Ana SayfaArşivSayı 56-57Devrim, İdeoloji, Fizyoloji

Devrim, İdeoloji, Fizyoloji

Léon Poliakov

Çeviri: Yakup Kaya, Ahmet Yıldırım 

Bertrand Russel, Darwin’in kuramının özü itibariyle laissez faire öğretisinin hayvan ve bitki âlemlerine uygulanması olduğuna işaret etmişti. Ondan neredeyse yarım yüzyıl önce, bütünüyle farklı bir siyasal bağlamda evrimin öbür büyük habercisi Lamarck, Philosophie zoologique’inde aşağıdaki varsayımı öne sürmüştü:

Bir ırkın… yukarıda tanımladığım şekilde edindiği yapıyı tek tek bütün üyelerinin sürekli alışkanlığının gücüyle böylece mükemmelleştirdiğini varsayacak olursak… o zaman şunlar baştan kabûl edilebilir:

1. Sonunda bütün ötekilere baskın çıkabilecek şekilde yetilerini böyle mükemmelleştirmiş bir ırkın dünyada istediği her yeri ele geçirmiş olacağı;

2. Bu ırkın bütün ötekileri sürmüş… ve onları kendisinin işgâl etmemiş olduğu bölgelere sığınmaya zorlamış olacağı;

3. …öbür ırkları ormanlarla ve çöllerle sınırlayarak yetilerini mükemmelleştirmelerini engellemiş, buna karşılık kendisinin… sanayiini körükleyecek ve yavaş yavaş kaynaklarını ve yetilerini ilerletecek yeni ihtiyaçlar geliştirmiş olacağı…

4. Son olarak, bu öncelikli ırkın bütün ötekilere karşı mutlak bir üstünlük kazanmış olacağı…[1]

Bununla birlikte burada târif edilen üstün ırk, özellikle Avrupalı ya da ak ırk değildi. Lamarck, “Quelques observations relatives à l’homme” başlığı altında Bimanal [iki elli, –ç.n.] varlıkların yâni insanların rolünü Quadramanalların [dört ellilerin –ç.n. ] yâni maymunlarınkiyle kıyaslamıştı.

Ne var ki, kuramını formüle etme tarzından, bu fâtih ırk düşüncesi, kolaylıkla zamanın Avrupa’sındaki Fransız yayılmasıyla özdeşleştirilebilir. Dahası, Lamarck, Cabanis’in felsefesinden etkilenmişti ve onun gibi, hayatın ve zekânın bütün tezahürlerine “fiziksel olgular” atfediyor gibi gözüküyordu.[2]

Şimdi de nazarımızı yeni çağın bir başka yalvacına, “bilim dininin” ya da fizisizmin kurucusu Saint-Simon’a çevirelim. Lamarck’ın Philosophie zoologique’iyle aynı yıl yayımlanan Mémoire sur la science de l’homme adlı çalışması savaşların sona erdirilmesi hakkında şu öneriye yer verir:

Avrupa nüfusunun büyük kitlesi gelmiş geçmiş en berbat savaşa karıştı. Bu savaşın nedenlerini çözümleyecek ve bütün çıkarların nasıl uzlaştırılacağını açıklığa kavuşturmakla buna son vermenin araçlarını keşfedecek konuma sâhip yegâne bilimciler İnsan bilimini araştıran fizyologlardır.[3]

On sekizinci yüzyılda Abbé de Saint-Pierre’den Kant’a dek birçok yazar daimî bir barış için planlar hazırlamıştı, ama bunlardan hiçbiri, müspet ve deneysel bir bilim olan fizyolojiyi bu projeleri desteklemek için kullanmayı akıl etmemişti. Bilimciler böyle bir ödevi üstlenecek kadar uygun biçimde donanmışlar mıydı? “Fizyoloji” diye kabûlleniyordu Saint-Simon, “bundan ancak bir adım uzak kalıyor olsa da henüz pozitif bilimler arasında sayılmayı hak etmiyor”. Bununla birlikte, Cabanis, de Richat ve Vicq de Azyr’in çalışmaları sâyesinde “uzun zaman bir şarlatanlık seli içinde debelenip durmuş olan fizyoloji, artık gözlenen ve tartışılan olgular üzerine kurulmuştur.

Psikoloji, şimdiye dek olduğu gibi dinsel önyargılara dayanmaktan ziyade fizyolojiye dayanmaya başlamıştır” ve bu bakımdan astronomi ve kimyanın örneğini izlemektedir.[4] Bu pasajın bilim yanlısı din karşıtı tarafgirliği dikkate değerdir ve Avrupa’da bunu önceleyen yirmi yılda meydana gelmiş sarsıcı olaylarda önemli bir etmen olmuş olabilir. Bu olaylar, bir kez daha Saint-Simon’dan aktaracak olursak, “en güçlü etkili neden”de aranacak radikal biçimde yeni bir açıklama gerektiriyordu. Saint-Simon, teolojik sistemleri çürütme çabası içinde Aydınlanma’nın ana geleneğine bağlı kalmış ancak saldırısını daha ateşli biçimde yapmıştı. Aynı zamanda, çalışmaları militan bir ırkçılıkla çakışan eleştirellikten uzak bir bilim ruhunu ortaya sermekteydi. Böylece, Saint-Simon’un fantezisi, kendisini insana en yakından benzeyen hayvanın maymun değil daha çalışkan olan kunduz olduğunu ilân etmeye götürdü. Öyleyse bilginlerin geleneksel yanlışı nereden kaynaklanmıştı diye sordu. Yanlış “dünyanın insan için yapılmış ve insanın da Tanrının suretinde yaratılmış olduğu inancı üzerine kurulmuş” bulunduğu için, tabiî ki dinsel bilim karşıtlığından.

Buna göre, insana en çok benzeyen, insandan sonra en mükemmel olandır. Başkaları gibi, fizyologlar da ilk ders olarak bunu öğrenirler… Karşılaştırmalı anatomi çalışan bilimciler, toplumsal örgütlenme hiyerarşisinde insandan sonraki basamağa maymunu yerleştirdiklerinde herhangi bir akıl yürütmenin gereği doğrultusunda değil öğrenime ilk başladıkları zaman emdikleri inançlarına göre davrandılar.[5]

Modern sosyolojinin kurucularından biri sayılan bir adamdan gelen böyle bir akıl yürütme son derece hayret vericidir. Şimdi geriye, insanın Tanrı suretinde yaratılmış olduğunu reddetmenin on dokuzuncu yüzyılda determinist ve ırkçı düşünceleri ne ölçüde ve ne yoldan güçlendirdiğini görmek kalıyor.

Özellikle çoklu türeyişçi kuramların savunucularıyla ilişkili olarak, bâzı daha tanınmış Aydınlanma yazarlarının yazılarında bu reddedişe zâten dikkat çekmiş bulunuyoruz. Devrim deneyimi buna yeni bir unsur ekledi: Bu redden somut, siyasal sonuçlar çıkarmak yönünde bir eğilim. Böylece Saint-Simon’un, Zencilere uygulandığında sömürgelerde felâkete yol açtığı için eşitlik ilkesini 1803 yılında bir kez daha eleştirdiğini görüyoruz. Aşağı bir ırkı özgürleştirmekle devrimciler büyük bir yanlış yapmıştı:

Devrimciler eşitlik ilkesini Zencilere uyguladılar. Fizyologlara danışmış olsalardı Zencinin bir Avrupalıyla aynı öğrenimini alacak, aynı zekâ düzeyine ulaşacak şekilde eğitilecek durumda olmaya organik bakımdan yetersiz olduğunu öğrenirlerdi.[6]

Bu sözler, çiftlik sâhiplerinin 1790’dan itibaren köleliğin kaldırılması taleplerine karşı açıkça ırkçı argümanlar kullanarak ortaya koydukları karşı propagandanın bir yankısı gibi gözükmektedir.[7] Saint-Simon, yeni bilimsel din hakkındaki yazılarına eklediği “görü”lerden birinde daha da ileri giderek Avrupalıları Hâbil’in, renkli insanları da Kâbil’in çocuklarıyla kıyaslamıştı. “Şu Afrikalıların nasıl kana susamış olduklarına bakın; Asyalıların duygusuzluğunu gözleyin.”

Bu yeni dinin kurucusu (yâni kendi fantezilerinde kendini gördüğü şekliyle bizzat Saint-Simon), bir ordu kuracak ve “Kâbil’in çocuklarını dine boyun eğdirecekti.” Devrimci Fransa’nın bir başka çocuğu olan Virey’in “insan ırkının başında bulundukları” için Avrupalılara bir şekilde farklı benzer bir yazgı biçtiğini daha önce görmüştük. Dönemin atmosferinin özet bir yansıması Lamarck’ın biyolojik görüşlerinde de karşımıza çıkmıştı.

Geriye, “fizyologların” Lamarck ve Saint-Simon’un dayandığı antropolojik öğretilerini incelemek kaldı. Atıfta bulundukları yazarlar arasında yeni devrimci neslin en temsil edici örneği Pierre Cabanis idi. Direktuvar ve Konsüllük döneminin yeni seçkinlerinin entelektüel üstadları olarak kabûl ettiği ve başta militan sekülarizm olmak üzere Fransız düşüncesinin bâzı akımları üzerinde büyük etki yapmış olan “ideologlar”ın en etkilisi kuşkusuz o idi (ideoloji kelimesinin ta kendisi, yakın arkadaşı olan ve ölümünden sonra eserlerinin yayıma hazırlanmasını üstlenen Destutt de Tracy tarafından uydurulmuştu).

Cabanis, henüz kurulmuş Enstitü’de şöyle bildirmişti: “Bu duvarların içinde Tanrı adının asla anılmamasını diliyorum.” Bundan daha da ünlüsü, tıpkı öd kesesinin öd salgılaması gibi beynin de düşünce salgıladığı yolundaki kuramı ya da on dokuzuncu yüzyıl materyalistlerinin sık sık atıfta bulunduğu şekliyle “beyin, organik düşünce salgılamayı başaracak bir şekilde izlenimleri sindirir (hazmeder)”[8] diye yazdıklarıydı.

Cabanis, bu fikri 1795 ile 1798 arasında ortaya koyduğu Rapports du physique et du moral chez l’homme başlıklı çalışmasında geliştirdi ki bu çalışma onun düşüncesinde fiziksel olanın mânevî olana göre öncelik taşıdığı açıkça gösterir. Biyoloji alanında, Lamarck’ın kazanılmış niteliklerin kalıtım yoluyla aktarıldığı yönündeki fikirlerine öncülük etmişti. “Eğer önceki bir alışkanlığın belirleyici nedenleri birkaç nesil boyunca etki eylemeyi sürdürürse, yeni edinilmiş bir doğa biçimlenecektir” diye yazmıştı.[9] Bu düşünceyi, Hipokrates’in iklimler ve mizaçlar hakkındaki eski öğretisiyle birleştirmişti. Altı farklı mizaç olduğunu kabûl ediyordu. En çok Fransızlar arasında yaygın bulnduğunu ve Akıl’ın ilerlemesine neden onların öncülük ettiğini açıkladığını düşündüğü sanguin-bileux’nun bunlardan en baskını olduğunu söylüyordu. Ona göre Devrim parlak bir örnekti[10] ve onun nimetlerini bütün dünyaya yaymak arzusuyla insanın farklı ırkları karıştırarak “doğanın eserini yeniden düzenlemeye ve düzeltmeye cüret etmesini” öğütlüyordu. Bu, “ilkel toplumlar arasında var olmayan ve hakların eşitliği gibi, aydınlanmanın ve mükemmel aklın yaratımı olacak olan bir yetenek eşitliği” ortaya çıkaracaktı.[11]

Cabanis, farklı ırkların kendine ait niteliklerinin tahliline girişmedi. Sâdece, Draparnaud diye birinin “farklı ırkların herbirinin zekâ ve duyarlılık düzeylerini belirlemeyi ve böylelikle deyim yerindeyse, her birinin ideolojik ölçek içindeki düzeylerini ortaya koymayı” amaçlayan projesine atıfta bulunmakla yetindi.[12] Ne olursa olsun, burada iyimser ve devrimci bir anlayışla karşı karşıyayız: Irklar eşit değerde değillerse bile, akıl buna bir çâre bulacak ve gerçek eşitliği getirecektir. Ne var ki, kitabın 1824 baskısında editör acı gerçeği hatırlatan bir eleştirel not düşmeyi uygun görmüştü:

Bu eşitliğin muhtemelen daima bir Zümrüdüanka [gibi ulaşılmaz bir efsâne –ç.n.] kalacağı gerçeği bir yana, hattâ insan bunun istenir bir şey olup olmadığını bile sorgulayabilir. Toplumun var olması yâni aralarında bir hizmetler değiş tokuşunun varlığı, tam da insanlar arasındaki eşitsizlik ve farklılıklar sâyesinde değil midir?[13]

Bu eleştiri antropolojik öğretiye değil, ondan çıkarılan siyasal sonuçlara yönelikti. Restorasyon döneminde, Cabanis’in editörüne doğal eşitsizlik toplumsal düzene uygun gözükmüştü. Bu bakış açısı, 1832’de o zaman henüz yirmi yaşlarında olan geleceğin Paris Etnoloji Derneği genel sekreteri Victor Courtet de l’Isle tarafından daha orijinal şekilde geliştirildi. Kendisi, Avrupalıların özgürlüğünün soyut bir eşitlik kavramıyla birleştiğine işaret ediyor ve daha fazla eşitlik iddialarının öne sürülmesini önlemek için çâre olarak ırksal farklılıkların vurgulanmasını öneriyordu:

Farklı toplumlar doğal eşitsizliklerinin sergileneceği ya da ırksal farklılıklarının az çok vurgulanacağı şekilde yeniden düzenlenmedikçe Avrupa’daki kriz dinmeyecektir diyorum. İnsanın saygınlığını incitecek bir kanaat öne sürmüyorum; dünyanın bütün halklarının tarih kayıtlarının doğruladığı bir olguyu beyân ediyorum.[14]

Bu genç ırkçılık heveslisinin görüşlerine yeniden döneceğiz. Fikirleri Cabanis’inkilerden temelden farklı değildi. Farkları pratik sonuçlarında yatıyordu. Bununla birlikte, devrimci iyimserlikten Restorasyonun kötümserliğine geçiş, sahici antropolojik kavramların evriminde de ifadesini bulmuştu. Karşılaştırmalı anatominin başlatıcısı Cuvier’nin durumunda bu açıktır. Gençliğinde, 1790’da, Kara ırkın doğuştan aşağılık bir ırk olduğunu beyân eden ve onları maymunlarla kıyaslayan yazarları eleştirmişti. Çeyrek yüzyıl sonra, Le rège animal başlıklı kitabında bizzat kendisi şu klasik karşılaştırmayı yaptı:

Zenci ırkı Atlas’ın güneyine münhasırdır. Renkleri kara, saçları kıvırcık, başları basık ve burunları yassıdır. Öne çıkık ağızları ve kalın dudakları çarpıcı şekilde maymunlarınkine benzer. Bu ırkı oluşturan halklar daima yabanıl kalmıştır…[15]

Cuvier, büyük imparatorluklar yaratmış olduğundan sarı ırk hakkında daha iyi düşünceler besliyordu, mamafih, bu ırkın da “uygarlığı daima durağan idi”. Bu yüzden, uygarlığın gelişmesi “başlarının güzel değirmi şekliyle temayüz eden bir halk olan, ait bulunduğumuz Kafkasyalı ırkın” eseri idi. Böylece, ilerlemenin Batı’nın ayrıcalığı olduğu ve ak ırkın üstün bir değere sâhip bulunduğu yönündeki bir önceki yüzyıldan devralınan fikirler yaşamaya devam ederken, devrim sonrası dönemin kötümserliği, Aklar ile durgunluk içinde kalan ya da barbarlığa mahkûm olan şu öteki ırklar arasında çok daha derin bir ayrım yaratmıştı.

İnançlı bir Hıristiyan olan Cuvier, farklı insan ırklarını ortak bir soydan türetmişti. Belki de Kitaptaki üçlü ayrıma saygısının sonucu olarak, insan soyunu ak, sarı ve kara olmak üzere üç büyük ırka böldü. Ne var ki, dinsel inanç, giderek artan sayıda yazarın çoklu türeyişçilik kuramını benimsemekten artık alakoyamıyordu.

Dönemin en popüler antropologlarından Bory de Saint-Vincent şöyle bildiriyordu: “Vahiy… münhasıran Âdem ile Havva’ya inanacağımızı hiçbir yerde buyurmaz, vahyin ‘esinlendirilmiş’ yazarı açıkçası sâdece İbranilerle ilgilenmeye niyet etmişti ve öteki ırklardan öylesine kısacık söz edişinden, onların tarihini doğacılara bırakmayı istemiş gibi gözüküyor.” Bory de Saint-Vincent, bu tarihi geliştirirken her biri ayrı ayrı yaratılmış on beş farklı insan türü ayırt etmiş ve bunları giderek azalan bir değerler skalasında tasnif etmişti. Birinci yer, kendisinde “insanlığın övünebileceği en büyük dehâların ışıldadığı” ak ya da “Yafesî” ırka verilmişti. Kaydedilmiş vahyin konu malzemesi olan Âdem’in zürriyetini içeren “Arabî ırk” ikinci sırayı alıyordu. Cristoph Meiners gibi Bory de, “doğaca en son biçim verilecek olan, din ya da yasa ya da sanatlardan yoksun Avustralyalı ırkı” son sıraya yerleştirmişti. Dahası, Avusturyalılar son derece utanmazdı: “Çıplaklıklarından bütünüyle habersizdirler ve kendilerini yeniden üretmek için kullandıkları organlarını gizlemek gereği asla kafalarına girmez.”[16]

Bir başka çoklu türeyişçi olan Desmoulins de, yabanıl olarak tanımlanan ırkları eğitmenin ve düzeltmenin ne kadar zor olduğuna bir örnek olarak Avustralya yerlilerini kullanmıştı. Sydney’de yapıldığını iddia ettiği belirleyici bir deneye dikkat çekti. Bâzı süt bebeleri yerli ana babalarından alınıp, başarılı bir eğitimi garantiliyor gibi gözüken koşullar altında, yaşıtları olan İngiliz çocuklarıyla beraber yetiştirilmişti. Sonuç felâketti. “Kendilerini göstermeye yönelik doğal dürtüleri yeterince güçlenir güçlenmez verilen bütün talimatları büyük bir şiddetle reddettiler. Daha çocukluktan bile çıkmamışken kaçtılar ve bir daha izlerine rastlanmadı”. Buna rağmen, insanın doğal bilimler sâyesinde daha iyiye götürülebileceğine inanan Desmoulins şu sonuca varmıştı: “Bu, kuşların göç etmesine neden olana benzer içgüdüsel bir dürtünün varlığını gösterdi.”[17]

Militan kölecilik karşıtları arasında bile buna benzer bir önyargı gözlenebilirdi. Victor Schoelcher, Akların ve Karaların potansiyel yetilerinin[18] bütünüyle eşit olduğunu düşünse de, silâh arkadaşı olan Saint-Simoncu Gustave d’Eichthal, görünüşe göre başka türlü düşünüyordu. Fizyolog Flourens’in otoritesine dayanarak, iki ırk arasında yapısal ve radikal bir fark olduğunu ifade etti; bu fark, bunlar bir çift olarak alındığında ak ırkın erkeği, kara ırkın dişiyi temsil etmesinde görülebilirdi – Alman Romantiklerinin hevesle benimsediği bir dikotomi.[19]

Yine kölecilik karşıtlarından olan Fransız fizikî antropoloji okulunun başı Armand de Quatrefages, ilkeye dayandırılan argüman ile bunun antropolojiye uygulanmasını titizlikle birbirinden ayırmıştı. “Kölecilikle savaşmak için var olmayan bir eşitliğe başvurmak” diye yazdı “kişinin, tam da bu abartmayla, karşı çıktıklarının ekmeğine yağ sürmesidir.” Köleliğin kaldırılmasını “kara ırka karşı herhangi bir sempati”den değil, bu kurumun “kaçınılmaz olarak Akların arasına getirdiği ahlâksızlık” yüzünden istiyordu. Kara ırka karşı tiksintisi o dereceye varmıştı ki, 1842’de ABD’ye yaptığı ziyaretten sonra bu ırkı bilimsel bakımdan “doğanın acayip bir cilvesi”nden kaynaklanan ucûbeler şeklinde tanımladı:

Terimin bilimsel kullanımıyla, Zenci bir entelektüel ucûbedir. Onu üretmek için doğa, cam bölmelerde seyrettiğimiz bedensel ucûbeleri doğurmak için kullandığı aynı araçları kullanmıştır… bu sonucu elde etmek için tek gereken, bir yaratığın belli parçalarını belli bir gelişme aşamasında dondurmaktır. Sonuç, başları ya da kolları bacakları olmayan fetüslerde, Tepegözler masalını hayata geçiren şu bebeklerde görülecektir. Şimdi, Zenci, bedeni türün iyi şekillenmiş biçimini kazanmış ama bütün zekâsı gelişme sırasında durmuş olan bir Beyazdır…[20]

Fiziksel karakteristiklerin araştırılmasında uzmanlaşmış bir antropolog olarak Quatrefages’ın görüşü böyleydi. İdealist, bu nedenle de tekli türeyişçi olan içindeki filozof, Karalarda “ruhun bütün soylu kavramlarının yerini hayvanî işlevlerin almış olduğunu” ilân ediyordu. Bu izlenimleri Florida’ya yaptığı yolculuktan ve pek muhtemeldir ki orada konuştuğu çiftlik sâhiplerinin târiflerinden edinmişti. Bilimciler bu çeşitten içgüdüsel tepkilerden bağışık değildir. Bir başka tanınmış antropolog olan İsviçreli Agassiz (1807-1873) ile yazışmaları, Boston’daki kara kölelerle temaslarının kendisini nasıl yeni Amerikan antropologlar okulunun bir izleyicisi yaptığını gösterir.[21]

Önceki yüzyılda Zenci karşıtı ırkçı kuramların daha uç biçimlerine ulaştığı yer, aşikâr nedenlerle, ABD idi. Bu kuramlar, üçü de yeni kafatası ölçme ve kafa endeksi biliminin izleyicisi olan Morton, Gliddon ve Nott adlarıyla bağlantılıdır. Bağlı oldukları okul Avrupa’da tanınmış ve belli bir etki yapmıştı. Örneğin Alman Carus, ırkların eşitsizliği hakkındaki görüşlerini Morton’ın kafatasıbilimine atıfla desteklemiş, Renan da, Nott ve Gliddon tarafından Indigenous Races of the Earth adlı kitaplarında önerilen sınıflandırmaya katıldığını bildirmişti.[22]

Öte yandan, bu tür fikirler en güçlü direnişle on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Britanya’da karşılaştı. Kıta’dan özellikle de Fransa’dan yayılan materyalizme karşı duyulan düşmanlık, önceki bölümde tasvir etiğimiz gibi Kitap’a gösterilen köktenci bağlılıkla güç kazanmıştı. Kuşkusuz, akların üstünlüğü genel olarak kabûl görüyordu, ama aynı zamanda ilkellerin Hıristiyan imanı aracılığıyla düzelip canlanabilme yeteneğinde olduğu düşünülüyordu. Antropolog William Lawrence (1783-1867), 1819’da yayımladığı Lectures in Physiology, Zoology and The Natural History of Man başlıklı kitabında Darwin’inkileri haber veren görüşler ortaya koyduğu için fiilen cezalandırılmıştı. Muarızları ona Zencilerin “soylu duygular, insanca erdemler ve ahlâk duygusu olarak gördüğümüz şeylere” sâhip olduğunu reddetmesinden değil, ahlâkî ve entelektüel nitelikleri belirleyen kuralların her iki türde de aynı olduğunu söyleyerek ve daha da önemlisi kalıtımın muazzam önemini vurgulayarak insanı hayvanlarla bir tuttuğu için kızmıştı.[23] Çalıştığı hastanedeki üstleri ahlâk dışı ve toplumsal düzen için tehlikeli ilân ettiği için kitabını satıştan geri çekmek zorunda kaldı.[24] Bu düşünsel iklimde Cuvier gibi ılımlı bir Fransız, insanın eğitimle her şeyin üzerine çıktığını göstermeye çalışan çevirmenleri tarafından 1827’de imâ yoluyla eleştirilmişti.[25]

Kutsal metinlerle uyum içindeki Prichart’ın antropolojisi dönemin tipik İngiliz bakış açısıydı. Fakat ırksal determinizmin bu sofu eleştirmenleri, rahip Richard Watson’ın durumunda olduğu gibi, zaman zaman dikkate değer sezgiler gösterebiliyordu. Watson, çiftlik sâhipleriyle “filozoflar” arasındaki zımnî anlaşmaya şu sözlerle çatmıştı:

Birinci sınıf, hırsları ve kusurları bakımından tamamen putperestlik durumundaki bir Zenciden pek farkı olmayan ve talep ettikleri erdemleri çıkarmak için kamçının ve otoritenin sert sesinin teşvikinden başka araca başvurmayanlardan oluşur… İkinci sınıf, zekâ kapasitesini başın kemiklerinin görünüşüyle belirleyen ve ahlâklılığı yüz hatlarının görünüşüne bağlayan bizim dakik filozoflarımızdır; zihni cetvel ve pergelle ölçen, ve bilme ve selâmete kavuşma yetisini santim ölçeğiyle ve açıların hassaslığına göre hesaplayan adamlar.

Philip D. Curtin, yukarıdaki alıntıyı aktardığımız The Image of Africa kitabında,[26] Britanya’da on dokuzuncu yüzyılın neredeyse yarısı boyunca ırksal determinizmin baskın kuram olmaya başlamadığını yazıyor. Her ikisi de akıl ve ilerlemenin havarisi olan yararcı John Stuart Mill ve Thomas Buckle gibi çok tanınmış, etkili yazarlar 1850-60 gibi geç bir tarihte bile tam bir “çevrecilik” vaaz ediyor ve kültürel ya da etnik nitelikteki tüm farklılıkları iklimdeki ya da hayat tarzlarındaki çeşitliliğe bağlıyordu.[27] Dahası, Antropoloji Derneği’nin kurucusu Dr James Hunt, 1863’te “Bu konular, ABD, Fransa ve Almanya’da serbestçe ve enine boyuna tartışılmışken, Zencilerin fiziksel, zihinsel ve ahlâkî karakteristikleriyle ilgili olgular, Londra’da bilimsel izleyicilerin önüne asla getirilmemiştir” diyordu.[28] Bu “bilimsel geri kalmışlık” İngiltere’de o dönemde hâkim olan özgül kanaat ikliminin bir başka işaretidir.

Ama gelin ırkçılığın anakaradaki kökenlerine geri dönelim. Fransa’da Auguste Comte’un yazıları on dokuzuncu yüzyılın ikinci çeyreğinin genel kanaatine güzel bir örnek sağlar.[29]

Pozitivizmin kurucusu, insanlığın önderliğinin ak ırka, özellikle de batı Avrupa halklarına ait olduğu fikrini de tartışmasız bir gerçek olarak kabûl etmişti. Bu yüzden, ilgiye lâyık tek tarih araştırması “bu ayrıcalıklı nüfusun ataları” ile ilgili olanıydı. Döneminde öylesine popüler olan Şarkiyat çalışmaları ona doğrudan zarar verici değilse bile en azından boşa zaman ısrafı gibi geliyordu.[30] Bundan başka, “pozitif olarak aralarında bir ayrım yapılabilecek sâdece bunlar” dediği, ak, sarı ve kara olmak üzere sâdece üç büyük ırkın varlığını kabûl ediyordu.

Bunlardan birincisine zekâ, ikincisine çalışkanlık, üçüncüsüne de duygusal coşku atfediyordu. Bununla birlikte, “Büyük Varlığın tam uyumu, kurgucu, etkin ve çekici olan bu üç ırkın en yakın desteğini gerektirdiğinden” bu farklılıkların ortadan kalkacağı bir evrensel uyum çağının geleceği kehânetinde bulundu. Bu yüzden, Comte’un “insanlık dininin” ön gördüğü Ulu Meclis’te bütün uluslar ve bütün ırklar temsil olunacaktı: “Kara ırk bile, her ne kadar kibrimiz bize onların geri dönüşsüz bir durgunluğa mahkûm kılındığını düşündürtüyorsa da.”

Comte, kalıtımın ve çevrenin göreli etkileri üzerine olan eski tartışma hakkında da görüş beyân etti. Kanaatince birincisi, yâni ırk, iklimden daha önemli bir “toplumsal değişke” idi. Buna rağmen bunun baskın bir rolü olduğunu kabûl etmiyor, kabûl eden görüşleri de eleştiriyordu. Aşağı yukarı 1850’de “sözde düşünürlerimizin hepsi bu tuhaf açıklamaya büyük bir rol atfediyor”[31] diye yazdığında abartmış olabilirse de, bu sözleri yine de kanıt olarak aktarılmaya değer. Çünkü bu sözleri, Fransa’da daha o zamandan, insan hayatının dinsel yorumlamasının yerine bilimsel yorumlamasını ikame ederek ya da bir başka deyişle İnayetin yerine “fizyolojiyi” geçirerek farklı ırkların varlığında tarihsel gelişmenin kısmî hattâ toptan açıklamasını bulan pek çok yazarın bulunduğunu gösteriyor. Öyleyse, mesele artık (o dönemde pek çok insanın inandığı gibi) farklı ırkların farklı değerlere sâhip olması meselesi değil, Gobineau ve az sayıda başka düşünürün yaptığı gibi bu farklılıklardan tarihsel-felsefî sonuçlar çıkarma meselesiydi. Şimdi de bu tür görüşler ileri süren ilk yazarları ele alalım.

Tarihte Bir Hareket Ettirici Güç Olarak Irk

Önceki bölümlerde Avrupa halklarının her dönemde kökenlerine ya da “ırk”larına nasıl büyük bir önem atfetmiş olduklarını gördük. Aynı şekilde, Fransa’da Restorasyon döneminde bâzı Fransız tarihçilerin ya da aykırı siyasetçilerin eski geleneklerle yeni antropolojik ya da “fizyolojik” fikirlerle birleştirerek, ırk kavramının kendileri için ne anlam ifade ettiğini pek açıklığa kavuşturmaksızın, devrimci değişimleri nasıl ırk çatışması terimleriyle yorumlamış olduğunu da gördük. Bunlardan biri, adının unutulmuşluktan kurtarılması gereken Charles Comte (1782-1837) idi. Kendisi Avrupadaki başlıca siyasal çekişmeleri “ulusal gurur”a bağlayacak kadar ileri gitmişti. Almanya’da eski Alman ırkının üstünlüğü fikrine, henüz hâlâ Hıristiyan değerlerin gölgesinde ve şu ya da bu yolla dinsel geleneğe bağlı kalacak şekilde de olsa yeni ve militan bir yön kazandıran Napolyon savaşları olmuştu. Alman halkı, Manş denizinin öte yakasındaki İngilizler gibi, hâlâ kendilerini tanrı tarafından takdir edilmiş bir misyonla yükümlü sayıyordu.

Bu yüzden, ırksal determinizm fiilen, on dokuzuncu yüzyılın başında betimlediğimiz ideolojik etkilerin sonucunda insanlığın geleceğini düzenleyeceği varsayılan bilimin yasalarının tanrısal kontrolden kurtulduğu Fransa’da doğdu. Augustin Thierry, gerek tarih gerek fizyolojinin ırkın ezici etkisini gösterdiğini yazdığında, daha o zamandan ona birincil kuvvet işlevi atfetmişti. Bununla birlikte, Avrupa mitolojilerinin ve geleneklerinin eski (ve hayâlî) ırklarıyla antropologların dünya çapında kataloglamakla meşgul olduğu ırklar arasında bir köprü kurma görevi henüz yerine getirilmemişti.

Bu imkânsız ödev, sâdece entelektüel çıkmaz sokakların sayısını artırabilirdi. Genellikle efsânevî bir atadan türetilen “tarihsel” ırklar, on sekizinci yüzyılın büyük tasnifçilerinin ak ırkın içine yerleştirmeye gönüllü olduğu Avrupa’nın kadîm nüfuslarından başka bir şey değildi. Şimdi, yükselen milliyetçilikle körüklenen ve gazete polemikleriyle halka yayılan yeni bir tarih anlayışı, ak ırk içinde “fizyolojik” alt bölümler aramayı teşvik etmişti ve bu alt bölümlemeler genellikle ırklarla Avrupa’daki eski “halklar”ın, kültürlerin ve dillerin birbirine karıştırılmasına yol açıyordu. Fransız ve İngiliz yazarlar, ülkelerinde iki ya da daha fazla ırkın var olduğu sonucuna vardılar. Bu sahte meseleye kapılmayan Alman antropolojisi, daha tutarlı kuramlar geliştirmek üzere serbest kalmıştı.[32]

Paris Etnoloji Derneğinin kuracak olan Anglo-Fransız antropolog F.W. Edwards, Amédée Thierry’ye 1829’da yazdığı mektupta, “tarihsel” ve “fizyolojik” ırklar arasındaki ilişki meselesini ortaya attı.[33] “Tarihsel ırkların doğal bilimlere âşina olanlardan bütünüyle farklı olabileceğini saptadınız” diye yazdı “Her bilim kendi ilkeleriyle yönetildiğinden bunu yapmaya hakkınız var. Bununla birlikte, bu ilkeleri izleyerek, başka bir bilimi uygulayarak buraya gelmiş bir başkasıyla aynı sonuçlara ulaşmış olabilirsiniz”. Doğrusu karışıklık hemen ortaya çıkmıştı; çünkü, tarihçiyle “buluşma” gayreti içinde antropolog, “tarihin halklar arasında oluşturduğu ayrımların doğadaki bu tür ayrımlarla ne ölçüde uyuşabileceğini” keşfetmeye çalıştığını öne sürüyordu. Edwards, öte yandan “farklı iklimlerde yerleşmiş olan halkların kendi ayırt edici tiplerini yüzyıllarca koruyabildiği”ni belirtiyordu. (Dilbilim tarafından sarsıldığına inandığı) Eski “iklimler kuramı”na eleştirel yaklaşırken, çifte bir mesele ortaya attı: Birincisi ırksal karakteristiklerin kalıtsal dayanıklılığı, ikincisi fiziksel ve mânevî etmenler arasında Cabanis ya da Broussais gibi otoritelerce koyutlanan katı aynı yönlü ilişki. Kendisini her örneğin gerektirdiği ayrımları saptamaya adamıştı. Yahudilerin durumu ona mutlak “ırksal istikrar”a işaret ediyor gibi geliyordu,[34] ama başka örneklerde her zaman bu kadar emin değildi. “Her halk aynı direnç gücüne sâhip değil” diye ilân etti.

Edwards’a göre Yahudilerin bir ırk olduğuna dikkat çekmeye değer. Bu da zamanın bir damgasıydı. Bir önceki yüzyılda yazarlar Yahudi ulusunu genellikle ak ırka dâhil etmişlerdi, bu toplumun benzersiz yazgısını ise ya İnayetin takdirine ya da kendi düşkün durumuna atfetmişlerdi. Şimdiyse, bu kastın ya da “tarihsel” ırkın, kısa zamanda “Samî” diye yeniden adlandırılacak bir “fizyolojik ırk” mertebesine terfi ettirildiğini görüyoruz. Başka yazarlar da Yahudilerin durumunu ayrıksı bir olgu olarak ele alacaklardı (Yahudilerin saf bir ırk olduğuna inancının Michelet’yi nasıl başlarına gelen bütün belâları bu saflığa bağlamaya götürmüş olduğunu görmüştük).

Bugün, Edwards’ın ırksal determinizm yaklaşımını disiplinlerarası diye tanımlayabiliriz. Dönemin başka yazarları onun kuşkularının ve çekincelerinin ötesine geçerek ırksal determinizmi evrensel ya da tekçi bir açıklayıcı ilke yapmağa çalıştılar.

Bunun ilk işareti 1827’de insanın insan tarafından, kölenin efendisi, serfin beyi tarafından sömürülmesini açıklamak üzere militan cumhuriyetçi Charles Comte tarafından öne sürülen sistemde verildi. Buna karşılık, daha yakından bakıldığında tarif ettiği “ırklar”, daha çok ortak kökenlerince olduğu kadar ortak koşullarıyla da bir arada tutulan toplumsal sınıflardı. “Aynı toprağın fethedilmesiyle farklı ırklar bir kez bir araya geldiğinde” diyordu “onların her biri tahakküm ve boyun eğmeden doğan âdetlerini ve ön yargılarını korur ve gelecek nesillere aktarır.” Onun görüşünde bu halkların ya da kastların fizyolojik biçimlenmelerinin özel bir önemi yoktur:

Eğer her iki kast aynı türe aitse ve bunun sonucunda fiziksel karakteristiklerle ayırt olunamazlarsa, yapay işaretlerle farklılaşabilirler… Avrupalı değerleri kendi başına şu ya da bu ad yahut şu ya da bu işaret değildir, atalarının fâtih ırktan olduğunu iddia edebilme olgusudur.

Fransız bağlamında bu, açıkça “iki ırk hakkındaki anlaşmazlığı” canlandırmaya yönelik bir çabaydı. Ne var ki Comte, dünya çapında tarihin bu tür mücadelelerle biçimlendiğini düşünüyordu. “Yalnız okyanus takımadalarında değil… ama Avrupa’nın bütün ülkelerinde”, aslına bakılırsa her yerde, iki uzlaşmaz grubun yan yana bulunduğunu keşfetmişti: “Toprağı temizleyen ve hâlâ işlemeye devam eden ilk sâhipler ve sonradan gelip de toprağın ve onu işleyenlerin mülkiyetini ele geçirenler”. Sempatisi kesinlikle toprağı işleyenlerin, “âlet” olarak kullanılan bütün ülkelerin Galyalılarının: “fâtih halkın hâkimiyeti altında nesne kategorisine sokulanların” yanındadır.

Bu gözlemin tonu Gobineau’dan çok daha fazla Marx’a yakındır. Comte, eldeki bilgilerin henüz çok yetersiz olduğu gerekçesiyle bu konuda görüş belirmekte tereddüt etse de, farklı ırklar arasında değer farkı olduğu hususunda son derece kuşkucuydu. Bağımsız bir düşünürdü ve ırk gerçekliğiyle onun hayâlî temsili arasındaki (doğayla kültür arasındaki de denilebilecek) ayrımı görmeye her zaman muktedirdi. Karakteristik diliyle, ırksal mitlerin çeşitli kılıklar altında gösterdiği direngen dayanıklılığı şöyle târif etti:

İnsan ruhunda en son söndürülecek gurur, ırksal gururdur: Bir insan kişisel gururunu, aile gururunu, hattâ vatan gururunu terk edebilir, ama ırksal gurur öyle kolayca bırakılmaz. Halkların kurulması ve bölünmesi hakkındaki düşüncelerimiz bu duyguya atfedilebilir…[35]

Öte yandan, Comte’un arkadaşı iktisatçı Barthélemy Dunoyer, ırksal eşitsizliği vurguluyor ve çağının uyumlu bir çocuğu olarak, bu konuda fizyolojiye birincil öncelik tanıyordu. Siyasal gerçeklerin görüşlerini desteklediğini düşüyordu. “Hükmeden niçin kara ırk değil? Niçin aklar hizmetçi değil?” Charles Comte gibi liberal inançlara sâhip olan Dunoyer, bu evrensel eşitsizliği kınıyordu:

İnsanların eşitsizliği inkârdan gelinemez. Aynı şey ırklar için de geçerlidir ve bu gerçeği görmezden gelmenin yararı yoktur… Irkların eşitsiz gelişmişliğinden, söz gelimi herkesin eşit derecede çalışkan, zengin, aydınlanmış, ahlâklı ve mutlu olmasının imkânsızlığı gibi pek çok acı verici sonuç çıkabilir.

Bu düşünceler, kendisini gönülsüzce de olsa Cermenik halkları üstün ırk saymaya götürmüştü. Tarih, onların “modern toplumların ilk ve tek kurucusu olarak kabûl edilmesini” gerektirmiyor muydu? İster kadîm ister modern sanata uygulansın, estetik kurallarının da “Töton tipine” başka çeşitten bir üstünlük sağladığına inanmıştı. Bu konularda Comte ile aralarındaki görüş ayrılığı büyüdü. Dunoyer, esas olarak, bilimin kesin hükmüne rağmen insan ırkları arasındaki eşitsizliği kabûl etmediği için Comte’a çattı. Comte ise buna henüz kesinlik kazanmamış olan bir konuda kesin bir karara varmamış olduğu karşılığını verdi.[36]

Saint-Simoncu Victor Courtet de l’Isle de, “insanın var oluşunda içkin” olan “organik nedenler” dediği – insan toplumunun tarihini düzenleyen birincil dürtüleri araştırırken, Cermen halklarının hâkim ırk olduğu görüşüne varmıştı.[37] Bu ırk “ulusların yağı olarak” eskiden bütün Avrupa’ya yayılmıştı; “büyük, güçlü, güzel” idi ve “insanın fiziksel doğasının en güzel idealini” temsil ediyordu. Bu nedenle Doğa ona Roma İmparatorluğunu oluşturan ırklara boyun eğdirme gücü bağışlamıştı. Ne var ki, Courtet bütün bunları geçmiş tarih olarak bir yana bırakıyordu. Çünkü o zamandan bu zamana, Batıda ırklar arasında Fransız Devrimi gibi Hıristiyanlıkça da desteklendiğine inandığı bir “eşitlik ruhu” doğuran bir kaynaşma gerçekleşmişti. Courtet’un Avrupa’ya barış getirmek için nasıl bu ırklar kompleksinin kırılması gerektiğini önermiş olduğunu görmüş bulunuyoruz. Temel eseri olan La Science politique fondée sur la science de l’homme’de (1837) de bu planına bir kez daha değinmişti.

Bu kitap, gerçekçi olma niyetindeydi. Bir ırkın temel nitelik göstergesinin hâkimiyet gücü olduğunu beyân ediyordu; efendiler tanım gereği kölelerden üstündü ve Avrupalılar ne kadar karışmış olurlarsa olsun, üstünlüklerini dünya çapında bol bol kanıtlamıştı. Aynı uslamlamayla Courtet, sâdece Asyalıların değil, Kızılderililerin de Karalardan üstün olduğu sonucuna varmış; yüzyılının öbür yazarları gibi zencileri insanlık skalasının en altına yerleştirmişti, “hiçbir yabancı ırkı köleleştirmemiş, ancak birbirlerini köleleştirmiş” olduğu gerçeği de bu ırkın mutlak aşağılığını gösteriyordu.

Courtet’un özgün fikirlerinden biri, insanlık tarihinin sırf ırksal mücadeleler tarafından yâni “fiziksel” olarak değil, aynı zamandan farklı kanların karıştıran ya da birleştiren karşılaşmalar tarafından yâni “kimyasal” olarak da belirlendiğiydi. Gobineau sâyesinde bilimsel dilde modern ırkçılığın dogmalarından biri hâline gelecek olan bu fikri ilk ete kemiğe büründüren kişi o imiş gibi gözüküyor. Tipik biçimde, eski kuramlarla karşılaştırdığında bunu “ilerici bir fikir” sayıyordu. Thierry’yi eleştirişinden bu çıkıyor:

Ne yazık ki, Thierry’nin yöntemi dışlayıcı ve gerici bir karaktere sâhiptir. O sâdece ırkların ilkel çatışmalarıyla ilgilenir ve bizim bugünkü bütün rekabetlerimizin nedeni olarak, bunların şiddetinin anısını yâni bu şiddetin yol açtığı nefretlerin sürekliliğini keşfetmeye çalışır… fakat kanın karışması, çıkarların yavaş yavaş aynılaşması, bu uzlaşmazlık unsurlarını yavaş yavaş ortadan kaldırmış ve sonraki devrimlere, bizim zamanımızdakilere, artık aynı nefretler, aynı anılar neden olmamıştır…[38]

Saint-Simoncu Courtet’un gözünde, sanayi ve ilerleme söz konusu olduğu kadarıyla kanların karışması iyiydi, çünkü “genel refahın ilk nedeni olan işbölümüne bundan daha yararlı bir şey yoktur: Toplumsal işlevler daima ihtiyaçtan doğar ve doğacaktır: Konum farklılıkları daima işlev farklılıklarının sonucudur ve sonucu olacaktır. Eğer doğa, bu çifte ihtiyacın karşılanmasını en kapsayıcı tarzda ırkların eşitsizliği yoluyla sağlamışsa, her şeyin yaratıcısını bu bakımdan da yüceltmeliyiz”.[39] Courtet, bu ifadesiyle, bir ırkın öbürü üzerindeki diktatörlüğü sâyesinde sağlanan düzen ve istikrar ile ırksal farklılıkların tamamiyle ortadan kaldırıldığı tam eşitlikçi toplumlardaki düzensizlik ve isyânlar arasında bir tercihe dâvet ettiği çağdaşlarını ırksal konuları yöneten yasalar hakkında aydınlatmaktan başka kaygısı olmayan tarafsız bilimci konumunu benimser. Son özetlemesinden çıkan hüküm – “Köleliğin yüreğinde özgürlüğü, özgürlüğün yüreğinde köleliği bulursunuz” – insanlık hangi yolu seçerse seçsin, ahlâkî bakış açısından avantajların ve dezavantajların eşitçe dengelenmiş olacağı şeklindedir.

Bu unutulmuş yazarlar, az ya da çok tekçi nitelikteki bu düzme-bilimsel sistemleri ortaya koyarken, dönemlerinin havasını belli etmeksizin döllemekte olan görüşlerin aşırı bir ifadesini sunuyorlardı. Bu görüşlerin belli bir yankısı bâzı ünlü yazarların eserlerinde de bulunabilir. Joseph de Maistre gibi öylesine uzlaşmaz bir Katolik bile bu görüşlere beklenmedik bir saygı göstermiştir. Düzelme umudu olmayan doğuştan suçlular saydığı “Yabanılların en düşük kabasabalık aşamasını” açıklamaya çalışırken, bunların atalarının ağza alınmaz bir suç, “ikinci derecede bir ilk günah” işlemiş olabileceklerini öne sürer.[40]

Bu suç, onların insan ırkından dışlanmalarıyla sonuçlanmış ve böylece insan ırkının birliği sarsılmıştı. Irkların temelden eşitsiz olduğu inancı, de Maistre’ın tanrısal plana ilişkin fikri içerisinde yer buldu ve kendisini bütünüyle yeni bir ilâhiyat önermeye yönlendirdi. Vahşîler iki ilk günahın ağırlığı altında ezilerek iki kat çarpılmış olduğundan, artık bütün insanlar Tanrının önünde eşit değildi; ve bu “İnayetin laik ilâhiyatçısı” yerleşik ilâhiyadı, “vahşîlerin dehşet verici durumunu perdelediği; Katolik kilisesinin muazzam hayırseverliği, bize bu yaratıklardan söz ederken, çoğu kez umutlarını gerçekliğin yerine geçirdiği” için kınıyordu.

Bununla birlikte, Joseph de Maistre bu soruna yaklaşımında yalnız kaldı. Genelde, ırksal etmenin önemine duyulan inancı sürdürmek için böyle teolojik yan yollara sapmak gerekli görülmüyordu. Öte yandan, liberal cephede kimi zaman söz konusu inancın utandırıcı bir hakikati temsil ettiği duygusu hâkim oluyordu. Benjamin Constant, Dunoyer’nin kitabı hakkında yazdığı övgüde şu gözlemde bulunmuştu:

“Bu sistem, kendi hakikat payını taşıyor: Araştırmayı teşvik ediyor ve bu sâyede bilimi zenginleştirebilir, ama siyasetten özenle uzak tutulması gerektiğine inanıyoruz… İnsan ırkının bir bütün olarak lâyık olduğu mükemmelleşmenin er geç üstesinden geleceği bu ilksel farklılıkların incelenmesini fizyologlara bırakalım, ama gelin, siyaseti yeni eşitsizlik ve baskı bahaneleriyle silâhlandırmamaya dikkat edelim.[41]

Irk hakkında o dönem geçerli olan yorumlar arasına Lamartine’e ait şu pasaj da aktarılabilir: “Ne kadar seyahat edersem, tarihin ve ahlâkın büyük sırrının ırklar olduğuna o kadar ikna oluyorum.”[42] Hâkim eğilim, daha sonra Taine’in yöntemli bir biçimde ortaya koyacağı bir çeşit çoğulcu yorum idi. Onun – ırk, çevre ve zaman şeklindeki – üç etmen kuramında en önemlisi, “tarihsel olayların türediği etmenlerin birincisi ve en zengini” olan ırk idi.[43]

Yaklaşık 1840’lardan itibaren tarihin ırksal yorumlanışı İngiltere’de belirmeye başladı. Rugby’nin ünlü okul müdürü Thomas Arnold, yoruma ahlâkî ve tinsel bir edâ kazandırdı. Özünde, Töton ırkına İnayetin özel olarak tasarlanmış aracı rolü atfettiği panoramik bir evrensel tarih görüşü ileri sürmüştü. Arnold’a göre uygarlık meş’alesi her biri ödevini yerine getirir getirmez tarih sahnesinden çekilen ırklar arasında elden ele geçmişti. Yunanlar kendi üstünlük ânlarının keyfini sürmüşler, onların arkasından Roma gelmişti. Ama asıl etkiyi, tamamiyle Cermenlerin eseri olan Hıristiyan ve Batı kültürü yapmıştı. Avrupa’nın yayılmasının bütün dünyayı kaplaması onların sâyesindeydi (elbette bunu belirtirken Anglo-Sakson ulusunun özel katkısını vurguluyordu). Arnold, Cermenlerden sonra meş’aleyi kimin devralacağını açıklamamıştı. Bir şekilde Hegelgil bir tarzda, sanki tarih onlarla birlikte amacına ulaşmış gibi gözüküyordu. Onu ilgilendirdiği kadarıyla Almanya şuydu:

Bizim Sakson ve Töton atalarımızın yurdu; hiçbir Romalı ya da başka karışımla yozlaşmamış ülke; dünyanın şimdiye dek gördüğü – en sağlam yasalara sâhip – en ahlâklı insan ırklarının, en şiddetten arınmış tutkuların ve ailevî ya da öbür türden en ince erdemlerin doğum yeri.[44]

Arnold’ın Hıristiyan inancı çoklu türeyiş kuramına eğilim duymasını engellemedi. Yunanlar ile Avustralyalıların aynı atadan türememiş olmasını ihtimal dışı görmediğini yazdı. Bir başka tarzda da olsa görüşlerini de Maistre kadar eskilere götürerek, Yüce Tanrının “insanlığa tüm dinsel bilgiyi Yahudi halkı aracılığıyla, tüm entelektüel uygarlığı da Yunanlar aracılığıyla aktararak” bir zamanlar Yahudiler gibi Yunanları da Kendisinin aracı olarak seçmiş olabileceğini kabûl etti.[45] Yunanlar söz konusu olduğu kadarıyla bu halk “düşüncenin ve eşyayı sorgulama gücünün” timsaliydi. İnançlı Hıristiyanlar arasında bile, bilimin itibarının altında ezilen eski dogmaların değişmekte ve zayıflamakta olduğu açıktır. Gene de, Thomas Arnold gibi kişiler için Cermen halklarını planlarının aracı olarak seçmiş olan Tanrısal İnayet hâlâ esas etkiydi. Bunun üzerinden fazla zaman geçmemişken, genç Disraeli ırksal temayı bir kez daha ele aldı. İnayeti arka plana çekti ve sessiz bir cüretkârlıkla insanlığın kaderinin anahtarlarını Yahudilerin ellerine teslim etti.

Disraeli, siyasete atılmasının üzerinden fazla zaman geçmemişken yayımladığı büyük roman üçlemesinde (Coningsby, 1844; Sybil, 1845; Tancred, 1847) fikirlerini ve dünya görüşünü açıkladı. Tarih felsefesi belki şu formülle özetlenebilir: “Irk her şeydir; başka bir hakikat yoktur.” Döneminin antropolojik görüşlerine uygun biçimde Yahudileri “Kafkas ırkı”na dâhil etmiş ve onların gözlerden gizli gücünü şöyle betimlemişti:

İşin gerçeği, Kafkasyalı örgütlenmesinin saf ırkını tahrip edemeyeceğinizdir. Bu fizyolojik bir olgudur… Ve şu ânda, yüzyılların, on yüzyılların aşındırmasına rağmen, Yahudi zihni Avrupa işleri üzerinde yaygın ve büyük bir etki yapıyor. Hâlâ itaat ettiğiniz yasalarından, zihinlerinizi doyuran edebiyatlarından değil, yaşayan İbrani zekâsından söz ediyorum. Avrupa’da Yahudilerin büyük ölçüde katılmadığı hiçbir büyük entelektüel hareket gözlemleyemezsiniz. İlk Cizvitler Yahudiydi; Batı Avrupa’yı alarma geçiren gizemli Rus Diplomasisi Yahudilerce örgütlenmiş ve esas olarak onlar tarafından yürütülmektedir; bu ânda Almanya’da hazırlanmakta bulunan ve işin doğrusu ikinci ve daha büyük bir Reformasyon olacak olan ve henüz İngiltere’de hakkında pek az şey bilinen muazzam devrim, bütünüyle Almanya’nın profesyonel makamlarını neredeyse tekeline almış bulunan Yahudilerin denetiminde gelişmektedir…[46]

Geleceğin Beaconfields Lordu, İngiltere’de tartışmayı siyasal alana taşıyan ilk kişiydi (daha sonraki bir eserinde 1848 devrimlerini Yahudilerin yeraltı tertiplerine atfetmişti), onun bu fantezileri, âvam anti-semitizm propagandacılarının eline çok çeşitli argümanlar sağladığı kıta Avrupa’sında gürültülü bir yankı uyandıracaktı. Britanya kamuoyu ise onun bu böbürlenmelerini zararsız bir şımarıklık sayacaktı. Ne de olsa, hiyerarşide ikinci sırayı “Yahudi tinselliğinin ışığını” almaya en yetenekli ırk olan Saksonlara ayırmıştı.[47]

Philip D. Curtin’in “Britanya ırkçılığının asıl kurucusu” dediği cerrah Robert Knox[48] ile artık sorun, ister Yahudi ister başka türden olsun, tinsellik değildi. İnsan ırkları üzerine 1850’de yayımlanan “felsefî araştırma”sında, Disraeli’nin görüşleri aşağıdaki gibi tekrarlanır ve geliştirilirken Yahudiler yararsız asalaklar olarak tarif ediliyordu:

…insan işlerinde ırkın her şey demek olduğu, felsefenin şimdiye dek ilân ettiği en kapsamlı, en dikkate değer basit gerçektir. Irk her şeydir: Edebiyat, bilim, sanat – tek kelimeyle uygarlık ona bağlıdır.[49]

Knox, transsendentalizmden eser bile taşımasa da sistemini “transsendetal anatomi” diye adlandırmıştı. Özellikle felsefî bakış açısından en yetenekli ırkların Gotlar ve Slavlar olduğunu, onları Saksonlarla Keltlerin izlediğini düşünüyordu (Saksonların “abartılı öz-saygısını” eleştirmekten çekinmemişti). Skalanın öbür ucunda, gerçi savaşçı niteliklerinin akların Afrika’daki üstünlüğünü tehlikeye atabileceğini teslim ediyorsa da, Karalar yer alıyordu. Bütün bunlar yeni bir dili gösteriyordu. Büyük Britanya kendini Kıta Avrupa düşüncesine uydurmaya başlamıştı ve Knox’ın kitabı bunun işaretiydi.

Darwin bu kitaptan onaylayarak aktarmalarda bulunmuştur ve antropoloji tarihçileri Dr Knox’ı, Darwin ile Spencer’ın doğal seçilim ve en uygunların hayatta kalması kuramlarını haber veren evrim kuramının öncüsü olarak görürler.[50] Knox’ın kısmen Disraeli’yi hedef alan Yahudi karşıtı görüşleri de dönemi ve ülkesi açısından aynı derecede bir yenilikti. “İbraniler”in (en eski çağlara dek izini sürdüğü) asalaklığını ve kültürel kısırlığını dinlerine değil, bütünüyle ırklarına bağlamış ve böylece modern anti-semitizmin habercilerinden olmuştu. Fakat yarı-Yahudilerin durumunda, Sakson ya da Kelt kanının Yahudi kanlarına baskın geldiğini düşünmeye eğilimliydi. Bu da özellikle İngiliz bir bakış açısıydı.[51]

Gobineau hakkında on dokuzuncu yüzyıl sonlarından beri yapılan tarihsel ve edebî incelemeler çoğu kez kaynaklarının kimler olduğu hakkında kafa yormuştur. Bir Alman yazarın 1926’da ortaya attığı tuhaf bir varsayım, Gobineau’nun ırkın gizemleriyle aralarında Paris’te gerçekleşmiş olabilecek buluşmalar sırasında Disraeli tarafından tanıştırıldığını öne sürer.[52] Essai sur l’inégalité des races humaines’in bâzı anahtar kavramlarının Courtet de l’Isle’den türetildiğini gösteren Jean Boissel, ayakları daha yere basan bir varsayım ileri sürmüştür. Fakat bunları nereden nakletmiş olursa olsun Gobineau’nun yaptığı, zamanında zâten kökleşmiş olan fikirleri son derece kişisel bir tarzda sistematize etmekten ibarettir. Bunlara kendi öz katkısı esas olarak, uygarlığın ölüm çanı gibi hissedilen kötümser çıkarsamalarından oluşur. Bilim bahanesiyle her çeşitten acılık ve düş kırıklığına kapı açmıştı. Onun için bilimin “sâdece demokrasiye ve Devrime olan nefretine karşı bir avunma aracı” olduğunu bizzat kendisi kabûl ediyordu.[53] (Kitabının yayımlanmasından hemen sonra) Tocqueville’e gönderdiği mektupta geçen şu cümlesi mesajını daha bile açık ifade ediyor: “İnsanlara bağışlanacaksınız ya da mahkûm edileceksiniz demiyorum, onlara ölüyorsunuz diyorum.”[54]

Gobineau’nun fikirlerinin etrafında yayılan efsâneyle pek az ortak yönü vardır. Mantığa uygun davranılsaydı, ırksal hiyerarşi hakkındaki düşüncesi yüzünden kitabının Nazi Almanya’sında yakılmış olması gerekirdi.

Gobineau’nun okuma listesi çok genişti ve tezini desteklemek için zamanının bütün antropoloji yazınını olduğu gibi, önde gelen “fizyologlar”ının yazdıklarını da elden geçirmişti. Fakat esinlendiği tarihsel kaynaklarla ilgili olduğu kadarıyla, Kitap başta geliyordu. Tevrat’taki kronolojiyi takip etti (evrenin kendisi değilse bile, insan türü beş ya da altı bin yaşındaydı); insanlık hakkındaki esas düşüncelerini Yaradılış Kitabından almıştı. Ona göre söz konusu kitap, sâdece “güzellik, zekâ ve gücü tekelinde bulunduran” ak ırk ile ilgiliydi.[55] Başından beri İnayetin yol gösterdiği bu ırk, kuzey Asya’dan ortaya çıkmış ve Ham, Sam ve Yafes’inki (geleceğin Arîleri) olmak üzere üç dala ayrılmıştı. Bu üç dal yetenek ve erdemlerce eşit donatılmıştı ve Gobineau’ya göre ak ırk çocukluğundan itibaren “bütün uygarlığın ana iki unsuru: Bir din ve bir tarih” ile kutsanmıştı.

Ne Kilisenin eski geleneğiyle çelişmek, ne de onları seçilmiş ak ırkla ilişkilendirmek isteyen Gobineau, aşağı ya da “ikincil” ırkların kökeni konusunda tutarsızlığa sığındı. Fazla önem atfetmeksizin “Âdem adında bir ilk yaratılmış insan”ın var olduğunu kabûl ediyor ama bu gizemli kişiliği “ihtilâf içinde” bırakmayı tercih ediyordu.[56] Onun gözünde, bu “Âdem’i” sırasıyla Afrika ve Amerika’nın yerlileri olduğunu düşündüğü kara ve sarı ırklardan bir uçurum ayırıyordu. Tek kelimeyle, teoride tekli türeyişçi, pratikte çoklu türeyişçi idi.

Öte yandan, Gobineau’nun fikrince, insan türünün tüm dalları içinde melezlenmeye karşı çıkan bir “ırksal güdü” vardı (“kaçınma yasası”). Fakat ak ırkın niteliklerinin ta kendisi, yâni toplumsal alış verişlere karşı duyduğu uygarlaştırıcı istek ve fetihler yoluyla yayılması, tam tersi bir eğilim yaratmakla sonuçlanmıştı (“çekilme yasası”). Bundan, bu “alaşımlar”, ya da aşağı kanlarla karışmanın yıkıcı etkilerini kısa zamanda göstermeye başlamasından dolayı ak ırkın ve bu yüzden uygarlığın ta kendisinin kırılgan ve kısa ömürlü olduğu sonucu çıkıyordu. “Tarihsel kimya” yasaları, karışık “üçlü” ya da “dörtlü” alt ırkların yozlaşmak zorunda olduğunu gösteriyordu.[57] Böylece, Hamîler fetihler ve yayılmanın sonucunda “kara kanın kendilerinde doygunluk derecesine ulaştığı”[58] ilk ırk olacak ve böylece tamamiyle gerileyecekti. Daha küçük bir derecede de olsa Samîlerin yazgısı da buydu. Sâdece Yafes’in oğulları, en azından Hıristiyanlık çağının başlangıcına dek, az çok tamamiyle saf kalmıştı. Bundan sonra onlar da, yayılmalarına paralel olarak, aynı düşüş çizgisine girmişti.

Bununla birlikte Gobineau’nun renkli insanları tiksinti nesneleri ya da şuursuz vahşîler olarak gördüğünü düşünmek yanlış olacaktır. Tam tersine, onlar hakkındaki görüşleri şaşırtıcı biçime ılımlıdır. Bu insanları büyük maymunlardan ayıran uçurumun büyüklüğünde ısrarlıydı[59] ve döneminin antropologlarını aksi yöndeki abartmalarından dolayı kınıyordu. “Şimdiye dek bilimsel gözlemcilerin çoğu insanlığın en aşağı tiplerini olguların gerektirdiğinden daha aşağıda göstermeye yönelik dikkat çekici bir eğilim sergilemiştir. Bir yabanıllar oymağı hakkındaki ilk bilgilerin neredeyse tümü, onları yanlış biçimde itici renklerle tasvir eder.”[60] Karalara, uygar akların sâhip olmadığı ve kendisinin bütün sanatların kaynağı olarak gördüğü özel bir “evrensel tahayyül kuvveti” atfediyordu:

Ateş, alev, kıvılcım, coşku ve kendiliğindenlik patlamalarının nasıl ruhunun doğasından kaynaklandığını ve duyarlılığın aynası olan hayâlgücüne ne kadar sâhip olduğunu ve de sanatlar tarafından yaratılan şu izlenimleri almaya ne kadar hazır olduğunu gördüğümüzden, kara unsur, bir ırkta sanatsal dehânın gelişmesi için kesinlikle vazgeçilmezdir.[61]

Yahudilere gelince, onları târif etmekte Disraeli’den esinlenmiş olması çok muhtemel olan Gobineau onlara görece saflığını korumuş Samî kanı atfediyordu. Onları târif edişi neredeyse bir Seçilmiş Irk övgüsüyle biter:

Yahudiler, kendilerininkiyle akraba bir dilin lehçelerini konuşan aynı zamanda büyük çoğunluğunun onlarla oldukça yakın bir kan bağı bulunan gruplarca çevrelenmişti. Buna rağmen, bütün bu grupları geride bıraktılar. Savaşçılar, tarımcılar ve tâcirler olarak ortaya çıktılar. Sâdece monarşiyle teokrasiyi değil, aile reislerinin ataerkil gücü ile meclislerde ve peygamberler tarafından temsil edilen halkın demokratik gücünü de uzlaştıran benzersizce karmaşık bir yönetim biçimi altında, yüzyıllar boyunca refah ve görkem içinde yaşadıkları ve göç sistemlerinin en akıllıcalarından biriyle ülkelerinin dar sınırlarının yayılmalarının önüne koyduğu engellerin üstesinden gelebildikleri gözlenebilir. Ve bu ülke neden oluşuyordu? Modern gezginler, yapay verimliliğinin İsrail’in çiftçilerinin ne kadar bilgece çabalarına mal olduğunu tahmin edebilir. Çünkü bu seçilmiş ırk bu dağları ve ovaları mesken tutmayı bırakalıdan beri Yakup’un sürülerini suladığı kuyu kumla dolmuş, Nabot’un üzüm bağı çöle boyun eğmiş ve Ahab’ın sarayının yeri kuşburnu çalılarıyla kaplanmıştır. Yahudiler yeryüzünün bu acınası köşesinde nasıl bir örnek oluşturmuştu? Tekrar ediyorum, onlar her işinde akıllı bir milletti; cesâretle çarpıştıkları bir savaşta bağımsız bir ulus ünvanını yitirmeden önce, dünyaya neredeyse tüccarları kadar çok sayıda bilgin kazandırmışlardı.[62]

Gobineau’nun eserinde bizi daha sonra bilgilendirdiğine göre, işin aslı “Yahudilerde ırklarının mâruz kaldığı karışımdaki Ak özün payının” komşularınınkine göre “daha büyük” olmasıydı.[63] Aslında Gobineau, kitabı boyunca, her yerde ve her zaman insanın tarihinin gidiş yolunu açıkladığı varsayılan sonsuz ırksal kan sayımı operasyonlarına girişmişti. Bu yüzden Yunanistan mucizesi sanat ve felsefede ulaştığı doruklar kadar nihaî çöküşünü de şu karışıma borçluydu:

1. Helenler – Sarı unsurlarla değişikliğe uğramış ama büyük ak öze sâhip ve bâzı Samî akrabalıklar taşıyan Arîler;

2. Yerliler – Sarı unsurlarla iyice karışmış Slavo-Kelt halklar;

3. Traklar – Kelt ve Slavlarla karışmış Arîler;

4. Fenikeliler – Kara Hamîler;

5. Araplar ve İbraniler – Çok karışmış Samîler;

6. Filistinliler – Belki daha safkan Samîler;

7. Libyalılar – Hemen hemen kara Hamîler;

8. Giritliler ve öbür adalılar – Az çok Filistinlilere benzeyen Samîler.[64]

Açıktır ki, bu tür bir melezlenme, yüzyıllarca sürdürüldüğünde, ancak soyun bozulmasıyla sonuçlanabilirdi; ve çağımızın başındaki Cermen istilâları [bu bozulmayı] kısa süreliğine kesintiye uğrattıysa da, getirdikleri Arî kanı çabucak eski Romalı, Yunan ya da Samî bileşenlerle karışmaya başlayacaktı.[65] Gobineau’nun eserinde Fransız Devrimine yol açan kan bileşenleri hakkında hiçbir tahlilin bulunmayışı şaşırtıcıdır. Ona göre, bütün Avrupa uluslarının damarlarında akan kan eşit derecede ve geri dönüşsüz biçimde karışıktı. Kitabının son bölümleri, Arîlerin piçleşmesinin bir tasvirine adanmıştır; bu konuda (genelde düşünüldüğünün aksine) Almanlar lehine bir istisna yapmaz, onların kanı da geri kalan Avrupalı kan tipleriyle olduğu kadar “Fin kanı” ile de kirlenmiştir. Daha da trajik olan, sâkinleri “bütün çağların kırıntılarının, tamamen melezleşmiş İrlandalılarla Almanların, bu bakımdan onlardan geri kalmayan bâzı Fransızların ve bu konuda öbürlerinden de ileri gitmiş İtalyanların ürünü” olan Yeni Dünya’nın önündeki ihtimallerdi. Üstelik, bu karışıma çok geçmeden Karaların ve Kızılderililerin kanı da karışacak ve bundan çıkacak tek sonuç, “en bozulmuş varlıkların bir araya gelmesi” olacaktı.[66]

Bütün dünyayı aynı yazgı beklemekteydi ve Deneme şu nutukla sona eriyordu:

Ak tür bundan sonra yeryüzünden silinecektir. Tamamen safken tanrılar çağından, karışma kuvvet ve sayı bakımından ılımlıyken kahramanlar çağından, artık kuruyan kaynaklarından yenilenemeyecek de olsa insan yetileri hâlâ hatırı sayılır ölçüde güçlüyken soyluluk çağından geçtikten sonra, bulunduğu çevreye göre az ya da çok hızla, bütün unsurların nihaî karışmasına varmıştır… Şimdiden öylesine bölünmüş olarak da olsa ülkelerimizde hâlâ var olmayı sürdüren ve tek başına toplumsal yapımızı ayakta tutan Arî kanının payı, günden güne, tamamen yutulmadan önceki son sınıra doğru gitmektedir. Bu sonuç elde edildiğinde, birlik çağına ulaşılacak… saf hâllerindeki üç büyük arketipin doğrudan evliliğinin sonucu olmaktan çok uzak olan bu kaynaşma durumu, artık, sonsuz karışım ve bunun sonucu olarak değersizleşme dizilerinin caput mortuumundan* başka bir şey olmayacaktır. Bu her yönüyle sıradanlaşmanın son aşaması olacaktır; fiziksel kuvvette sıradanlaşma, güzellikte sıradanlaşma, entelektüel yeteneklerde sıradanlaşma, insan buna neredeyse yok olma diyebilir.[67]

Gobineau, bu nihaî evrenin süresini hesaplayabileceğine inanıyordu. Uygarlığın serpilmesi beş ya da altı binyıl sürmüş olduğuna göre, birkaç yüzyıl önce başlamış olan çöküşü de aşağı yukarı benzer bir zaman alacaktı. Öyleyse sonrasında “yaşamsız gezegenimizin biz olmaksızın uzaydaki kayıtsız yörüngesinde dolaşmayı sürdüreceği, türümüzün son can çekişmesini önceleyen” üç ya da dört binyıl geçecekti.[68]

Gobineau’nun mektuplarında da aynı kasvetli şiire rastlanabilir. Örneğin biraz önce aktarmış olduğumuz pasaja bakalım: “İnsanlara bağışlanacaksınız ya da mahkûm edileceksiniz demiyorum (ve şunu eklemişti, ‘sonun yakın olduğunu söyleyen bir doktordan fazla katil değilim’); Onlara ölüyorsunuz diyorum (ve eklemişti, ‘Kış geliyor ve sizin oğullarınız yok’)”.[69]

Saint-Simon ve Auguste Comte –ve bâzı çekincelerle Ernest Renan– gibi vizyonerler, böylece eski Hıristiyan parousia* umudunu sekülerleştirerek, dünya çapında bir ırksal kaynaşmanın uyumlu bir mutluluk çağını, insan ırkı için tanımsız bir ebedî hayat biçimini başlatacağını ummuşlardı. Kendisini iyi bir Katolik olarak gören Gobineau ile Mesih-İsa’nın ikinci gelişine ilişkin her türlü umut ortadan kalkıyor ve insan ırkı için topyekûn yok oluştan başka ihtimal kalmıyordu. Bu anlamda, çömezleri kendisini yanlış anlamamıştır. O, gerçekten de biyolojik ırkçılığın büyük habercisi, insanlığı başladığı noktaya geri götürme arzusunun esinlendirdiği bir gericiydi.

Metafizikçiler ve Megalomanyaklar

Tocqueville ile Renan, kitabının Fransa’da uğradığı başarısızlık için Gobineau’yu avutmaya çalışırken, Cermen ülkelerinde daha başarılı olacağını vaad ettiler. Almanların “soyut gerçek olarak gördükleri her şeye heves duyma” özelliğini vurgulayan Tocqueville, ona kitabının “bütün Almanya yolunu dolaşarak Fransa’ya geri döneceğini” söylemiş;[70] Renan, Almanların ırk meselelerini anladığına ve “kendi ilksel kökleri”ne bağlılıklarına işaret etmişti.[71] Zaman ikisini de haklı çıkardı. İncelememizin ana hattı buradan itibaren giderek daha fazla Avrupalı ırk fantezilerinin en uygun üreme yeri ve Napolyon savaşlarının etkisiyle militan ulusçu bir karakter kazanan arılık fikrinin mevzisi olan Almanya’ya yönelecektir. Bu yeni eğilimin en iyi örneği görmüş olduğumuz gibi, her şeyden önce “tarihsel ırklar” ile “fizyolojik ırklar” arasındaki daimî anlam karışıklığını koruyan ve Alman olmayan bütün ak insanları dışsal bir karanlığa mahkûm kılan Fichte’nin paranoyakça öğretisidir. Gerçi Fichte’nin yurtdaşlarının aksine dil ölçütüne vurgu yaptığı, bu yüzden de saldırısının dolaylı kaldığı ve aslında Fransız yazarların biyo-materyalist felsefesinin Alman kamuoyunda pek etkili olmadığı doğrudur. Ama gene de, Alman idealizminin puslu dili, ak ırkın özsel arılığı gibi yollarla Alman ırkını yüceltmeyi ve – Fichte’nin Yahudileri mahkûm ettiği gibi – öteki insan gruplarını temyizi gayri kabil şekilde mahkûm etmeyi mümkün kılıyordu.[72] Bu düşünürler ve ozanlar memleketinde metafizik yargılar, sıradan insanlarca her alanda son söz kabûl ediliyordu.

Böylece, Alman felsefesi “fiziksel ile ahlâkî arasındaki ilişki”ye “ahlâk” açısından yaklaşmayı sürdürdü. Görüneni açıklamak için “görünmeyen”e başvuruluyor; bir anlamda madde düşünce içinde gizleniyordu. Fransız ideolojisiyle bu karşıtlık, en aşırı ifadesini bütün doğal görüngünün “İdea”nın bir sembolünden ya da maddî tezahüründen ibaret olduğunu öğreten Naturphilosophiede buldu. Evrensel bir ilişkinin ayrıntılı tezahürleri ortaya çıkarılmalı, doğal görüngünün gizli önemi keşfedilmeliydi ve bu, Romantik tahayyülün şurada burada dehâ parıltılarıyla ışıldayan en uçuk fantezilere dalmasına izin veriyordu.

Çoğu kez Naturphilosophienin babası olarak görülen Friedrich Wilhelm Schelling (1775-1854) başlangıçta insanlığın farklı ırklarını Aydınlanmanın klasik ruhu içinde ele almış gibidir. Hiç kuşkusuz ak ırk bütün ırkların en soylusuydu, ama nasıl böyle olmuştu? Bunun nedeni, (Buffon’un düşündüğü gibi) renkli ırkların aksine ilksel onurunu tamamiyle korumuş olması mıydı, yoksa, böylece “daha yüksek bir tinsellik” kazanarak sâdece Akların karşı koyabildiği, dünya çapında bir yozlaşma mı olmuştu? Gerçek ne olursa olsun, “Avrupa insanlığının hiçbir anlamda bir ırk olarak tanımlanamayacağını” tartışmasız bir durum kabûl ediyordu. Schelling, ilk başta “insanları birbirinden ayıran ırksal farklılıklar değildir… bâzı halklar arasında en az ırk farklılıkları kadar büyük sınıf farklılıkları vardır” düşüncesini de öne sürmüştü. Filozof, bu yüzden kendi kendisine “fiziksel gelişmedeki farklılıkların bir neden olmak şöyle dursun, daha ziyade insanların en erken biçimlenmesiyle yakından bağlantılı olması gereken büyük tinsel hareketlere eşlik eden bir görüngü” olup olmadığını sormuştu.[73]

Ne var ki, bu görünüşteki “kültürel antropoloji” zaman geçtikçe yerini tamamiyle farklı fikirlere bıraktı. Schelling, Mitolojinin Felsefesi’nin ikinci cildinde insan ırkını “insanlık unsuru sâdece bir yarısında mevcutmuş gibi gözükecek tarzda iki büyük kitle”ye ayırmıştı. Öbür yarıda, sâdece “hayvanlığın sınırındaki” Afrika ve Amerika oymakları değil, Asya’daki “geçiş tipleri” de yer alıyordu. Blumenbach ile Kutsal Metinleri uzlaştırma çabası içinde “Yafesî, Prometeusgil, Kafkasyalı ırk, sâdece her şeye tahammül etmeye hazır olan bu ırkın ataları… kendi edimiyle İdealar dünyasına girebilme yeteneğindeki Biricik İnsan olabilirdi” sonucuna vardı. Öbür ırklara gelince, Schelling, bunların ya köleliğe ya da yok olmaya mahkûm olduğunu düşünmüştü. Zamanının sömürge sistemlerinde pratik şeklini gördüğü bu görüşünü metafizik zeminde haklı göstermeye hazırdı:

Onların bir kısmını tanrısallığa yükseltmek ya da öbürlerini insanlık düzeyinin altına düşürmek şeklinde üstün bir ırkın eyleminin iki yönlü olabileceği sonucuyla… ilk insan için, bu ada lâyık insan için farklı ırklar artık mesele değildir.

Göründüğü kadarıyla, Schelling köle ticaretini “tanrısallığa doğru yücelmenin” araçlarından biri olarak görüyordu. “İyicil bir ruh” diye yazmıştı “en berbat barbarlığa terk edilmiş bu insanlar ırkı için, neredeyse hiçbir avuntusu olmaksızın ebedî bir ölüme yazgılı bu canlar için, tek kurtuluş çâresini bunda görmüş olabilir”. İnayetin başvurduğu yollar – ya da idealist felsefenin nimetleri – böyle olabilirdi ve kölelerin yazgısı gerçekten dehşet vericiyse bunun nedeni şuydu: “insan elinin değdiği her şey bozulmaya yazgılıdır… Sorun neyin gerçek olduğunu değil neyin mümkün olduğunu bilmektir…”[74]

Schelling’in konumunu haklı çıkarmak için kullandığı Dünyanın Ruhu ya da Biricik İnsan ile Bütün arasındaki özdeşlik hakkındaki teozofik kurgulara dalmayacağız. Antropolojisi bir başka bakımdan ayırt edici olması bakımından dikkate değer. Schelling’e göre, bütün ak insanlar İdealar âlemine erişim hakkına eşit derecede sâhipti ve “halk olmayan” ya da “som insanlığın temsilcileri” diye sınıflandırdığı Yahudiler bu âleme erişime öbürlerine göre daha bile yatkındılar.[75] Dahası, Hegel’in bu öğrencisi ve genç dostu, insan türünü gerçek yurduna yâni Cennete doğru götürmekte Almanlara özel bir sorumluluk yüklemekten kaçınmıştı.

Naturphilosophienin bir başka izleyicisi olan Lorenz Oken (1779-1851), Alman doğalcı sembolizminin mistiko-felsefî hayâl gücünün icât edebildiği bütün uçuklukları ve fantastik saçmalıkları bir araya getiren bir biçiminin öncüsüydü. Oken, doğanın üyeleri canlı varlıklar olan tek bir beden olduğunu öğretiyordu. Yaratılışın üstün varlığı olduğu ve “bütün hayvan bedenlerini tek bir bedende yeniden birleştirdiği” için insan doğayı sembolize ediyordu. Bunun sonucunda, insan bedeni, hayvanlar âlemi gibi aynı tarzda, bu âlemin esas sınıflarının her birinin beş duyu organından birine “karşılık geleceği” şekilde alt bölümlere ayrılabilirdi – memeliler en yüksek hayvan sınıfı olarak insanın görme duyusuna, kuşlar işitme duyusuna karşılık geliyor ve böyle böyle devam ederek dokunma duyusuna karşılık gelen böceklere dek varılıyordu. İnsan ırkları unsurlarla bağlantılı bir sembolizmle karakterize ediliyordu. Kara ırk topraksal ya da maymunsu; ak ırk ateşsel (ışıksal) ya da insanî idi; Moğollar ve Kızılderililer sırasıyla hava ve su ile sembolize ediliyordu. Oken, tezini desteklemek için özellikle, yüzü kızarma yeteneğine sâhip olmadığı için içsel bir hayatı ifade edemeyen Karaların opaklığına işaret ediyordu. “Yüzü kızarabilen biri bir insandır; kızaramayan biri bir Zencidir”.[76] Yurttaşlarının hevesle bir dâhî olarak nitelediği Oken,[77] ilâveten “tanrısal savaş sanatı”nı yüceltiyordu. Bu sanatın doğanın yasalarına uygun şekilde yürütülmesi gerektiğini düşünüyordu ve zamanının Almanlarını felsefeye bel bağlamaya devam ettikleri için azarlıyordu.

Almanya’da bir sonraki neslin en popüler antropologlarının yazılarındaki benzer fantastik mukayeseleri ve fikirleri daha sonra ele alacağız. Ama ondan önce, düşünceleri on dokuzuncu yüzyılı aydınlattıktan sonra yirminci yüzyılda da bir felsefî nirengi noktası olmaya devam eden bir yazarın antropolojisine bir göz atmalıyız.

Bir felsefî sistem olarak Hegel’in idealizmi, içkin bir şekilde biyo-materyalist öğretinin karşı kutbuna yönelir. Görmüş olduğumuz gibi, Hint-Arî kuramını desteklemekle birlikte, insan ruhunun gizlerini fizyoloji araştırmalarıyla çözmeyi amaçlayan “fizyonomistlerin” ya da “kafatasçıların” iddialarını hoşnutsuzlukla reddetmişti.[78] Hegel’in bakış açısı, o zamanlar heyecanla tartışılan Yahudi sorunu hakkındaki görüşlerinde cisimlenir. Fichte’nin aksine, Yahudilerin özgürleşmesinden yanaydı. Bunun nedeni de, onların tiksinti verici inançlarından vaz geçirmenin başkaca yolunun olmadığını düşünmesiydi – ki bu düşünce, söz konusu inançların Yahudilerin bedenlerinde kök salmamış olduğunu imâ eder.[79]

Ne var ki, Hegel, renkli ırkları özellikle de Karaları, kaçınılmaz olarak doğuştan gelen aşağılık fikrini akla getirecek bir tarzda tanımlıyordu. “Zenci” diye yazmıştı “tamamiyle yabanıl ve eğitilmemiş durumundaki doğal insanı sergiler. Onu doğru kavrayacaksak, her türlü saygınlık ve ahlâk düşüncesini – duygu diye adlandırdığımız her şeyi – bir yana bırakmalıyız; bu karakter tipinde insanlıkla uyumlu hiçbir şey yoktur.” Zencinin aşağılığına kanıt bulmak için fazla uzağa gitmeye gerek yoktu. “Ruhun ölmezliğine dair hiçbir Bilgiye sâhip değiller… insan eti yemek Afrika ırkının genel ilkelerine tamamen uygundur.” Böyle bir yaratığın artık Oken’in maymun adamından, “yüzü kızarma yeteneği olmayan” adamdan hiçbir üstün yönü yoktu. Onunki umutsuz bir durumdu. “Bu durum gelişmeye ve kültüre yer vermez, bugün onlarda ne görüyorsak daima öyle idiler.”[80] Hegel için Afrika, ona göre Asya’dan başlayıp Avrupa’da biten insanlık tarihinin ötesindeydi. “Tanrının yeryüzünde yürüyüşü” diye özetlediği formülü iyi bilinir. “Doğu sâdece tek insanın; Yunan ve Roma dünyası az sayıda insanın; Alman dünyası bütün insanların özgürlüğünü tanıdı.” Herkes için özgürlüğe doğru bu ilerlemede, demokrasi, aristokrasi ve monarşinin birleşimi olan despotizm ile gayet iyi uzlaşmıştı.

Dünya tarihinde Hegel’in öne sürdüğü bir başka dönem sınıflaması, Cermenik-Batı tarihini üç büyük evreye ayırıyordu başlangıcından Şarlman’a, Şarlman’dan Reformasyona, Reformasyondan da sona erişini kendi felsefesinde bulan döneme. Bu üç dönem aynı zamanda Baba’nın, Oğul’un ve Kutsal Ruh’un hükümranlıklarına karşılık düşüyordu. İlk iki evre sözkonusu olduğunda bu Joachimci* eskatoloji farklı yorumlara açıktı. Ne var ki sıra üçüncüye geldiğinde Hegel, temel ilkesinden ayrılmış ve çağının ırksal simyacılığına yazılmıştı. Açıklanması zor olan Reformasyon idi. Kutsal Ruh neden bu evrede hükümranlığını sâdece Cermenler arasında kurmuştu da Slavlar ile Latinler arasında kurmamıştı? Slavların “beliren özgürlüğün nimetlerinden yararlanamadıkları” için köylüler ve serfler olarak kalmış olduğuna işaret ediyordu. Fakat Latin ulusları kültürden yoksun değildi: “Aksine, bu bakımdan Almanya’nın ilerisindeydiler.” O zaman başka bir açıklama bulunmalıydı ve bu noktada Hegel fazla da gizlemeksizin Alman kanın saflığına başvurmuştu.

“Alman ulusunun saf içe kapanıklığı” diye yazmıştı “Ruh’un kurtuluşu için uygun toprağı hazırlamıştı; buna karşılık Romen ulusları ruhlarının en derininde – tinsel vicdanlarında – Uyumsuzluk ilkesini sürdürmüşlerdi – onlar Romen ve Alman kanının kaynaşmasının ürünüydüler ve bundan gelen heterojenliği hâlâ koruyordular.” Bu fikri daha sonraları daha Hegelci bir dille yeniden ele alacaktı:

Öte yandan, Romen hakları arasında hemen soyut bir ilke tarafından beslenen bu iç ayrılıkla karşı karşıya geliriz, ve, bunun karşı tarafı olarak, “Kalp” dediğimiz, Ruhun Bütünselliğinin ve duyarlılığın yokluğu; ruhun kendi hakkında uzlaştırıcı tefekkürü yoktur; – en derin varlıkları içinde kendilerine yabancılaştıkları söylenebilir.[81]

Welsche hakkındaki bu yargı, genç Hegel’in kişiyi tuhaf bir mistik âleme götüren bâzı yazılarıyla karşılaştırılabilir.[82] Theologische Jugendschriften’inde, kimi zaman zehir saçan bir dille Yahudileri lânetlediği suçlamalar,[83] kendi öz geleneklerini ve destanlarını gözardı ediş biçimlerinden ötürü Almanları azarladığı bir pasaj içerir:

Hıristiyanlık Valhalla’yı boşalttı, kutsal koruları kökledi, ulusal imgeyi utandırıcı bir hurafe diye ortadan kaldırdı ve onun yerine bize, iklimi, yasaları, kültürü ve ilgileri bize yabancı olan, tarihinin bizimkiyle hiçbir ilgisi bulunmayan bir ulusun imgelemini verdi. Bir Davut ya da bir Süleyman popüler tahayyülümüzde yaşıyor, ama kendi ülkemizin öz kahramanları bilgince tarih kitaplarının içinde uyukluyor…

Bununla birlikte Hegel, Alman tanrıları için savaşmanın umutsuz bir dâva olduğunu hissediyordu:

Bir ulusa bir kez yitirilmiş ve zâten yenilgiye mahkûm bir imgelemi geri vermek projesinin, bir bütün olarak, Julian’ın* atalarının mitolojisini ihya etme çabasından bile daha az şansı vardır… Öyleyse, Tötonların atayurdu Yahudiye midir?..[84]

Hegel büyüklüğündeki bir düşünür bile hâkim Cermenomanya’ya böyle boyun eğmişse daha zayıf kişiliklerin çok daha uzağa sürüklenmeleri doğaldır. Katolik yayımcı Görres (1776-1848), Cermen özsuyunun ölgün Latinliği biyolojik olarak canlandırdığına inanıyordu:

Alman kanının durmadan yenilenen dalgaları İtalyan halkının damarları boyunca yayıldı ve bu naklin sonucunda tükenmiş, yıpranmış, yozlaşmış ve cansız her şey bertaraf edilerek yeri genç ve diri özsuyuyla dolduruldu; böylece yaşlı zayıf beden yüzyıllarca dirildi, yeniden üredi ve hayatla doldu…[85]

Bu türden fikirlerin Hegelci okulda özellikle de hocalarını aşmaya meraklı genç devrimciler arasındaki talihi farklı farklı oldu. Marx’ın sâdece “soyut insan” ile ilgilendiği gerekçesiyle eleştirdiği ateist hümanist Ludwig Feuerbach (1804-1872), farklı kan ya da ırk kategorileri oluşturmaktan ya da uygar insanla vahşîler arasında ayrım yapmaktan kesinlikle kaçınmıştı. (İnsan midesi bile ona göre hayvanların midelerinden farklı “evrensel bir öz” idi. Bunun insanların hayvanların aksine her şey yiyen bir canlı (omnivorous) olduğu gerçeğiyle sâbit olduğunu düşünüyordu.)[86] Feuerbach’ta öğrencilik günlerinin Cermen manyaklığı, eğer ortaya çıkıyorsa, ancak, eril ve temelden Alman olan bir felsefî ilkeyi dişil ve temelden Fransız bir ilkeyle karşılaştırdığındaki gibi, bir uzlaşma ruhu içerisine ortaya çıkar[87] – ki bu, göreceğimiz üzere, Almanlar için karşı konulmaz çekiciliği olan bir temaydı.

Buna karşılık, anarşist Max Stirner (1806-1856), yurttaşlarını sâdece “Kafkasyalılara” ayrılmış bir cenneti zapt etmeye çağırdı. Stratejik analizi az çok Hegelgil kalmıştı:

Bu şekilde şekillenmesi tek başına Kafkasyalı ırkına ait olan dünya tarihi, şimdiye dek iki Kafkasyalı çağından geçmiş gibi gözüküyor, birincisinde doğuştan gelme Zenciliğimizi ortaya çıkarıp ortadan kaldırdık; ikincisinde bunu aynı şekilde şiddetle bir son vermemiz gereken Moğolluk (Çinlilik) izledi.

Stirner’in Biricik ve Kendisi [Der Einzige und sein Eigentum] kitabında açıkladığı gibi, bu şiddet, öncelikle kurulu inançlara yöneltilmeliydi. “Bununla birlikte, gözetilen hedef, çoğu kez olduğu gibi girişilen her çabada gözden kaybolabilirse de, göğün gerçek, tastamam çöküşüdür.” Ama “günah bilinci bizim binlerce yıldır süren Moğol azabımız” olduğundan, böyle bir plan,“Kafkasya kanının göğe-saldıran adamları, Moğol derilerini söküp at”madığı sürece uygulanamayacaktır.[88]

Böylece, Hegelcileri “ayakları üzerinde doğrultmak” isteyen Karl Marx ile Friedrich Engels’in öğretici örneğine geldik. İnsan burada değişik bir havayı solur. Gene de, tam da zamanlarında bilimin pratik hükmünü kabûl etmiş olduklarından “bilimsel sosyalizmin” kurucuları, uygar insanı zekâca ve ahlâkça ilkel insanın üzerinde bir yere yerleştirmeye mecbur kalmışlardı. Bu bilimden her zaman aynı sonucu çıkarmıyorlardı ve bu da zaman zaman aralarında ihtilâfa düşmelerine yol açtı. Bunun sonucu olarak onların durumu iki kat öğreticidir.

Hem Marx hem Engels için ilerlemenin taşıyıcısı olan ak ırkın öbür ırkların hepsinden daha yetenekli olduğu açıktır. Örneğin Engels, Doğanın Diyalektiği’nde “en aşağı vahşîlerin”, “hayvan benzeri bir duruma” geri dönebileceğini yazmıştı. Hegel ve Lamarck’a atıflarla desteklenen daha ayrıntılı bir değerlendirme, onu Karaların matematiği anlamaya doğuştan yeteneksiz olduğu sonucuna götürmüştü.[89] [Yine de] Hiç olmazsa Avrupa halkları arasında bir hiyerarşi kurmaktan kaçınmış ve en ileri ırklar saydığı Samîlerle Arîleri aynı düzeye yerleştirmişti.[90]

Buna karşılık, Marx’ın düşüncesi Cermenomanyaklardan etkilenmişti ve bu durumu dönemin Alman Yahudileri arasında bir istisna değildi. 1865’te Rusların Moğol kökenli olduğunu savunan Doçinski diye birinin görüşleriyle ilgilenmiş ve şu sonuca varmıştı: “Slav değiller ve bu yüzden Hint-Cermen ırkına ait değiller. Onlar istilâcıdır ve Dniyeper’in ötesine geri sürülmeleri gerekir.”[91] Ertesi yıl, Fransız seyyah Pierre Trémaux’nun Engels’e şu sözlerle tavsiye ettiği kitabında Avrupalıların Ruslara üstünlüğünün bilimsel açıklamasını bulduğunu sanmıştı: “Pratik ve tarihsel uygulamada, Trémaux, Darwin’den çok zengin ve daha önemli. Milliyet vs. gibi şu belli sorunları basitçe doğal bir temelde açıklıyor.”[92]

Bu doğal temel ya da “çevre”, toprağın jeolojik yapısıydı. Trémaux, Afrika’da ak insanın kara olacağını ve tersi durumda da tersinin gerçekleşeceğini kategorik olarak doğruluyordu.[93] “Devam edin ve birbirinizle karışın, kendinizi dönüştürün. Ey uluslar; çevre değişmedikçe, her zaman Thames kıyısında İngilizler, Fransa’da Fransızlar, Tiber kıyısında Romalılar, Mısır’da Mısırlılar ve Afrika’da Zenciler, Amerika’da Kızılderililer vs. olacaktır. Değişimin büyüklüğü daha çok ya da daha az zaman ister, hepsi bu.”[94]

Marx, buradan çıkarak “Rusya’da hâkim olan jeolojik formasyon yüzünden Slavların tatarlaşmış ve moğollaşmış olduğunu” anladığını düşünmüştü.[95] Ne var ki Engels, Darwin’e bağlı kalmayı tercih ederek Trémaux’nun kuramının herhangi bir değerinin olduğunu kabûl etmedi. Bu kuramı açıkça alaya aldı. “Bu kişi, (kömürün oluşumundan çok önce denizle kaplı olmaktan çıkmış bulunan) İkincil Devonyan çağından kalma dağlarımızda biz Rhinelandlıların çok uzun zaman önce ahmaklara ya da zencilere dönüşmüş olmayışımızı nasıl açıklıyor?”[96] Fakat Marx bu saldırıya şöyle yanıt verdi: Felsefî ilke doğruysa olgularda düşülen yanılgıların ne kıymeti var?*

Trémaux’nun toprağın etkisi hakkındaki temel fikrinin, (gerçi doğal olarak bu etkinin tarihsel değişikliklerini hesaba katmamış da olsa; ki ben yerkabuğunun tarım yoluyla uğradığı kimyasal dönüşümü vs. bile katardım) bu fikrin, inanıyorum ki bilimdeki hak ettiği yeri hemen ve tamamiyle alması için sâdece telaffuz edilmesi yeter, ve bu, Trémaux’nun sunuş biçiminden tümüyle bağımsızdır.[97]

Marx’ı karaların ya da Rusların aşağılığına ikna eden bu jeo-ırksal determinizm, gezginci Yahudi ırkına pek kolay uygulanamazdı. Ne var ki, bu bakımdan kendisinden daha iyi bir Marksist olan Engels’in aksine Marx, yüzyılının Samî ırkına karşı giderek güçlenen önyargılarını paylaşıyordu. Yahudi Sorunu başlıklı çalışmasında bu hoşgörüsüzlük hâlâ Hegel diyalektiğiyle yumuşatılmış durumdaydı, ama dostu ve rakibi Ferdinand Lassalle’i târif edişinde bütün önyargıları ve bayağı ırkçılığın bütün gazabı bir araya gelmiş gibidir:

Başının ve saçlarının şeklinden, (eğer annesi ya da babaannesi bir Zenci ile birleşmemişse) Mısır’dan çıkış sırasında Yahudilere katılmış olan Zencilerin soyundan geldiğini şimdi açıkça görüyorum. Ama Yahudiliğin ve Almanlığın bir Zenci özüyle bu karışımı, en tuhaf ürünü hâsıl etmeye zorunlu olan bir zemindir. İnsanın en inatçı niteliği de zenciliktir… Bu Zencinin bana açıkladığı en büyük keşiflerinden biri, Pelaskların Samî soyundan geldiğidir. Bunun için başlıca kanıtı, Makkabiler kitabına göre Yahudilerin yardım istemek için Yunanistan’a ulaklar göndermiş ve aralarındaki boy bağına başvurmuş olduklarıdır…[98]

Lassalle, hiç olmazsa Samî atalarını Pelasklarla akraba kılarak onurlandırmaya çalışmıştı. Marx’a gelince, Yahudi karşıtı takıntısı kuşkusuz psikanaliz tarafından uygun biçimde açıklanabilirse de onun durumunda da, düşünceler tarihinin toplumsal sınıflarla tarihsel ırklar arasındaki kökendeki karışıklığa geri döndüğünü söylemeye değer.[99] Marx, sınıf savaşı ve proletaryanın misyonu hakkındaki fikirlerini, en azından tarihsel vizyonla ilgili olduğu kadarıyla, Fransız tarihçilerin özellikle de Augustin Thierry’nin etkisi altında geliştirmişti.[100] Yahudi Sorunu’nunda Yahudiliği kendi zamanının bourgeoisesi ile karıştırdığında “Gallo-Roman ırkı”nın şampiyonlarınınkinden çok farklı türden bir hoşnutsuzluğu dile getirmişti; ama aynı türden bir yöntembilimsel hatâ işlemişti.

Bununla birlikte, Marx, ilke olarak var oluş tarzını (kültür) biyolojik özden (doğa) daha önemli saymıştı. İnsan, aynı şekilde, onda iki karşıt yönü bir arada gözlemleyebilir: Bir insan ve çağının bir çocuğu olarak yüreğini açtığı mektuplarındaki daha ırkçı Marx (mektuplarından birinde “vahşîlerin domuzca cinselliği”nden söz etmişti)[101] ve türün bütün doğal farklılıklarının ortadan kalkacağı geleceğin sosyalist dünyasından söz eden felsefî ve sosyolojik yazılarındaki evrenselci Marx.[102]

Schopenhauer’a ırkçı demek de kuramsal bakımdan aynı derecede zordur, gene de “Arîcilik” ile “Samîcilik” arasındaki Maniheist ayrımı halk arasında yaymakta ondan daha etkili olmuş bir yazar yoktur. Hegel ile Oken’in bu çağdaşının henüz bu terimleri kullanmamış olduğu doğrudur. Esasında, kendi anladığı şekliyle dinsel düşüncenin iki tipi arasındaki karşıtlığı vurgulamıştı. Ve ak ırkın kökenini Hindistan’a yerleştirip gerçek bilgeliği de yalnız Hintlilere atfetmekle, çalışmalarını biraz önce incelemiş bulunduğumuz Romantik mitologların ötesine geçememişti. Çok daha radikal olanı Eski Ahit’i Yeni Ahit’ten koparmasıydı. Yeni Ahit’e Hint kökenleri atfetmişti: Ve kullandığı hayâl gücü ayartıcıydı:

Tıpkı dayanak arayan sarmaşığın, kendi hayatını ve kendi özgül çekiciliğini korumasına rağmen, kalın bir dayanağın çevresine kendini dolayıp bu dayanağın dış hatlarına kendisini uydurması ve tamamen onun şeklini izlemesi gibi, Hindistan’ın bilgeliğinden çıkan Hıristiyan öğretisi, kendisine hiç benzemeyen kaba Yahudiliğin eski kütüğünün üzerini kapladı. Eskisinin temel biçiminden muhafaza edilen şey, bu öğreti tarafından dönüştürülmüş tamamen farklı bir şey, hakikî ve canlı bir şeydi. Kütük aynıymış gibi görünür ama tamamiyle farklıdır.

Dünyanın dışındaki hiçbir şeyden yapılmamış Yaratıcı, Kurtarıcıyla ve onun aracılığıyla, insan soyuyla özdeşleşir; o insan soyunun temsilcisidir, günah, yozlaşma, ıstırap ve ölümün bağlarıyla zincire vurulmuş olduğundan beri Âdem’de yitirilmiş olan, onun tarafından yeniden kazanılır. Çünkü Budizmin olduğu gibi, Hıristiyanlığın tavrı budur. Dünya artık “her şeyi iyi” bulan Yahudi iyimserliğinin ışığında görülmez. Hayır, aksine şimdi kendine “bu dünyanın prensi” diyen, şeytandır…[103]

Schopenhauer, şu İspanyol atasözünü benimsemişti: “Detrás de la cruz está el Diablo”.* Bu ilâhiyat Almanya’da dikkate değer ölçüde başarılıydı. Öyleyse şimdi muzaffer olan şeytandı. Schopenhauer, izleyicilerini anti-semitizmin gizemiyle tanıştırdı, foetor Judaicus yâni Yahudi çürümüşlüğünün kokusuyla boğulmuş Batı’daki Yahudi fikirlerinin – felsefî terimlerle bununla, Yaratılışın iyiliğine ve ussallığına olduğu kadar özgür iradeye duyulan inancı kastediyordu – gücünü lânetledi.[104] Bunları, “havralara ve onlardan temelde farkı olmayan felsefe meclislerine”[105] bırakmayı önerdi, gerçi Yahudiler Hegelcilerden çok daha kötü olsa da.[106] Büyük erdemlerini kendi çökkün çağdaşlarının önüne örnek olarak koyduğu Hintlilerin çok uzun zamanlardan “halkların en soylusunu ve en eskisini”[107] temsil ettiği eskatolojisi Gobineau’nunkine benziyordu. Gobineau gibi Schopenhauer için de insan “hayvanların en kötücülü” idi.[108] Bununla birlikte, metafizik kötümserliğine rağmen, Batı’nın yeniden canlanma ihtimalini reddetmemişti. “Avrupa’nın birgün kendisini bütün Yahudi mitolojisinden kurtaracağını umabiliriz” diye yazmıştı “Belki, Asya’dan türeyen Yafesî soydan halkların öz ülkelerinin kutlu yadigârlarını bulacağı yüzyıl yaklaşmaktadır çünkü bu kadar uzun süre yanlış yolda dolaştıktan sonra bunun için yeterli olgunluğa ulaşmış bulunuyorlar.”[109]

Bu hevesler ve bu görüşler çok geçmeden izleyici bulmaya başladı ve 1850’den itibaren Richard Wagner onları tekrarlamaya girişti.[110] Bir Alman-Hıristiyan misyonu fikri daha bile hızlı yer tutmuş ve her çeşidinden giderek artan sayıda gizemci tarikatın ve Arî tapıncının doğmasına yol açmıştı. Bu kitabın birinci kısmında gösterilmiş olduğu gibi, bu, çok eski bir gelenekten türeyen tümüyle Alman bir görüngüydü. Ama bundan itibaren, topluma Yahudilerin ya da Yahudi fikirlerinin hükmettiği mitini daha inanılır kılan bir sosyo-politik bağlam içinde gelişti. Napolyon savaşlarının vatansever ululaması, Alman dilinin, dininin ve kanının yüceltilmesi, yabancıların yâni öğrenci birliklerinin çoğu tarafından daha o zamandan boykot edilen Welsche ve Yahudilerin dışlanacağı bir birleşik Almanya düşleyen devrimci çevrelerde ve üniversitelerde verimli bir toprak buldu. Bunun bir sonucu olarak, öğrenci ajitasyonu yetkili makamların kuşkusu ve baskısının yanı sıra, özgürleşmelerinin hemen ardından kendilerini daha büyük ayrımcı önlemlerin tehdidi altında bulan Yahudilerin eleştirileri ve alaylarıyla da karşı karşıya kaldı. 1817’de Reformasyonun üçüncü yüzyıl dönümünü kutlamak için toplanan öğrenciler ve profesörler hayâlî bir düşman koalisyonunun iki simgesini yakmıştı – bir polis copuyla Saul Ascher adında birinin yazdığı “Alman-manyaklığı” başlıklı bir broşür.[111] Çok geçmeden, Ludwig Börne ve Heinrich Heine gibi daha bile kuşku uyandırıcı iki tahrikçi, Tacitus’un ormanlarından ortaya çıkan Cermenler, vaftiz suyunun ve öbür kutsal nesnelerin faziletleri vb. hakkındaki taşlamalarıyla kavgaya katıldı. Bu nedenle, “Genç Almanya” adını alan ancak hasımlarınca “Genç Filistin” diye anılan siyasal-edebî muhalefet derneğinin önde gelen kışkırtıcıları arasında yer aldılar.[112] Alman-Hıristiyanların dışlayıcılığı, barışçı, enternasyonalist ve hepsinden önce ırkçılık karşıtı cephede yer almak zorunda bırakılmış bir marjinal azınlığın eleştirel ve tartışmacı eğilimleri için güçlü bir dürtü oluşturuyordu. Kendileri de, hasımlarının gözünde, gerçekten kısmen kendilerinin önderliği altında bulunan muhalefetin cisimlenmesini temsil ediyordu. Sonunda, “Samî ırkı” bir “karşı-ırk” (Gegenrasse) olarak görülmeye başladı.

Sonuç, on dokuzuncu yüzyılın tamamı boyunca Yahudilerin yurttaşlık haklarının geri alınması yönünde güçlü bir çağrının dile gelmesi oldu. 1815-1830 arasında doruğuna ulaşan tartışma, aynı dönemde Fransa’da sürmekte olan iki ırk arasındaki tartışmanın Almanya’daki karşılığıydı. O da öbürü gibi iktisadî argümanlarla (ya da bahanelerle) desteklendi. Saint-Simon’a göre nasıl Fransa’da malî güç Galyalıların elinde ise[113] Almanya’da da, aynı güç kaynağına bırakmayacak şekilde el koymuş olan Yahudileri kınayan bir koro yükselmişti. Karl Marx’ın Yahudi Sorunu’nda yazdıkları yaygın görüşün bir yankısından ibaretti. Olayların izlediği yol, çağın tarih ve antropoloji öğretilerini etkilemişti. Sonuç olarak, bütün yüreğiyle eşit haklar için dövüşen bir topluluk olarak bir kez daha Galyalılarla karşılaştırılabilecek olan Yahudiler, “Alman” düşüncesinde özellikle önemli bir yer edindiler. Ludwig Börne’nin 1830’larda yazdığı şu satırlar bunu göstermektedir: “bâzıları beni Yahudi olduğum için kınıyor, başka bâzıları bundan dolayı beni övüyor, daha başkaları bunun için beni mâzur görüyor ama hepsinin aklında bu var… hepsi tılsımlı Yahudi çemberiyle büyülenmiş, kimse ondan kaçamıyor…”[114]

Geriye on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Almanya’da geliştirilen kimi basit kimisi karmaşık bâzı antropolojik sistemlerin incelenmesi kaldı. Oken’in semboller kuramı (Almanya’ya kendisinin tanıttığı bir terim olan) jinekolojiden (hobi olarak uğraştığı) resim sanatına son derece geniş bir yelpazede yazılar yazan çok bilgili filozof-hekim Carl Gustav Carus (1789-1869) tarafından benimsenip geliştirildi. Carus, Psyche’sinde psikanalizin (özellikle de C. G. Jung’un “analitik psikolojisi”nin) habercisi olan bir bilinçdışı hayat kuramı geliştirmişti. Bu kitapta Bilinçdışının teozofisiyle yan yana bâzı dikkate değer sezgiler yer alır; bu gecikmiş Romantik için Bilinçdışı, İdeanın insan varlığında kök saldığı noktaydı ve ona tanrısal bir doğa atfediyordu. Carus, bundan başka, nezdinde bir tek hücrelinin insan kadar mükemmel olduğu bir “nesnel” ya da “tanrısal” bakış açısıyla, insanı tek hücrelilerin ve bütün öbür canlı varlıkların üzerine yerleştiren bir başka “öznel” ya da “insanca” bakış açısını birbirinden ayırıyordu.[115]

Carus, bu çalışmasından kısa bir süre sonra “insan ırklarının zekâ kapasitelerinin eşitsizliği” üzerine, bu konudaki başka yazılarının izleyeceği bir deneme yayımladı,[116] bütün bu yazılarında son derece insanca bir bakış açısına dayanmıştı. Kendi sembolizm kuramını bu bağlam içinde tanımladı. Ona göre evren bir ruhla donanmış benzersiz bir organizmaydı, insan da “bu ruhun tanrı fikrinin sembolü” idi. Bu yüzden başlangıçta, yavaş yavaş maddî biçim alacak ve önce yıldızlar arası boşluğu dolduran esîri, ardından güneş sistemini ve Dünya gezegenini doğuracak olan bu ruh ya da İdea vardı. Dünya da kendi payına, bir dönüşümden öbürüne geçerek kendi amacını gerçekleştirmiş ve “bu dünyadaki bütün biçimlenme dönüşümlerinin nihaî ve yüce gayesi olan” insanı biçimlendirerek kendi değerini ortaya koymuştu.[117] Şimdi, kimisi daha açık kimisi daha koyu insan çeşitlerinin var olduğu gayet iyi bilindiğinden, Carus bunu “onların iç aydınlık” derecesinin yansıması olarak aldı. Dünyanın aydınlığı da aynı şekilde değişkendi ve her görüngünün sembolik anlamı olduğundan, dört büyük ırkın tan (sarı), gündüz (ak), gün batımı (kızıl) ve gece (kara) ırkları olması gerektiği sonucuna vardı. Oken’de olduğu gibi, bu ırklar insan bedeninin organlarıyla ilişkiliydiler ama daha değişik bir anlamda. Carus’a göre, sarı ırk mideyi, Aklar beyni, Kızılderiler akciğerleri ve Karalar da cinsel organları temsil ediyordu. Bu benzerlikleri desteklemek için Karaların daha yüksek doğurganlığına (onları bu bakımdan proleterlere benzetiyordu) ve Beyazların aristokratik ırkının daha gelişmiş beynine dikkat çekti.

Beyin gücü meselesi hakkında Carus, karşılaştırmalı tablolardan yararlanma ve Avrupalılar arasında bir hiyerarşi kuran yeni bir semboller takımı önerme imkânına sâhipti. Örneğin, en geniş kafatası Almanlardaydı. En sanatçı ulus İtalyanlar, en güzel konuşan ulus Fransızlardı, İngilizler eylem adamıyken en yüksek zekâ yetisiyle donanmış olanlar kendi yurtdaşlarıydı.[118] Ulusunun üstünlüğü görüşünü desteklemek için Luther’den Goethe ve Hegel’e Almanya’nın yetiştirdiği parlak kişilikleri sayıyor ve George Cuvier’nin durumunu “Alman kökeni (Küfer’den Cuvier’ye dönüşmüş olan) adından da çok, başının büyük boyutuyla kanıtlanıyor ve Alman düşünüş kalıbının açık kanıtını eserleri ortaya koyuyor” şeklinde açıklıyordu.

Carus, uzmanlar için yazmış ve sisteminden siyasal sonuçlar çıkartmaktan uzak durmuştu. Daha popüler bir yazar olan Wolfgang Menzel’in (1799-1873) durumu bütünüyle farklıydı. Kendisi, Heine’ın “eski Alman yeleklerini çıkarsalar eski Alman pantolonlarına sarılırlar”[119] diye tâbir ettiği şövenist öğrencilerden biriydi. Menzel, kozmik benzerlikler kurduğu kölelik ve özgürlük diyalektiğiyle işe başladı.[120] Dünya, yıldızlarla ilişkisinde “özgür” olsa da güneş ile olan ilişkisinde “köle” değil miydi? Menzel’e göre insan da hem özgür hem köleydi ve kuzeyde kutup yıldızının altındayken Güney’de kendisini güneşin ekseninde bulduğu duruma göre daha özgür olduğu bir kozmik ilişki içinde yer alıyordu. Tropiklerde yaşayanlar söz konusu olduğu kadarıyla, buradan çıkarılacak sonuçlar açık gibi gözüküyor. Sarı ırklara gelince, onlar ara konumdaydı, ve Menzel eski ve “solmuş” saydığı bu ırkı, ayın yâni ölü bir yıldızın hükmü altına sokmuştu. Bu önermeyi ortaya koyduktan sonra bundan ne sonuçlar çıkacağıyla fazla ilgilenmedi. Siyasal durum ve ihtilâflar gereği Latin uluslarını özellikle de Fransızları güneşin köleliğine mahkûm etmişti. Kendilerini önce Almanlara benzettiği[121] ama sonunda en tehlikeli “bozulma mayası” olarak görmeye başladığı Yahudiler hakkındaki düşünceleri değişkendi. Dahası, Menzel kıyametsi görülerden hoşlanıyordu:

İnsan kendisini ideal dünyaya doğru dikeyine döndürmekle doğal tarihin yatay çizgisini kırdı. Bu yüzden ebedî ile fanî arasındaki çarpışma bitmeyen bir kavgadır. Ebediyen sürecek ve giderek daha da muazzam olacaktır ama biz bu kavgada mahvolacağız. Zaferimizi bu dünyada değil yukarıdaki dünyada kutlayacağız.

Menzel, kendisini bütün yüreğiyle Cermen manyaklığına adamak üzere bu kozmik kurgularını yavaş yavaş bıraktı. 1853’te, Almanların bir düşünürler ulusu olduğunu yazdığı için Carus’a çatıyordu. O iş öyle değildi, Almanlar bundan daha iyisiydiler:

Bugün Bay Carus, İngilizlerin eylem adamı olduğunu bizim bir düşünürler ulusu olarak kaldığımızı doğruluyor. İki doğrulama da yanlıştır. İngilizlerde işe yarar ne varsa, Fransızlarda olduğu gibi, onlardaki Kelt değil Alman unsurundan kaynaklanır. Pagan Antikite boyunca olduğu gibi Hıristiyan Ortaçağ boyunca da Alman halkından daha etkin bir halk yoktu…[122]

Almanların yayılması bu etkinliğin kanıtıydı. Alman askerî erdemlerine övgüsünü yoğunlaştıran Menzel, bu övgüyü onları dünyanın geri kalanın karşısına koyarak bitirdi. Fransızlar, İngilizler ya da İtalyanlar eğer zaman zaman Almanların karşısında durabilmişse, bu damarlarındaki Frank, Sakson ya da Lombard kanı sâyesindeydi:

Biz Almanlar geçmişte Avrupa’nın önde gelen halkı idik, biz yeryüzünün gelip geçmiş en cengâver milleti idik. Romalıların dünya imparatorluğunu biz parçaladık, biz bütün Avrupa’yı fethettik ve yeni imparatorluklar kurduk, Müslüman sürülerini biz geri sürdük, biz Kutsal Cermen İmparatorluğunu kurduk ve bizim imparatorumuz bütün dünyada baş sırayı aldı…

Menzel, “Almanların fiilen bir düşünürler ulusundan başka bir şey olmadığına dair bilgiççe yalanı”[123] çürütmeye bu makamdan girişmişti.

Bu iki kutuplu ilke, bilimsel bilgisi ve siyasal ihtilâflardan kaçınmasıyla saygı gören bir yazar olan Gustav Klemm (1802-1867) tarafından çok farklı bir yolda geliştirildi. Klemm’in Genel Uygarlık Tarihi, bir yüzyıl önce, bütün eğitimli Almanlarca alanının yetkili kaynağı olarak görülüyordu.

Klemm, ayrıntılı kurgulara girmeksizin “kendi bütünlüğü içinde insanlığın, insanın kendisi gibi, etkin ve edilgen, eril ve dişil, her biri öbürü için gerekli iki parçaya ayrıldığını” kabûl ediyordu.[124] Bu iki parça eşit değerdeydi ve son kertede kaynaşma eğilimindeydi:

Başlangıçta ayrı olan etkin ve edilgin ırkların bu kaynaşmasında, doğanın organik yaratılışın her alanında güttüğü amacın gerçekleşmesini görüyorum. Tıpkı yalıtıldıklarında erkek ya da dişi bireyin doğanın amacına uygun düşmemesi gibi, sâdece etkin ırkın ya da sâdece edilgen ırkın üyelerinden oluşan bir halk da mükemmelleşmemiş ve tamamlanmamış kalacaktır… Ancak etkin ve edilgin ırkların karışması yoluyla, eğer öyle söylemem gerekirse, ancak halkların evlenmesi yoluyla insanlık tamamlanır, ancak böylelikle hayata uyanır ve kültürün çiçeklerini meydana getirir…[125]

Ne var ki, dünya erkeklerin kendilerinin kadınlardan daha iyi olduğunu düşüneceği şekilde yapılanmıştır ve on dokuzuncu yüzyıl da bu eğilimi aşırıya götürmüştü. Gustav Klemm’in gözlemleri okurken “edilgen insanlığın karakterinin nâzik ve sabırlı, zayıflık sâyesinde esnek, aylaklık sâyesinde hoşgörülü” olduğunu öğreniriz.[126] Ovalarda yaşayan bu edilgen insanlık, dağlardan akın eden ve kendisinin ırzına geçen “etkin insanlık” tarafından fethedilmiştir. “dünyaya yayılmış bu barışçıl ve ilkel topluluklar, barışçıl düşlerine kapılmış gezerken, tıpkı yeryüzünün sert kabuğunun volkanik kuvvetler tarafından gerilip kırılması gibi, üzerlerine çullanan etkin ırkın kahramanlarına hazırlıksız yakalandı.”[127] Etkin halklar edilgen halklardan “özgürlük aşklarıyla, daha büyük cesâretleriyle, insanlık onurlarının ve insanlık haklarının farkında oluşlarıyla, şiir duyguları ve güç sevgileri” ile ayırt ediliyordu.[128]

Bu eril atıflara, Belvedere Apolllon’unun idealini oluşturduğu bedensel güzellik de dâhil ediliyordu. Dişil ya da edilgen ırkla ilgili olarak Venüs’ün adı anılmamıştı. Klemm’e göre, sâdece renkli halklar değil, hâkim sınıfları hâriç, özellikle Ruslar olmak üzere Slavlar da bu edilgen ya da dişil ırka dâhildi. Çünkü, “Sıradan ve kul statüsündeki halk kitlesinin durumu Karalarınkine benzer… Serfler, büyük elmacık kemiklerinde, küçük ve çekik gözlerinde, kalın yassı burunlarında ve koyu ya da solgun renklerinde edilgen ırk kökenlerinin işaretlerini sergiler.”[129]

Klemm, her ne kadar sayıca az Cermen boyları “böylece entelektüel ve mânevî üstünlüklerini göstererek onlara her daim boyun eğdirmiş” ise de, Latinleri de etkin ırklar arasına koyar. “Avrupa’nın bütün Hıristiyan tahtlarını onlar işgâl ettiği için” İnayet, Cermen boylarına “insan ırkının ilerlemesini gözetme ödevini emanet etmiş gibi görünüyordu.”[130] O zamanlar bu argüman çok popülerdi ve Heine bununla şöyle dalga geçmişti: “Biz Almanlar, insanların en güçlüsü ve en akıllısıyız. Avrupa’nın bütün tahtlarında bizim hanedanlarımız oturuyor, dünyanın bütün borsalarını bizim Rotschildlarımız kontrol ediyor, bizim bilginlerimiz bütün bilimlere hükmediyor; barutu ve matbaayı da biz bulduk…”[131]

Belki, eril ve dişil ırklar sembolizminin daima dünya çapında en yaygın kullanılmış sembolizm olmuş ve on dokuzuncu yüzyılda antropolojinin köşe taşı hâline gelmiş bulunmasından başka bir nedene dayanmasa da, sonunda Alman kamuoyunun benimsediği öğreti buydu. Böylece, Lippert 1886’da etkin ve edilgen ırklar ayrımının “olgularla uyum içinde olduğu” için genel kabûl gördüğünü beyân ediyordu.[132]

Bir eril ve bir dişil ilke arasındaki bu ayrım, bunu Cermenler ile Latinler arasındaki karşıtlığa işaret etmek için kullanan Carlyle’ın ve Almanları Slavlar ile Keltlerden ayırt etmek için kullanan Bismarck’ın eserlerinde de görülür. Ama bunu en aşırıya götüren, Arîleri bu öğreti temelinde Samîlerden ayıran ve ardından intihar eden Viyanalı genç filozof Otto Weininger (1880-1904) oldu. Hitler onu “yaşamaya lâyık tek Yahudi” diye tanımlayacaktı.[133]

 

 



[1] Jean-Baptiste Lamarck, Philosophie zoologique, ed. J.-P. Aron, Paris 1968, s. 295-297.

[2] A.g.e., s. 51-52.

[3] Œuvres de Claude-Henri de Saint-Simon, ed. Paris 1966, C. V, s. 55.

[4] A.g.e., s. 25-27.

[5] A.g.e., s.52-53.

[6] Lettre d’un habitant de Genève à ses contemporains; Œuvres, C. I, s. 46 ve devamı.

[7] Örneğin bkz. César de l’Escale de Vérone, Obsevations sur les hommes de coleur des colonies, Paris 1790: “Ey Fransızlar… Fransız saymış olabileceğiniz, kardeş diye çağıracağınız, ticaret ve karşılıklı çıkarlarla bağlı olduğunuzu düşünebileceğiniz yerli nüfusun, damarlarınızda akan şânı tüm dünyaya yayılmış, Yunanların ve Romalıların bütün başarılarını gölgede bırakmış kanınızı değersizleştirmek üzere kendi koyu, ağır, kirli, kara, hilekâr kanlarını kendi öz ülkenizin bağrında yaymasından korkunuz.” S. 13.

[8] Rapports du physique et du moral chez l’homme, Paris 1824 basımı, C. I, s. 133-134.

[9] A.g.e., C. II, s. 127.

[10] A.g.e., C. II, s. 452 ve C. I, s. xvıı.

[11] A.g.e., C. I, s. 410-411.

[12] A.g.e., C. II, s. 327. Idéologie comparée diye adlandırılacak eserinde bir “ideolojik ırklar ölçeği” kurmayı planlayan Draparnaud hakkında bkz. Fr. Picavet, Les idéologues, Paris 1894, s. 445-450.

[13] A.g.e., (E) ile işaretlenmiş notta.

[14] Krş.; Jean Boissel’nin (yayımlanmamış) tezi, Victor Courtet de l’Isle, Paris 1969, C. I, s. 38.

[15] Krş.; George W. Stocking, “French Anthropology in 18000”, Isis, LV (1964); ve Le rènge animal, Cuvier, Paris 1817, s. 94.

[16] Le homme (homo)i Essai zoologique sur le genre humain, 2. basım, s. 148, 102 ve devamı ve 318.

[17] Aperçu philosophique sur la possibilité bde perfectionner l’homme par les modifications de son organization, M. A. Desmoulins, Paris (tarihsiz, 1820 civarı), s. 24-25.

[18] V. Schoelcher’e göre ırkların eşitsizliği düşüncesi zamanla ortadan kalkacak bir önyargı idi (De l’abolition de l’esclavage, 1840; krş. Histoire de l’antisémitisme, c. III, s. 353.

[19] Krş.; Lettres sur la race noire et la race blanche, Gustave d’Eichthal ve Ismayl Urbain, Paris 1839, s. 14.

[20] A. De Quatrefages, “La Floride”, Revue des Deux Mondes, Mart 1843, s. 757 ve devamı.

[21] Krş.; William Stanton, The Leopard’s Spots, Scientific attitudes towards race in America, Chicago 1961, s. 103.

[22] Krş.; C. G. Carus, Uber ungleiche Befähigung der verschiedenen Menschenrassen fur höhere geistige Entwicklung, 1849, s. 19, ve Renan’ın Max Müller’e 10 Haziran 1857 tarihli mektubu.

[23] Lectures…, s. 475 ve devamı.

[24] Krş.; T. K. Penniman, A Hundred Years of Anthropology, Londra 1952, s. 58 ve devamı, ve E. von Eickstedt, Geschichte und Methoden der Anthropologie, Stuttgart 1940, s. 346 ve devamı.

[25] Krş.; Philip D. Curtin, The Image of Africa…, op. cit., s. 236.

[26] The Image of Africa…, s. 242.

[27] Krş.; Marvin Harris, The Rise of Anthropological Theory, Londra 1969, s. 76-78 ve E. von Eickstedt, op. cit., s. 350-351.

[28] J. Hunt, “On the Negro’s place in Nature”, The Anthropological Review II, II. kısım s. xv.

[29] Comte’un aşağıdaki satırlarda özetlenen görüşleri için bkz. Cours de philosophie positive, C. V., Paris 1841, s. 4 ve devamı ile Système de politique positive ou traité de sociologie, C. II, Paris 1852, s. 462-464, ve passim.

[30] “Günümüzde, geçmişimiz üzerinde hiçbir gerçek etki gösterebilmesi mümkün olmayan Hindistan ve Çin’inki gibi insan nüfuslarının tarihini gelişi güzel karıştırmakla toplumsal evrimimizin araştırılmasını tehlikeye sokma eğilimindeki bu çocuksu ve zamansız, kısır ve kötü yönlendirilmiş bilgi gösterisinin insan toplumsallığının gerçek yasalarını araştırmanın önündeki temel kafa karışıklığının esaslı bir kaynağı olduğu ortaya serilmelidir.” Cours de philosophie positive, loc. Cit.

[31] Système de politique positive, C. II, s. 461.

[32] Krş.; W: Mühlmann, Geschichte der Anthropologie, op. cit., s. 48.

[33] Des caractères physiologiques des races humines, considérés dans leurs rapports avec l’histoire. M. Amédée Thierry’ye maktup, aktaran W.F. Edwards (Paris 1829).

[34] “Kuşkuya yer bırakmayacak bir örnek… aktaracağım. Yahudi özellikleri öylesine belirgindir ki onlar hakkında bir yanlışlık yapmak gerçekten zordur ve bütün Avrupa ülkelerinde Yahudiler bulunduğundan onlarınkinden daha iyi bilinen ve tanınabilir bir ulusal karakteristik yoktur. Onların adı geçen ülkelerde aynı ırktan koloniler oluşturdukları düşünülebilir… iklim onları aralarında yaşadıkları uluslara asimile etmemiştir.”

[35] Ch. Comte, Traité de legislation, ou exosition des lois générales suivant lesquelles les peoples prospèrent, dépérissent ou restent stationnaires, Paris 1827-1835; krş. özellikle C. I, önsöz; C. II, s. 57-58; C. III, s. 360-361; C. IV, s. 443-446.

[36] Barthélmy Dunoyer, Nouve traité d’économie sociale, 2 cilt, Paris 1830; krş. E. von Eickstedt, Geschichte und Methoden der Anthropologie, op. cit., s. 340.

[37] De Courtet’un tarih felsefesi Jean Boissel’in tezi Victor Courtet de l’Isle (1813-1867), Paris 1969 ile kendisinin La science politique fondée sur la science de l’homme’un son bölümü olan Mémoire sur les races humaines’inden (Extrait du Journal de l’Institut historique’inden özetlenmiştir.

[38] La science poltique…, s. 262-263.

[39] A.g.e., s. 233.

[40] “Bu sapkın halkların üzerine inen korkunç bir gücün eli, bunları bizim büyüklüğümüzün, uzak görüşlülüğümüzün ve mükemmelliğimizin iki büyük niteliğinden yoksun bırakmıştır… Tıpkı en çürümüş ve mide bulandırıcı maddelerin bu durumlarına rağmen daha bile fazla yozlaşmaya açık oluşu gibi, insanlığın doğal kusurları da vahşîde daha da kötüleşmiştir. Hırsız, zâlim ve ahlâksızdır, fakat bizimkinden farklı bir tarzda böyledir. Bizim suç işlemek için doğamızın ötesine geçmemiz gerekir; vahşî ise doğasına uygun hareket ederek suç işler; suça iştâhı vardır ve pişmanlık bilmez. (Les soirées de Saint-Petersbourg, Deuxième entretien).

[41] B. Constant, Mélanges de littérature et de politique, Paris 1829, s. 149-50.

[42] Aktaran E. J. Young, Gobinaeu ud des Rassimus, Eine Kritik der anthropologischen Theorie, Meissenheim 1968, s. 207.

[43] H. Taine, Histoire de la littérature anglaise, Paris 1865, C. I, s. xxvı.

[44] Thomas Arnold, Introductory Lectures on Modern History, New York 1842; The life and correspondence of Thomas Arnold, Londra, 6. basım, s. 488.

[45] A.g.e., s. 240.

[46] Coningsby, Londra 1844, s. 182-183.

[47] Krş.; Histoire de l’antisémitisme, op. cit., C: III, s. 339-349.

[48] Krş.; The Image of Africa, op. cit., s. 377.

[49] The Races of Men: A philosophical enquiry into the influence of race over the destinies of nations, Robert Knox, M. D., Londra 1862 (2. basım), Önsöz, s. 1.

[50] Bkz. Marvin Harris, The Rise of Anthropological Theory, op. cit., s. 99-100; krş. Wilhelm Mühlmann, Geschichte der Anthropology, op. cit., s. 99.

[51] The races of Men…, s. 194 ve 208.

[52] Krş.; Carl Koehne, “Untersuchungen über Vorläufer und Quellen der Rassen-theorie des Grafen Gobineau”, Archiv für Rassen-und Gesellschaftsbiologie, XVIII (1926), s. 369-396.

[53] Baron Prokesch-Osten’e mektup, Krş.; A. Cambris, La philosophie des races du comte de Gobineau, Paris 1937, s. 158-9.

[54] Krş.; A. Tocqueville, Œuvres, C. IX (Correspondence d’Alexis de Tocqueville et d’Arthur de Gobineau), Paris 1959, s. 259.

[55] Essai sur l, inégalité des races humaines, Paris 1967 basımı, s. 208.

[56] A.g.e., s. 154

[57] A.g.e., s. 57-66 (chap. IV, “De ce qu’on doit entendre par le mot dégénération…” Gobineau, “tarihsel kimya” ilkesini bu bölümde ortaya koyar.

[58] A.g.e., s. 223.

[59] A.g.e., s. 95.

[60] A.g.e., 161.

[61] A.g.e., s. 317-318.

[62] A.g.e., s. 84-85.

[63] A.g.e., s. 253.

[64] A.g.e., s. 477-478.

[65] A.g.e., s. 817.

[66] A.g.e., s. 852-853.

* Caput mortuum: Ölü kafası. Eski simya ve kimyacılık terimi. Bir kimyasal tepkime gerçekleştiğinde amaçlanan sonuç ortaya çıktıktan sonra geride kalan değersiz kalıntı. –ç.n.

[67] A.g.e., s. 870.

[68] A.g.e., s. 872.

[69] Krş.; A: de Tocqueville, Œuvres, C. IX, s. 258, (Gobineau’nun 20 Mart 1859 tarihli mektubu).

* parousia: Hıristiyanlıkta bir evrensel adalet, barış ve mutluluk çağını başlatmak üzere İsa’nın (beklenen) geri dönüşü. İslâm tahayyülünde Mehdi’nin zuhurunu beklemenin karşılığı. –ç.n.

[70] A.g.e., s. 267.(Tocqueville’in 30 Temmuz 1856 tarihli mektubu).

[71] Krş.; E. Renan, Œuvres, C. X, Paris 1961, s. 203-205, (Renan’ın 26 Temmuz 1856 tarihli mektubu).

[72] “Kendimizi onlardan koruyabilmek için tek bir yol görebiliyorum” diye yazmıştı Fichte, “o vaad edilmiş topraklarını fethetmek ve hepsini oraya göndermek… onlara yurtdaşlık hakkı tanımak tek bir şartla mümkün olabilir: Aynı gece içinde hepsinin kafalarını kesmek ve hepsine içinde tek bir Yahudice düşünce içermeyen yeni kafalar vermekle.” Krş.; Histoire de antisémitisme, C. III, s. 198-200.

[73] Introduction à la philosophie de la mythologie, C. I, “Beşinci Ders”.

[74] A.g.e., C. II, “Yirmi birinci ders”. Mitolojinin Felsefesi’nin bu ikinci cildi, “fırtına ekmekte olan” solcu genç Hegelcilere karşı mücadele etme birincil ödeviyle Berlin Üniversitesinde Hegel’in ardılı olarak felsefe kürsüsünün başına getirildği dönemde yazılmıştır.

[75] A.g.e., c. I, “Yedinci ders”.

[76] L. Oken, Lehrbuch der Naturphilosophie, Dritter Teil, Jena 1911, s. 353-355, 373-374.

[77] H. Heine, “Almanya’nın en büyük yurtdaşlarından biri ve en zekî filozofu” diye yazmıştı (krş. Zur Geschichte der Religion und Philosophie in Deustchland, “Üçüncü Kitap”.

[78] Krş.; Encyclopedia der philosophischen Wissenschaften, § 411 “Die wirkliche Sele”.

[79] Krş.; Grundlinien der Philosophie des rechtes, § 270 (Quakerlere ve Yahudilere yurtdaşlık hakkı verilmesine ilişkin not).

[80] Tarih Felsefesi, Fransızca çeviri Gibalini Paris 1937 basımı, s. 96 ve devamı.

* Joachimcilik: İtalyan keşiş Fioreli Joachim’in – İt. Gioacchino da Fiore – (1135 – 1202) düşünceleri çevresinde kurulmuş muhalif Hıristiyan tarikat/halk hareketi. Kilise ve soyluluk karşıtı eşitlikçi komünist fikirleri ve eylemleri yüzünden kurulu din ve düzen tarafından Orta Çağ sonlarında kanlı bir şekilde bastırılan bu tarikat, dünya tarihini Hıristiyan tanrısal üçlüğünün (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) bileşenlerinin sırasıyla hüküm sürdüğü dönemler şeklinde yorumlayan ilk düşünce okuluydu. Umberto Eco’nun ünlü romanı Gülün Adı’da çizilen çağ tasvirinde bu hareketin eylemlerine ve öğretilerine geniş yer verilir. –y.h.

[81] A.g.e., s. 202-205.

[82] Ya da György Lukàcs’a göre, devrimci-mistiğe, bkz. Der junge Hegel, Zürih 1967, özellikle s. 67 ve devamı ile s. 110.

[83] “İsa’nın Yahudi kara kalabalığına tanrısalın farkındalığını verme çabası ancak başarısızlıkla sonuçlanabilirdi, çünkü tanrısallığa inanç balçıkta var olamaz. Aslan, fındık kabuğuna sığdırılamaz; bitimsiz ruh, Yahudi ruhunun zindanında kendine yer bulamaz… Yahudi halkının büyük trajedisi bir Yunan trajedisi değildir; bunların her ikisi de güzel bir varlığın kaçınılmaz yoldan çıkma yazgısından türediğinden, ne korkudan ne merhametten doğabilir; o ancak dehşetten doğabilir. Yahudi halkının yazgısı Macbeth’in yazgısıdır… Yahudi halkının, sefil durumunu, kendisini bugün hâlâ içinde bulduğu düşkünlük ve aşağılıklık durumunu da içeren bütün durumları, sonuçlardan başka bir şey değildir…” Krş.; Histoire de antisémitimse, C. III, s. 200-203.

* Julian: 360-363 yılları arasındaki iktidarı sırasında Hıristiyanlığın resmî din statüsünü kaldırarak eski Roma törelerine geri dönülmesini sağlamaya çalışan Roma imparatoru. Bu yüzden Hıristiyan tarihçilerce Dönek lakabıyla anılır. Aslında hiçbir zaman Hıristiyanlığı gerçekten kabûl etmiş olmadığından, bir yere dönmemişti. –y.h.

[84] Krş.; Hegels theologische Jugendschriften, ed. Nohl, Tübingen 1907. Hegel’in bu çalışmaları yirminci yüzyıla dek yayımlanmamıştır.

[85] Joseph Görres, Deutschlen und die Nationen, “Politische Schriften”, c. IV, s. 371-372.

[86] “Aşağı duyular bile, koklama ya da tatma duyusu bile, insanda tinsel edimler, bilimsel edimler düzeyine yükselir… Evet, burnu havada bir hor görmeyle aşağıladığımız insan midesi bile, belli beslenme biçimleriyle sınırlanmamış olup evrensel olduğu için havyam özünden değil insan özündendir.” (Grundsätze der Philosophie der Zukunft, § 53; “Sämmtliche Werke” Stuttgart 1907 basımı, C. II, s. 315-316).

[87]Kalp – dişil ilke, bitimlilik duyusu, materyalizmin makamı – Fransızdır, baş – eril ilke, idealizmin makamı – Alman. (Thesen zur Reform der Philosophie; krşlş, ed. cit., C. II, s. 235-236).

[88] L’unique etsa propriété, Fr. çeviri, Paris 1960, s. 62-66 (§ La Hiérarchie”).

[89] Dialectique de la nature, Fr. çeviri, Paris 1952, s. 173 (“Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” başlıklı bölüm) ve özellikle “Gerçek Dünyada Matemetik Sonsuzluk Prototipleri Üzerine” altbaşlığı a 272 ve devamı.

[90] Ailenin Özel Mülkiyetin Ve Devletin Kökeni, (Fr. çeviri, L’origine de la famillei de la propriété privée et de l’etat, Paris 1936, s. 8.

[91] Marx’dan Engels’e, 24 Haziran 1865.

[92] Marx’dan Engels’e, 7 Ağustos 1866. A.g.e., 428.

[93] Trémaux’nun Marx’ın hayran olduğu kitabının adı Origine et transformations de l’homme et des autres êtres idi. Kitabın kendisini elde edemediğimizden buradaki alıntıları oradan değil Trémaux’un kuramının bir özetini verdiği Voyage en Éthopie, au Soudan oriental dans la Nigritie kitabındaki “L’homme blanc devient nègre et vice versa” bölümünden aktardık, C. II, Paris 1863, s. 407 ve devamı.

Marx’dan Engels’e, 7 Ağustos 1866.

[94] A.g.e., 428.

[95] Marx’dan Engels’e, 7 Ağustos 1866.

[96] Engels’ten Marx’a, 2 Ekim 1866: “…Onun kuramlarının değersiz olduğu sonucuna vardım çünkü jeolojiden anlamıyor ve en sıradan edebî ya da tarihsel eleştirelliği göstermeyi becerememiş”, vs.

* Trémaux okumasının Marx’ın düşüncesindeki etkisinin daha farklı bir yorumu için bkz. John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi: materyalizm ve doğa, s. 279 ve 6. Bölüm, 44 no.lu dipnot (s. 311), Epos Yay., Ankara 2011, 2. B. –Y.h.

[97] Marx’dan Engels’e, 3 Ekim 1866

[98] Marx’dan Engels’e 30 Temmuz 1862.

[99] Marx’ın Yahudi karşıtlığı hakkında bkz. Histoire de l’antisémitism, C. III, s.432-440.

[100] Marx, Thierry’yi “Fransız tarihyazımında sınıf mücadelesinin babası” diye tanımlamıştı. (Marx’dan Engels’e, 27 Temmuz 1854.

[101] Marx’dan Engels’e, 13 Nisan 1867.

[102] Krş.; Karl Marx, Pages choisies pour une éthique socialiste, ed. M. Rubel, Paris 1948, s. 339 (Alman İdeoloji’sinden alıntı).

[103] Parega und Paralipomena, “Über Religion”, § 179 (“Altes und Neues Testament”).

* Şeytan haçın arkasında durur. –ç.n.

[104] A.g.e., “Zur Ethik”, § 119, ve passim.

[105] A.g.e., “Über Religion”, § 177 (“Über das Christentum)”.

[106] “Yahudiler! Onlara lânet olsun! Hegelcilerden bile çok daha kötüler!” (krş. Schopen hauers Gespräche, ed. Hübscher, Heidelbert 1933, s. 322 ve devamı.).

[107] Die Welt als Wille und Vorstellung, §68 (krş. Helmuth v. Glasenapp, Das Indienbild deutscher Denker, Stuttgart 1960, s. 70).

[108] Krş.; E. J. Young, Gobineau und der Rassismus…, Meisenheim 1968, s. 10-11.

[109] Parega und Paralipomena, “Zur Ehtik”, § 115 (“Spicilegia 103”.

[110] Histoire de l’antisémitisme, C. III, s. 330 ve devamı.

[111] Krş.; A.g.e., s. 413.

[112] Krşl. A.g.e.

[113] Krş.; yukarıda … sayfa.

[114] Börne, Letters de Paris, 74. mektup.

[115] Psyche, ed. L. Klages, Jena 1926, s.90.

[116] Über ungleiche Befähigung der verschiedenen Mennscheitstämme für höhere geistige Entwichlung (1848); Symbolik der menschlichen Gestalt (1853); Die Frage nach Entstehung und Gliederung der Menscheit vom Standpuntke gegenwärliger Forschung (tarihsiz fakat 1856’dan sonrasına ait), Natur und Idee (1861).

[117] Die Frage nach Entstehung und Gliederung… op. cit., s. 90-98.

[118] Symbolik der menschlichen Gestalt…, op. cit., s. 366-369.

[119] H. Heine, Ludwig Börne, Viertes Buch.

[120] Aşağıdaki özet şu kaynaktan alınmıştır: Erwin Schuppe, Der Burschenschafter Wolfgang Menzel, Eine Quelle zum Verständnis des Nationalsozialismus; Frankfurt a/M. 1952, s. 101-112.

[121] Yahudiler, Cermenlerle birlikte “Batı’ya hayat vermişti”, krş. Geist der Geschichte, s. 162.

[122] “Litteraturblatt 1853, no. 55” (krş. W. Menzel, Unsere Grenzen, Leipzig 1868,s. 262-264).

[123] “Die gelehrte Lüge, wir Deutsche seien nur ein Volk von Denkern” Unsere Grenzen, s. 251 ve devamı).

[124] Allgemeine Kultur –Geschichte der Menschheit, Erster Band, Leipzig 1843, s. 195-196.

[125] A.g.e., s. 203-204.

[126] A.g.e., s. 200.

[127] A.g.e., C. IV s. 234

[128] A.g.e., C. IV s. 230.

[129] A.g.e., C. IV s. 252.

[130] A.g.e., C. IV s. 232.

[131] Zur Geschichte der Religion und Philosophie in Deutshland, Erstes Buch.

[132] Krş.; Julius Lippert, Kulturgeschichte der Menschheit in ihrem organischen Aufbau 2 cilt., Stuttgart 1886, I, s. 43-44.

[133] Krş.; Hitler Propos de Table 1941-1942 (Stuttgart 1963 basımı, s. 152).

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar