzmanı Graham Fuller’ı “Türkiye’nin artık ABD’nin bir bağlaşığı olmadığı” biçiminde kısmen abartılı bir saptama yapmaya bile götürmüştü. Bu konuda yayımlanan bir haberde şöyle deniyordu:

“… Fuller, ‘yüzyıldır ilk defa Türkiye’nin büyük bölgesel güç haline geldiğini’ belirtti…

“Türk-Amerikan dış politika çıkarlarının birbirine uymadığını belirten Fuller, Türkiye; Suriye ile, İran ile radikal İslamcı gruplarla çalışmak istiyor. Açılım yaratmak, İran’ı dünyaya getirmek, dünyanın o bölümüyle müzakerede bulunmak istiyor…

“Tarihte iki büyük düşmanken Türkiye ile Rusya’nın, ‘pürüzsüz, rahat bir çalışma ilişkisi’ içinde bulunduğuna işaret eden Fuller, ABD’nin ise bölgede, ‘Rusya ve İran’dan Batı’ya petrol gelmemeli’ yönünde kapıları kapatan bir politika izlediğini söyledi.”[23]

Fransız araştırmacı Patrick Seale geçenlerde kaleme aldığı bir yazıda, ABD’nin Irak rejimini yıkmasının İran’ın hem Irak’ta ve hem de Ortadoğu genelinde nüfuzunu arttırmasına olanak verdiğini belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“ABD’nin Irak’taki –ve onun İsrail’in aşırılıklarını dizginlemede sergilediği aynı ölçekteki– başarısızlığı Türkiye’yi, üzerindeki pro-Amerikan deliceketinden sıyrılmaya ve kendini Ortadoğu’dan Balkanlar’a ve Kafkasya’dan Orta Asya’ya kadar uzanan devasa bölgenin yüreğinde güçlü ve bağımsız bir aktör olarak konumlandırmaya özendirmiştir.”[24]

Muhafazakar bir yazar olan Spengler ise, 24 Kasım 2009 tarihli yazısında Ergenekon soruşturmasıyla demokrasiden uzaklaştığını ve Körfez sermayesinin akışının katkısıyla da Batı’dan kopmakta olduğunu ileri sürdüğü Türkiye’nin “İran-yanlısı bir İslami diktatörlüğe dönüşmekte” olduğunu söylerken aslında ABD ve Batı Avrupa’da hayli yaygın olan bir değerlendirmeyi dile getirmekteydi. Ona göre,

“Kedinin (yani ABD’nin – G. A.) yarı-emeklilik konumuna çekilmesi, farelerin (yani Rusya, Türkiye, İran gibi ülkelerin – G. A.) sadece rol çalmalarına değil, kedi-benzeri bir statü edinmelerine yol açmaktadır.”[25]

Bütün bu saptamalara Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun geçtiğimiz günlerde söylediklerini ekleyebiliriz. Davutoğlu 4 Şubat 2010’da Avrasya ülkeleri elçilerinin katıldığı Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (=DEİK) Türk-Avrasya İş Konseyleri toplantısında yaptığı konuşmada, “Avrasya’nın dünyadaki bütün enerji akışının sağlandığı coğrafya olduğunu dile getir”miş, “uluslararası düzenin kurulabilmesi için en kritik coğrafyanın Avrasya coğrafyası olduğuna dikkat çek”miş ve,

“Bu coğrafyanın kaderini insanlığın kaderi olarak görüyoruz” demişti.

ABD-İsrail Nüfuzunun Kırılması

Bütün bu “dış” gelişmelerin Türkiye’nin iç siyasal dengeleri üzerinde de etkisi olacaktır ve olmaktadır da. ABD ve İsrail’in çöküş sürecine girmiş olmaları, bir yandan Türk gericiliğinin, yakın zamana kadar bu güçlere yakın duran ve stratejik planı bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma olan fraksiyonunun –askeri kliğin ana gövdesi ve geleneksel büyük sermaye– konumunun zayıflamasına ve AKP’nin temsil ettiği burjuva fraksiyonunun ve onun ordu ve devlet içindeki bağlaşıklarının konumunun güçlenmesine katkıda bulunmuştur. İç ve dış güç dengelerindeki oynamaların bir bütün olarak Türk egemen sınıflarına belli bir rota değişikliği yapma olanağı sunduğunu ya da isterseniz onları buna zorladığını söyleyebiliriz. Bütün bunlar, en azından bu evrede Türkiye’nin ABD-NATO ekseninden koptuğu anlamına gelmiyor. Ancak, AKP hükümeti ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarıyla askeri-bürokratik kliğin ana gövdesi ve onun sivil bağlaşıkları arasındaki savaşımın, aynı zamanda Türkiye üzerindeki ya da Türk burjuva devlet aygıtı içindeki ABD-İsrail nüfuzunun kırılması/ azaltılması savaşımı olduğunun altı çizilmelidir.

Meliha Okur, Türkiye’nin yaşadığı bu sarsıntının İsrail boyutunu değerlendirdiği köşe yazısında şunları söylüyordu:

“Eski stratejik ortağımız İsrail’in derdi ne? Türkiye ile niye uğraşıyor?

“Soruya net bir yanıt verelim. İsrail, Ortadoğu’da ilk kez ordusuyla, ekonomisiyle güçlü bir rakiple karşılaşıyor. Gerçek şu:

“Ortadoğu’da bugüne kadar hiçbir ülke İsrail’e rakip olamadı. Ne Mısır, ne Suudi Arabistan, ne de Ürdün!..

“Eğer Arap ülkeleri İsrail’e karşı Türkiye gibi güçlü bir rakip etrafında birleşmeyi başarabilirse, Ortadoğu’nun tüm dengesi bozulur!..

“Bölge stratejisini ‘Kontrol edilebilir kontrolsüzlük!’ üzerine kuran ve bu durumdan hep yararlanmayı iyi bilen İsrail zorlanıyor. Bugüne kadar Ortadoğu’daki iç sorunlar işine geldi. İç karışıklıklar Arap ülkelerinin büyük sorunlar karşısında tavır koyamamaları ve güçlü oyuncu olmalarını engelledi.

“İsrail Ortadoğu’da güçlü bir blokla ‘ABD, İsrail ve İngiltere’den’ oluşan blokla hareket ediyor. Bu blok yıllardır Ortadoğu’nun tek hâkimi.

“Başka aktörlerin devreye girmesine asla izin vermedi. Rusya, Almanya ve Fransa Ortadoğu’ya yanaşamadı bile!..

“Gün oldu devran döndü. “Komşularla sıfır sorun!” diye yola çıkan ve Ortadoğu’da aktif politika üretmeye başlayan Türkiye, böylesine güçlü bir blok için sıkıntı kaynağı haline geldi…

“Nasıl mı?

“Türkiye’nin Irak politikası İsrail’i rahatsız ediyor. Suriye ile gelişen ilişkiler kaygıyı artırıyor. İran‘la yakınlaşmamız ABD’nin takibi altında. Kendini Ortadoğu’nun hamisi olarak gören İngiltere, Türkiye’nin rolünü çaldığını düşünüyor. Diyeceğimiz o ki, bölgede diplomasi savaşı tırmanıyor.”[26]

Seferberlik Tetkik Kurulu ya da daha yaygın adıyla Kontrgerilla’nın Ankara’daki merkezinde yapılan ve uluslararası bir boyutu da bulunan kapsamlı aramanın tartıştığımız bu konuyla doğrudan bir ilişkisi bulunuyor. Bilindiği gibi İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden sonra bütün Batı Avrupa ülkelerinde “kızıl tehlike”ye karşı ABD ve Britanya’nın önderliğinde kontrgerilla türü örgütlerin oluşturulmasına başlanmıştı. Genel olarak Gladyo ya da Süper NATO olarak adlandırılan bu örgütlerin resmen kuruluşu, 1950’lerin ilk yarısında gerçekleştirildi. NATO içinde yer alan bütün Avrupa ülkelerinde kurulan ve her ülkede değişik bir ad alan bu gizli örgütler, NATO’nun Belçika’nın Mons kentindeki karargahında bulunan ve CIA ve diğer ABD gizli servisleriyle işbirliği yapan gizli komiteler tarafından yönlendiriliyordu. Bu örgütler, başta İtalya gelmek üzere Batı Avrupa ülkelerindeki askeri ve sivil istihbarat örgütleriyle, neo-nazi, neo-faşist ve aşırı sağcı grup ve çevrelerle ve mafya türü suç örgütleriyle elele çeşitli suikast, terör, sabotaj eylemleri gerçekleştiriyorlardı. ABD ve Avrupa istihbarat aygıtlarıyla elele hareket eden bu örgütler, bir yandan da içlerine sızdıkları bazı anarşist ve maceracı grupları yersiz, zamansız ve amaçsız terör eylemlerine yönlendirerek Avrupa işçi sınıfının devrim ve komünizm davasına olan sempatiyi zayıflatmaya ve Batı Avrupa ülkelerini ABD’nin yörüngesinde tutmaya çalışıyorlardı.[27]

Bu örgütlerin amaçları, Varşova Paktı ülkelerinin olası bir işgaline karşı direnişi yönetmek VE Batı Avrupa ülkelerinde görece güçlü olan Komünist –ve bazı durumlarda Sosyalist– Partilerinin iktidara gelmesini ya da devlet aygıtı içinde önemli mevziler edinmesini engellemek olarak gösteriliyordu. Ancak, toplumun her kesimi –ordu, polis, mafya, iş çevreleri, basın, üniversiteler vb.– içinde üyeleri bulunan bu örgütler, esas olarak ABD’nin, Batı Avrupa ülkelerinin iç ve dış siyasetlerini etkilemesine ve yönlendirmesine hizmet ediyorlardı. Hatta, Batı Avrupa’nın hemen hemen hiçbir zaman bir Rus işgali tehlikesiyle ya da revizyonist/ reformist partilerin siyasal rollerinin artması yoluyla “Doğu bloku” saflarına geçmesi riskiyle karşı karşıya bulunmamış olduğunu dikkate aldığımızda, sözkonusu yeraltı örgütlenmelerinin esas amacının Batı Avrupa ülkeleri üzerinde ABD hegemonyasını sürdürmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle, Sovyet blokunun çökmeye başladığı ve Batı Avrupa tekelci burjuvazisinin, üzerindeki ABD boyunduruğunu gevşetmeye başladığı 1990’da bu örgütler arka arkaya açığa çıkarıldı ve etkisizleştirildi. (Kuşkusuz bu, 1990-sonrası dönemde Batı Avrupa ülkelerinde daha “ulusal” renkli gladyo ya da kontrgerilla türü örgütlerin ya da derin devlet aygıtlarının bulunmadığı anlamına gelmediği gibi Türkiye’de ve başka yerlerde 1950 öncesinde bu tip örgütlerin bulunmadığı anlamına da gelmiyor. Burjuvazinin egemenliğini sürdürmesinin bir aracı olarak gizli devlet aygıtlarının en demokratik olanları da içinde olmak üzere bütün burjuva devletlerinde bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.)

Seferberlik Tetkik Kurulu’nun Ankara’daki merkezinde yapılan ve Ergenekon soruşturmasının devamı sayılması gereken aramanın, kaba bir benzetmeyle ve yer, zaman ve uluslararası ortam farklılıklarını unutmaksızın Türkiye’nin, Batı Avrupa ülkelerinin bu alanda yaşadığı değişimi 30 yıllık bir gecikmeyle yaşaması, daha “ulusal” bir nitelik kazanmaya başlayan Türk ordusu ve derin devleti üzerindeki ABD-İsrail nüfuzunun azalması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Batı Avrupa’ya kıyasla askeri-bürokratik kliğin nüfuzunun çok daha güçlü, sınıf çelişmelerinin daha keskin, kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin daha/ çok daha az gelişmiş, Güney ve Güneydoğu’daki sınırlarının ötesinde işgal ve savaşların yaşanmış ve yaşanmakta olduğu ve hepsinden önemlisi siyaset alanında son derece önemli bir yer tutan bir “Kürt-Türk sorunu”yla boğuşmakta olan Türkiye’de bunun böyle olması çok da şaşırtıcı değildir. Nasıl, ortak noktaları Türk-olmayan etnik gruplara düşmanlık, Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma, Sevr paranoyası, bölünme korkusu olan ve gelinen noktada merkezi ve hiyerarşik yapıları zedelenmiş olan Kontrgerilla, Ergenekon türü örgütlerin ya da bunların bir bölümünün gerici ve şoven bir ABD-Avrupa Birliği karşıtlığı söylemi tutturduklarını görmek de çok şaşırtıcı değilse.

Tam da burada, TSK’yi yurtsever ve anti-emperyalist bir odak gibi göstermeye çalışan “sol” milliyetçilerimiz ya da daha yerleşik bir anlatımla “ulusal solcularımız” için de bir çift söz söylemem gerekiyor. Onlar, AKP hükümetinin Kürt “açılımı” planının ABD patentli olduğunu ileri sürer, “işbirlikçi AKP”nin, ABD’nin BOP’un ortağı olduğunu papağan misali yineleyip dururken TSK’nin, onyıllar boyunca ABD’nin ülkedeki asıl dayanağı işlevini görmüş olduğunu unutmaktadırlar. Ama, önyargısız, hatta kaba ve kuşbakışı bir tarih okuması bile, uluslararası ve yerli tekelci sermayeyle ciddi hiçbir sorunu olmayan TSK üst kademesinin onyıllar boyunca Türkiye’deki ABD-İsrail nüfuzunun ve Arap ve İran düşmanlığının bir numaralı aracı olduğunu,[28] Kontrgerilla, JİTEM ve Ergenekon tipi örgütler aracılığıyla bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtma politikasının, onbinlerce Kürt emekçisi ve gencinin canına kıyılmasının, gözaltında kayıpların, toplu mezarların, köy boşaltmaları ve yakmaların, “Batı”daki –bir bölümü Kemalist aydınları hedef alan– siyasal cinayetlerin ve ilerici ve devrimci güçlere yönelik beyaz terör eylemlerinin baş sorumlusu olduğunu ve özellikle 1990’lardan bu yana adı mafyayla, suç örgütleriyle ve çetelerle birlikte anılmaya başlanan bir kurum haline geldiğini anımsamaya yetecektir.

Türkiye’nin içinde bulunduğumuz görece olumlu dönemece gelmesinde Kürt halkının savaşımının ve kazanımlarının son derece önemli payı gözardı edilemez. Ülke ve bölge dengelerinde Kürt halkı ve siyaseti yararına meydana gelen değişiklikler olmasaydı Türk egemen sınıfları, kendilerine bazı fırsatlar sunan günümüz konjonktüründen asla yararlanamaz ya da daha doğru bir anlatımla yararlanma girişiminde bulunamazlardı. Yani Türk burjuvazisi ve gericiliği hayli gecikmeli de olsa,

a) Kuzey Irak’ta –özerk ya da bağımsız bir Kürt devleti kurulmasını önleme çabalarının başarısızlığa uğradığını ve,

b) Ülke içindeki silahlı Kürt direnişini beyaz terör yoluyla ezme biçimindeki geleneksel politikalarının iflas ettiğini ve sürdürülemez hale geldiğini sonunda anlayamamış olsaydı, “açılım” denen bu girişim gündeme gelemezdi. Bu anlamda Türk egemen sınıflarını “açılım”a zorlayan en önemli itici güçlerden birinin, Türkiye içindeki en siyasallaşmış kuvveti temsil eden Kürt halkının devrimci bir önderlikten yoksun olmasına rağmen ulusal ve demokratik hedefleri doğrultusunda verdiği dirençli savaşım olduğunun altı çizilmelidir. Dolayısıyla, “açılım”ın bir oyundan, bir aldatmacadan ibaret olduğunu söyleyenler, objektif olarak, yani niyetlerinden bağımsız olarak Kürt halkının ve ulusal direnişinin gücünü ve kazanımlarını da gözardı etmekte ve küçüksemekte ve Türk egemen sınıflarının gücünü abartmaktadırlar. Oysa, “teröre karşı başarılı bir biçimde savaşan kahraman Türk ordusu” gevezeliklerine ve neredeyse ayda bir “PKK’nın belinin kırıldığı” yolundaki açıklamalara rağmen Kürt ulusal direnişini ezemeyen, hatta geriletemeyen askeri klik önemli bir demoralizasyon içindedir. Türk halkının önemli ve giderek büyüyen bir bölümü de bu sonugelmez savaştan bıkmış ve umudunu kesmiştir; artık Türk halkı da daha çok bir tören ordusunu andıran, silahsız sivilleri katletmekte, darbe planları hazırlamakta ve Türkiye halklarının ileri kesimlerine ve demokrat aydınlara karşı “psikolojik harekat” düzenlemekte son derece “başarılı” olan TSK’nin çeyrek yüzyıldır sürdürdüğü haksız savaşta, gerillalarının sayısı onbeşbini geçmeyen PKK’yı yenemediğini ve bundan böyle de yenemeyeceğini anlamaya başlamıştır. Asker kaçaklarının sayısının önemli boyutlara varmış olması, Kürt halkına karşı sürdürülen haksız savaşın, Türk halkının onyıllardır tabi kılındığı ve onun kollektif bilinci ve tutumunu önemli ölçüde etkilemiş olan şovenist koşullandırmaya rağmen hiç de öyle gösterilmeye çalışıldığı gibi popüler olmadığını ortaya koymaktadır.[29]

Öte yandan Türk burjuvazisi; zengin doğal kaynaklara sahip, “Batı”ya kıyasla nüfusu daha genç ve dinamik olan, Türk sanayisi için önemli bir hammade ve işgücü kaynağı ve pazar oluşturan ve çok sayıda Türk firmasının giderek büyüyen canlı yatırım ve ticaret ilişkilerine sahip olduğu Güney Kürdistan’la yakın bağları bulunan Türkiye Kürdistanı’nı beceriksiz ve yeteneksiz Türk generallerinin sonuçsuz kalmaya mahkum beyaz terörü yüzünden yitirmek istememektedir. Bütün bunlardan ötürü, AKP hükümetinin ön planda gözükmesine ve askeri aygıtın konumunu sarsmasına rağmen rağmen bu “açılım”ın bir devlet projesi olduğu ya da bir devlet projesi olarak başlatıldığı saptaması tamamen doğrudur.

