Ana SayfaArşivSayı 56-57Türk Devletinde Neo-Ortodoks Dönüşüm

Türk Devletinde Neo-Ortodoks Dönüşüm

İnayet Aksu

Giriş

AKP’nin 2002 Kasım’ında hükümet olmasıyla birlikte Türkiye’nin politik/idari rejimi üzerine başlayan tartışma, Türk ordu şefiyle üç kuvvet komutanının huzurlu bir ağustos tatili için 29 Temmuz 2011’de istifa etmelerinden sonra, İkinci Cumhuriyet’in nihai kuruluşunun tescil edilmiş olması yönünde devam ediyor.

Türk devletinin politik niteliği, Kemalizm ve demokrasi üzerine yürüyen bu tartışma, teorik olmasından da önce, Türkiye solunu politik düzeyde tutum belirlemeye zorlamıştır. Hem teorik gerekçelendirmesinin hem de politik taktik tutumunun temelinde ilerici/gerici, asker/sivil ikiliği bulunan Türkiye solunun çeşitli özneleri, ikiliklerden birini tarihsel ilericilik kabul etmiş ve ona yaslanmıştır. Pratik ve güçlü maddi varlığıyla bu türden ikilikleri dikine kesen ise Kürt Hareketi olmuştur. Yine, devrimcilerin, ikiliklerin her birine gözlerini yuman ve ilk bakışta apolitikmiş gibi duran tavrı, pratik olarak etkili değilse de uygun tarihsel tutum olarak karşımızda durmaktadır.

Aşağıdaki yazı yukarıda dile getirilen tartışmaları genel olarak yansıtmayı amaçlamaktadır. Önce, AKP’nin politik niteliğine ve devlet bloğu içindeki yerine bakılacak, Ergenekon’da somutlanan Türk ordusu merkezli operasyonlar yorumlanıp hükümet olma / devletleşme tartışmasına değinilecektir. Ardından Türkiye solu ve liberaller bu tartışmalar ekseninde tarif edilmeye çalışılacak ve Kürt Hareketi’nin tüm süreç boyunca oynadığı dinamik rol değerlendirilecektir. Bütün bu başlıkların altında yatan mesele, ‘neo-ortodoks dönüşüm’ olarak adlandırılan sürecin Türk devlet geleneğindeki yerini işaret edebilmektir.

Devletli ilericiler devletli gericiler

Matbaanın Osmanlı ülkesine getirilmesine kadar geri götürülen Türk modernleşmesi karşısındaki tavır, tavır sahiplerini politik olarak isimlendirmede kullanılagelen önemli araçlardan biri haline gelmiştir: Mürteciler/yenilikçiler, ilericiler/gericiler. Türk devletinin bir cumhuriyet biçiminde kendini yeniden var ettiği 1920’lerden itibaren bu araç, devrimler/karşı-devrimler olarak yeniden üretilmiştir. Buna göre, Türkiye’de devrimler ve karşı-devrimler nöbetleşerek yollarına devam etmektedirler.

Bu uyduruk şablon, AKP’yi kolayca Kemalizm karşısında radikal –ya da ılımlı– İslamcı bir partiye dönüştürecek, AKP iktidarını da Cumhuriyet’in tasfiyesi ve karşı-devrimin muvaffakiyeti olarak yorumlayacaktır.

Birinci Meclisten itibaren Türkiye’nin modernleşmesinin, muassırlaşmasının hangi yoldan gerçekleştirileceğine, bu yolda devletin ideolojik aygıtlarının hangi düzeyde ve hangi ideolojik kaynak ve geleneklerden beslenerek devrede olacağına, Anglo Sakson tipi pratik/iktisadiyata dayalı bir modelin mi, Fransız tipi radikalizmin mi örnek alınacağına dair tartışmalar ve politik kapışmalar, kurumsal devlet bloğunun özüne değil, biçimine dönüktür. Yine Birinci Meclisten itibaren bu tartışmalar politik özne, kurum ve sosyo-kültürel gelenekleriyle birlikte izlenebilir bir netliktedir ve tarafların hiçbiri kurumsal devleti karşısına almamış, devletle birlikte, devletin, kendi geleneklerince ihyasına girişmişlerdir.

Önceki politik deneme ve salınımlar bir yana, İkinci Dünya Savaşının basıncı sona erdikten sonra ikiye ayrılan dünyada Batıya yaslanan Türkiye’nin, bizzat CHP tarafından başlatılan sivilleşme ve liberalizm yönelimi, kendisini Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarına bırakmış ve bu türden her kurumsal/idari değişim, her defasında, devletle toplum arasındaki ilişkinin yeniden kuruluş biçimlerini beraberinde getirmiştir. Cumhuriyet tarihinde, her tarihsel devrede, bu ilişki yeniden ve her defasında devlet düzeninin pekişmesini sağlayacak şekilde kurulmuş, bu yeniden kuruluşların hepsinde de devletin kadir-i mutlak varlığına katkı sunulmuştur.

Devletle toplum arasındaki ilişkinin politik ve toplumsal yeniden kuruluşu, zorunlu olarak, devlet aygıtının örgütlenişinde, aygıtın sosyal / kültürel / ideolojik yapısında ve taşıyıcı hukuksal kurumlarında gözlenebilir dönüşüme neden olmuştur. Türk devletinin ilerici, Aydınlanmacı ve devrimci kabul edildiği kuruluş yılları, bir karşı-devrim olarak görülen Demokrat Parti iktidarı, “şanlı 27 Mayıs ihtilali”yle solculaşan anayasal ve bürokratik yapı… Fazla sola kaçan 1970 Türkiye konjonktürünün 12 Mart balyozlarıyla merkeze çekilip Ecevit CHP’siyle düzene eklemlenmesi, 12 Eylül, Özal, AKP… Bütün bu stratejik geçiş ve dönüşüm evrelerinin arasındaki ekonomik, hukuksal ve ideolojik farklılıklar bilinmez, görülmez değildir. Ancak aynı zamanda, görülmesi gerekli olan, Demokrat Parti gericiliği ya da 27 Mayıs ilericiliği değil, bütün bu süreçlerdeki özneleri determine eder şekilde, devletin kendisini yapısal ve değişmez bir nesnellikmiş gibi üretmesidir. Demokrat Parti gericiliğine de 27 Mayıs ilericiliğine de imkân veren güçlü kurumsal devlet nesnelliği karşısında, ne Demokrat Parti gericidir ne de 27 Mayıs ilericidir. Kurumsal düzeydeki bu tarihsel devamlılık, laiklik ve Aydınlanmacılık söz konusu olduğunda da, kategorik olarak, kopuş sergilememektedir. Türkiye’de laiklik ve Aydınlanmacılık sadece dar Kemalizmin anlamlandırdığı ve sahiplendiği ideolojiler değildir. Demokrat Parti/Özal çizgisinin köklü bir kapitalistleşme ve modernleşme dinamiğiyle birlikte, Aydınlanmacılık ve laikliğin başka bir yoldan taşıyıcıları olmuşlukları tarihe mal olmuştur. Kurumsal olarak tartışmasız biçimde devletli, ideolojik olarak modernleşmeci/Aydınlanmacı olan bu gelenek, tarihsel düzeyde, AKP’yi de içine almaktadır.

Türkiye’de çokça şikâyet edilen askeri darbelerin ömürlerinin kısa olması, olabilecek en hızlı şekilde “olağan” devlet yönetimine geçilmesi de Türk devlet geleneğindeki kurumsallık ve devamlılığın gücüyle açıklanabilir. Her stratejik dönemin gerektirdiği ekonomik, ideolojik, hukuksal ve toplumsal dönüşümleri yansıtmak ve taşıyıcısı olmak gerekliliği devletteki yeniden kuruluşun temel dinamiği olmuştur.

Bunlara ek olarak, Türk devletinin idari/politik rejim tarihi, aşırı bir genelleştirmeyle söylenirse, otoriter bir temel üzerine kurulan ve klasik Batı demokrasilerinin temel kurumlarını, uluslararası politik konjonktürle sıkı sıkıya bağlı olarak barındıran ve otoritarizmle liberalizm arasındaki gel-gitleri yansıtacak biçimde, devletli iki politik geleneğin arasındaki iktidar mücadelesi olarak da yorumlanabilir. Bunu yapabilmek için demokrasi denilen şeye mükemelliyetçi / özcü bir perspektifle bakmamak gerekli ve yeterlidir.

Devlete karşı devletinin partisi: AKP

AKP, devlet bloğundan ayrı ve bu bloğa karşı olan politik İslamcı bir parti değildir. AKP, Cumhuriyet tarihi boyunca bürokrasiye ve bir bütün olarak devlet iktidarına hakimiyet yarışında olan iki egemen odağın yeni yüzyıla uzanmış halidir. Somut, adım adım takip edilebilir bir biçimde Demokrat Parti’den Özal’a, oradan AKP’ye kadar izlenebilen bu çizgi, 2000’lerin başından beri olgunlaşıp güçlenmiştir. Kurumsal devlet iktidarını, toplumsal ve politik güçleri ciddi düzeylere varmış biçimde devlet kapısına dayanmış olan Müslümanlar ve Kürtler karşısında ve onları da içerip aşacak şekilde dönüştürmeyi amaçlayan kapsamlı bir öznedir. Bürokrasi, askeriye, ekonomi ve sosyo-kültürel düzeydeki egemenlik ilişkilerinde farklılaşmalara neden olan bu dönüşüm, Türkiye’nin iç sosyo-ekonomik yapısallığının ve uluslararası egemenlik ilişkilerinin zorunlu kıldığı, determine ettiği bir süreç olarak gerçekleşmektedir. Devletteki bu dönüşüm, askeriye, adliye ve mülkiyede bir dizi tasfiyeyi ve yeniden kuruluşu beraberinde getirmiştir. İşte, AKP, “devlet”e, bu türden tasfiyeler ve yeniden kuruluş kadar karşıdır. Tasfiye edilenlerin, kurumsal devleti yeni bir stratejik döneme taşıyamayacak bir ideolojik ve kurumsal eskimişlikle malûl oldukları tüm süreç boyunca anlaşılmıştır.

AKP, Türk devletinin askerle siviller arasındaki salınım ilişkisinde, İslami sosyo-kültürel boyutların da devrede olduğu bir örnek olarak karşımızdadır. Bu parti, Türkiye politik tarihinde ezen devlete karşı çok zayıf bir politik gerçeklik olarak var olan İslamcılığı ve Anadolu muhafazakârlığını soğurarak, Kürtler’in ağır darbeleri altında derin politik/hukuksal meşruiyet zaafı yaşayan Türk devletini neo-ortodoks nitelikte yeniden tesise yönelmiştir.

Laik/ulusalcı sosyo-kültürel bir gelenek içinde var olan Türk askeriyesi ile İslami sosyo-kültürel bir gelenek olarak AKP’nin beraber oldukları stratejik dönüşüm evresi, Türk devletinin neo-ortodoks kuruluş nesnelliğidir. Bu nesnellik Türk devletinin varoluşsal kurumsallığının korunmasıdır. Hem AKP hem Türk askeriyesi neo-ortodoks yeniden kuruluş nesnelliğini, yaslandıkları büyük ve güçlü geleneklerin etkisiyle, diğeriyle paylaşmak istemeyecekti. Ancak devlet denilen karmaşık yapının parti, grup ve kişilerin elinde basit bir yürütme aygıtına dönüştürülemeyeceğinin ispatı biçiminde işleyen bir süreç, Türk devletinin iki temel politik/tarihsel akımını, Türk devletinin kurumsal devamlılığında stratejik olan bir dönemde, “ideolojisizleştirerek”, yan yana getirmiştir. Bir yanıyla, tarihin hükmü altında, çaresizce, devletin kurumsal nesnelliğine teslim olmuş devletli iki politik kuvvetle karşı karşıyayız.

Bu çerçevede, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını, Türk devletinin kurumsal varlığını, ideolojistik kurgularıyla yönetmeye yeltenen bir kısım devlet erkanının tasfiyesi olarak yorumlamak olanaklı hale gelmiştir. Bu bir kısım devlet erkanı devre dışı bırakılmadan ve yine tersinden Milli Görüş adındaki İslami gelenek iğdiş edilmeden, AKP’yle kurumsal Kemalizm yan yana gelemez, neo-ortodoks dönüşüm ittifakına giremezlerdi.

Radikal ulusalcı generallerin düzenli aralıklarla cezaevine gönderilmesine bakılarak, sürecin tek yönlü ve İslamcılar lehine ilerlediği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak generallerin tutuklanmasından önce, son on beş yıla yayılarak gerçekleşen başka bir tasfiyenin politik İslamı felç ettiği gözden ırak tutulmamalıdır. Neo-ortodoks kuruluşun hegemonik öznesi olan AKP’nin, Türkiye politik İslami hareketinin ve ideolojistik Kemalistlerin ortak mezar kazıcısı olduğu kaydedilmelidir.

AKP’nin, güçlü bir ABD desteğiyle yönlendiği bu dönemi Cumhuriyet tarihinde örneklerine sıkça rastlanan bu türden tasfiye ve etkisizleştirme momentlerinden farklı kılan özelliklerin başında, güçlü ve devletleşmeye girişmiş bir Kürt Hareketi’nin varlığı gelmektedir. Neo-ortodoks kuruluşun tetiğini çektiren Kürt Hareketi’nin bu süreçteki çift yönlü rolüne aşağıda değinilecektir.

Bugün AKP’de somutlanan ve İkinci Cumhuriyet diye adlandırılan dönem, devletin temel kuruluş mantığından ve geleneğinden kopuş değil, kuruluş mantığı ve geleneğinin yerleşmesi, muhafazakâr ve İslami Türk kesimlere de taşınarak güvenceye bağlanmasıdır. Bu, devlet egemenliğinin olağanlaşması, Batılı anlamda, halkın rızasının bu egemenliğin kurucu bir unsuru haline getirilmesidir. Nitekim bu dönüşümün, İslami radikalizmin mutlak ezilişinden sonra hız kazanması tesadüfi değildir. Yine, son kırk yıldır arızi gibi duran ama devletin Batılı bir yaygınlığa ve güvenceli iktidara kavuşmasında hep arıza çıkartan devrimci hareketin kategorik geriye düşürülüşü akılda tutulmalıdır.

Dağlarında ve şehirlerinde silahlı şakilerin bulunduğu bir devletin demokratik ve eşanlamlı olarak yapısallaşmış bir iktidar olduğu görülmüş şey değildir.

AKP, güçlü bir toplumsal ve uluslararası destekle birlikte, devleti, iki somut güç karşısında, yeniden var etmiştir. Bu güçlerden biri, daha çok toplumsal, kültürel ve ideolojik ağırlıklarıyla öne çıkan Müslümanlardır. Esas olarak Anadolu’daki Müslümanlardan oluşan bu sosyal ve kültürel ‘özne’, AKP iktidarı boyunca hem ideolojik, ekonomik ve kültürel açılımlarla hem de devlet aygıtındaki idari reorganizasyonlarla soğurulmuş; neo-ortodoks iktidarın kurucu toplumsal dayanağı haline getirilmiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca, devlet iktidarına karşı cılız bir sosyo-kültürel muhalefet barındıran Anadolu Müslümanlığı, devletin neo-ortodoks kuruluşunda temel toplumsal güç olarak varlık kazanmış ve devletin varoluşsal nesnelliği buralara da taşınmıştır.

Böylece yıllar yılı MGK belgelerinde kurumsal iç tehdit olarak resmileşen, oradan da popüler dile yerleşen “irticai ve bölücü faaliyetler”den irticai olanı, irticai olmaktan çıkmış, devlet egemenliğinin yaygınlaştırılmasında kritik roller üstlenmiştir. İdeolojik bir tutumla, kurumsal Kemalist devletin kuruluş ilkelerinde ilericilik görülmezse, AKP’nin, kurumsal devlet iktidarının hem kapsama alanını genişlettiği, hem de bu iktidara, bütün bir Anadolu Müslümanlığını mobilize ederek, derinlemesine boyutlar kazandırdığı kabul edilecektir.

AKP’nin devletin kuruluş ilkeleri üzerinden tanımlanmasıyla anlatılmak istenen, başlangıçtaki kurucu Kemalist “öz”ün, her tarihsel kesitte kendini açımlayan ve geri dönüşsüz biçimde mutlak bir modernleşmeyle sonuçlanacak ereksel bir sürecin momentumu gibi yorumlanmasına olanak verebilecekse de, esas olarak, kurumsal devlet nesnelliğinin dönüştürücü yapısıdır. AKP’yle birlikte derinlik ve hız kazanan, ama AKP ile başlatılıp bitirilemeyecek kadar kapsamlı olan bu süreç, önsel bir program ya da kurucu bir öz ilkeyle değil, pratik/politik bir dönüşüm olarak cereyan etmektedir.

Öte yandan, bu sürecin de diğerleri gibi uluslararası egemenlik ilişkileriyle uyumlu olduğu, neo-ortodoks yeniden kuruluşun Avrupa Birliği’nin hukuksal/idari baskısı ve ABD’nin tartışmasız politik desteğiyle ilerlediği bilinmektedir. Neo-ortodoks dönüşümün, Türk devlet geleneğindeki temel iki politik akımı bütünleştirici nesnelliğine güç veren temel belirleyenlerden biri de şüphesiz ki iki politik akımın Batıyla olan uyumudur. Zira otoritarizm-liberalizm salınımında hangi uç başat olursa olsun, uçların her birinin başta ABD ve Avrupa Birliği’yle olan uyumları göz ardı edilemeyecek açıklıktadır.

Neo-ortodoks dönüşüm ve Kürt Hareketi

Açık bir politik öznenin açık temsil kuvvetiyle öne çıkan Kürtler ise neo-ortodoks iktidarın Kürdistan’a da şamil olmasını politik ve örgütsel duruşla engellemiştir.

Burjuvasından yoksul köylüsüne, İslamcısından solcusuna kadar hemen bütün Kürtler için nefret öğesine dönüşmüş olan geleneksel Türk askeriye, mülkiye ve adliyesi karşısında bir yer tutan AKP’nin, Kürdistan’daki politik algılanışının, laik/aydınlanmış bir Türk’ünki gibi olamayacağı anlaşılır politik, psiko-politik bir sonuçtur. AKP, laik/ulusalcı muktedirlerlerle mücadelesinde, Kürt meselesini de bu muktedirleri tasfiye etmenin dinamiği haline getirmek istemiş, bu yönde politik ve hukuksal bir açılıma yol vermiştir. Kurumsal devletin temel varoluşsal yapısını değiştirmeyen ve PKK adındaki Kürt öznesinin ezilmesi üzerine kurulu olan bu neo-ortodoks Kürt açılımı, Kürt Hareketi’ni can alıcı, kritik bir momentte politika yapmaya zorlamıştır. Kürt Hareketi bu kritik düzlemde, devlet karşısındaki bağımsız politik duruşunu maharetle korumuş, ama öte yandan AKP’nin laik/Türk ulusalcısı muktedirler karşısındaki operasyonel liberalliği, bizatihi Kürt Hareketi tarafından başarıyla istismar edilerek, Kuzey Kürdistan haritasının maddi düzeyde de olgunlaştırılmasının imkânına dönüştürülmüştür.

Kürt Hareketinin güçlü varlığı, hem devletin neo-ortodoks dönüşümünü koşullamakta hem de bu dönüşümün sınırlarını belirlemektedir. Kürt Hareketi, AKP’nin merkezinde durduğu ve tümüyle kurumsal devlet aygıtının ihya edilmesi üzerine kurulu neo-ortodoks dönüşüme Kürdistan’da onay vermeyerek, bu dönüşümün ezilenler açısından açık politik bir gericilik döneminden başkaca bir anlama gelmediğini göstermiştir.

Türkiye’nin son on yıllık politik güçlerine baktığımızda göreceğimiz temel özneler AKP, Askeriye ve Kürt Hareketidir. AKP ve Askeriyenin bir tarafta, Kürt Hareketi’nin de bunların tam karşısında bir yer tuttuğu konjonktürde, diğer bütün politik tasnif ve saflaşmalar bu devletli ve anti-devletli yarılmanın yakıcı gerçekliğinde anlam bulacaktır.

Bu tasnifi fazla kaba ve politik güç ilişkilenmelerinin sihirli formüllerinden yoksun bulanlar için 12 Eylül 2010’daki Anayasa referandumu somutlaştırıcı olacaktır. Daha önce tarif edilen devletli iki politik geleneğin evetli/hayırlı mücadelesine katılmanın, kurumsal devlete katılım olduğunun gayet bilinçli ayırdında olan Kürt Hareketi, sadece hayır’ın değil AKP’li evet’in de devletli geleneklerden birinin, en azından, manevi alanına düşmek olduğunu görmüştür. Aynı refleksi devrimcilerin de gösterdiği kaydedilmelidir.

“Apolitik” devrimciler

Sivil/asker ayrımı üzerinden politika üreten liberal geleneğin iç mantığı anlaşılır niteliktedir ve kendi içinde tutarlıdır. Bu anlaşılırlık ve iç tutarlılık, solun, hele de devrimcilerin önsel olarak bu doğrultuda bir politik tutum alışa yönelmelerini gerektirmez. Devrimcilerin ayrımı, asker ya da sivil kuvvetin devletli olup olmadığıdır. Elbette, devlet bloğu içinde olmakla birlikte, devlet içinde ilerlemek ve total bir hegemonya kurmak amacıyla devletin egemen kliğine karşı bir dönem reformist/liberal bir politik hattı ilerlemesine –ikincil unsur olarak– eklemleyen AKP de bu odaktan değerlendirilecektir.

Devrimciler demokrasiye, kendinden menkul bir kategorik politik değer atfetmezler. Ve yine demokrasi/reform mücadelesine demokrasiyi özselleştirerek katılmazlar. Demokrasi, devlet egemenliğinin kendisini evrensel ve mutlak gösterecek kadar güçlü olduğu bir dönemi ifade etmektedir.

Türkiye Devrimci Hereketi’nin demokrasi talebi ve reform mücadelesi kavramsal düzeyde hep liberal, pratik düzeyde ise hep devrimci olmuştur. Devrimcilerin demokrasi/reform mücadelesi, demokrasinin özcü bir kavrayışı üzerine kurulmadığı gibi, egemen devlet rejiminin demokratikleşmesini de amaçlamaz. Esasen devrimciler için belirleyici olan, demokrasinin yerleşmesinin, kalıcılaşmasının engellenmesidir. Bu bağlamda, devrimci solla radikal demokrasiciler arasındaki temel ayrım, şiddet unsurunun devrimciler tarafından devrede olmasıdır.

Devrimcilerin ağırlıklı bölümünün, neo-ortodoks dönüşüm sürecinde iki devletli kuvvet arasındaki güç ilişkilenmesini bir tür umursamazlıkla takip ettiği görülmektedir. Bunun temelinde, AKP’nin mutlak hegemonyasında yürütülen politik gericilikle yüklü reformist düzenlemelerin hep devlet egemenliğinin güvenceye bağlanması yönünde ilerlediğinin görülmesi yatmaktadır. Ya da onlar, maddi varlıklarının, ülkesel düzeyde gerçekleşen neo-ortodoks dönüşüm sürecindeki devlet içi politik yarılmalardan yararlanamayacak kadar küçük olduğunu bilmektedirler. Bu nedenle devrimciler, ne AKP’nin “özgürlükçülüğü”ne, ne de CHP/Askeriye kanadının “tarihsel ilericiliği”ne yakın durdular.

Politikanın incelikleri, taktik ve strateji üzerine çok lafı olan bir anlayışa gayet kaba ve apolitik gelecek bu yaklaşımın, devrimcilerin politik kuvvet olarak son derece etkisiz oldukları bu dönemde tercih edecekleri tek devrimci tutum olduğu anlamlandırılamayacaktır.

Öte yandan son dönemde devrimciler arasında rejimin niteliği üzerine yürüyen tartışmalarda, rejimin artık geri tipte bir burjuva demokrasisi olduğu ve dolayısıyla artık sosyalist program/söylemin zamanının geldiği, sınıf mücadelesinin, askeri vesayet, özgürlük, demokrasi gibi geçici uğrakların gölgesi olmadan kendini var edebileceği bir mekâna sahip olduğunu düşünmek yönünde de bir eğilim bulunmaktadır. Türkiye Devrimci Hareketi’nin programatik ve politik varlığı, devletin faşizm sıfatı aracılığıyla düşmanlaştırılması üzerine kuruludur. Faşizm sıfatının düşürülmesi, devrimciliğin düşürülmesiyle paralel ilerlemiştir.

Demokrasi, devrim/devrimcilik kategorisinin gündemden düşürülebildiği oranda varlık kazanan bir politik işleyiştir. Yani demokrasi, politik şiddet eksiltildiği oranda vardır ve tersinden, şiddetin varlığı oranında eksilecektir. Bu nedenle politik devrimciliğin varlığı koşullarında Batılı ve liberal anlamda bir demokrasi tesisi ve aynı anlama gelmek üzere yaygın, yerleşik bir devlet düzeni kurulması olanaklı değildir. Politik şiddet ile demokrasinin yerleşmesi arasındaki ters orantı, Türkiye Devrimci Hareketi özgülünde, demokrasi lehine, post-devrimcilik ve liberalleşme olarak belirmiştir. AKP’nin yeni bir hegemonya için dinamize ettiği gerici liberalleşme düzleminde olduğu ve bu büyük hegemonik düzlemin etkisinde boğulacağı öngörülmeden, ülkesel/kamusal politika hesabına insiyatif almak yönündeki girişim, eldeki devrimci tutunma noktalarını da kaybetmekle karşı karşıya gelmiştir.

AKP’yle birlikte Kemalizme karşı: Liberaller

Devlet egemenliğinin başka bir örgütleniş biçimi olan klasik Avrupa demokrasisini önsel olarak merkeze koyan ve esasen demokrasiyi kurucu öz olarak teorize eden liberal solun, AKP’ye, hiçbir politik/somut bağlam olmaksızın, deyim yerindeyse açık çek vermesi bu teorizasyonun sonucudur.

Taraf gazetesinin merkezinde durduğu bu radikal liberalizmin, AKP’nin muktedirleşme düzeyini yansıtacak biçimde devletlileştiği gözlenmektedir. Taraf gazetesi, yayına başladığı dönemde, devletin başat öğesi Askeriyeyle allerjik karşıtlık içinde anti-devletçi bir yerdeydi. Ancak AKP’nin devlet içinde mevzi mevzi ilerlemesine paralel olarak non-devletli bir evreden, hızlıca, Kürt Hareketi’ne karşı düşmanca bir yayın poltikasına geçti. Neden basitti: Neo-ortodoks devletin geliştirdiği “çözüm”, Kürt Hareketi tarafından kabul görmüyor, sabote ediliyordu. Haksız da sayılmazlardı. Politik gerçekler üzerinden bakılırsa, bugün, Türk neo-ortodoks devlet demokrasisinin önündeki engel, devrimci hareketin etkisizleştirilmesi ve muhalif İslami hareketin AKP eliyle düzene eklemlenmesinin ardından, Kürt Hareketi’dir. Bu durumun sağlaması da yine liberallerin PKK/BDP hattına yüklenmelerine ve Silivri/Kandil arasına yerleştirdikleri kısa devre ilişkiye bakılarak yapılabilir. Liberallerin el çabukluğu marifetiyle kurdukları bu kısa devre ilişki de anlaşılır niteliktedir ve iç tutarlılığa sahiptir: Demokrasi şiddetsizdir!

Birikim’de karşılığını bulan bir anlayış ise, referandum zaferinden sonra AKP’nin, CHP’nin tek parti dönemindeki kuruculuğuna benzer biçimde, hayli gelişmiş olan kapitalizmin politik taşıyıcısı konumuna yükseldiğini, askeri vesayetin ortadan kalkmasıyla birlikte, Türkiye’de bir türlü teşkil olmayan modern sınıfların tarih sahnesinde boy gösterme imkânına kavuşacaklarını, işçilerin/yoksulların asıl şimdi gündemde olduğunu dillendirmiştir. Bu, yıllar önce bahçelerine gömdükleri sınıfçılığın hortlamasıdır.

Türk devlet geleneğini askeri vesayetle başlatıp bitiren Birikim’in, her güçlü sivil hükümetin bağrında demokratik bir devrim keşfetmesi zorunlu hale gelmiştir. Ayrıca, Anadolu’nun “otantik” ve “sivil burjuvazi”sinin AKP iktidarlarında devlet imkânlarından daha fazla yararlanarak diğer sermaye grupları karşısında eşitsiz bir gelişme gösterip palazlanmasının nasıl olup da demokratik bir devrimi müjdelediği fikri açıklanmaya muhtaçtır. Askeri vesayet rejiminden bağımsız olarak serpilip gürbüzleşen bir otantik burjuvazi keşfeden, keşfettiği bu burjuvaziye de demokratik devrim yaptırmakta mahir olan Birikim, demokratik devrimin Kürdistan’a uğramamasının nedeni olarak, “Kürtlerin CHP’si” ilan ettiği BDP’yi göstermekten de geri durmamıştır.

Öte yandan, AKP’nin merkezi rol oynadığı neo-ortodoks dönüşüm sürecinde Anadolu Müslümanlığının sosyal, kültürel, ideolojik ve ekonomik olarak bir kabarma yaşadığını kabul etmek gerekir, ama düzenin ideolojik, kültürel ve ekonomik taşıyıcılığını hâlâ, Cumhuriyet tarihi boyunca oluşagelmiş şehirli burjuvazi ve orta sınıfın yaptığını akılda tutarak… Bu türden yapısallıkların bugünden yarına, bir hükümet döneminden –bu dönem AKP’yle karakterize olsa da– diğerine köklü değişim geçirmeleri mümkün değildir.

TKP’nin devletli ilericiliği

Politikada tarihsel ilericilik/gericilik cetveline göre tavır alan TKP ise AKP’yi Cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş boyut ve derinlikte bir gericiliğin ve emperyalist dönüşümün öznesi olarak değerlendirip Cumhuriyetin değerleri olarak gördüğü laiklik ve Aydınlanmacılığı, son on yıllık stratejik duruşunun temel başlıkları haline getirdi. TKP bu duruşunu, politik/örgütsel ve ideolojik bir bütünsellik içinde sürekli şekilde açıkça ve amasız/fakatsız biçimde dile getirdi. Hatta bu uğurda, geleneksel sosyalizmciliğinden dahi uzaklaştı.

TKP’ye göre AKP iktidarı, tarihsel bir ilerleme olan Cumhuriyetin gerisine düşmekti. AKP, Aydınlanma/ laiklik/ kamuculuk gibi Cumhuriyet değerlerini kökünden kemirmekteydi. Tarihsel ve stratejik görev, Cumhuriyetin değerlerini korumaktı. Zira Aydınlanmacılık ve laiklik olmazsa dünya karanlık, sosyalizm olanaksızdı! Sadece bu nedenle de olsa AKP’ye karşı çıkılmalıydı. CHP bile Baykal’dan sonra gericiliğe teslim olmuştu. Cumhuriyetin değerlerini taşıyacak tek odak kendileri ve etkileyebildikleri oranda ÖDP’ydi.

Sosyalist mücadelenin merkezine “Cumhuriyetin değerleri” konulacak ve bu değerlerin sahiplenileceği ve dolayısıyla TKP’nin yöneleceği toplumsal taban ise, yine TKP’nin zehir gibi aklı ve mantığı üzerine kurulu politikasına uygun şekilde, şehirli orta sınıf olacaktı. İşçilerin de ancak İstanbul’un Beşiktaş ile Kadıköy gibi ilçelerinde yaşayabilenleri TKP’nin kapsama alanında olabilecekti.

TKP’nin politik duruşunu belirleyen bu stratejik konumlanış, en iyisinden, nesnel olarak, devlet bloğu içerisindeki laik/Aydınlanmacı kanada cereyan taşımak, AKP’nin sürüklediği neo-ortodoks dönüşüme ayak direyenlerin ‘sosyalist akl’ı olmaktır.

12 Haziran genel seçiminde, şehirli orta sınıfların laik/Aydınlanmacı teveccühüne mazhar olamayarak aldığı dramatik sonuçla mutlak şekilde bağlantılı biçimde, “Birinci Cumhuriyet”in korunacak değerleri kalmadığını, “Yeni Cumhuriyet”in her boyutuyla devrede olduğunu ve bu nedenle yeni toplumsallıklara ve mücadele başlıklarına yönelmeleri gerektiğini resmi belgelerinde kayıt altına alan TKP, Kürt sorunu, “Anadolu gericiliği” gibi alanlarda açılıma gideceğinin işaretlerini vermeye başladı. Bu parti, laiklik ve Aydınlanmacılığı da sosyalizmcilik ve işçicilikle ikame ederek yoluna devam edecek gibi görünüyor. Böylece, devlet bürokrasisi, Askeriye ve CHP’nin “yeni rejim”e teslim olmuşlukları üzerinden bu kurumların tabanına yönelen ve bu kurumlardan daha radikal bir laiklik/Aydınlanmacılık vurgusu yapan TKP de 12 Haziran genel seçiminden sonra neo-ortodoks dönüşümü kabul edip “yeni rejim”in “soL”u olmayı yeni stratejisi haline getirmiş oluyor. Ancak TKP yine de hayıflanmaya devam ediyor. Ona göre laik/Aydınlanmacı Cumhuriyet kurtarılabilirdi, Kemalistler soldan bu kadar korkmasaydı!

Sonuç

Türk devleti, iç yapısal nedenler ve uluslararası egemenlik sisteminin gerekliliklerince, kurucu ve varoluşsal nesnelliği baki kalmak şartıyla, adliye, mülkiye ve askeriyesinde yeniden kuruluşa yönelmiş ve bu yolda, yıkıcı iç-politik krizler yaşamadan, keskin virajları geçmiştir. Patronluğu üstlenen AKP’nin 2011 YAŞ koltuğunu Askeriyeyle paylaşmaması ise dönüşümün finali olarak genel düzeyde kabul görmüştür.

Türk devletinin bekası için adliye, mülkiye ve askeriyede köşe başı tutmuş radikal Türk ulusalcısı personelin tasfiyesi nedeniyle ve ancak bu tasfiyeler kadar “devlet”e karşı olmuş olan AKP, neo-ortodoks sürecin hegemonik kurucusu vasfı kazanmıştır. Neo-ortodoks kuruluş, sıradan bir hükümet programı olmadığı gibi, AKP’nin “İslamcı” emellerinin adım adım hayata geçirilmesi de değildir.

Türk devletinin kurumsal nesnelliğinin devamlılığını esas alan neo-ortodoks dönüşüm, hem ideolojik Kemalizmi hem politik İslamı etkisizleştirmiştir. AKP’nin inisiyatifinde gerçekleşen bu dönüşüm boyunca İslami bir sosyo-kültürel ve ekonomik kabarma yaşanmış, İslami kesimler devlet imkânlarından cömertçe faydalandırılmış ve devletin yeniden kadrolandırılmasında İslami/muhafazakâr kaynaklardan bolca yararlanılmıştır. Ancak bütün bunlar, politik İslamın Türk devlet düzeniyle bütünleşerek tükenmesi olarak gerçekleşmiştir. Politik İslam, ideolojik Kemalizm ve Kürt Hareketi karşısında devamlılığını neo-ortodoksiyle sağlayan Türk devleti, AKP eliyle, ideolojik Kemalizmi koltuğundan alaşağı etmiş, ama aynı zamanda camilerden yükselmeye başlamış olan cihat sözünü yasaklamayı da başarmıştır.

Adliye, mülkiye ve askeriyedeki yeniden kuruluşa paralel olarak, devletle toplumun çeşitli sınıfları arasındaki ilişkilerde kaymalar, yer değiştirmeler ve farklılaşmalar devam etmektedir. Ancak bu türden farklılaşma ve yer değiştirmeler, Türkiye’deki üretim ilişkilerinde ve bu ilişkilerin yapılandırdığı toplumsal alanlarda kategorik dönüşümlere neden olmamış, tersine, bu ilişkileri pekiştirmiştir.

Neo-ortodoks süreç Kürt Hareketi karşısında dinamize oldu ve öyle görünüyor ki olgunlaşıp kalıcılaşması da Kürt Hareketi’nin kaderine bağlanmış durumda. Hem varoluşsal kurucu nesnelliğini koruma refleksini geliştirir, hem neo-ortodoksik açılıma yönelirken Kürt Hareketi’ni baz alan Türk devleti, biri varken diğeri imkânsızmış gibi görünen bu ikiliği, Kürt Hareketi’nin ezilmesi paradigmasında, kurumsal devlet görüşü olarak bütünselleştirmektedir. Ancak Kürt Hareketi, AKP’nin, Türk devletindeki devamlılığı temsil ettiğini tereddüte yer bırakmayacak biçimde göstermiştir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar