Melik Kara
1. '96 1 Mayısının üzerinden aylar geçti. O zaman İstanbul Kadıköy'de olanlar birçok ağır ve karmaşık sorunu açığa çıkardı; fakat çok basit bir ayrımı da ortaya koydu: Barikat. Yaşam genellikle karmakarışık bir görünüm sunar ve günlük ilişkiler içinde iz sürmek çetin bir iş olur: Barikat kurulamaz ya da buna ihtiyaç duyulmaz.
Koca bir sürecin içinde çok az tesadüf edilebilen bazı anlarda her şey boydan boya ikiye, sadece ikiye bölünür. Bu an'da ak ve kara vardır ve ara tonlardan söz edilemez. Bu an'da, her şey kaba-saba ve yalındır; sofistike yaklaşımlar, kılı kırk yaran akıl yürütmeler anlamsızdır, boştur. 1 Mayıs '96 böyle bir andı.
2.Türkiye'de (sosyalist, devrimci ve Marksist) sol, 1 Mayıs'ta bir barikat sınavı verdi ve trajedisini iliklerine kadar yaşadı. Sol, 1 Mayıs'ta, varsayımsal bir gövdenin ikiye bölünüşü gibi, onulmaz bir bölünmeyi (bir kez daha) yaşadı. Genel olarak ilerici ve devrimci nitelikteki sol politika, bütünlük imkânlarını telafi edilmesi çok güç bir şekilde Kadıköy sokaklarında bıraktı. Bu derin bölünme, şu dönemde sol hareket içinde devrimci ya da reformcu yönelimler gibi, aslında çok önemli bir ayrımı da aşıyor ve "önemsizleştiriyor".
Sol hareket, yatay ve dikey çeşitli boyutlarda; politik, toplumsal, ideolojik, hatta kültürel açıdan birbirinden giderek kopan iki büyük öbek oluşturuyor.Bunun sonucu; devrimci olanı olmayanıyla solun bir bütün olarak, kudretli, güçlü ve iktidara aday bir potansiyel sergileme şansını tümden yitirmek olabilir.
Bir kompartmanı ele geçirmek belki bulunulan vagonda bir etkinlik yakalanmasına yol açacaktır. Ama bu, büyük bir bedel ödemeyi zorunlu kılacaktır.Böyle bir sol, lokomotifi ve dolayısıyla treni ele geçirememeyi garanti edecektir !
Türkiye solu, devrimci ve reformcu tarzlar izleyebilecek, açık ve gizli çalışmayı eşgüdümlü bir dinamikle yürütebilecek, "hali-vakti yerinde" işçiler ve modern emekçilerle bütün varoluşuna koyu bir ezilmişliğin damgasını vurduğu sigortasız-işgüvencesiz işçiler, işsizler, "varoş ahalisi" kent yoksullarında bileşimini bulan geniş yığın arasında politik, ideolojik, örgütsel, kültürel kayış olabilecek bir "özne olmayan özne"ye şiddetle ihtiyaç duyuyor.
"Varoşlar"daki devrimci sol da, metropoliten nitelikler gösteren "özgürlükçü" sol da bu ihtiyaca yanıt verebilecek bir işaret vermiyorlar. Daha doğrusu, nesnel koşullar , kendi dayattığı bu ihtiyacın giderilmesinin önünü yine kendisi büyük bir dirençle kapatıyor.
3.Germinal filmini izleyenler hatırlar. İyi yürekli, masum ve güzel burjuva kızının yoksulseverliğini pek hoş karşılamayan ve yoksulluktan çıldırmış yaşlı bir işçi resmedilir. Kirli, kaba, sefil, çirkin yaşlı işçi vicdanlı, temiz, iyi yürekli, masum burjuvayı kara elleriyle boğar. Burada doğruluk-yanlışlık, iyilik-kötülük ikilikleri üzerinden yükselecek her türlü aklı-evvellik geçersiz ve gayrı-meşrudur.
Her türlü vicdan ve değerden bağımsız ve öte, her durum ve koşulda bizimkilerin, ezilenlerin tarafında, içinde olmak. Bu yaklaşım dayanağını, (1 Mayıs'tan hemen önce Nisan'da yayınlanan Teori ve Politika'nın 2.Sayısındaki) M. Kayaoğlu'nun "Ezilenler ve Marksizm" başlıklı yazısının girişinde bulur. Solculuğun ontolojik temeli budur.
Bu tür zamanların terimi, haklı-haksız'dır. Konuma bağlı hareket her zaman haklıdır, karşıdaki ise her zaman haksızdır: Acıma istemiyoruz, acımayız da...
1 Mayıs'ta Kadıköy'de yoksul, ezilmiş, kaba, kültürsüz ve devrimci genç işçi, burjuvanın kızını oynayan solcuyu boğdu! 1 Mayıs'ta ezilenler (sadece işçiler değil,diğerleri hatta devrimci örgütlerde yer aldığı için politik bakımdan ezilenler de), tarihte birçok örneği görüldüğü üzere, mazlumperverleri ezenler karşısında bir kez daha mahçup ederek, "kendi bildikleri yol"dan kendilerini ortaya koydular. Ezilenler varlığı lanetledi. Lanet; bu sözcüğün hakkını vererek... Ezilen kitlenin genel davranış tarzı budur ve böyle olacaktır. Ezenlerin tarihçileri, birçok başkaldırıda,bu arada sol dağarcıkta baş köşelerden birine yerleşmiş olan Spartaküs'ün önderliğindeki köle ayaklanmasında da, yakıp-yıkmaları, barbarlıkları kaydederler —üstelik, bunların önemli kısmı gerçektir.
O gün Kadıköy'de mazlumlar, saldırıya uğrayanlar yoktu; dişe diş çatışanlar vardı ve mazlumluk edebiyatı yapılamazdı. Sadece savunma ve direniş değildir meşru ve haklı olan; saldırı ve savunu en az onlar kadar meşru ve zorunludur. Kendilerini mazlumların savunuculuğuna yetkileyenler, o gün orada kendilerini gerçek birer fazlalık olarak gördüler. Oysa kurtuluş bizzat ezilenlerin, işçilerin kendi elleriyle olmayacak mıydı?
4. Genel olarak sol politikanın (bir yerde Balibar'ın ifade ettiği türden) büründüğü trajik karakter, Kadıköy'deki an'da ve onu izleyen süreçte çarpıcı bir çıplaklık kazandı. Bir yanda solcular, onların karşısında, etkilenmeye açık, bilinçlendirilmeyi bekleyen bir işçi sınıfı ya da kitleler üzerinden yükselen ve dramını bu ayrılıkta bulan politika anlayışı, 1 Mayıs'ı anlamaya imkân vermez. Söz konusu olan bir trajedidir.
1 Mayıs'ta sol hareketin, işçi sınıfının, kitlelerin, genel olarak ezilenlerin derin bölünmüşlüğünün trajedisi açığa çıktı. İki sol, iki işçi sınıfı, iki kitle ortaya çıkıyor.
Orada iki ayrı sol vardı. Biri 1 Mayıs'a eylemli olarak katılan sol, diğeri 1 Mayıs'a katılanları izleyen sol. Solun biri zaten yasal açıdan gayrı-meşruydu, gelişmelerden sonra solculuğu da gayrı-meşru sayılmaya çalışıldı. Bu iki sol arasında derin ve karanlık bir uçurum oluşuyor. 1970'lerdeki durumdan daha vahim bir nitelik kazanan uçurumda, artık iki tür solun üzerinde paylaşım kavgası edecekleri bir ortak zeminleri bile kalmıyor. Her birinin, mekânı, kitlesi, kültürü, dünya görüşü ve "solculuğu" farklı. Her biri, kendi arazisinde gelişip serpiliyor; fakat bu gelişme başka alanlarda gelişememeyi garanti etmekten başka politik anlam arzetmiyor.
5.Solun biri, ezilenlerin dizginsiz her patlamasında provokasyon kokusu alan, ezilenin eylemli varlığının "efendice" ortaya çıkmasını isteyen bir yaklaşıma sahip.
Bu sol, devletin, "her şeyi en ince ayrıntısına kadar önceden planlayan" bir bilince sahip olduğunu sanır, 1 Mayıs'ın da bu doğrultuda yönlendirildiğini kabul eder. Bu durumda, yapılacak bir şey yoktur; meydan "mutlak akıl"a terkedilmelidir. Akıl, bir devlette vardır, bir de kendilerinde. Aklın dışında şu dünyada tek bir yaprak bile kıpırdamaz, kıpırdamamalıdır.Dünyayı böyle görürseniz, ezilenlerden ürkmenizden, onların "akıldışı" hareketlerinden uzak durmanızdan anlaşılır bir şey mi olur? Tarih zaten akıllar savaşı değil mi?... Oysa, Akıl ne tarihte vardır; ne de Kadıköy'deki politik an'da vardı.
Solun bir bölümü varlığıyla barikat kurmuş ve orada yapılan her şeye sahip çıkmıştır, bir başka bölümü de "bu hercümerce girmemeyi" politik başarı olarak değerlendirmiştir. Bunların biri, "şecaat arzederken sırkatin söylüyor"!
6.İşçi sınıfı ve kitleler de trajik bir bölünme yaşıyor.Kadıköy'de "iki işçi sınıfı" vardı. Sigortalı ve sendikalı olan ve büyük sendikaların küçük kortejlerinde temsil edilen "işçi sınıfı" ile; sendikasız-sigortasız, işgüvencesiz veya işsiz, esas olarak genç, ve devrimci örgütlerin saflarında diğer ezilenlerle kol kola yürüyen ve işçiden bile sayılmayan "işçi sınıfı". Türkiye'de işçi sınıfının bileşimi, niteliği ve yönü üzerine görüşler ortaya koymak bir yana, "işçi sınıfının proletaryası" olmaya hangi kesimin aday olacağının yanıtını, geleceğin sosyo-ekonomik ve sosyo-politik tarihi verecektir.
Ancak geleceğin tarihinin, politik ve toplumsal durumun trajedisini aşmaya gebe olduğu yolundaki ümitvar beklentilerin bugün politik karşılığı yok.
7. Çatışmanın açığa çıktığı momentlerde fiilen varolunur ve o kadar eleştirilir. Bir somut durumun fiili unsuru olmayanların, fiili unsurları eleştirme ve beğenmeme hakları yoktur. Çıplak eliyle kızgın demiri kavrayamayanın sözleri, boşlukta çınlayan bir hoş sedadan daha fazla anlam taşımaz.
Barikat anlarındaki ansal tutumun mantığını ve ilgili "an"ı sürece dahil olduktan sonra anlamak, Jose Marti'nin şu sözlerinde müthiş devrimci "sır"rını buluyor: "Şimdi fırınların vakti ve sadece alevleri görmek gerek!"