Emperyal Düşler ve “Yeni-Osmanlıcılık”

Türkiye’de siyasal İslam öteden beri, Osmanlı geçmişinin “görkemi ve erdemi”ni yüceltmiş ve bir anlamda çürümüş ve çökmüş olan İmparatorluğun yıkıntıları üzerinde ve bir ölçüde ona karşıt bir düşünsel çerçevenin eşliğinde kurulmuş olan Kemalist “cumhuriyet”le üstü örtülü ya da açık bir çatışma içinde olmuştur. Dolayısıyla, ülkenin iç ve dış dengelerinde meydana gelmekte olan değişmelerin, Kemalist değer, norm ve yaklaşımlara yönelik bir saldırıyla elele gitmesinde şaşırtıcı bir yan yoktur. Bu yüzden bu döneme sadece AKP’nin değil, bir bütün olarak siyasal İslam’ın bir çeşit anti-Kemalist restorasyon çabasının dışavurumları ve “Ottomanya”sının ilginç görünümlerinin de eşlik edeceğini söyleyebiliriz. Bunlardan biri, yüzyıllardır Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olmuş olan İstanbul’un AKP hükümeti döneminde giderek öne çıkarılmakta ve Kemalist elitin sembolü olan Ankara’nın geri plana itilmekte olmasıdır. Özellikle son yıllarda –artık çalışma mekanı Ankara’da değil İstanbul’da bulunan başbakanın yanısıra– dışişleri bakanı gibi öndegelen yöneticiler, yabancı konuklarını İstanbul’da ağırlamakta, pek çok uluslararası siyasal ve diğer toplantı İstanbul’da yapılmakta, diğer kamu bankalarının yanısıra Merkez Bankası’nın da İstanbul’a taşınması için hazırlık yapılmaktadır. 1924’te Türkiye’den kovulan, ömrünü ABD’de geçirdikten sonra 2004’te Türk vatandaşlığına alınan Osmanlı hanedanının son temsilcisi ve Padişah II. Abdülhamit’in, 23 Eylül 2009’da İstanbul’da ölen ve Bakanlar Kurulu kararı ile Çemberlitaş’taki II. Mahmut Türbesi’ne gömülen torunu Ertuğrul Osmanoğlu’nun görkemli cenaze töreni de AKP’nin Osmanlı özleminin bir göstergesiydi. Gazetelere göre 26 Eylül’de yapılan ve binlerce kişinin yer aldığı cenaze törenine; Ertuğrul Osmanoğlu’nun eşi Zeynep Tarzi, torunları ve hanedan üyelerinin yanı sıra Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, İstanbul Valisi Muammer Güler, AKP Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu ve tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı katılmış, Başbakan R. T. Erdoğan da ölenin eşine taziye mesajı göndermişti. Bunlara, “Ottomanya”nın günlük yaşamı, sanatı, popüler kültürü etkilemeye başlamasını ekleyebiliriz. Bu çizginin temsilcilerinden Hasan Celal Güzel, Radikal gazetesindeki köşesinde şöyle diyordu:

“Ortadoğu’da ve Osmanlı Coğrafyası’nda barışın tesis edilmesi ve terörün engellenebilmesi, ancak bu bölgedeki halkla tarihî, dinî ve kültürel beraberliği olan Türkiye’nin önderliğinde gerçekleştirilebilir. ABD’nin süper güç olması, Irak örneğinde görüldüğü gibi, zorla barış ve huzuru sağlayarak terörü önlemesi için yeterli değildir. Lâkin, bu konuda Türkiye’nin de kararlı, azimli, cesaretli ve hazırlıklı olması lâzımdır. 1 Mart Tezkeresi esnasında sergilenen şaşkın ve mütereddit politikalarla, Türkiye’nin yeniden ‘Osmanlı vizyonu’na sahip olması imkânsızdır.

“ ‘Büyük Ortadoğu Projesi’, ancak ‘Büyük Osmanlı Projesi’ hâlinde düşünülürse barış ve huzurun sağlanması mümkün olabilir. Bunun için de, ilk merhalede ‘Osmanlı Milletler Topluluğu’nun kurulması şarttır. Bu topluluğa, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ve Güney Doğu Asya’dan üyeler sağlanabilecek; bu yeni oluşum, hem Türkiye’ye lâyık olduğu statüyü kazandıracak, hem de dünya barışına katkıda bulunabilecektir.”[30]

Başbakan R. T. Erdoğan’ın siyasi danışmanı ve AKP Adana Milletvekili Ömer Çelik’in, İsmail Küçükkaya’ya verdiği mülakatta söyledikleri de aşağı yukarı aynı içerikteydi. Çelik bu mülakatında Türkiye’nin karşısına “bir tarihi fırsat”ın çıktığını söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“ABD’nin Irak’ı işgal ettiği günden itibaren konu tamamen bir bölge sorununa dönüşmüştür. Şimdi ABD çekiliyor. Onlar da bölgede istikrar istiyor. PKK orada olduğu sürece istikrar imkansız. Fırsat içerdeki gelişmelerle ABD’nin çekilmesinin yarattığı ortak zemindir. Çalışmalar olgunlaştı. Çok parçalı gidiyordu bugüne kadar. Artık bütünlüklü bakış geldi… ABD çekilirken böyle bir fırsat çıktıysa bunu değerlendirmek devlet aklının gereğidir. Tamamen yerli ve milli bir yaklaşım…

“Toplumun çok çeşitli kesimlerinde bu soruna yaklaşımda kutuplaşma vardı. Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı tecrübeler bir adım atılması konusunda toplumsal mutabakata ulaşılmasına vesile oldu. Toplumda bugün bir irade oluştu. Çok ilginç bir momentum yakaladık…

“Bırakın bölünmeyi Türkiye büyüyecek. Bu fiziki bir büyüme değil. ‘Neo Osmanlıcılık’ değil. Güç ve algı olarak büyümedir. Özgül ağırlığın artmasıdır. Türkiye bu coğrafyanın siyasi genetiğinde var, DNA’sı biziz bölgenin. Barzani filan Türkiye’yi bölecek diye korkmak tarihi ve siyasi olarak Türkiye’yi anlamamaktır. Bölge, Musul-Kerkük dahil bizim hayat sahamız içindedir. Defans derinliğine sahip bir ülke olarak defansta kalamayız, ofans yapmak durumundayız. Bu emperyal bir bakış açısı değildir. İçe dönük milliyetçilik yerine dış dünyayla rekabete açık bir milliyetçilik peşindeyiz. Sorun kaynaklarını çözerek, onları gerilim noktası olmaktan çıkarmak ve böylece kendi iç barışımızı sağlamak, bölgede de etkin olmak gibi bir vizyona sahibiz.”[31] Bir başka anlatımla Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun popülarize ettiği “stratejik derinlik”, “komşularla sıfır problem”, “düzen kurma misyonu” gibi sloganların eşliğinde yürütülen dış politikasıyla Türk burjuvazisi ve gericiliği, ABD emperyalizminin –ve yakın bağlaşıklarının– özelde Irak ve Ortadoğu’da ve genelde dünya ölçeğinde nüfuzunun ve gücünün zayıflamasından yararlanmayı ve bölgenin yükselen gücü olmayı ya da bölge ölçeğinde “lider ülke” haline gelmeyi hedeflemektedir. Aşağıda da göreceğimiz gibi A. Öcalan’ın yanısıra –en azından söylem düzeyinde– PKK yönetimi de Türk gericiliğinin bu yönelimini desteklemektedirler.

Geçerken, özellikle Başbakan R. T. Erdoğan’ın, ama aynı zamanda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İsrail’e karşı sert ve eleştirel, hatta yer yer suçlayıcı bir söylem kullanmalarının altında, özgüveni artan Türkiye’nin ve Türk burjuvazisinin, bölgedeki Arap ve İslam ülkeleri ve kısmen de halkları katında bir çeşit önder devlet özelliği edinme çaba ve hesabının, ya da isterseniz yeni-Osmanlıcı dış politika üslubunun da rol oynadığını belirtmek isterim. Sahte ve ikiyüzlü niteliğine rağmen böylesi bir dış politika üslubunun ve ona uygun düşen bir siyasal çizginin yaşama geçirilmesinin, Siyonist devletin izole edilmesine ve onun saldırganlığını frenlemeye az da olsa katkıda bulunduğu ölçüde objektif olarak olumlu bir nitelik taşıdığı yadsınamaz. Ancak burada, Osmanlı İmparatorluğu’nu 21. yüzyıl koşullarında yeniden diriltmeyi düşleyen İslami gericilerimizin “Osmanlı barışı”na ilişkin güzellemelerinin içi boş ve karşı-devrimci niteliğinin altı kalın bir çizgiyle çizilmelidir. Biraz tarih bilenler Osmanlı İmparatorluğu’nun, henüz ulusların oluşmadığı koşullarda kırbaç, kılıç, darağaçları ve kıyımlar yoluyla sağladığı “barış”ın ne menem bir barış olduğunun ve bu imparatorluğun gerek ulusların oluşumundan önce ve gerekse ulusların oluşmaya başladığı 19. yüzyıldan, 1910’ların sonunda çöktüğü tarihe kadar sadece bir uluslar ve halklar hapishanesi değil, aynı zamanda bir uluslar ve halklar mezbahası olmuş olduğunun, Osmanlı’nın zulmünden Anadolu’nun Türk halkının da nasibini fazlasıyla almış olduğunun bilincindedirler. Herhalde bunu en iyi bilenler de Anadolu’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış ve ezilmiş olan ve dolayısıyla Türk burjuvazisinin Osmanlıcı gevezeliklerine ve yeniden “büyük birader” rolüne soyunmasına karınları tok olan bölge halklarıdır.[32] Aynı husus; değişik ulus ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı, ezilen Kürt halkı ve kent ve kır yoksulları ve devrimci ve demokratik güçler için de geçerlidir. Ne var ki, “yeni-Osmanlıcılık”, “eksen kayması”, “laiklik”, “dinsel gericilik”, “darbecilik” gibi konularda süregelen anlaşmazlık, sürtüşme ve kavgalar, Türk burjuvazisinin farklı fraksiyonlarının, ezilen ve sömürülen sınıf, katman ve siyasal güçlerin demokratik ve sosyalist savaşımlarının yükselmesine paralel olarak tek bir karşı-devrimci cephe oluşturmalarına engel olmayacaktır.

Egemen sınıflarımızın emperyal düşlerine dönecek olursak, emperyalistlerarası güç dengesinin değişmekte olduğu günümüzde Ankara’nın, özellikle Güneyi ve Doğusundaki bir dizi yakın ve uzak komşusuna göre –ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda– daha ya da çok daha ileri ve güçlü olmasının da yardımıyla belli mevziler kazanabileceğini ve kazanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Hatta, Türkiye’nin giderek bir enerji koridoru haline gelmekte olmasının, Baku-Tiflis-Ceyhan, Güney Akım, NABUCCO gibi petrol ve doğal gaz boru hatlarının Türkiye’den geçmesinin ya da geçmesinin planlanmasının onun, Avrupa Birliği, Rusya ve bazı Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleri katında önemini bir miktar arttırdığı da söylenebilir. Öte yandan, paradoksal gözükse de –dış ticaretinin yarısından fazlasını Avrupa’yla yapan ve Avrupa tekelci burjuvazisiyle çok sıkı ekonomik ilişkileri bulunan– Türkiye’nin Ortadoğu ve Balkanlar’da daha bağımsız ve daha güçlü bir aktör olarak ortaya çıkmasının, gelecekte onun Avrupa Birliği üyesi olma şansını arttıracağı saptamasını yapabiliriz. Türkiye’nin görece güçlü bir ekonomiye sahip olması, enerji koridoru niteliği, Suriye, Irak, İran, Lübnan gibi ülkelerle ilişkilerinin gelişmekte olması, Ortadoğu’da belirli bir ağırlığının bulunması; ABD, Çin, Rusya vb. ile giriştiği ya da girişeceği emperyalist rekabette Ankara’nın desteği, ilişkileri ve olanaklarına gereksinim duyacak olan AB’yi, “üyelik” konusundaki olumsuz tutumunu değiştirmeye zorlayabilir.

Ancak Türk burjuvazisinin, “yeni-Osmanlıcı” olarak nitelenen bu dış politika atağının elde ettiği/ edeceği başarılar elbette, söyleminin ve ihtiraslarının çok gerisindedir ve büyük olasılıkla öyle olmaya da devam edecektir. AKP hükümetinin ve onun esas dayanağı olan İslamcı burjuvazinin, bölgenin değişik ülkelerinin egemen sınıflarıyla Avrupa Birliği benzeri –ve Necmettin Erbakan’ın 1990’ların ikinci yarısında gündeme getirdiği D-8’i anımsatan– bir Ortadoğu Ekonomik Birliği kurma planlarının herhangi ciddi bir sonuç vermeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.[33] Hemen hemen hepsi, gerici ve despotik klikler tarafından yönetilen bu ülkeler her şeyden önce, ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanlarla ezen ve sömüren egemen sınıflar arasında keskin bir biçimde bölünmüş durumdadırlar. Komşu ülkelerdeki benzerleriyle bitmez tükenmez çekişmeler yaşayan bu ülkelerin yönetici sınıfları, genellikle emperyalist haydutların ve bazı durumlarda Siyonist İsrail’in denetimi altındadırlar. Adları; savaş, darbe, yoksulluk, “istikrarsızlık” gibi kavramlarla birlikte anılan bu ülkelerin, çok ciddi toplumsal altüst oluşlar yaşanmaksızın aralarında Avrupa Birliği benzeri bir Ortadoğu Ekonomik Birliği kurabilmelerinin olanaksız olduğu açıktır. Dahası, dünya ekonomisine ve siyasetine ABD, Çin, Avrupa Birliği gibi emperyalist ülkelerin ve güçlerin egemen olduğu çağımız koşullarında Türk gericilerinin, dünyanın gerçek efendilerinden bağımsız ve onlarla boy ölçüşebilecek bir yeni Osmanlı İmparatorluğu kurma özlemleri hiç de gerçekçi değildir.

“Açılım” Sona mı Erdi?

Türk burjuva devletinin bu kabuk değiştirme sürecinin kolay ve pürüzsüz bir biçimde ilerlemeyeceği daha başından belliydi. Türkiye’de statükonun devamından yana olan ve özellikle askeri-bürokratik aygıt içinde önemli mevzilere sahip olan güçlerin ve Türkiye’nin daha bağımsız bir dış politika izlemesine ve daha geniş bir manevra alanı elde etmesine karşı olan ABD-İsrail-Britanya ekseninin, bu süreci baltalamak, durdurmak ya da en azından sulandırmak için uğraşmaları nesnelerin doğası gereğiydi.

AKP hükümetinin ve yargının bir bölümünün giderek bu süreci, askeri kliğin nüfuzunu kırma amacına daha büyük ölçüde tabi kılmasının, TSK’nin “açılım”a daha mesafeli durmasına yol açtığı ve İslamcı burjuvazinin devlet aygıtı içindeki desteğini bir ölçüde zayıflattığı da söylenebilir. Hükümetin, bütün bu gerici basınç ve muhalefetin de etkisiyle Kürt halkına ve onun siyasal temsilcilerine karşı giderek daha sert bir tavır alması, Kürt halkına ve genel olarak işçi sınıfına ve halka ciddiye alınabilecek bir “demokratik açılım” sunamaması ve bu girişimi “terörü bitirme”nin en uygun metodu olarak sunmaya başlaması, ilk başta yaratılan ya da pompalanan heyecanın çok geçmeden tükenmesine yol açtı. Aslında bu olasılık başından beri vardı.

Bir başka yazımda şöyle demiştim:

“Demek oluyor ki, görünürde başını AKP hükümetinin –ve ona destek veren burjuva katmanlarının– çektiği bu ‘açılım’ aslında, sunucu ve pazarlayıcılarının da belirttikleri gibi gerçekten de bir ‘devlet projesi’dir; yani değişen ölçülerde ve düzeylerde askeri-bürokratik aygıt ve egemen sınıfların diğer katmanları ve ana gövdesi tarafından da desteklenmektedir. ANCAK, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sürdürülen politikada önemli ayarlamalar yapmayı öngören bu rota değişikliğinin Türk egemen sınıflarının saflarında bir dizi çalkantı, sürtüşme, gerilim, hatta çatışma olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Bu ‘açılım’ın bir dizi başka çelişmeyle içiçe geçmiş olması, onu daha sancılı ve karmaşık hale getirmektedir; yani bu süreç,

a) devlet aygıtı içindeki ayrıcalıklı konumunu olabildiğince muhafaza etmek isteyen ve olağan bir devlette olduğundan çok daha fazla kaynak tüketen askeri klikle daha ucuz bir devlet isteyen burjuvazinin ana gövdesi arasındaki,

b) ‘laik’ ve yüzü Batı’ya dönük geleneksel büyük sermaye ile yeni-Osmanlıcı bir dış politikadan yana olan AKP’nin dayandığı sözümona toplumsal bakımdan muhafazakar burjuva katmanlar arasındaki,

c) Türkiye’yi ABD-NATO-İsrail çizgisinde tutmak isteyen güçlerle (askeri kliğin bir bölümü, MHP, “ulusal solcular” vb.) ülkenin daha AB-yanlısı, daha ‘bağımsız’, ‘daha Avrasyacı’ ya da isterseniz daha çok-yanlı bir dış politika gütmesini isteyen güçler (askeri kliğin bir bölümü, AKP, MÜSİAD vb.) arasındaki ve hatta,

d) TSK ile alabildiğine genişlemiş bulunan polis örgütü arasındaki itiş-kakışlarla birarada ve birlikte yürümektedir.”[34]

Gelinen noktada, daha çok egemen sınıfların iki fraksiyonu arasında devlete egemen olma savaşımı görüntüsü veren “açılım” sürecinin, –devleti siyasal partilere, parlamentoya ve hükümete rağmen yönlendirme refleksiyle biçimlenmiş olan– askeri kliğin ana gövdesi tarafından desteklendiği yolundaki savım, son gelişmelerin ışığında artık hayli kuşkulu hale gelmiştir. Ancak ben bu olasılığı gözardı etmemiş ve aynı yazımda şu saptamayı da yapmıştım:

“Kürt-Türk gerilimini tırmandırma politikasını şimdilik bir yana koymuş gözükse de bundan vazgeçmemiş olan ve Türkiye’yi kendi yörüngesinde tutmak ve Ortadoğu’da ve Orta Asya’da yürüttükleri savaşlara çekmek isteyen ABD-İsrail-Britanya ekseni ve bu eksenin devlet aygıtı ve siyaset alanı içindeki hiç de güçsüz olmayan işbirlikçilerinin bu süreci elleri kolları bağlı durumda izlemeyecekleri ve çeşitli kanlı ve provokatif eylemlere girişebilecekleri de unutulmamalıdır.”[35]

Tam da burada, PKK’nın, ancak birkaç günlük bir gecikmenin ardından üstlenmesine rağmen, Türk kamuoyunu “açılım” aleyhine çevirmek için fırsat kollayan Türk şovenistlerinin eline önemli bir silah veren 7 Aralık Reşadiye eyleminin, arkasında Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmak isteyen dış ve iç güçlerin bulunduğu bir provokasyon eylemi olması olasılığının yüksek olduğunu belirtmek isterim. PKK’nın içinde, taktiksel yönelimleri farklı birden fazla eğilim barındırdığı da unutulmamalı. Bu bağlamda, en azından Türk gericiliğiyle bağlaşma yanlısı bir kanatla ABD-İsrail eksenine daha yakın bir kanattan sözedilebilir. Zaten 15 Şubat 1999’da yakalanmasından birkaç ay sonra, “Türk devlet yetkililerine iletilmek üzere Cezaevi Yönetimi’ne verdiği” mektupta Öcalan şöyle demişti:

“Yapabileceğim, gücüm oranında özellikle PKK’dan kaynaklanan amacı çoktan aşan ve çok büyük dış güce, kişiye çıkar aracı haline gelen bu gidişe dur demektir… Bazıları da benim durumumu örgüt içinde ve dışında gerçekten ister farkında olsun ister olmasın sahte bir yaşam aracına dönüştürmüş. Bu durum ülke içinde çok daha tehlikeli bir etken rolünü oynuyor… Devlet seviyesinde dış güçlerin bunu kullanmaları daha tehlikeli ve iş hızla o kulvara doğru da yuvarlanıyor… Neredeyse kardeşlik çatışması diyebileceğimiz bu çatışmayı derinleştirmek, duygulara boğmak, etkisini uzun geleceğe yaymak en büyük cehalet kadar gaflet ve hatta ihanettir…

“Umut ve beklentim mahkemeden sonra devletin illa beni veya PKK’yi resmen muhatap kabul etsin demiyorum uygun bir yöntemle gerçekten tüm sorunların kilidi haline gelmiş bu silahlı çatışmayı kalıcı olarak sona erdirmek için, duyarlı, bilimsel ve durumumuzu bütün boyutlarıyla gözönüne alan bir planlamayla gündemleştirmesi ve payıma düşen görevleri belirlemesidir. Şu anda etkileme gücümüz sona erdirmeye uygundur. Uzun sürmesi kontrolü kaybettirebilir. Çünkü çok çıkar ve güç üzerinde oynuyor… Olan da şimdiden bu demin söylediğim tüm stratejik güçler daha şimdiden kendi Kürdünü, oluşumunu yaratmış, hatta benim dışımda temel güç olarak PKK’yi de parselleme planlarını hazırlamışlardır…”[36]

Fakat ben olağanüstü gelişmeler olmadığı sürece, “açılım”ın süreceği kanısındayım. Bu olağanüstü gelişmeler neler olabilir? AKP hükümetinin çok ağır taktik hataları işlemesi, ekonomik krizin dünyayı ve Türkiye’yi daha büyük ölçüde etkilemesi ve ekonominin iyice dibe vurması, Türkiye üzerindeki denetimlerini yitirmek istemeyen ABD ile İsrail’in görece büyük-ölçekli bir Kürt-Türk çatışması tezgahlamayı ya da Türkiye’yi, İran’a karşı girişebilecekleri bir savaşa çekmeyi başarabilmeleri vb. Bu takdirde “açılım” projesinin rafa kaldırılması ve/ ya da ertelenmesi sözkonusu olabilir.

Türk Halkının Konumu

“Açılım” sorununu elbette sadece, Ortadoğu ve Türkiye ölçeğindeki güç dengeleri, jeopolitik gerçeklikler ve hesaplar temelinde tartışmakla yetinemeyiz. “Açılım”ın bir ucunda da “Kürt-Türk sorunu”nun diğer önemli bileşeni, yani Türk halkı duruyor. Dolayısıyla, zihinlerinde büyük ölçüde Osmanlı-Türk egemen sınıflarının kollektif siyasal bilincinin ve tarihsel belleğinin izlerini taşımakta olan Türk işçileri ve sömürülen emekçilerinin konumunu ve ruh halini hesaba katmadan “açılım”ı ele almak olanaksızdır. Şu kadarı biliniyor: Ülkemizde emekçilere, daha ilkokuldan başlayarak, Türkiye’de yaşayan insanların ezici çoğunluğunun Türk ve Müslüman olduğu öğretilmekte, onların kollektif siyasal bilinci Ermeni ve Rum düşmanlığının etkisi altında biçimlendirilmektedir. (Başta TV olmak üzere görsel medyanın yaygınlaşmasının da bu alanda önemli bir rol oynadığını belirtmek gerekir.) Buna 1980’lerin ikinci yarısından bu yana, ancak aynı ölçüde olmamak kaydıyla PKK düşmanlığı ve bunun üzerinden pompalanan Kürt düşmanlığının eklendiğini söyleyebiliriz. Batı’da yaşayan Kürt emekçileri, gençleri ve Kürt halkının siyasal öncüleri, özellikle 2005’den bu yana gerek merkezi ve gerekse yerel yöneticilerin açıkça teşvik ettiği, yüreklendirdiği ve örgütlediği pek çok saldırı ve linç girişimine hedef olmuşlar, bazıları bu girişimler sırasında yaralanmış ya da yaşamlarını yitirmişlerdir. Türk halkının belli kesimlerinin linç girişimlerine yer yer geniş ölçekte katıldığı ya da en azından pasif kalmak suretiyle bu tür barbarca eylemleri onayladığı herkesçe bilinmektedir. Bu koşullarda Türk halkının önemli bir kesiminin “Kürt açılımı” kavramı ve söyleminin kendisinden bile rahatsız olması, bu halkın daha geri kesimlerinin zaman zaman patlak veren ve özellikle Kürtleri hedef alan linç girişimlerine katılması ya da en azından bu tür barbarca eylemleri desteklemesi, alkışlaması ve onaylaması hiç de şaşırtıcı değildir. Aslında sadece Kürtleri değil, yakın geçmişte olduğu gibi Alevileri ya da 9-10 Ocak 2010’da meydana gelen Selendi olayında olduğu gibi Çingeneleri hedef alan ve kendinden olmayan/ Türk-olmayan herkesi potansiyel ya da gerçek düşman olarak gören bu ruh halinin kendisi, Türkiye’de yaşanacak herhangi bir ciddi demokratikleşmenin önünde duran en önemli engellerden biridir.

Burada, Kürt halkıyla Türk halkının Kürt-Türk sorununa bakışında, bu sorunu algılama biçiminde varolan ve büyük olasılıkla giderek büyümekte olan farklılıklara da değinmekte yarar var. Murat Paker, Aralık 2007’de kendisiyle yapılan bir söyleşide haklı olarak şunları söylüyordu:

“Kuşaklar boyunca Kürtler yoktur demişsiniz, Kürtçe yoktur demişsiniz, bir sürü kuşağı milli eğitim sisteminden geçirmişsiniz, medyanız böyle çalışmış vb. Şimdi belki hükümet istese bile, örneğin yarın Tayyip Erdoğan dese ki ‘Arkadaşlar bir yanlış yaptık şimdiye kadar, seksen yıldır Kürtler konusunda, Kürtçe konusunda yanlış yaptık, özür diliyoruz. Ve bundan sonra değişik bir şeyler yapacağız artık. İnkâr ettik şimdiye kadar, ayıp ettik, artık göstermelik olarak değil sahiden saygı göstereceğiz ve bunun gereğini yapacağız’ dese bile milyonlarca insan, ‘Hop bir dakika, nasıl yani, siz on yıllar boyunca bize niye yalan söylediniz, nasıl yalan söylediniz, kim yaptı bunu, niye yaptı, bunca insan boşuna mı öldü?’ diye sormaz mı? Bu meselenin çözümünde ilk planda sorulması gereken asıl sorular da bunlar. Kolay değil bunu böyle bir anda halletmek. Dolayısıyla insanların on yıllardır ayaklarını bastıkları bu zemin, –büyük ölçüde yalanlar üzerine kurulu bir zemin– ciddi sarsıntı geçiriyor bu Türk-Kürt meselesi üzerinden. Kim bu yalanların sorumlusu? Neden, nasıl ve kimler tarafından bu yalanlar üretildi de, Kürtlerin ve Kürtçenin varlığı inkâr edilebildi? Bu yüzleşme bütün açıklığıyla yapılmadan bizim bu meseleyi çözmemiz çok mümkün değil.”[37] Yakın zamanda yapılan araştırmalar da Paker’in saptamalarını doğruluyor. SETA (= Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) ile Pollmark’ın 7-15 Ağustos 2009’da değişik il ve ilçelerde, toplam 10,577 kişiyle görüşmek suretiyle yaptığı bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarına göre, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak sizin için ne kadar önemli?” sorusuna “çok önemli” yanıtını veren DTP’lilerin oranı yüzde 39’da kalırken bu soruya “çok önemli” yanıtını veren Türk burjuva partilerinin yandaşlarının oranı yüzde 73 ile yüzde 80 arasında değişiyordu.[38] Kürt kökenlilerin yüzde 75.7’si “açılım”ı olumlu olarak değerlendirirken, bu oran Türk kökenlilerde yüzde 42.7’de kalmaktaydı. Bu ikinci grubun yüzde 40.8’i ise açılımı olumsuz bulmaktaydı.[39] Gene bu araştırmaya göre Türk kökenlilerin sadece yüzde 15.5’i Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınmasını kabul edilebilir bulurken, bunu kabul etmeyenlerin oranı yüzde 75 dolayındaydı.[40] Araştırmanın yapıldığı ve “açılım”ın yarattığı ilk heyecanın hayli yüksek olduğu Ağustos 2009’dan bu yana “açılım”ın büyüsünün bozulduğu ve siyasal ortamın daha gergin hale geldiği dikkate alındığında, o günlerden bu yana bütün bu rakamların olumsuz doğrultuda seyrettiğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

“Açılım”ı başlatan AKP’nin bile, hem kendi içinde ve hem de kendi tabanında gerici-şovenist bir tepkiyle karşı karşıya kaldığını ve zihinsel dünyası 20. yüzyılın başından bu yana Türk şovenizmiyle yoğrulmuş olan Türk halkının “açılım”a soğuk bakmasının AKP hükümetinin ilk başlardaki göreli kararlılık ve heyecanını yitirmesine katkıda bulunduğunu da unutmamak gerekiyor. Bir yazısında bu konuyu ele alan Veysi Sarısözen şu önemli olguya işaret ediyordu:

GENAR’ın anketine göre, DTP tabanının yüzde 77.1’i açılımı olumlu buluyor.

“Ama AKP tabanının yalnızca yüzde 46.8’i, kendi partilerinin açılım siyasetini onaylıyor. Bu demektir ki, AKP tabanının yarıdan fazlası kendi partilerinin açılım siyasetini benimsemiyor, ya da bundan kuşku duyuyor.”[41]

      Devrim Sevimay’a verdiği mülakatta aynı konuya değinen Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Türkiye’nin Türk-Kürt ilişkileri bakımından çok tehlikeli bir noktaya geldiği yolundaki kanısını şu sözlerle dile getiriyordu:

Kaygım ve endişem şu ki duygusal kopuş tehlikesi yaşıyoruz. Ben halkın içerisindeyim, yurttaşın içerisindeyim ve ne olduğunu çok net görüyorum. İnsanların duygusunda maalesef kopma yaşanıyor şu anda.

“Türkiye’nin Batı yakasındaki yurttaşımızın sevinci ve tasası ile Türkiye’nin Doğu yakasındaki yurttaşımızın sevinci ve tasası arasında giderek makas açılıyor…

“30 yıl boyunca bütün taraflar açısından çatışma sonuçta kontrol dahilinde götürüldü, ama şimdi ben kontrol dışına çıkma riskinden bahsediyorum.

“… Kabul etmemiz lazım ki, Türkiye’nin Batı yakasında ciddi bir öfke var. Ve Türkiye’nin Batı yakasındaki öfke artık bir ‘örgüte’ olan öfkeden çıkmıştır, bir halka öfke duyulmaktadır.”[42]

Bu durumda, “açılım” denen devlet projesinin bir halk projesine, yani sahici bir demokratikleşme atılımına dönüşmesinin yükü, önemli bir devrimci dinamizmi temsil etmekle, hatta bu toprağın en siyasallaşmış gücü olmakla birlikte, “ulusal eşitlik” ilkesini unutmuş, Kürt halkının ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkından çoktandır vazgeçmiş ve taleplerini çoktandır, bir dizi güdük reformlara indirgemiş olan PKK’nın önderliğindeki Kürt halkının sırtına yüklenmiş bulunuyor. Ne yazık ki, bu durumun yakın gelecekte değişeceğini gösteren bir veri de gözükmüyor. Zaman zaman patlak veren ve esas itibariyle ekonomik taleplerle sınırlı savaşımları bir yana konacak olursa Türkiye işçi sınıfının, Kürt halkıyla dayanışma içinde olmasından ya da en azından kendi ekonomik ve kısıtlı siyasal talepleri için büyük kitleler halinde ayağa kalkarak egemen sınıfları bir ölçüde geriletmesinden söz edebilecek durumda değiliz. Tahmin edilebileceği gibi, ahı gitmiş vahı kalmış Türkiye devrimci hareketinin “açılım” sürecine ilişkin herhangi bir ortak ciddi eylemi ya da müdahale çabası olmadı. Buna, sendikaların ve meslek örgütlerinin, ulusal sorunda daha da belirgin hale gelen sessizliğini ekleyebiliriz. Egemen sınıfların bütün fraksiyonlarından bağımsız, ciddi ve etkili bir devrimci kitle hareketinin olmadığı bugünkü koşullarda “açılım”ın, –bu da önemli olmakla birlikte– gerici rejimin kaba yanlarını törpülemenin ve askeri-bürokratik kliğin nüfuzu ve ayrıcalıklarını kısıtlamanın ötesine geçemeyeceği açıktır.

AKP Hükümetinin İkircimli Tutumu

Birçok devrimci ve demokrat çevre ve yazar; AKP’nin sınıfsal niteliğini, egemen sınıflar ve Türk burjuva devlet aygıtı içindeki gerilimleri, Türk halkının konumunu ve ülkedeki ve bölgedeki sınıfsal ve siyasal güçlerin dizilişini dikkate almaksızın “barış ve demokrasi” beklentilerinin boşa çıkmasının esas, hatta tek sorumlusu olarak Başbakan R. T. Erdoğan’ı ve AKP hükümetini göstermektedir. Bu son derece sığ, kaba ve ilkel yaklaşım, askeri-bürokratik kliğin sorumluluk ve suçlarını gözlerden saklamaya hizmet etmektedir. “Açılım” girişiminin özünün, Türk devletinin görece elverişli iç ve dış konjonktürden yararlanarak kendisini yeniden yapılandırması olduğunu anlamayanların, AKP ve bağlaşıklarından bir demokratik dönüşüm bekleyenlerin, yaşanan olumsuz gelişmelerden ötürü derin bir hayal kırıklığı yaşamaları kaçınılmazdı ve öyle de oldu. DTP’nin kapatıldığı ve ardından DTP’li/ BDP’li belediye başkanlarının vb. gözaltına alındığı/ tutuklandığı, ellerinin kelepçelendiği ve dolayısıyla “açılım”ın “tıkandığı” günlere kadar pek çok çevre AKP hükümetini; “açılım”ın ne olduğu, neyi amaçladığı, neleri kapsadığı vb. konusunda sessiz kalmakla, bu sözcüğün içini doldurmamakla ve bu konuda kararlı adımlar atmamakla eleştirmişti. Bu yaklaşım görünürde, ama sadece görünürde bir haklılık payı taşıyordu. Fakat bu eleştiriyi yapanlar;

a) Görece elverişli iç ve dış konjonktüre rağmen, merkezine Kürt-Türk sorununu alan en alçakgönüllü reformların bile gerek egemen sınıflar ve onların devleti ve gerekse Türk halkı katında çok büyük bir dirençle karşılaşmasının kaçınılmazlığını hesaba katmıyor ve,

b) Hızla zenginleşme peşindeki İslamcı burjuvazinin anti-demokratik, karşı-devrimci ve pro-emperyalist niteliğini, “takiye” kavramıyla dile getirilen aşırı oportünizmi ve pragmatizmini ve İslamcı burjuvazinin ve AKP’nin kollektif bilincine de Ermeni, Rum, Kürt vb. düşmanlığının damgasını vurduğu gerçeğini gözardı ediyordu.

AKP gibi gerici-İslamcı bir partinin başını çektiği “açılım” sürecinin vazgeçilmez önkoşullarından birinin PKK gibi silahlı bir ulusal kurtuluş örgütünün tasfiyesi olacağını öngörebilmek için siyaset dehası olmak gerekmiyordu. Bu partinin esas hedefi, görece elverişli iç ve dış konjonktürü değerlendirmek ve Türk büyük burjuvazisiyle Kürt büyük burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri arasında birincisinin önderliği altında bir bağlaşma kurmaktı; o, faşist ve şovenist partileri ve askeri kliği işte bunu yapmadıkları/ yapamadıkları için eleştiriyordu. Sadece, 1 Mayıs 2008 ve 1 Mayıs 2009’da içişleri bakanlığına bağlı polisin İstanbul’da barışçı göstericilerin üzerine en vahşi bir biçimde saldırması ve kentin göbeğinde terör estirmesi, AKP hükümetinin niteliğini göstermeye yetmeliydi. Dolayısıyla olağan koşullarda, AKP hükümetinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının, halihazırdaki çizgisi reformist, hatta teslimiyetçi bir nitelik taşısa da PKK gibi radikal bir kökene sahip ve Kürt toplumunun alt sınıf ve katmanlarına dayanan bir hareketi muhatap almayacağı daha baştan belliydi. Bunun böyle olması, nesnelerin doğası gereğiydi. Bırakalım AKP gibi gerici partileri, en demokratik burjuva partilerinin bile gerek işçi sınıfının, gerekse ezilen ulusun herhangi bir kitlesel-silahlı örgütlenmesinin varlığını asla kabul etmeyeceği, onu tasfiye etmek için elinden geleni ardına koymayacağı, bunu kendisi açısından olmazsa olmaz sayacağı açıktır. En demokratik bir burjuva cumhuriyeti bile, bir avuç mülk sahibinin geniş işçi ve emekçi yığınları üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Dolayısıyla burjuva demokrasisi en ileri halinde bile, silahlı bir halk muhalefet hareketinin varlığını asla kabul etmez ve gerek ezilen sınıfların ve gerekse ezilen ulusların radikal muhalefetini en sert önlemlerle bastırmaktan ve bunun için gerektiğinde en gerici güçlerle işbirliği yapmaktan kaçınmaz.

Engels, Marx’ın Fransa’da İç Savaş adlı kitabına 1891’de yazdığı Giriş’te burjuvazinin, ilerici niteliğini tümüyle yitirmemiş olduğu 19. yüzyılın ilk yarısında bile her devrimden sonra işçi sınıfının silahsızlandırılmasını birinci görev saydığını şu sözlerle anlatıyordu:

“… bu istemi (kapitalistlerle işçiler arasındaki sınıfsal antagonizmin ortadan kaldırılması – G. A.) ileri süren işçiler henüz silahlı idiler; öyleyse iktidarda bulunan burjuvalar için, işçilerin silahsızlandırılması birinci görevdi. Bundan ötürü, işçilerin kanı pahasına kazanılmış her devrimden sonra, işçilerin yenilgisi ile sonuçlanan yeni bir mücadele patlak verir.”[43] Demek oluyor ki, gerçekten demokratik bir nitelik taşıyacak, Kürt halkının ivedi taleplerini karşılayacak, onun barış ve demokrasi özlemini yanıtlayacak bir “açılım” ancak değişik milliyetlerden işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin devrimci kitle hareketinin yükselmesinin ürünü olacaktır. Lenin 1905 Rus devriminin öngününde kalemealdığı İki Taktik adlı ünlü broşüründe, Çarlık rejimine muhalefet eden liberal monarşist burjuvazinin ikiyüzlü demokratizmini ve devletin baskı aygıtına karşı tutumunu da sergilemişti. Onun aşağıdaki satırlarda söyledikleri, 1905’in Rusyası ile 2010’un Türkiyesi, Kadet Partisi ile AKP ve o günün dünyasıyla bugünün dünyası arasındaki önemli farklılıklara rağmen AKP hükümetinin yaşadığımız süreçteki tutumuna ışık tutmaktadır:

“… burjuvazinin, proletaryaya karşı, geçmişin bazı kalıntılarına, örneğin monarşiye, sürekli orduya vb. dayanması, onun yararınadır. Burjuva devrimin geçmişin bütün kalıntılarını tam olarak süpürüp atmaması ve bunların bazılarını alıkoyması, yani bu devrimin tam olarak tutarlı olmaması, sonuna dek götürülmemesi ve kararlı ve amansız olmaması, burjuvazinin çıkarınadır… Burjuva demokrasisi doğrultusunda zorunlu değişmelerin daha yavaşça, daha tedrici, daha dikkatli, daha az kararlı, devrim yoluyla değil de reformlar yoluyla olması; bu değişmelerin feodal sistemin ‘saygıdeğer’ kurumlarını (monarşi gibi) olabildiğince kayırması burjuvazinin daha çok işine gelir.”[44]

Son aylarda yaşanan ve yukarda da değinmiş bulunduğum olumsuz gelişmelerin bu belirlemeleri doğruladığını söyleyebiliriz. Karşı tarafın ataklarının da baskısı altında AKP hükümetinin, “açılım”a ilişkin içi boş ve belirsiz retoriğini esas itibariyle ete kemiğe büründürmemiş ve yaşama geçirmemiş olması, Başbakan R. T. Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin; ilk ayların parlak sözlerinin ardından Kürt halkına ve ulusal hareketine karşı daha saldırgan bir dil kullanmaya başlaması, 19 Ekim 2009’daki barış-yanlısı Habur karşılamasının ardından yapılan şovenist yaygara kampanyasına katılması, 22 Kasım’da İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırıyı ve zaman zaman gerçekleşen linç girişimlerini mahkum etmemesi,[45] “güvenlik” güçlerine taş attıkları gerekçesiyle tutuklanan Kürt çocuklarının durumlarını iyileştirmeyi öngören yasa değişikliği çalışmasını rafa kaldırması, 11 Aralık’ta Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi kapatmasına herhangi bir ciddi tepki göstermemesi, konunun Kürt halkı bakımından taşıdığı öneme rağmen A. Öcalan’ın yaşam koşullarını düzeltmek için herhangi bir adım atmaması, yıllardır dillerine pelesenk etmiş olmasına rağmen 12 Eylül darbesinin ürünü olan Anayasa’yı ve Siyasi Partiler Yasası’nı değiştirmek ve seçim barajını indirmek için ciddi bir girişimde bulunmaması, KCK operasyonları bahane edilerek DTP’li/ BDP’li belediye başkanlarının gözaltına alınması ve tutuklanmasına karşı bir tutum takınmaması, yani tek sözcükle “açılım”ın bir anlamda tıkanmış olması, tabandan yükselen bir devrimci basıncın yokluğu koşullarında “açılım”ın egemen sınıfların iki fraksiyonu arasında bir sürtüşme, hesaplaşma ve çatışmaya dönüşmekte olduğunu göstermektedir.

Bu süreçte, PKK’nın gönderdiği 34 kişilik “barış grubu”nun 19 Ekim 2009’da Habur’da karşılanması, DTP otobüsüyle Diyarbakır’a gelirken, Şırnak’ın Cizre, Silopi, Mardin’in Nusaybin ilçelerinde ve Diyarbakır’da geniş kitlelerin katılımıyla yapılan coşkulu törenlerle selamlanması, “açılım” sürecinde duraklamanın başladığı bir kilometretaşı oluşturdu. PKK’nın silahlarını bırakması ve Kürt halkının teslim olması düşleri gören AKP hükümeti ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıkları, bu halkın siyasal radikalizminin görüntülerinden son derece rahatsız oldular ve bu tarihten itibaren de işi yokuşa sürmeye ve şovenist ve faşist güçlerin konumuna sürüklenmeye başladılar. Ama sorun, silahlarını bırakmayı ilke olarak kabul eden ve buna hazır olduğunu pek çok kez dile getirmiş bulunan PKK’nın silahlı bir örgüt olmasından kaygı duymanın da ötesine geçiyor.[46] Aslında AKP, Türk gericiliği ve onların liberal kuyrukları, “açılım” gevezelikleri yoluyla ve Kürt halkına verilen ya da verildiği ileri sürülen “ödün”lere karşılık, PKK-DTP’nin (şimdi BDP) nüfuzunu kırmayı umuyorlardı. Onlar bu yolla içinde bir “şahinler-güvercinler” kavgası kışkırtacakları DTP’yi daha da sağa çekmeyi ve/ ya da Kürt büyük burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını savunan bir siyasal oluşumun öne çıkmasını sağlamayı kuruyorlardı. Onların, en azından şimdilik, bu amaçlarına ulaşamadıklarını söyleyebiliriz. Aptal ve siyasal vizyondan yoksun Türk burjuvazisinin temsilcileri baltayı bir kez daha taşa vurmuşlardır. Dolayısıyla bu bölümü noktalarken şunu söyleyebiliriz: AKP hükümeti ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıkları, “Kürt açılımı”, “demokratik açılım”, “milli birlik ve kardeşlik projesi” adlarıyla anılan girişimi başarılı bir biçimde yürütememiş ve tüm Osmanlıcı gevezeliklerine rağmen Türkiye’nin daha güçlü bir bölgesel aktör olmasının birinci önkoşulunu yerine getirememiş, yani Kürt-Türk sorununu çözme konusunda ciddi adımlar atamamışlardır.

Ama AKP hükümeti böyle davranmakla, kendi konumunu da risk altına sokmaktadır. “Kürt-Türk sorunu”nu çözmede başarısız kalmakla yetinmeyen, ama bunun ötesine geçerek Türk milliyetçiliğinin esas savunucusu pozuna bürünmeye çalışan AKP ve bağlaşıkları böyle davranmakla, ancak faşist ve şovenist çevrelerin küstahlık ve cesaretlerini arttırmalarına katkıda bulunmaktadırlar. Askeri-bürokratik kliğin mensuplarından Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun, Balıkesir Barosu’nun kuruluşunun 90. yıl dönümü etkinlikleri kapsamında düzenlenen “Hukuk Devletinde Yargı Bağımsızlığı” konferansında yaptığı konuşmada,

“Laik demokratik Cumhuriyet aleyhine eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmiş bir iktidarın ne reform yapmaya, ne de anayasa değişikliği yapmaya hakkı yoktur. Olmamalıdır”[47] diyebilmesi, AKP hükümetinin Balyoz Planıyla açığa çıkan darbe hazırlıklarının sorumlularına karşı harekete geçmemesi, bu ürkek ve kararsız tutumun en son örnekleridir. İhsan Dağı şu söylediklerinde tümüyle haklıdır:

“Bu ‘balyoz’ kime? Cevabı belli. Balyoz’un hedefi tıpkı, Sarıkız, Ayışığı, Eldiven gibi diğer darbe hazırlıkları ile ıslak imzalı ve kafesli eylem planları gibi Meclis çoğunluğu ve hükümetiyle AK Parti…

“AK Parti halktan aldığı emanete ihanet etmek niyetinde değilse bu ülkede ‘darbe’ kelimesini lügatlerden çıkaracak icraatlara imza atmak zorundadır. İktidarının yedinci yılında memlekette hâlâ yeni cuntaların ve komploların örgütlenebiliyor olması, eski cuntacıların korunabiliyor olması AK Parti hükümeti için bir zuldür…

“Bu işleri çözmezseniz gelecek seçimlerde millete diyecek hiçbir sözünüz kalmaz. Halkın yarısının oyunu alıp hâlâ darbe tehditlerini savuşturamayan bir hükümet tarihe ve halkına karşı mesûl kalır. Halkın bir daha % 47 oyla destek vereceği demokrat bir hareket de ancak elli yıl sonra çıkar. ‘Uzlaşalım, iktidarı paylaşalım’ yaklaşımıyla sadece kendinizi inkâr etmezsiniz, halkın da umudunu tüketirsiniz. Halk, ‘% 47 oy aldılar, bunlar bile yapamadı. Bu iş olmaz. En iyisi mi kim güçlüyse o yönetsin bu ülkeyi’ noktasına gelir.”[48]

Öcalan’ın Tezleri ve “Açılım”a İlişkin Devrimci Tutum

Ortadoğu’da olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfının, Kürt halkının vb. baş düşmanları hala ABD-İsrail-Britanya ekseni ve onların yerli bağlaşıkları ve uşaklarıdır; bu güçler statükonun muhafazasından, Türkiye’nin bu neo-faşist eksene bağlı kalmasından ve bir Kürt-Türk çatışmasını kışkırtmaktan yanadırlar. Bu ekseni oluşturan güçler, Türkiye ve Ortadoğu ölçeğinde olduğu gibi dünya ölçeğinde de, Çin, Rusya, Hindistan gibi yükselen güçlere karşı, kendi hegemonyalarının yansıması olan ekonomik, siyasal, askeri vb. statükoyu korumaya çalışmakta ve bu amaçla emperyalist savaşları, beyaz terörü, askeri darbeleri ve gerici iç savaşları kışkırtmaktadırlar. Bush kliğinin başlattığı ve halihazırda İslam ülkeleri ve halklarını hedef alan “teröre karşı küresel savaş” stratejisinin özü tam da budur.

Evet, Kürt halkının siyasal temsilcilerinin ve devrimci ve demokratik güçlerin; AKP hükümetinin ve onun devlet içindeki bağlaşıklarının “açılım” girişimine kuşkuyla yaklaşmaları, “açılım”ın mimarlarının kaypak, ikiyüzlü, sahte tutumlarını, anti-demokratik, gerici ve milliyetçi uygulamalarını sergilemeleri ve suçlamaları tamamen haklı ve meşrudur. Ancak bu haklı tepki, siyasal konjonktürü yanlış okumaya ve AKP ve bağlaşıklarının konumuyla statükoyu muhafaza etmekten yana olan şovenist ve faşist güçlerin konumunu aynılaştırmaya götüremez ve götürmemelidir. AKP hükümetinin ve onun bağlaşıklarının ikiyüzlü tutumları, yalpalamaları ve karşı-devrimci demagoji ve manevraları bu gerçeği unutturamaz, unutturmamalıdır. Devrimci ve demokratik güçler bugünkü somut koşullar altında, Türk egemen sınıflarının bu iki gerici kampından herhangi birinin yanında yer almaktan kaçınmalı, kitlelerin karşısına kendi bağımsız anti-emperyalist, demokratik ve anti-şovenist platformlarıyla çıkmalı, ancak ABD-İsrail-Britanya ekseninin ve bu eksenin ülke içindeki askeri ve sivil uzantılarının esas ve en tehlikeli düşman olduğu gerçeğinin üstünün örtülmesine de izin vermemelidirler. Bir başka anlatımla, devrimci ve demokratik güçler stratejik planda her iki gerici kampa da karşı çıkmalı, ancak taktiksel planda öncelikle statükoyu muhafaza etmekten yana olan şovenist ve faşist güçleri hedef almalıdırlar.

Türk gericiliğinin İttihat ve Terakki Cemiyetinden bu yana değişik milliyetlerden işçi sınıfına, Kürt halkı da içinde olmak üzere Türk-olmayan halklara, komünist, devrimci ve demokratik güçlere vb. karşı işlediği sayısız suç ve cinayetin esas sorumlusu, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerinin mimarı TSK’ve Türk Genelkurmayı ve onların bir uzantısından başka bir şey olmayan Kontrgerilla / Özel Harp Dairesi / Seferberlik Tetkik Kurulu olarak bilinen “derin devlet” örgütleridir. Dolayısıyla, bazı PKK sözcülerinin ve onların her dediğini onaylamayı Kürt halkıyla dayanışmanın gereği sanan ve herkesi de buna inanmaya zorlayan bazı Türk devrimci ve demokratlarının yaptığı gibi, AKP hükümetinin ve burjuva yargı erkinin bu örgütlere yönelik soruşturma girişimlerini, önemsiz ve anlamsız bir olay gibi göstermek ya da gericiliğin iki kanadı arasında geçen ve devrimci ve demokratik güçleri ilgilendirmeyen bir sürtüşme ya da kapışma olarak görmek ve göstermek, görünüşte “sol”, ancak özünde sağ bir tutumdur ve tamamen yanlıştır. Örneğin A. Öcalan, Mustafa Kemal’i Anadolu halklarına karşı işlediği suçlardan ötürü bir kez daha aklamaya çalıştığı 8 Ocak 2010 tarihli görüşme notunda şöyle diyordu:

Kozmik oda bir görüntüdür. Bunun gerisine, arka planına bakmak gerekir. AKP tek başına yapmıyor, Erdoğan-Başbuğ ittifakı var, arkalarında ABD var.”[49] Öcalan 22 Ocak 2010 tarihli görüşme notunda ise daha da ileri gidiyor. O burada İmralı’nın, TSK’nin ya da onun bir fraksiyonunun denetimi altında olduğunu çok iyi bildiği halde, kendisine karşı uygulanan bazı kısıtlamalardan ötürü sadece AKP’yi suçlamakta ve Kürt halkına karşı yürütülen tasfiye planlarını ise askeri kliğin adını anmaksızın ve şu sözlerle sadece, “faşist” olarak nitelediği AKP’nin hanesine yazmaktaydı:

“İşte AKP’nin zihniyeti budur. Ben tasfiye tanımını o yüzden yaptım. Faşist zihniyet, faşizm budur. Bunların bu zihniyetinin görülmesi, anlaşılması gerekiyor. Herkesin de bu konuda uyanık olması gerekiyor. Halkımızın bunları iyi görmesi gerekiyor. Bunlara oylarını bile çok görmelidir. Kürtler kendi birliklerini sağlamalıdırlar. AKP’nin oyunlarına gelmemelidirler. İşte AKP Kürtleri aç bırakarak ardından bölgeye yardım, kredi şeklinde ‘yatırımlar’ adı altında Kürtleri kendilerine bağlamaya çalışıyor. Kürtler bunlara tenezzül etmemelidir, bu tür oyunlara gelmemelidir…

“Daha önce de belirttim CHP ve MHP’nin ulusalcı-milliyetçi-katliamcı yönünü gösterip ‘bak bunlar gelirse sizi öldürürler, size yaşam şansı bile tanımazlar’ diyerek, bu tehditleri bize gösterip, ‘AKP’ye razı olun’ diyorlar. Açıkça Baykal-Bahçeli eliyle ölümü gösterip kendileriyle sıtmaya razı etmeye çalışıyorlar. Bizim önümüze konulan konsept budur; ölümü gösterip sıtmaya razı olun diyorlar. Bu ulusalcı-milliyetçi yaklaşımla Sünni-siyasal İslamcı yaklaşım arasında bir fark yok. Geçmişte uygulanan ulusalcı-milliyetçi faşizmdi. Şimdi AKP eliyle uygulanan ise Sünni-siyasal İslamcı faşizmdir. Halkımız için de durum budur. Kürtler, halkımız geçmişte ulusalcı-milliyetçi politikalarla kandırılıp yönetiliyordu, oyları alınıyordu. Şimdi ise AKP eliyle Sünni-siyasal İslamcı politikalarla kandırılmaya çalışılıyor. Biliyorsunuz Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünni’dir. AKP de bu kimliği kullanıp halkımızı bu yönüyle sömürmeye çalışıyor…”[50]

Burada tarihin bir yinelenmesiyle ya da tarihsel bellek yoksunluğunun bir başka örneğiyle karşı karşıya gibiyiz. 1960’ların genç ve Marksizm-Leninizmi kavrayış düzeyi son derece yüzeysel olan Türkiye devrimci hareketi siyasal gericiliğin esas odağının, başında Süleyman Demirel’in bulunduğu Adalet Partisi olduğu kanısındaydı. Bu kanının oluşumunda, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin işçi sınıfı ve halk hareketinin ve sol hareketin gelişmesi için elverişli bir ortam yaratmış olmasının yanısıra, devrimci gençlik hareketinin Mihri Belli gibi ideolojik ve siyasal önderlerinin pro-Kemalist yaklaşımının etkisi altında olması, belirleyici rol oynamışlardı. Bu kanının etkilerinin silinmesi için Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı, halkları ve devrimci hareketinin 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin acı deneyimlerini ve Kürt halkına karşı yürütülen ve onbinlerce insanın canına mal olan “kirli savaşı” vb. yaşaması gerekti. O günün koşullarında da yanlış olan, ama bir ölçüde mazur görülebilecek bu hatanın İslami gericiliğe karşı savaşım gerekçesiyle kırk yıllık bir aradan sonra bugün yinelenmesi ve yeniden hortlatılması asla mazur görülemez. Dahası böyle bir bakış açısı insanı, niyetinden bağımsız olarak esas düşmanı AKP olarak gören “İşçi” Partisi, Türkiye “Komünist” Partisi gibi sosyal-şoven gruplara yaklaştırma tehlikesini taşır.

Dolayısıyla, A. Öcalan’ın, gerek 15 Ağustos 1984 öncesinde ve gerekse bu tarihten sonra ve hepsinden önemlisi 1990’larda Kürt halkına ve ulusal kurtuluş hareketine karşı sürdürülmüş olan ve onbinlerce insanın ölümüne, binlerce köy ve mezranın yakılmasına ve/ ya da boşaltılmasına, milyonlarca insanın evlerinden ve köylerinden kovulmalarına yol açan “kirli savaş”ın esas mimarları ve sorumlularını bir biçimde aklayan yukardaki yaklaşımın iler tutar bir yanı yoktur. Kürt halkının ve onun siyasal öncülerinin en fazla, askeri kliğin yönlendirdiği Kontrgerilla-JİTEM-Özel Tim-Korucu teröründen acı çekmiş olduğunu unutmamasını dileyelim.

Bir kez daha yinelemek gerekirse, PKK da içinde olmak üzere, devrimci ve demokratik güçlere düşen, bu iki gerici kamp arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalarda tarafsız kalmamak; tersine bu anlaşmazlıktan yararlanarak Türk generallerinin onyıllardır işlemiş ve işlemekte olduğu ağır suçların tümünün sergilenmesini, açıklanmasını sağlamak ve bu suçların sorumlularının kamu vicdanında mahkum edilmeleri ve cezalandırılmaları için sesini yükseltmek, çaba harcamak ve özellikle de kitleleri bu taleplerle seferber etmektir.

Stratejik düzeyde devrimci ve demokratik güçlerin neden, AKP ve bağlaşıkları da içinde olmak üzere her iki gerici kampa da karşı oldukları, olmaları gerektiği bellidir. Kürt “açılım”ının mimarları, bazı reform kırıntıları karşılığında, Kürt halkının tümünü koruculaştırmaya çalışmaktadırlar. Onlar, bazı sınırlı ödünler karşılığında Kürt halkını kendi sadık uşakları ve askerleri haline getirmeyi kuruyorlar. Gerçekleşmesi halinde böyle bir “çözüm” bir süreliğine de olsa bir Kürt-Türk çatışmasına doğru gidişi durduracak ve Türk şovenizmini geriletecek, ancak Türk büyük burjuvazisiyle Kürt büyük burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri arasında Kürt ve Türk işçilerine ve kent ve kır yoksullarına karşı birincisinin hegemonyası altında karşı-devrimci bir bağlaşmanın oluşturulmasının yolunu açacaktır. Aslına bakılacak olursa A. Öcalan, bu formülasyonu uzun yıllardır dile getirmekte ve ısrarlı ve tutarlı bir biçimde savunmaktadır. O, en azından 1999’dan bu yana yaptığı savunmalarda ve kaleme aldığı çok sayıda yazıda bu görüşlerini yinelemiş ve Balkanlar’da ve Ortadoğu’da daha büyük, daha güçlü ve daha etkili bir Türkiye’nin kurulabilmesi için PKK’nın ve Kürt halkının Türk burjuva devletine destek verebileceğini, payanda olabileceğini anlatıp durmuştur. Öcalan bu tezini muhataplarına kabul ettirebilmek için, Anadolu’nun kapılarını açan Selçuklu Sultanı Alpaslan’a, Anadolu Alevilerini kıyımdan geçiren Yavuz Sultan Selim’e, Hamidiye Alayları’nın elleri Ermeni halkının kanıyla lekeli hamisi II. Abdülhamit’e ve elleri Kürt halkının kanıyla lekeli Mustafa Kemal’e bile sahip çıkmayı göze almakta, adeta bir Osmanlı-Türk milliyetçisi gibi konuşabilmektedir. Örneğin o, Devlet Güvenlik Mahkemesinde Mayıs-Haziran 1999’da yapılan yargılaması öncesinde hazırladığı Savunma ve Esasa İlişkin Savunma başlıklı metinlerde sözde barış ve sözde demokratik birlik yoluyla Kürt sorununu çözdüğünde Türkiye’nin “bölgenin güçlü ve lider ülkesi olacağını, “PKK’nın askeri savaş olanakları”nın “Türkiye’nin hizmetine girece”ğini şu sözlerle ileri sürüyordu:

“Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu çözümlendiğinde Türkiye’nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir. Ortadoğu’da liderlik dönemi Orta Asya’dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma anlamına gelecektir. Demokratik sistemin çözüm gücü, başta barış olmak üzere, birçok çelişki ve sorun olan bu bölgelere haklı bir müdahale ve desteğin verilmesi ve istenmesine de yol açacaktır.”[51]

“İçte ve dışta PKK’nin askeri savaş olanakları çözümle birlikte Türkiye’nin hizmetine girecektir… Kürtlerin Demokratik Cumhuriyet’le bütünleşmesi geliştikçe bu askeri anlamda da karşı tehditten stratejik bir güç kaynağına dönüşecektir. Çözüm bu büyük fırsatı sunuyor. Geleceğe en büyük stratejik yatırım oluyor.”[52]

Öcalan, 23 ve 24 Ağustos 2003 tarihlerinde yayımlanan değerlendirme ve mesajlarında şunları söyleyecekti:

“Ben kendi modelime ‘Büyük Demokratik Çözüm’ diyorum. ABD ve AB’yi aşarak yükselme modeli diyorum. Türkiye aydınlarına şu çağrıyı yapmak istiyorum: 1071’de Alparslan Silvan’da Kürtlerle ilişkiyi nasıl düzenlediyse, 1516’da Yavuz –egemen temelde de olsa– nasıl Kürtlerle ilişki düzenlemişse, 1920’lerde Mustafa Kemal Kürtlerle nasıl ilişki düzenlemişse; günümüz için de Türk aydınları, Kürtlerle ilişkiyi bunlar gibi düşünmelidir. Başbakana da bir çağrı yapıyorum… Allah’ına ve peygamberine bağlıysan Kürt kardeşlerine doğru yaklaş diyorum. Genelkurmay’a da çağrı yapıyorum. Soruşturmada bir temsilcileri ‘sorunun çözümünü ABD, Avrupa’ya bırakmayalım, kendi aramızda halledelim’ demişti. Doğrudur. Ben de diyorum ki kendi aramızda halledelim. Genelkurmay’ı da buna çağırıyorum.”[53]

Öcalan’ın daha sonraki yıllarda ve günümüzde söyledikleri de bu alıntılarda dile getirilen görüşlerle çakışmaktadır. Örneğin o, 28 Aralık 2007’de şöyle diyordu:

“Bunların Yavuz kadar da mı, M. Kemal kadar da mı, Abdülhamit kadar da mı akılları yok, onlara da mı bakmıyorlar. Yavuz Sultan Selim Ortadoğu’ya 1517’de Kürtlerle anlaşarak açıldı. M. Kemal 1920’lerde bağımsızlığın Kürtlerle ittifaktan geçtiğini gördü. O dönem Kürtler ve Türkler eşit durumdaydı. Kürt-Türk ilişkilerinde böylesi bir yaklaşımın sorunu çözeceğini, büyük kazandıracağını görmek gerekiyor. Aslında Anadolu’ya Türklerin girişinde Alparslan Silvan’da Mervani Kürt Devleti’nin kalıntıları olan Kürt aşiretleriyle buluşarak, Ahlat’a gelerek Türkmenlerin bir kısmını yanına alarak Malazgirt’te Türklerin Anadolu’ya girişini sağlamıştır. Hatta Osmanlı’nın son dönemlerinde Abdülhamit, Osmanlı’nın dağılmaması için Kürtlere yaslanmak istemiştir. O dönem Hamidiye Alayları kuruldu, Abdülhamit de Kürtlere yaslanmak istedi, ilişkinin özü budur. Şimdi yeniden Kürt-Türk ilişkilerini bu bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor.”[54]

Öcalan’ın, “yeni-Osmanlıcı” bir politikayı yıllar öncesinden bu yana savunduğunu gösteren bu alıntılar, onun “Demokratik Cumhuriyet”e ilişkin tezlerinin gerçek niteliğini gözler önüne sermektedir. Türk egemen sınıflarının ve Türk Genelkurmayının özüne hiçbir biçimde itiraz etmeyeceği bu tezler, Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyet projesinin ve tabii AKP ve bağlaşıklarının “yeni-Osmanlıcı” dış politikasının önünde sonunda barış ve demokrasiye değil, savaş, yayılmacılık ve militarizme götüreceğini kanıtlamaktadır. Demokratizm ya da barış yanlılığı adına böylesi görüşlerin stratejik düzeyde hiçbir biçimde savunulamayacağı açıktır.

A. Öcalan bu tezleri yıllardır, PKK yönetiminden –ve ne yazık ki bilebildiğim kadarıyla devrimci çevrelerden de– herhangi bir ciddi itirazla karşılaşmaksızın savunmaktadır. Ama gerek Öcalan ve gerekse PKK yöneticileri ve sempatizanları bu konumlarına rağmen Türk burjuva devletinin PKK’yı tasfiye etmek istediğini ileri sürebiliyor ve buna karşı seslerini yükseltebiliyorlar. (Yukarda sunmuş olduğum alıntılardan da anlaşılabileceği gibi, Türkiye devrimci hareketinin öğelerinden büyük çoğunluğu da bu görüşü paylaşmaktadır.) Örneğin Öcalan, “Asıl amaçları DTP’yi tasfiye etmektir” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Bu bir tasfiye sürecidir. İşte bütün bunlar gerçekleştirildikten sonra ben de burada tasfiye edilip yerime yeni bir Öcalan koymaya çalışacaklar! Öcalan ismini böyle kullanacaklar. İşte DTP‘nin başına getirilmeye çalışılanlar görülüyor. DTP‘nin üzerine giderek, köşeye sıkıştırarak kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlar. DTP‘yi örgütsüzleştirerek, eğitimsiz bırakarak da kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Bu tasfiyeci yaklaşım iyi görülmelidir. Bu durumun doğru değerlendirilmesi gerektiğini, bu durumun tehlikeli olduğunu ve beraberinde bitişi getireceğini iyi tahlil etmeleri gerektiğini daha öncede değerlendirdim. Tasfiyeci eğilim böyle çalışmaktadır. Hemen her yöntemi kullanarak yaratılmak istenen siyasi boşluğu da, işte kaçanlarla, kendilerine bağlı Kürtlerle doldurmaya çalışacaklar. Talabani ve Barzani de kullanılarak PKK köşeye sıkıştırılacak ve tasfiye edilmeye çalışılacak.”[55]

Bu arada okurlara A. Öcalan’ın, yakalanmasından yıllar önce, sadece Kürdistan’ın değil, temel devrimci görevin iktidardaki büyük burjuvazinin işçi sınıfının önderliğindeki bir devrimle yıkılması olan Türkiye’nin sorunlarının da “barışçı” yoldan çözümünü olanaklı görmekte ve bunu öğütlemekte olduğunu anımsatmak isterim. O, Ağustos 1996’da, 15 Ağustos atılımının 12. yıldönümünde yaptığı bir konuşmada aynen şöyle diyordu:

“Başta ulusal sorun olmak üzere Türkiye’nin birçok ekonomik, demokratik, sosyal, kültürel sorunlarına barışçıl, siyasal çözümü öngörme istemimizi her zaman dile getirmemize rağmen, özel savaşın daha da geliştirilmiş biçimleriyle üzerimize gelinmesi… durumu sözkonusudur.”[56] Devam edelim.

Öcalan ve izleyicilerinin, Alpaslan, Yavuz Sultan Selim, Mustafa Kemal dönemlerini örnek göstererek yeni bir gerici Türk-Kürt bağlaşması ya da işbirliğini savunmalarının ardından, AKP hükümetinin ve Türk burjuva devletinin PKK’yı tasfiye etmek istediğini ileri sürmeleri ve bundan yakınmaları ise en hafif bir anlatımla tutarsızlıktan ve abesle iştigalden başka bir şey değildir. Kürt ulusal sorununda tasfiyeciliği kabaca,

a) Kürt halkının Türk halkıyla eşitliğinin reddi, Türk ulusunun ayrıcalıklarının savunulması ve meşru gösterilmesi ve Kürt ulusunun ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkının reddi,

b) Kürt halkının devrimci dinamizminin ve siyasal-askeri potansiyelinin Türk gericiliğinin emperyal emellerinin hizmetine sunulması,

c) Türk gericiliğinin, en azından Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana Kürt halkına karşı işlemiş olduğu cinayet ve insanlık suçlarını ve gerçekleştirdiği katliamları unutmak ve bağışlamak olarak özetleyebiliriz. Bu tasfiyeci programın KİM TARAFINDAN ya da KİMİN YARDIMIYLA (PKK ve onun legal uzantısı/ ortağı olan bir örgüt ya da PKK’ya karşıt bir Kürt örgütü) yaşama geçirileceği son çözümlemede Kürt halkının ulusal ve demokratik çıkar ve özlemleri bakımından hiçbir önem taşımaz. Her iki durumda da, Kürt halkı göstermelik bazı ödünler karşılığında ulusal ve demokratik haklarından yoksun bırakılacak ve Türk burjuvazisi ve gericiliğinin Kürt işçi ve emekçileri üzerindeki boyunduruğu sürecektir. Dolayısıyla A. Öcalan’ın ve PKK yönetiminin bir yandan, yukarda bir ölçüde ayrıntılarını verdiğim tasfiyeci planı savunurken bir yandan da PKK’nın tasfiyesinden yakınmalarının savunulabilecek ya da meşru gösterilebilecek hiçbir yanı yoktur ve olamaz. Bu olsa olsa, “Evet, biz Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşımının ve gerillanın tasfiye edilmesinden yanayız; ancak Türk devleti bu tasfiye işlemini bizimle, yani PKK ve onun yönetimiyle elele yapmalıdır. Bu tasfiye operasyonunun beri tarafında başka Kürtler değil biz bulunmalıyız” demek anlamına gelir. Çok acı çekmiş bulunan Kürt halkının yoğun bir barış özlemi içinde olması anlaşılabilir; PKK’ya ve A. Öcalan’a, eleştirellik öğesinden yoksun bir bağlılık içinde olan bu halkın, tarihsel bakımdan kısa sayılabilecek bir süre için böylesi bir tasfiyeci-teslimiyetçi rotaya itiraz etmeyecekleri de tahmin edilebilir. Ama karşımızda, binlerce ve onbinlerce yiğit kızlarını ve oğullarını ulusal kurtuluş davası için kurban vermiş olan bir halk var. Bu halkın siyasal bakımdan ileri kesimlerinin en azından orta erimde bu pespaye “kazanımlar”la yetinebilecekleri, daha da kötüsü Kürt halkının devrimci dinamizmi ve potansiyelinin, Türk gericiliğinin emperyal amaçları için kullanılmasına rıza gösterecekleri düşünülemez.

Öcalan’ın dile getirdiği bu görüşlerle Başbakan R. T. Erdoğan’ın “açılım”ı pazarlamak için yaptığı konuşmalarda dile getirdiği görüşler arasındaki paralelliği görmek hiç de zor olmasa gerek. Örneğin, bu yazının başında sunduğum bir alıntıda Erdoğan, adeta Öcalan’a göndermede bulunarak şunları söylüyordu:

“On binlerce insanımız hayatını kaybetmeden, on binlercesi yaralanmadan, yüz binlercesi mağdur olmadan bu mesele suhuletle çözülmüş olsaydı, bugün Türkiye nerede olurdu?..

“Selahaddin Eyyubi’nin sancağı altında, Kudüs’ü fethederek, orayı bir barış ve huzur şehrine çeviren ordunun neferleri biz değil miydik?

“Çaldıran’da, Yavuz Sultan Selim’in ordusunda birbirine kardeş olan biz değil miydik?

“Yemen’de, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Kut-ül Amare’de vatan topraklarını birlikte savunan, birlikte şehit olan, birlikte gazi olan biz değil miydik?

“Kurtuluş Savaşı’nın kahraman evlatları hep birlikte biz değil miyiz? Cumhuriyeti kuran ve ortak idealler, ortak hedefler doğrultusunda yüceltenler bizler değil miyiz?”[57]

“Barış”, “birlik”, “kardeşlik” türünden kavramların kullanıldığı her yerde bazı soruların sorulması ve yanıtlarının, hem de dosdoğru bir biçimde ve sağa sola bükmeden verilmesi gerekmektedir. Bundan neredeyse 11 yıl önce, yani Temmuz 1999’da PKK Başkanlık Konseyi’ni eleştirdiğim bir yazımda şunları belirtmiştim:

“Nasıl, bir hastalığın doğru tedavisinin yapılması için öncelikle onun doğru bir teşhisinin yapılması zorunluysa, aynı şekilde siyasal ve toplumsal bir sorunun doğru çözümü için de öncelikle sorunun kendisinin doğru formüle edilmesi zorunludur. O halde, şu belirleyici ve yaşamsal soruların yanıtının, hem de dosdoğru verilmesi zorunludur:

“Kimin kiminle kardeşliği?

“Kimin kiminle birliği?

“Kimin kiminle barışı?

“Bu soruları şöyle de formüle edebilir ve Başkanlık Konseyi’ne şunları sorabiliriz: ‘Demokratik cumhuriyetten, kardeşlikten, birlikten ve barıştan söz ediyorsunuz? Ama kimin kiminle kuracağı bir demokratik cumhuriyetten, kimin kiminle kardeşliğinden, birliğinden ve barışından söz ediyorsunuz? Bu kardeşlik, birlik ve barışın taraflarından biri Kürt halkıdır. Peki diğer tarafta kim durmaktadır? Kürt halkına kiminle kardeşlik, birlik ve barış yapması ve ortak bir demokratik cumhuriyet kurması önerilmektedir?’

“A. Öcalan’ın ve duraksamalı bir biçimde de olsa Başkanlık Konseyi’nin bu temel soruya verdiği yanıt bellidir. Onlar, Kürt halkının Türk egemen sınıflarıyla ortak bir demokratik cumhuriyet (?) içinde birleşmesini istemektedirler; yani onlar, Kürt halkını kendi cellatları, işkencecileri ve gardiyanlarıyla; Türk Kontrgerillası, polisi, büyük sermayesi, burjuva partileri ve hepsinin has temsilcisi Türk Genelkurmayıyla kardeşlik, birlik ve barışa çağırmaktadırlar. Kürt halkını bu güçlerle ‘kardeşlik, birlik ve barış’a çağırmak ne demektir? Bu, ona ebedi köleliği önermek, ona ihanet etmek, onu aldatmak ve onun düşmanlarının hizmetine girmek demektir. Dahası bu, Türk işçi sınıfı ve halkına karşı da Türk egemen sınıflarının saflarında yer almak anlamına gelir.

“Çağımızda emperyalistler ve onların uzantısı konumundaki işbirlikçi burjuva sınıflar, her türden gericiliğin, yani faşizmin, saldırgan savaşların, beyaz terörün, ulusal zulmün, ırkçılığın, militarizmin vb. başta gelen dayanakları ve kaynaklarıdırlar. Genel olarak barış ve demokrasi davası, ancak bu güçlerin devrimle yıkılması ve ezilmesi yoluyla zafere ulaşabilir. Gelişen devrimci yığın savaşımının onlara çok ağır darbeler indirerek onları geriletmesi sayesinde de ezilen yığınlar ve sınıflar bazı mevziler kazanabilirler. Ama bunun ötesine geçemezler. Bağrındaki uzlaşmaz sınıf çelişmeleri, kapitalist toplumda kalıcı bir barışı olanaksız kılar; en demokratik burjuva cumhuriyeti bile son çözümlemede burjuvazinin işçiler ve diğer sömürülen sınıflar üzerindeki diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Bu olgular, aşağıda da değineceğimiz gibi, kalıcı bir barışın ve en geniş demokrasinin, ancak kapitalizme ve giderek her türlü sınıf egemenliğine son vermeyi hedefleyen ve sosyalizmin inşasının yolunu açacak olan proleter devrimiyle gerçekleşebileceğini göstermektedir. Türkiye de içinde olmak üzere hiçbir yerde ve hiçbir zaman, gerici egemen sınıflar, ezilen ve sömürülen yığınlara barış ve demokrasi bağışlamamışlardır. Bu, A. Öcalan’ın önünde secdeye geldiği ve hayranlığını dile getirdiği Batı’nın ‘demokratik uygarlığı’ için de bütünüyle geçerlidir.”[58]

Ne var ki bunun böyle olması, yukarda da söylemiş olduğum gibi, devrimci ve demokratik güçlerin, taktiksel düzeyde her iki kampı eşit ölçüde hedef almasını haklı kılmaz. Bir paradoks gibi gözükse de, tezlerinin stratejik düzeydeki gerici ve tasfiyeci niteliğine rağmen bugünkü somut koşullarda A. Öcalan’ın öneri ve taleplerinin yaşama geçirilmesi, Kürt ve Türk halkları bakımından taktiksel düzeyde ileriye doğru bir adım atılması anlamına gelecektir. AKP hükümetinin önderlik ettiği Kürt “açılımı” projesiyle önemli ölçüde çakışan bu taleplerin yaşama geçirilmesi ve Türkiye’ye dayatılmakta olan Kürt-Türk çatışması yöneliminin boşa çıkarılması, Türkiye, Kürdistan ve hatta Ortadoğu işçi sınıfı ve halkları açısından bazı yararlar sağlayacaktır. Bunları şöyle sayabilirim:

1) Türk halkına dayatılan militarist-şovenist ruh halinin ve şehit edebiyatı ve linç kültürünün zayıflaması,

2) Askeri kliğin nüfuzunun ve onun, terör ve provokasyon eylemleri gerçekleştirme olanaklarının azalması,

3) Kürt ve Türk işçileri ve sömürülen emekçilerinin ortak sınıfsal talepleri doğrultusunda birleşik örgütlenme ve anti-kapitalist savaşım yürütme olanaklarının artması,

4) Gerici/ faşist bir askeri darbe girişimi gerçekleştirmenin toplumsal zemininin zayıflaması,

5) ABD-İsrail-Britanya ekseninin Türkiye’yi İran, Suriye, Lübnan gibi ülkelere karşı girişilebilecekleri savaşlara çekebilme ya da bu savaşlara desteğini sağlama olanaklarının zayıflaması.

Bu hususların her biri de, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının sonal kurtuluşu, yani kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin inşası ve komünizme doğru ilerlemesi açısından büyük önem taşır. Militarist-şovenist ruh halinin sürmesi, askeri-bürokratik kliğin nüfuzunun muhafazası, ulusal çekişmelerin sınıf savaşımının önüne geçmesi, Türkiye’nin bir askeri diktatörlük ya da onun tehdidi altında yaşaması ya da gerici/ emperyalist savaşlara sürüklenmesi hep; değişik milliyetlerden işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin sınıf savaşımlarının gelişmesini köstekleyen ve onların bağımsız sınıfsal örgütlenmelerini güçleştiren faktörlerdir. Bu özellikle, ülkemizdeki köklü ve yaygın ulusal zulüm ve assimilasyon politikası için geçerlidir. Türk-olmayan halklara karşı düşmanlık ruh hali ve politikasının süregelmesi, Kürt-Türk çatışması potansiyelini ve siyasal gericiliği beslemekte ve güçlendirmektedir; o, gerçek bir demokratikleşmeyi olduğu gibi Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin sonal kurtuluşları için kapitalizme karşı verecekleri ya da vermeleri gereken sosyalizm savaşımını da geciktirmekte ve frenlemektedir. Stalin’in ulusal zulüm siyasetinden söz ederken söylediği gibi,

“Bu siyaset, nüfusun geniş katmanlarının dikkatini, toplumsal sorunlardan, sınıflar savaşımı sorunlarından, ulusal sorunlara, proletarya ile burjuvazinin ‘ortak’ sorunlarına çevirir. Ve bu da, ‘çıkarların uyumu’ yalanını yaymak için, proletarya sınıf çıkarlarına gölge düşürmek için, işçileri manevi bakımdan köleleştirmek için, elverişli bir alan yaratır. Böylece, tüm milliyetler işçilerinin birleşme işinin önüne ciddi bir engel dikilmiş olur.”[59]

Ancak, “açılım”ın sunduğu bu potansiyeli gerçeğe dönüştürmek, Türk burjuva devletinin bu kabuk değiştirme sürecinin sunduğu olanaklardan yararlanmak, büyük ölçüde devrimci ve demokratik güçlere bağlıdır. Başka bir yerde söylemiş olduğum gibi,

“Sorun, Kürt emekçilerinin yanısıra özellikle Türk işçi ve sömürülen emekçilerinin de kendi ivedi ve yakıcı talepleri temelinde bir kitlesel seferberliğe çekilip çekilemeyecekleri, Türk gericiliğini geri adım atmaya zorlamayı ve bir ‘devlet projesi’ olarak başlatılan bu ‘açılım’ı bir ‘halk projesi’ne dönüştürmeyi başarıp başaramayacaklarıdır. Türkiye devrimci hareketinin güçsüzlüğü ve daha da önemlisi doğru perspektif yoksunluğu ve güçlü bir kitlesel barış ve demokrasi hareketinin yokluğuyla nitelenen bugünkü koşullarda ‘açılım’ın, askeri-bürokratik kliğin ayrıcalık ve nüfuzunun azaltılması ve ülkenin rejiminin geri bir burjuva demokrasisine evrimi doğrultusunda bazı cılız adımların atılmasıyla sınırlı kalacağı açıktır.”[60]

 

 



[1] Adnan Fırat, 14 Aralık 2009’da Taraf gazetesinde yayınlanan “DTP’yi Eleştirmenin Dayanılmaz Hafifliği” adlı yazısında şu bilgiyi veriyordu:

“Kürtlerin büyük bir kısmının PKK’nin barışı istemediğine ikna edilmesi mümkün değil. Çünkü 1999-2005 yılları arasında yaklaşık 600 militanın öldürülmesine rağmen örgütün “tek taraflı ateşkes”te ısrarcı davrandığına Kürtler tanıklık etmiştir.” Öte yandan, Murat Karayılan’ın 26 Aralık 2009 tarihli söyleşisinde belirttiğine göre, Ocak-Kasım 2009 döneminde PKK’nın 13 Nisan’da bir çatışmasızlık kararı almasına rağmen, Türk ordusunun Kuzey Kürdistan’da giriştiği 216 kara ve Kuzey ve Güney Kürdistan’da giriştiği 49 hava operasyonunda toplam 94 gerilla ve 128 Türk askeri yaşamını yitirmişti.

[2] Bütün bunlara, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan’ın çok sayıda işadamıyla birlikte 30 Ekim 2009’da gerçekleştirdikleri ilk resmi Güney Kürdistan ziyareti sırasında Türkiye’nin Hewler’de ve Irak’ın diğer bazı kentlerinde konsolosluk açmasını ve Türkiye ile Güney Kürdistan arasındaki ekonomik ilişkilerin daha da geliştirilmesi yönünde karar alınmasını ekleyebiliriz.

[3] “Kandil İzlenimleri-II”, 5 Kasım 2009, gunayaslan.com.

[4] ABD, Ağustos 2010’a kadar Irak’taki askerlerinin sayısını 50,000’e indireceğini ve Aralık 2011’e kadar geriye kalan bu kuvvetlerin çoğunu çekeceğini açıklamış bulunuyor. (Bu rakamlar, sayısı yüzbinden fazla olan özel güvenlik güçlerini, yani paralı askerleri kapsamıyor.) Ancak, Pentagon’un Güney Kürdistan da içinde olmak üzere Irak’ta, bazıları küçük bir kent büyüklüğünde bir dizi kalıcı askeri üs inşa etmiş ve etmekte olduğu dikkate alındığında bu açıklamanın pek de güvenilir bir yanı olmadığı anlaşılır. En son bilgilere göre Güney Kürdistan’da, Kerkük petrol yataklarının yakınında Camp Renegade adında bir askeri üs ile Hewler ile Kerkük arasında ismi bilinmeyen bir başka askeri üs bulunmaktadır. ABD’nin, Güney Kürdistan’a yakın olan Musul bölgesinde ise El-Kayyare askeri üssü ile Musul Havaalanında Camp Marez adlı bir başka askeri üssü var.

ABD CENTCOM komutanı General David Petraeus 2009 yılı başlarında Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi önündeki konuşmasında şöyle diyordu:

“Arap yarımadasının, çıkarlarımız bakımından taşıdığı önem ve güvenliksizlik potansiyeli nedeniyle ABD’nin bu bölgeye büyük bir dikkat ve özen göstermesi gerekmektedir… Arap yarımadası ülkeleri bizim kilit ortaklarımızdır.” (Aktaran Nick Turse, “Out of Iraq into the Gulf”?/ “Irak’tan Körfez’e”, 23 Kasım 2009)

[5] Açılışı Ocak 2009’da yapılan ve Yeşil Bölgenin ortasında yer alan ABD’nin Irak’taki elçilik kompleksi, 420,000 metrekarelik alanıyla ve her türlü gereksinimi karşılayacak tesisleriyle küçük bir kenti andırmaktadır. 700 milyon dolara inşa edilen ve bir kaleyi andıran bu elçilik, ABD’nin halihazırdaki ikinci en büyük elçiliği olan Pekin elçiliğinden on kat ve New York’taki BM kompleksinden altı kat daha büyüktür. Öte yandan Washington 800 milyon dolarlık bir harcamayla, Pakistan’ın başkenti İslamabad’daki elçilik kompleksini Bağdat’taki benzerinin düzeyine getirecek biçimde genişletmektedir.

[6] Bak. “Wolfowitz: We will Completely Remove Kurdish Group from Northern Iraq”/ “Wolfowitz: Kürt Grubu Kuzey Irak’tan Tümüyle Uzaklaştıracağız”, Turkish Daily News, 1 Şubat 2004.

[7] Erdoğan, devlet başkanları ve başbakanlar düzeyinde yapılan BM “Güvenlik” Konseyi’ne katılmasının ardından ABD’deki Türklerle yaptığı bir toplantıda şöyle diyordu:

Nükleer silahların yayılmasını engellemeyi görüştük… Dileğimiz dünyamızın bu nükleer silah tehditlerinden, yayılmasından kurtulmasıdır. Tabii bunun başını da ilk beşin (ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa) çekmesi lazım. Çünkü, bu nasihati çekenler önce kendileri ilk adımı atacak ki dünya artık bu problemden kurtulsun. Bu nasihati çekme noktasında olanlar eğer bu adımı atmazlarsa, başkalarından bunu isteme hakkımız herhalde olmaz. Bunu bir şekilde başarmak gerekiyor. Bakınız ‘insan uyur ama ölüm uyumaz.’… Öyleyse bu nükleer silahların tehdidinden bir defa kurtulmamız gerekiyor. Ne zaman, ölümün kimi, nerede, nasıl bulacağı belli olmaz ve nükleer silahlarla insanlar sürekli bir tehdidin altında yaşamamalı. Eğer küresel barış istiyorsak, bunu da bu şekilde sağlamalıyız.” (“Erdoğan ABD’deki Türklerle Biraraya Geldi”, Hürriyet, 27 Eylül 2009, abç)

Erdoğan bu görüşlerini 8 Aralık 2009’da ABD’de, Johns Hopkins Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada da yineleyecekti:

“Ne bölgemizde, ne farklı bir yerde nükleer silah istiyoruz. Nükleer silahları ülkelerimizden atalım, temizleyelim. Bir başkasına ‘Nükleer silah yapma’ derken, sende varsa, söylediğinin tesiri olur mu? ‘Bal’ demekle ağız tatlanmaz. Önce kendi ülkenizde uygulayacaksınız. Biz İran’ın da nükleer silah elde etmesine karşıyız ama çevre ülkelerde de karşıyız. İsrail’de nükleer silah var.” (Aktaran Erdal Şafak, “Rusya’dan Sevgilerle”, Sabah, 13 Ocak 2010, altını çizen E.Ş.)

[8] AKP hükümetine ve Türk burjuva devletine “cesur” davranma ve daha farklı bir biçimde konuşma olanağını verenin, değişen güç dengeleri olduğunu göstermek için R. Tayyip Erdoğan’ın ve Abdullah Gül’ün bazı açıklamalarına kulak verebiliriz. Örneğin, ABD’nin Irak’a saldırısından önce, o sıralar sadece AKP Genel Başkanı sıfatını taşıyan R. Tayyip Erdoğan 4 Şubat 2003’te AKP grubunda bir konuşma yapmıştı. O bu konuşmada Bağdat’ın, barış için gereken adımları atmadığını ve “Bir liderin basiretsizliğinin bedelini, masum bir halkın ödeyeceği yeni bir olayla karşı karşıya” olunduğunu söylüyor, böylece ABD’nin saldırganlığını meşru gösterdikten sonra henüz çıkmamış olan savaşın ganimetinden pay kapma çağrısı yapıyordu:

“Devletlerin hayatında da verilecek zor kararlar ve alınacak riskler vardır… Artık vahim gelişmelerin çok yaklaştığı bir noktaya doğru gidilmektedir. Bütün olup bitenlerden sonra Türkiye yapabileceklerinin azamisini yapmış olmanın verdiği güvenle ülkesinin geleceğini düşünmelidir… Irak’taki yeni yapılanmada Türkiye’nin bu sürecin karar mekanizması içinde etkili şekilde yer alması gerekir… Hareketin başında eğer denklemin dışında kalırsak sonunda gelişmeleri yönlendirecek konumda olmak mümkün olmayabilir. Türkiye’nin güvenliği tehlikeye girebilir.” (Milliyet, 5 Şubat 2003)

“Darbe karşıtı” liberallerimizin gözdesi ve dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök de, Türkiye’nin yağma masasında yerini alması gerektiğini düşünenler arasındaydı. Fikret Bila, 30 Ağustos 2003 resepsiyonunda gazetecilerin sorularına verdiği yanıtlarda Org. Hilmi Özkök’ün, Irak’a asker göndermekten açık bir biçimde yana olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“Org. Özkök, fikrini anlatırken, yaşamdan benzetmeler yapmayı seviyor.

“Irak’a asker gönderme konusunu değerlendirirken de yine aynı yöntemi kullandı. Bu kez ‘Milli Piyango’ benzetmesi yaptı:

“ ‘Hiç olmama ile belki olur arasında çok büyük fark vardır. Sıfırı istediğiniz kadar katlayın sıfırdır. Sıfırla bir arası, bir ile iki arasına baktığınız zaman sıfırla bir arası çok büyüktür. Milli Piyango gibi. Bir şey almazsanız asla çıkmaz. Ama alırsanız belki çıkar. Bu da bir mantıktır dış ilişkilerde. Sıfır çok tehlikeli.’ ” (Milliyet, 1 Eylül 2003)

14 Mart 2006’da yayımlanan bir haberde ise Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine ve İran’a yönelik saldırı planlarına Türkiye’nin desteğini şu sözlerle itiraf ettiği belirtiliyordu:

“ ‘Irak’taki sorunla ilgili dünyada farklı eğilimler mevcuttu. Ancak İran ile ilgili bölünmüşlük yok, genel bir duruş var. Biz İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD ile birlikte hareket edeceğiz. Girişimlerimiz de sürecek. Ancak olumsuz bir tablo çıkarsa Türkiye, İran kapısını kapatmak zorunda kalacak…’

“BOP’u desteklediklerini ve projenin Türkiye’nin dış politika hedef ve ilkelerine uyduğunu savunan Bakan Gül, İslam ülkelerinde demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin geliştirilmesini ve tüm İslam dünyasına yayılmasını amaçladıklarını kaydetti.” (Nazif İflazoğlu, “Gül: BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz”, Radikal, 14 Mart 2006) Bugün BOP’ni ağzına bile almayan Türk burjuva devletinin İran’ın nükleer programı konusunda artık ABD’nin ağzıyla konuşmadığını, ABD’nin İran’a askeri müdahalesine karşı çıktığını ve “Türkiye-İran dostluğu”nu öne çıkardığını biliyoruz.

[9] Garbis Altınoğlu, “Böyle Buyurdu MİT: Emre Taner’in Açıklaması Üzerine”, 12-13 Ocak 2007 / koxuz.org

[10] ABD’nin toplam borcu 2000 yılında 6 trilyon dolardan 2007’de 9 trilyon dolara ve 2009’da 12 trilyon dolara yükseldi. Bu rakamın 3.5 trilyon doları, Çin ve Japonya başta gelmek üzere yabancı yatırımcılara ödenmesi gereken borçlardır. 2009 yılında 12 trilyon dolar olan borç miktarı, aynı tarihte 14.4 trilyon dolar olan ABD brüt yurtiçi gelirinin yüzde 83’üne erişmişti. Fox News’ın 7 Ekim 2009 tarihli haberine göre ise, ABD’nin 2008 mali yılında 459 milyar dolar olan bütçe açığı ise, 2009 mali yılında 1.4 trilyon doları aşmıştı. Bankaları ve finans kurumlarını desteklemek ve kurtarmak ve emperyalist savaşları ve Washington’un dünya jandarmalığını finanse etmek için yapılan harcamaların hızla şişirdiği ve gelecek kuşakların ödemesi gereken bu borç ve açıklar, ABD’nin yaklaşan çöküşünün habercileridir.

[11] Bak. Joseph Stiglitz ve Linda Bilmes, “Three Trillion Dollars May Be Too Low”/ “Üç Trilyon Dolar Rakamı Çok Düşük Olabilir”, 6 Nisan 2008.

[12] Amerikalı muhafazakar yazar Patrick J. Buchanan 28 Aralık 2009’da kaleme aldığı bir yazıda, ikinci Amerikan yüzyılı olması beklenen geçtiğimiz onyıl konusunda kötümserlerin haklı çıktığını belirttikten sonra şunları söylüyordu:

“Uluslararası Para Fonu’na göre ABD yüzyılın başında dünya brüt yurtiçi gelirinin yüzde 32’sini üretiyordu. Onyılın sonunda (dünya brüt yurtiçi gelirinin– G. A.) yüzde 24’ünü üretiyoruz. Çağımızda, merhum Sovyetler Birliği dışında hiçbir ulus, göreli gücünün bu denli büyük bir hızla düşüşüne tanık olmamıştır.

“Yüzyılın başında ABD’nin bir bütçe fazlası vardı. (2009’a geldiğimizde– G. A.) bütçe açığımız brüt yurtiçi gelirinin yüzde 10’unu buluyordu ve bu durum 2010’da da yinelenecek. Ekonomimiz 2000’de tam istihdam konumundayken bugün işgücümüzün yüzde 10’u işsiz konumunda ve (işçilerin– G. A.) bir diğer yüzde 7’si eksik istihdam konumunda ya da iş aramaktan vazgeçmiş durumda.

“Son on yılda ABD imalat sanayisinin tümündeki işlerin dörtte biri ila üçte biri yitirilmiştir…

“Dolar avro karşısında değerinin yarısını yitirmiştir. Bir zamanlar tükettiğinin yüzde 96’sını üreten ve tarihin kendi kendine en yeterli cumhuriyetlerinden biri olan ABD, mamul eşya ve onların karşılığını ödemek için gerekli borçlar için, tıpkı cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi başka uluslara bağımlıdır.”

[13] Bak. Ami Goldstein, “Rising poverty, widespread unemployment: America’s economic pain brings hunger pangs”/ “Artan yoksulluk, yaygın işsizlik: Amerika’nın ekonomik acıları açlık spazmlarına yol açıyor”, Washington Post, 17 Kasım 2009.

[14] David Brooks, The Tea Party Teens/ Çay Partisi Gençleri, New York Times, 4 Ocak 2010.

[15] Resmi rakamlara göre, 2009 yılında intihar ederek yaşamına son veren Amerikan askeri personeli sayısı Kasım ayı sonu itibariyle 334’tü. Gene resmi rakamlara göre aynı dönemde, Irak’taki çarpışmalarda ölen asker sayısı 150 ve Afganistan’daki çatışmalarda ölen asker sayısı ise 319’du. İntihar ederek yaşamına son veren her askere karşılık intihar girişiminde bulunan askerlerin sayısı beşi buluyordu. (Bak. James Cogan, “Suicide claims more US military lives than Afghan war/ İntiharlarlarda ölen ABD askerlerinin sayısı, Afgan savaşında ölenlerden daha fazla”, World Socialist Website, 6 Ocak 2010) CBS televizyon kanalının 2007’de yaptığı bir araştırma 20-24 yaş arası erkek savaş gazileri arasındaki intihar oranının, ulusal ortalamanın dört katını bulduğunu, yani yüzbinde 40’ın üstünde olduğunu ortaya koymuştu. Yapılan bir başka araştırma; askeri personelin yüzde 12’sinin tehlikeli düzeyde alkol ya da yasadışı ağrı kesici ilaçlar kullandığını gösteriyordu. Öte yandan yapılan araştırmalar, savaş gazilerinin yüzde 20 ila 30’unun, istikrarlı bir biçimde bir işte çalışmalarını, karşı cinsle ilişkilerini sürdürmelerini, tehlikeli madde kullanımı eğilimine direnmelerini ve bazı durumlarda yaşama iradelerini ayakta tutmalarını engelleyen Travma Sonrası Stres Bozukluğu (=PTSD) adı verilen psikolojik rahatsızlıklarla boğuşmak zorunda bıraktığını ortaya çıkarmıştır. Süregelen ekonomik kriz, işsizlik ve yoksullaşma koşullarında bu tür rahatsızlıkların daha da artacağı tartışma götürmez.

[16] Stryker McGuire, “Forget the Great in Britain”/ “Büyük Britanya’nın ‘Büyük’ünü Unut”, Newsweek, 17 Ağustos 2009.

[17] Geçtiğimiz günlerde yayınlanan istatistiklere göre ekonomisinin 2009 yılında yüzde 8.7 oranında büyümesi sonucunda Çin’in brüt yurtiçi geliri 4.9 trilyon dolara çıkmış, böylelikle Çin ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna gelmişti. Şubat 2010’da açıklanacak olan Japon ekonomisinin yüzde 6 daraldığını göstereceği tahmin ediliyor. 10 Ocak tarihli haberlerde ise Çin’in ilk kez Almanya’yı geçerek dünyanın en büyük ihracatçı ülkesi haline geldiği belirtiliyordu. 2009 yılı rakamlarına göre Çin’in ihracatı 1.2 trilyon dolar, Almanya’nın ihracatı ise 1.17 trilyon dolar oldu.

[18] Uluslararası Para Fonu’nun (=IMF) rakamlarına göre Türkiye 2008’de yaklaşık 730 milyar (729,983,000,000) ABD dolarını bulan brüt yurtiçi geliriyle (=ulusal gelir) dünyanın 17. büyük ekonomisiydi. Dünya Bankası’nın 2008 yılı rakamlarına göre ise gene dünyanın 17. büyük ekonomisi olan Türkiye’nin brüt yurtiçi geliri 794 milyar (794,228,000,000) ABD dolarıydı. Öte yandan AKP hükümetleri döneminde Türkiye ekonomisi uluslararası kapitalist sisteme daha büyük ölçüde entegre oldu. 2002-2008 yılları arasında Türkiye’nin ihracatının yüzde 366, ithalatının yüzde 392 ve dış ticaret hacmının yüzde 381 oranında büyümüş olması bunun en önemli göstergelerinden biridir.

[19] Kadir Has Üniversitesi ile Columbia Üniversitesi’nin ilgili bölümlerinin yaptığı ve Aralık 2009’da yayımlanan bir araştırmaya göre, 2007 yılı verileri Türkiye’nin en büyük dış yatırımcılarından olan ve aralarında ENKA ile Turkcell’in de bulunduğu 12 çokuluslu şirketin, 15.7 milyar dolarlık varlığa sahip olup, 12 milyar dolarlık dış satış yaptığını gösteriyordu. Aynı araştırmaya göre, 61 ülkede 248 bağlı kuruluş ve şube bulunduran ve yurtdışında 72,334 personel istihdam eden bu şirketlerin dörtte üçü Avrupa ülkelerine yatırım yapmış olmakla birlikte Afrika, Asya, ve Latin Amerika’ya doğru genişleme trendi içindeydiler. Bu rakamların, yurtdışında etkinlik gösteren ve sayıları giderek çoğalan binlerce küçük ve orta boy şirketi kapsamadığı unutulmamalıdır.

[20] İlyas Kamalov, “Türkiye ile Rusya Arasında ‘Enerji’k İşbirliği”, 6 Ağustos 2009.

[21] “TÜRKSAM Başkanı Bosfor’un Türk-Rus İlişkileri Üzerine Sorularını Yanıtladı”, 25 Ağustos 2009.

[22] “TÜSİAD’dan ‘uluslararası rol’ talebi”, 20 Mayıs 2008.

[23] Graham Fuller, “Türkiye Artık Bir Amerikan Müttefiği Değil”, Yeni Şafak, 30 Ekim 2008.

[24] Patrick Seale, “The Rise and Rise of Turkey”/ “Türkiye’nin Yükselişi”, New York Times, 4 Kasım 2009.

[25] Spengler, “When the cat’s away…”/ “Kedi ortalıkta yokken…”, Asia Times Online, 26 Kasım 2009.

[26]Meliha Okur, “Doğu Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi!..”, Sabah, 14 Ocak 2010.

[27] “Kızıl Tugaylar”ın 16 Mart 1978’de Roma’nın göbeğinde ve güpegündüz kurduğu bir pusuda beş silahlı muhafızını öldürüp kaçırdığı ve İtalyan polisinin bütün aramalarına rağmen bir türlü bulamadığı İtalya’nın eski başbakanlarından Aldo Moro’nun başına gelenler bunun tipik bir örneğidir. Hristyan Demokrat Parti’nin lideri olan, yeniden başbakanlık koltuğuna oturması beklenen ve muhalefetteki revizyonist İtalyan Komünist Partisi’nin hükümette yer almasını savunan Moro 55 gün süren bir tutsaklıktan sonra öldürülmüştü. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen hala tam olarak aydınlatılamamış olan bu cinayette İtalyan siyasetinin Francesco Cossiga ve Giulio Andreotti gibi öndegelen isimlerinin de sorumluluk taşıdığı biliniyor. Moro, başbakanlık koltuğunda oturduğu 1974 yılında ABD’ye yaptığı bir ziyaret sırasında ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger tarafından şu sözlerle uyarılmıştı:

“Ülkendeki bütün siyasal güçlerle doğrudan işbirliği yapma politikandan vazgeçmelisin… aksi takdirde bunun bedelini pahalıya ödersin.” (Arthur E. Rowse, “Gladio: The Secret U.S. War to Subvert Italian Democracy”/ “Gladio: ABD’nin İtalyan Demokrasisini Yıkma Amaçlı Gizli Savaşı”, Covert Action Quarterly, Aralık 1994)

[28] Bundan birkaç yıl önce Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un ABD’de, Amerikan-Türk Konseyi’nin (=ATC) yıllık toplantısı çerçevesinde düzenlenen öğle yemeğinde şöyle konuştuğu aktarılıyordu:

“Orgeneral Başbuğ, ‘İran teokratik bir rejim. Hiç kuşku yok ki her ülke kendi yönetimini seçmekte özgür. Ancak geçmişte İran, Türkiye dahil komşu ülkelere rejim ihracı peşindeydi. ABD ve diğer ülkelerle birlikte biz de İran’ın nükleer faaliyetlerini yakından izliyoruz. Türkiye, elinde nükleer silah bulunduran bir İran’ı hiçbir zaman hoş karşılamaz. Türkiye’nin Ortadoğu’daki politikası, nükleer silahsız bir bölgedir’ diye konuştu.

Orgeneral Başbuğ, bölgede bu probleme ‘barışçı çözüm’ bulunmasının önemine işaret etti ve bu çerçevede Türkiye’nin, İngiltere, Almanya, Fransa’nın İran’ın nükleer faaliyetleriyle ilgili girişimini desteklediğini hatırlattı. Orgeneral Başbuğ, nükleer silahlara sahip bir İran’ın, Türkiye için ‘önemli bir güvenlik riski’ oluşturduğunu söyledi.

Suriye ile geçmişte PKK terörü nedeniyle sorunlar yaşandığını, ancak yeni bir döneme girildiğini belirten Orgeneral Başbuğ, ‘Suriye, Irak’ta ABD’nin endişelerini giderecek bir tutum içine girmelidir’ dedi…

“Kafkaslar’da demokrasinin yayılmasının, önemli ölçüde ‘Türk-Amerikan işbirliğine’ dayandığını belirten Orgeneral Başbuğ, Azerbaycan ve Gürcistan’ın, bölgede Türkiye ve ABD’nin izlediği ‘ortak yaklaşımdan’ büyük ölçüde faydalandığını kaydetti…

“Türkiye’nin Irak’ta sağladığı katkılar konusuna değinen Başbuğ, Türkiye’den 5 bin sorti yapıldığını, 39 savaş uçağına acil durum inişi imkanı sağlandığını, Batman ve İncirlik’in kullanıldığını, havada yakıt ikmali için 2200 sorti daha yapıldığını anlattı.

Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin önemine değinen Başbuğ, Türkiye-İsrail işbirliğinin, bölgede İsrail’in pozisyonuna katkı sağladığını kaydetti.” (“Başbuğ’dan ABD’ye PKK Eleştirisi”, İnternet Haber, 6 Haziran 2005) Org. Hilmi Özkök ise genelkurmay başkanlığı görevini Org. Yaşar Büyükanıt’a devretmesi vesilesiyle yaptığı ve İsrail’in adını ağzına almadığı konuşmasında, İran’ın nükleer güç haline gelmesinin engellenmesi gerektiğini savunmuştu. O konuşmasında şöyle demişti:

“Kuzey Kore’den başlayıp Ortadoğu’ya uzanan eksen üzerindeki kitle imha silahlarına sahip veya sahip olduğu yönünde şüpheler yaratan ülkelerin varlığı, ülkemizin güvenliği için ciddi ve yön verici bir tehdit oluşturmaktadır. Bu sorun çözülemezse, ülke olarak yakın gelecekte önemli karar noktalarıyla karşılaşmamızın kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde bölgedeki stratejik üstünlüğümüzü kaybetmek durumuyla karşılaşırız.” (Milliyet, 29 Ağustos 2006)

[29]Yıllar önce, Hürriyet gazetesinin 21 Aralık 1998 tarihli sayısında yayımlanan Genelkurmay Başkanlığı kaynaklı bilgiye göre, Aralık 1998 itibariyle askerlik çağında olmasına rağmen mazeret bildirmeksizin askerlik hizmetini yerine getirmeyen veya askerliklerini erteletmek için şubelerine başvurmayan yükümlü sayısı 200,000’i, buna ek olarak yurtdışında yaşayıp da askerlik hizmetini yapmayanların sayısı ise 226,000’i buluyordu. Yani, asker kaçaklarının toplamı (426,000) TSK’nin kabaca 700,000 olan asker sayısının yüzde 60’ını geçiyordu.

30 Mayıs 2008’de ise gazeteler bu sayının 1 milyonu aştığını, yani TSK’nin asker sayısının 1.5 katına yaklaştığını bildiriyorlardı. Herhalde hiç kimse bunun, Türk şovenistlerinin ve militaristlerinin gurur duyacağı bir tablo olduğunu söyleyemez.

[30] Hasan Celal Güzel, “Osmanlı Milletler Topluluğu”, Radikal, 16 Mayıs 2008.

[31] İsmail Küçükkaya, Akşam, 19-20 Ağustos 2009.

[32]Bunun tek ve anlaşılabilir istisnasının, tam bir ambargo ve kuşatma altında bulunan, açlığa, yoksulluğa, ilaçsızlığa, işsizliğe ve evsizliğe mahkum edilen, Siyonist saldırganların askeri saldırıları karşısında hemen hemen savunmasız durumda olan Filistin ve özellikle Gazze halkı olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı egemenliği döneminde de Filistin halkı bir ulusal baskı altında bulunmakla birlikte, Siyonist sömürgeleştirme ve işgal döneminde olduğu gibi etnik arındırmaya ve sistemli teröre hedef olmuyor ve toprağından kovulmuyordu.

[33] D-8 (Developing Eight= Gelişmekte Olan Sekiz Ülke), 22 Ekim 1996’da Türkiye’nin girişimi üzerine Pakistan, İran, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya’nın katılımıyla 22 Ekim 1996’da İstanbul’da yapılan bir toplantıda oluşturulmuştu. Şimdiye kadar D-8 çerçevesinde İstanbul, Dakka, Kahire, Tahran, Bali ve Kuala Lumpur’da altı doruk toplantısıyla daha alt düzeylerde çeşitli diğer toplantılar düzenlenmişti.

[34] Garbis Altınoğlu, “Kürt ‘Açılımı’/ Kurt Kapanı”, 29-31 Ağustos 2009.

[35] Aynı yerde.

[36]Özgür Politika, 7 Temmuz 1999, abç.

[37] “Murat Paker ile Söyleşi”, Cogito, Kış 2008.

[38] Bak. SETA ve Pollmark, Türkiye’de Kürt Sorunu Algısı, Ağustos 2009, s. 48.

[39] Aynı yerde, s. 82.

[40] Aynı yerde, s. 106.

[41]Veysi Sarısözen, “Sizi Gidi Sömürgeciler Sizi!”, 28 Kasım 2009.

[42] Devrim Sevimay, “Başbakan’a Sil Baştan Çağrısı”, Milliyet, 11 Ocak 2010.

[43] K. Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar 2, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 215.

[44] Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Ankara, Sol Yayınları, s. 51-52.

[45] Başbakan R. T. Erdoğan, bir gazetecinin, İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırıyla ilgili görüntülerin “açılım” sürecini olumsuz etkileyip etkilemeyeceği yolundaki sorusunu yanıtlarken adeta bu saldırıyı onaylar gibi konuşacak ve şöyle diyecekti:

“Bir defa burada bir siyasi partinin toplantısı mıdır ve bir siyasi partinin lideri mi orada bir parti etkinliği yapacak? Yoksa terör örgütü mü orada bir toplantı yapacak? Bu çok önemli. Eğer bir partinin otobüsünde veya konvoyunun içinde terör örgütünün bayrakları olursa, bölücü terörist başının posterleri olursa buna tabii ki sıcak bakmak mümkün değildir.”

[46] Öcalan yakalanmasından bir yıl kadar önce şöyle söylüyordu:

“Gerilla da tartışılabilir… Gerilla (Kürt halkının demiyorum dikkat edin) Türkiye’deki demokrasinin çağrı gücüdür. Türkiye’deki halkların demokratik kurumlaşmasının motorudur. Bu görevler eğer yerine getirilirse mesela biri demokrasi yerine geliyor, halkların hakları güvenceye kavuşuyor. O zaman ayrı bir gerillaya ihtiyaç kalmaz. Ne yapacağız biz gerillayı? Gerillayı, halkların güvencesi, nasıl güvencesi milis gücü haline getiririz. Milis gerekli değil mi yani? Hatta Türkiye’de sivil savunma birlikleri vardır. Gerillayı biz sivil savunma birlikleri haline getiririz. Bundan daha pratik çözüm olur mu?.. Böylece gerilla diye korktukları bir şey de rahatlıkla aşılmış olur, tabii eğer çözüm istiyorlarsa.” (Özgür Politika, 8 Şubat 1998, abç)

[47]“Kanadoğlu Hükümeti Yine Topa Tuttu!”, İnternet Haber, 23 Ocak 2010.

[48] “ ‘Balyoz’ AK Partiyi Uyandıracak mı?”, Zaman, 22 Ocak 2010.

[49] A. Öcalan, “BDP’nin Boşluğu Doldurması Gerekir”, 11 Ocak 2010.

[50] A. Öcalan, “Benim İçin Önemli Olan Halkın Özgürlüğüdür”, 22 Ocak 2010.

[51]Abdullah Öcalan, Savunma.

[52]A. Öcalan, Esasa İlişkin Savunma.

[53] Özgür Politika, 23-24 Ağustos 2003.

[54] A. Öcalan, “Hemen bir ‘Akil Adamlar Komisyonu’ Kurulmalıdır”, 28 Aralık 2007.

[55] A. Öcalan, “Asıl Amaçları DTP’yi Tasfiye Etmektir”, 25 Kasım 2009.

[56]Serxwebun, Sayı: 176, Ağustos 1996, s. 12.

[57] R. T. Erdoğan’ın 11 Ağustos 2009’da AKP Grup Toplantısında yaptığı konuşma.

[58] Garbis Altınoğlu, “Başkanlık Konseyi Nereye?”, Temmuz 1999.

[59]Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 25.

[60]Garbis Altınoğlu, “Açılım Manzaraları”, 11 Aralık 2009.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar