Ana SayfaSayı 1Devrimci-Maddeci Felsefe İçin Başlangıç Noktaları

Devrimci-Maddeci Felsefe İçin Başlangıç Noktaları

 
 
 
 
Devrimci-Maddeci Felsefe İçin
Başlangıç Noktaları

Yılmaz Sezer

I. Felsefenin temel sorunu düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunudur” diye yazar, Engels: “Filozoflar bu sorunu çözmede iki büyük kampa ayrılırlar; tinin doğaya göre önce gelme özelliğini öne sürenler ve buna göre son aşamada ne cinsten olursa olsun, dünya için bir yaratılmayı kabul edenler idealizm kampını oluştururlar. Ötekiler, doğayı esas öğe sayanlar ise materyalizmin değişik okullarında yer alırlar“. [1] Engels onca felsefeleri, nice ünlü filozofları bir çırpıda harcıyor, bir yığın felsefi akımı iki temele indirgiyor: materyalizm ve idealizm. Lenin, bu iki karşıt eğilimin dışında üçüncü bir eğilimin varlığını ileri sürmenin olanaksız olduğunu yazıyor: “Felsefede iki eğilim vardır; materyalist eğilim, idealist eğilim. Bu ikisi arasında bilinemezciliğin çeşitli nüansları bulunur. Felsefede yeni bir görüş açısı bulmak için yapılan boşuna çabalar akıl yoksulluğunu ortaya koyar“. [2] Ve daha ileride güzel bir benzetme yapar: “Eğer ikisi arasında katı ve sıvı diye bir kıyaslama yaparsak bu ikisi arasında bir bataklık yer alır“. [3]

            Bir üçüncü eğilim arayışı, şu ya da bu şekilde metafizik öğeleri içermek zorundadır. Ve bu ayrışmanın idealizm kanadında yer alır. Bunun nedeni, eğilimlerden herbirinin birbirini dıştalayan mutlak, kendine özgü, karşıt kategoriler ve öncüller türetmesi ve bu her iki eğilimin temel öncüllerinden hiçbirinin hiçbir esas bölümünün ilgili olduğu eğilimden koparılması olanağının bulunmamasıdır. Her iki eğilimi dışlayarak, onlardan farklı olduğunu öne süren üçüncü yolcuların yaptıkları, bu karşıt eğilimlerin öncüllerini eklektik bir biçimde yeniden biraraya getirmek oluyor. Engels bu çelişkiyi şöyle belirtiyor: “Bilinemezcinin doğayı kavrayışı baştan başa materyalistçedir. Bütün doğa yasayla yönetilir ve dışarıdan bir etkinin işe karışması kesinlikle sözkonusu değildir. Ama diye ekler bilinemezci, evrenin ötesinde bir yüce varlığın varoluşunun doğruluğunu araştırmak yada yanlışlığını kanıtlamak için hiçbir aracımız yoktur.(…) Bununla birlikte bilinemezcimiz, bunları zihinde saklı tuttuktan sonra aslında olduğu gibi, büsbütün bir materyalist olarak konuşur ve davranır”. [4]

            Engels, epistemolojik düzeyde ele alınması gereken bir durumu, ontolojik düzeyde ele alarak bilinemezcinin içine düştüğü çelişkiyi açıklamaya çalışıyor. Bu aşamada söylenmesi gereken şunlardır: Bir, felsefede epistemolojik düzeyde felsefe içi çelişki yoktur. İki, felsefi tezlerin doğruluğu yada yanlışlığı ontolojik düzeyde kanıtlanamaz. Bilinemezcinin iddialarının içsel çelişkisinden çok bilinemezcinin politika/bilim zeminine uzanan tezlerinin bu zeminde yanlışlığını kanıtlamak gerekir. Oysa, Engels epistemolojiye ilişkin tezleri doğrudan ontolojik düzeyde değerlendirmeye çalışıyor. Ve böylece, Engels aynı sorunda dilegetirdiği ve politika/bilim zeminine uzanan görüşleriyle aynı sorunsal içinde (bilinemezcilerin bulunduğu amprizm sorunsalı içinde), bir başka açıdan (bilim lehine) benzer sonuçlara ulaşıyor: Felsefe – bilim özdeşliği.

            Bilinemezcinin ‘bilinemez kendinde şey’i epistemolojik düzeyde, materyalizm ve idealizm şeklindeki temel ayrışmada idealizm eğilimi içerisinde kalmasına neden oluyor. Net olan, açık olan budur.

            Bilinemezci, madde ötesi ve onun üzerinde bir varlığın olup olmadığını kanıtlayabilecek araç ve gereçlere sahip değiliz derken, temel bir yanılgıya düşmektedir. Bunlar, ‘felsefi gerçekliği’ yadsıyarak, ‘bilimsel gerçeklik’ ile ‘felsefi gerçekliği’ özdeşleştirirler. Her iki felsefenin, materyalizmin ve idealizmin, metafizik olduğu gerekçesiyle yeni bir bilim felsefesi oluşturulması gerektiğini ileri sürerler. [5] Çünkü insan bilincinden bağımsız dış dünyanın varlığını kabul etmek, onlara deneyin sınırlarını aşmak gibi gelir. İkincisi ve bunun sonucu olarak, herşeyin deney ile kanıtlanabileceği bir amprik serüven başlar. Bunlara ‘utangaç materyalistler’ diyor, Engels. Materyalist olmaktan utanıyorlar. Madde ötesi ve onun üzerinde bir varlığın olup olmadığı konusunda; ‘vardır’ yada ‘yoktur’ türünden kesin bir sonuca ulaşamıyorlar, buraya kocaman bir soru işareti koyup, adına ‘kendinde şey’ diyorlar. Hem materyalizm, hem idealizm konusunda ‘utangaçca’ davranmış oluyorlar.

            Felsefede üçüncü bir eğilimin olamayacağını söylemek aynı zamanda marksist felsefenin yani diyalektik materyalizmin yeni (aynı anlama gelmek üzere üçüncü) bir felsefe olmadığını ileri sürmek anlamına da gelir. Çünkü, Marks-öncesi materyalizmin varlığı bilinen bir gerçek, hatta, Lenin Mach’ın Berkeley’i tekrarladığını söylerken, kendisinin de Diderot’un tekrarı olduğunu belirtir. Lenin’in belirttiği tekrar, aynı epistemolojinin tekrarıdır. Daha ötesi değil. Lenin, Mach ve öğretisini, ‘Materyalizm ve Ampriokritisizm’ adlı kitabında derinlemesine inceler. Materyalizm ve idealizmi metafizik olmakla suçlayan Mach ve izleyicilerinin iddia ettikleri gibi, üçüncü bir eğilimi temsil etmediklerini, son aşamada bunlardan birinin yani idealist kategorilerin kendi felsefelerinin ana eksenini oluşturduğunu pekçok örneklerle açıklar. Sonuç olarak şu yargıya varır: Felsefe tarihi, idealizm ve materyalizm çatışmasından başka bir şey değildir. Bu basit yargıya, burjuva filozoflarının nasıl kafaları karıştırdıklarını uzun uzadıya inceleyerek ulaşır.

            Felsefede, materyalizm ve idealizm şeklindeki temel ayrışma epistemolojik sorunun mutlak çözümüne ilişkindir. Birbirine karşıt, ayrım çizgileri kalın ve kesin iki farklı epistemolojik dünya sözkonusudur. ‘İnsan’ın varolduğu ve varolacağı süreçte sözkonusu bu iki karşıt epistemolojik dünya birbirleriyle çatışmalı bir tarih oluşturur.

            Lenin, marksist felsefenin ne olduğuna ilişkin sorunu çözümlerken, oldukça önemli, çözüme başlangıç olabilecek ana temayı şöyle vurgular: “Marks ve Engels (…) hemen hemen yarım yüzyıl gibi uzun bir dönem boyunca materyalizmi geliştirdiler; felsefedeki bu temel akımı daha da ileri götürdüler, kendilerini zaten çözülmüş olan epistemolojik sorunla sınırlamadılar, gösterişli deli saçmalarını, felsefede yeni bir çizgi keşfetme, yeni bir akım icat etme vb. yolundaki sayılamayacak kadar pekçok girişimi süprüntü ve döküntü diye acımasızca bir kenara iterek bu aynı materyalizmi tutarlı bir biçimde uyguladılar ve nasıl uygulanacağını gösterdiler”. [6] O halde, Marks ve Engels’in yaptığı, çözülmüş haliyle maddeci epistemolojiyi yineleyerek, aynı materyalizmi geliştirip, tutarlı bir biçimde uygulamak ve nasıl uygulanacağını göstermek oldu. İşte, marksist felsefenin düğüm noktası budur. Marks öncesi materyalizm felsefe ve politikada ‘sonuna kadar’ materyalist olamadı. İlk fiske anlayışıyla, fizikten yola çıkıp metafizikleşti. Felsefe ve politikada ‘sonuna kadar’ materyalist olmak, diyalektik materyalizm ile olanaklı hale geldi.

II. Materyalizm yapısı gereği kanıtlayabileceğimiz, anlayabileceğimiz ve denetleyebileceğimiz maddi dünyaya ilişkin açıklamalar arar. Diyalektik materyalizm, Engels’in dediği gibi, her yeni bilimsel buluş karşısında yenilenir ve güçlenir. Diyalektik materyalizmin felsefi bilgisi, bilimle olan ilişkisinden dolayı bilimseldir. Lenin bu ilişkiyi kurar: “Doğa bilimleri yeryüzünün, ne insanın, ne başka herhangi bir canlı varlığın var olmadığı bir durumda var olduğunu kesin olarak doğruluyor. (…) Madde ilktir; düşünce, bilinç, duyarlılık çok yüksek evrimin ürünleridir. İşte doğa bilimlerinin içgüdüsel olarak kabul ettikleri materyalist bilgi teorisi budur”. [7] Bu tür bir açıklama, ‘düşüncenin doğaya göre öncel olduğu’ yolundaki idealist tezi, idealizme karşı çürütmeye yeterli değildir. Bilimin verilerinin materyalist tezi doğrulaması, o felsefenin bilimsel olduğu yargıları güçlendirmekten öte daha başka bir anlam taşımaz. Engels de, Lenin gibi bu yönü belirttikten sonra bilime, pratiğe başvurmak zorunda kalır: “Bilinemezci bütün bilgimizin duyumlarımıza dayandığını kabul eder. Ama şunu da ekler; duyumlarımızın bize kendileriyle algıladığımız nesnelerin doğru tasarımlarını verdiğini nereden biliyoruz? Ve bize, nesneleri ve onların niteliklerini sözkonusu ederken, gerçekte kendileri üzerine kesin hiçbir şey bilemeyeceği bu nesneleri ve nitelikleri değil, yalnızca onların kendi duyumlarında yarattığı izlenimleri kastettiğini bildirir. Bu durumda, düşünmenin bu türlüsünü yalnız kanıtlamayla altetmek güç görünüyor. Ama kanıtlamadan önce eylem vardı. (…) Çöreğin yenmesi onun kanıtıdır”. [8]

            Engels zorluğun farkındadır. Marks en kesin yanıtı Feuerbach Üzerine İkinci Tez’de verir: “Nesnel hakikatin insan düşüncesine etfedilip edilemeyeceği sorunu, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. Pratikte insan, hakikati, yani kendi düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu yanlılığını tanıtlamalıdır. Düşüncenin gerçekliği yada gerçeksizliği konusunda pratikten soyutlanmış anlaşmazlık, tamamıyla skolastik bir sorundur”. [9] Bilimsel pratiği yadsıyan ve aşağılayan idealizme ‘pratiğin’ ölçüt olarak sunulması sözkonusu olamaz. Marks’ın niyeti de bu değildir; sorunu, ‘skolastik bir sorun’ olarak tanımlar ve dışlar. Engels, Marks’ın ‘skolastik bir sorun’ olarak belirlediği ve dışladığı soyut felsefi tartışmanın içindedir.

            Marks ve Engels’de felsefe ve bilim alanı birbirinden ayrılmış ve ayrı ayrı tanımlanmış değildir. Özellikle, Engels de bunlar birbiriyle iyice karışıyor: Bir felsefi önermenin doğruluğu yada yanlışlığı bilim alanında yada günlük maddi pratik alanda kanıtlanmaya çalışılıyor. Engels’in bilinemezciler hakkında söyledikleri ve onlara karşı aldığı tutum, onu bir başka açıdan amprist kılıyor. Engels de bilinemezciler gibi, felsefi gerçekliği bilimsel gerçeklik ile özdeşleştiriyor. Yalnız bir farkla; bilinemezciler felsefe lehine bir özdeşlik kurarlarken, Engels’de bu özdeşlik bilimsel gerçeklik lehine gerçekleşiyor. Engels’in bilinemezcilere karşı felsefi mücadelesi, bilinemezcilere ait sorunsal, amprizm sorunsalı içinde gelişiyor ve amprizm sorunsalını aşamıyor. Felsefi marksizmin tarihi amprizm sorunsalını aşma tarihidir. [10]

            Bir soyutlama işi olan felsefede ‘kendiliğindenlik’ politika/bilim zemininde kurulabiliyor. Bu zeminde yapılan her işin bir felsefesi vardır. Yapılan iş kendiliğindenliğin bir sonucu ise, felsefesi de idealizm oluyor. Felsefede ‘kendiliğinden maddeci olmak’ türünden kategorik bir ayrım bulunmuyor. Doğanın kavranışının materyalistçe oluşu felsefeyi elbette ilgilendiriyor. Yalnız, ‘kavramak’, ‘doğayı kavramak’ anlamında felsefenin bir işlevi yoktur. Bilinemezcinin doğayı kavrayışının materyalistçe olduğunu yada tüm insanların pratik yaşamlarında ‘kendiliğinden maddeci olduklarını’ söylemek, ‘kendiliğinden maddeci olmak’ tezi, felsefeyi ve felsefi pratiği maddeye yönelik bir eylem olarak algılamaktan doğuyor. Felsefi madde kategorisi ile bilimsel madde kavramı bir ve aynı şey sanılıyor.

            Maddenin felsefi tanımı, insan bilincinden bağımsız olarak varolan ve insana duyumlarımız tarafından yansıtılan nesnel gerçekliği ifade eden bir kategoridir. Bilimsel bir kavram olarak madde, bilimin nesnesine ilişkin olarak, bizatihi maddenin yapısı ve içeriğidir. Bu ayrımdan çıkan sonuç, felsefi madde kategorisinin mutlak olması, bilimsel madde kavramının ise tarihi konumuna göre görelilik ve mutlaklık diyalektiğini içerdiğidir. Lenin’den alınan bu tanımları Althusser geliştirir: “Aynı anda hem bir varoluş, hem de bir nesnellik tezi olan felsefi madde kategorisi hiçbir zaman bilimsel madde kavramının içeriği ile karıştırılmamalıdır. Bilimsel madde kavramı, bilimlerin nesneleri üzerine, gene bu bilimlerin tarihi konumuna göre olan bilgileri tanımlar. Bilimsel madde kavramının içeriği, bilimsel bilginin ilerlemesi, daha doğrusu değişmesiyle değişir. Hiçbir bilim nesnesine dayanmayıp, ancak bir nesne hakkındaki tüm bilimsel bilginin nesnelliğini belirten felsefi madde kategorisi değişmez (…) O mutlaktır“. [11]

            Maddenin felsefi tanımıyla, bilimsel madde kavramını özdeşleştirmek büyük bir yanılgıdır. Felsefi madde kategorisi mutlaktır, değişmez. Bilgilenme süreci, bilimin kendi nesnesinde sonsuz olduğundan, bilimin gelişmesinin her aşamasında bilimsel madde kavramının içeriği hem yatay, hem de dikey anlamda sonsuzca değişir ve değişmektedir.

            Şimdi, ilk cümleyi yeniden yazalım: Materyalizm kanıtlayabileceğimiz, anlayabileceğimiz ve denetleyebileceğimiz maddi dünyaya ilişkin etkenlere dayanan açıklamalar arar. Ve yalnızca ‘açıklamalar arar’, ‘açıklama yapmaz’. Bir nesne hakkındaki tüm bilimsel bilginin nesnelliğini belirten materyalizm, nesnellik teziyle politika/bilim zemininde yeniden ve yeniden kurulur. ‘Doğabilimlerinin içgüdüsel olarak kabul ettikleri insansız doğanın varolduğuna’ ilişkin Lenin’in sözleri bu çerçevede oldukça anlamlıdır.

            Felsefi düzeyde kendiliğinden maddeci olmak yapısal olarak mümkün olmuyor ve politika/bilim zemininde kurulan felsefi kendiliğindenlik ise idealizmle buluşmak zorunda kalıyor.

            İdealizm ve materyalizm çatışmasının ete kemiğe büründüğü, gerçeklik kazandığı alan ‘bilimsel bilgi alanı’dır. En geniş anlamıyla, ‘bilimsel bilgi alanı’ bilimlerinin bilimsel pratiklerinin -tarih biliminin bilimsel pratiği politikanın- sonuçlarını ifade eder. Bu çatışmada, idealizm özü gereği bilimin yerine geçmeye çalışarak bilimi sömürür. Maddeci felsefe ise bilimin işlevine (nesnenin bilgisini edinmek ve nesneyi değiştirmek) yardımcı olur.

            Çatışan felsefi eğilimlerden herbiri, bilimsel gelişmelerde kendi düşüncelerinin dayanaklarını bulup çıkarma çıkarma çabası içine girerler. Böylece, aralarında üstünlük kurma mücadelesi başlar; kendi tezlerini destekleyen yeni bilimsel gelişmelerden güç aldıklarını iddia ederler. Sözkonusu iki karşıt eğilimin yeni bir bilimsel buluş karşısındaki tepkileri, kendi yöntemsel yaklaşımları temelinde olmaktadır. [12] Buradaki temel sorun, farklı felsefi eğilimlerin diyalogu değil, bunların birbirleriyle çatışması olgusudur. Başka bir deyişle, yeni kanıt, karşıt eğilimlerin taraftarlarının uzlaşmasını veya birinin diğerini ikna etmesini değil, ama aynı eğilimin taraftarları arasındaki bağın daha da güçlenmesini sağlamaktadır. Çatışan eğilimler arasında ‘taraf tutmak’ önsorunu oluşturmaktadır. Taraf tutmak, elbette keyfi, zar usulü bir seçiş değildir. Politika/bilim zemininden hareketle elde edilebilir teorik bir çabanın sonucudur.

III. Ondokuzuncu yüzyıl bilimi Newton’un mekanik dünya görüşünün etkisinde determenist bir karekter taşır. Bu en açık bir biçimde Laplace’ın şu sözlerinde dile gelmiştir: “Doğada herhangi bir an etkin olan tüm kuvvetleri ve evrende varolan tüm nesnelerin o andaki konumlarını bilen bir zeka evrendeki en büyük cisimlerden en hafif atomlara dek tüm nesnelerin hareketlerini tek bir formül kapsamında toplayabilir, yeter ki bu zeka eldeki verilerin hepsini çözümleyebilecek kadar güçlü olsun. Böyle bir zeka için kesin olmayan hic bir şey yoktur; geçmiş gibi gelecek de onun gözleri önünde olacaktır”. [13] Mekanizm böylece tanrıya kapıyı aralıyor; insanoğlunun yüzyıllardır peşinde koştuğu Tanrı, Newton mekaniği ile teorik bir gerçeklik haline gelmiş oluyordu. Her alana yayılan Ortaçağ Tanrısı, maddeye ilk fiskeyi vuran güç anlamında, daha gerilere düşmüş oldu. Tanrı daha gerilere itiliyordu, bilim gücü yettiği ölçüde tanrıyı maddeden kovuyordu. [14]

            Newton mekaniği metafizik öğe (ilk fiske) içermesine rağmen, bu eksikli haliyle fizikti, bilimdi. Klasik fiziğin ana sütunlarını oluşturması bakımından hala önemini koruyor ve klasik fiziği ideali olan bütünlüğe ulaştırmayı başaran Einstein’ın şu sözleriyle övgüye hak kazanıyordu: “Evrenin niteliği üstüne   kuramsal düşüncelerimi Newton’un büyük düşünceleri üstüne kurdum. Doğal olaylar üstündeki gelişmem, Newton’un düşüncesinin organik bir biçimde gelişmesinden başka bir şey değildir”. [15] Newton’un sistemindeki, bilimin ve bilimsel düşüncenin kangreni olan bu metafizik öğe, oldukça uzun bir süre hiç bir itirazla karşılaşmadan, her alanda -felsefe, psikoloji, kimya, biyolojide- etkisini sürdürebildi; daha sonra Einstein tarafından ortadan kaldırıldı.

            İdealizmin bilim sömürüsü yapması için koşullar elverişli idi. İdealizme göre, Tanrı açık seçik bir biçimde Newton’da bilimin bir unsuru olarak ortaya çıkmıştı. Bu durum, bilimin ve bilimsel gelişmenin ulaşmış olduğu sınırın her koşulda göreceli olmasından doğuyor. Mevcut bilimin yetersiz kaldığı noktada, bilim adamının felsefi kategorileri uğraşı içinde bulunduğu bilimin kavramları haline getirmesinden kaynaklanıyor. Nitekim, Newton l687’de yayınlanan Principia adlı kitabına yazdığı Önsöz’de yaptığı işi şöyle açıklıyor: “Bu çalışmayı felsefenin matematiksel ilkeleri olarak sunuyorum; çünkü felsefenin asıl görevi şundan ibarettir: hareket olgularından doğa kuvvetlerini araştırmak ve sonra da bu kuvvetlerden doğanın diğer olgularını ortaya çıkarmak”. [16] Görüldüğü gibi, felsefe ile bilim Newton’da bir ve aynı şey oluyor ve felsefi kategoriler bilimin öğeleri haline geliyor. Newton yalnız idealizmin temel savını doğrulamış olmuyordu, kaba materyalizmin gelişmesine yol açacak bilimsel dayanağı da oluşturuyordu. İlginçtir, henüz diyalektik materyalizm ortada yok iken, materyalizm ve idealizm Newton aracılığıyla uzlaşıyordu. Bunun nedeni, kaba materyalizmin ‘ilk fiske’ anlayışından dolayı, felsefede sonuna kadar materyalist olamamasıydı.

            Newton ‘statik’ evren anlayışının yerine, ‘dinamik evren anlayışını getirdi. Dinamik evren mekanik bir biçimde işliyordu; parçaların birbirleriyle tamamen uyum içinde oldukları bir mekanizma gibi, zamanda ileri veya geriye doğru hareket edebiliyordu. Her olay tersinden de olsa Newton fiziğine uygundu. ‘Mutlak uzay’ ve ‘mutlak zaman’ kavramlarının doğrudan bir uzantısı olarak Newton fiziğinde hiçbir şey gerçekten ‘olmuyor’du.

            Newton fiziğinin ancak belli hız ve büyüklük limitleri içerisinde geçerli olduğu, atomaltı ve hızın ışık hızına yaklaştığı hallerde çözümsüz kaldığı anlaşılınca iki büyük teori ortaya çıkar: Madde ve enerjinin temel birimlerini konu alan kuantum teorisi ve hızlı hareket eden kütlelere ve geniş uzaysal ilişkilere yönelik rölativite teorisi zaman ve uzay’ın mutlak olmadığı, maddeye bağımlı olduğu kanıtlanmış ve bu kavramlar bir ‘oluş’u betimleyebilecek bir şekilde biraraya getirilmişlerdir. Evren birbirleriyle bağıntılı bulunan madde -hareket-zaman -uzay birlikteliğinden ibarettir.

            Kuantum teorisi, Heisenberg’in ‘belirsizlik ilkesi’ne dayanır. Bu ilke, gözlem araçlarının nesne ve olgu üzerindeki bozucu etkisine işaret eder. Ölçme işleminin ölçüleri değiştireceği ve bundan ötürü de tam bir ölçmenin olanaksız olduğu savını kapsar. Bir başka deyişle, bir değişken gözlenirken, bir başka değişkenin bilgisi zorunlu olarak kaybedilmektedir. Elektron gibi küçük bir parçacığın konum ve hızını birlikte saptama olanağı yoktur. Heisenberg’e göre bu ilkesel bir olanaksızlıktır, deney tekniğindeki yetersizlikle ilgili değildir : “Elektronu gözlemek için radyasyon kullanma gereği vardır. Elektronun yerini saptamak istiyorsak dalga uzunluğu kısa radyasyon kullanmak zorundayız. Bu demektir ki, kullanacağımız radyasyonun frekansı çok yüksek, kuantum enerjisi büyük olacaktır. Oysa böyle bir kuantum elektrona çarpar çarpmaz onun hızını değiştirir. Öte yandan uzun dalgalı radyasyon kullanılacak olsa ki bunun kuanta enerjisi küçüktür, elektronun hızı değişmemekle birlikte yerini tam saptama olanağı kaybolmaktadır. Görülüyor ki, elektronun bulunduğu yeri tam saptama hızını belirsizleştirmeye, hızını tam saptama yerini bulmamaya yol açmaktadır. (…) Belirsizliğin kökeni Planck sabitinde yatmaktadır. Nitekim belirsizlik ilkesi, hareket halindeki bir parçacığın yer ve hızı ile ilgili herhangi bir ölçümün, en az Planck sabiti kadar bir belirsizlikle sonuçlanma zorunluluğunu içerir”. [17] Bu durumda gözlemci içinde gözlem yaptığı dünyayı radikal bir şekilde belirleyebilir bir öğe haline geliyor. Belirleme, ölçüm araçlarının seçiminde ve bunun doğal sonucu olarak, hangi değişkenin bilinip (belirli) hangisinin belirsiz duruma geçeceği (bilinemeyeceği) hususunda sözkonusu oluyor.

            Einstein rölativitesi pek çok kişinin sandıgı gibi, ‘fiziksel dünyadaki herşeyin rölatif olduğunu’ söylemiyor, tersine; “bu rölatif şeyi ayırıp, gözlemcinin içinde bulunduğu koşullara hiçbir şekilde bağlı olmayan fiziksel yasalar çıkarmakla ilgilenir”. [18] Bu Einstein’ın matematik üzerine kurulu ‘tensor’ kuramı ile ilgilidir. Tensor kuramını burada anlatma ve anlama olanağı yoktur, oldukça karışık ve zor bir konudur: “Eğer bir yasayı, bir koordinat sisteminin terimleri içinde doğru olarak ifade ediyorsak, bu yasa aynı formülle bir başka koordinat sisteminin terimleri içinde de ifade edilmelidir. Yada daha doğru olarak, yasayı ifade eden ve koordinatları değiştirdiğimizde hiçbir şekilde değişmeyen bir formül bulmak mümkün olmalıdır. Bu tensor kuramının işidir. (…) Tensorlar kuramını matematik olmaksızın açıklama olanağı yoktur. Matematikçi olmayan kişi bunun (…) gözlemcinin bakış açısına bağımlı olmayan fiziksel yasalara varılmasını sağlayan teknik bir yöntem olduğunu bilmekle yetinmelidir”. [19]

            Gözlemcinin bakış açısına bağımlı olmayan fiziksel yasalara varılmasını sağlayan ve bir cismi betimleyen değişkenlerin kesin değerlere sahip olduklarını varsayan Einstein rölativitesi ile gözlemcinin belirleyici ve bazı değişkenlerin bazı durumlarda bilinemez olduğunu ileri süren kuantum teorisi arasında çelişki var gibi görünüyor. Ama değil; “Relativite teorisi, bugünkü halde mevcut olduğu şekilde, kuantik fizik için ancak makroskopik alanda, aksiyon kuantumunun ihmal edilebileceği derecede geçerli bir limittir“. [20] “Bizim eşelimizde ve daha fazla olarak astronomik eşeldeki mekanik olaylarda ise işe karışan çokluklara göre Planck sabitinin küçüklüğü hatırlanırsa yanıt kolaydır. Bu olaylarda h sabitiyle ölçülen emniyetsizlik payı o kadar küçüktür ki, ihmal edilebilir ve esasen gözlemlerimizde ve ölçümlerimizde önlenmesi olanaksız genel hatalarla tamamen maskelenirler. Buradan mikroskopik eşeldeki olayların bir endeterminasyonu ile mükemmel surette uzlaşabilen makroskopik olayların görünür bir determenizmi çıkar”. [21]

            Kuantum teorisi hakkında son söz söylenmiş değildir. Bilimin, fizik biliminin bugün varmış olduğu noktada kuantum teorisinin sonuçları tartışmalara neden olmaktadır. Kimilerinin iddia ettikleri gibi, kuantum teorisi determenizmi ortadan kaldırmış değildir; determenizme özne faktörünü sokarak bilimin ve bilimsel çalışmanın devrimci bir çalışma olduğunu ortaya koymuştur. Klasik fiziğin genel anlamda maddeciliğin, epistemolojik anlamda, özne nesnenin birbirinden bağımsız olduğu düşüncesi bu teoriyle sarsıntıya uğramış görünüyor. Bu görüntü, bilim adamlarının bilimi bırakıp filozofluğa soyunmalarından kaynaklanıyor. Bilim adamları elbette felsefeye ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç bilimi felsefeleştirmeyi gerektirmez. Bilim adamları, bilimi felsefeleştirirken, idealist kategorileri bilimin öğeleri haline getirme çabası içine giriyorlar. Newton mekaniğinde olduğu gibi, kuantum teorisi de bu nedenle idealizmin rahatça at oynatabileceği bir zemin oluyor. Kuantum teorisi bu haliyle Newton mekaniğine daha yakın gözüküyor.

            Kuantum teorisinin kurucusu, ‘belirsizlik bağıntisı’nın sahibi Heisenberg bir bilim adamıdır. Kantçı görüşleriyle de filozofluğa soyunmuştur. Heisenberg’e göre maddenin bizatihi kendisi belirsizdir. Bu Kant’ın ‘kendinde şey’i gibi, bilinemez bir kurgu ve hiç bir zaman bilinemez bir dış gerçeklik anlamına gelir. Madde belirsiz olduğundan, maddenin bilinebilirliliği olanaksızdır. Özne, bu nedenle, maddeyi öznel amaçlarına kanalize edebilir ve belirler. Özne nesne ayrımı ortadan kalkmış; özne nesne ‘bütün’ adı altında, özne lehine özdeş kılınmıştır. Bütün kavramının vurguladığı aslında tekliktir. Varoluş bu tekliğe, yani özneye indirgenmiştir. Bu safsatalar yeni bir yazımı gerektirmeyecek bir biçimde, Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı çalışmasında incelenmiştir. Kuantum teorisinin felsefi açıdan önemi, felsefi madde kategorisi ile bilimsel madde kavramı ayrımını fiziki bir bulgu olarak ortaya koymuş olması ve bunu yaparken, özneyi determenizme yerleştirebilme başarısıdır.

            İnsansız doğanın var olduğu biliniyor. Özne-nesne ilişkisinde maddeci epistemolojinin dayandığı bilimsel gerçek bu oluyor: “Doğa bilimleri yeryüzünün, ne insanın, ne başka herhangi bir canlı varlığın var olmadığı bir durumda var olduğunu kesin olarak doğruluyor… Madde ilktir; düşünce, bilinç duyarlılık çok yüksek evrimin ürünleridir. İşte doğa bilimlerinin içgüdüsel olarak kabul ettikleri materyalist bilgi teorisi budur”. [22] Kuantumcu filozoflar ya insansız doğayı kabul edip, doğanın belirsiz olduğunu, yada insansız doğada nesnenin yanına özne olarak Tanrı’yı yerleştirmek gerektiğini söyleyeceklerdir. İkincisi, açık-seçik bir biçimde Tanrının kabulünü öngörür ve metafizik fizikle birleşir. Belirsizlik maddenin kendisinde ise, bu sadece bir varsayımdır ve bunu fizik olarak kanıtlama olanağı yoktur. Bu varsayım gizil olarak Tanrı kavramını içerir ve Tanrı’ya ihtimal hesapları yapmayı öğütler. Belirsizlik; maddenin kendisinden değil, ölçüm araçlarının yetersizliğinden, yani bir şey için yeterli olduğu veya daha sonra olacağı halde, bir süre sonra başka bir şey için yetersiz kalacağından kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, bu deney tekniğindeki yetersizlikle ilgilidir. Ne varki,, bu yetersizlik tamamlandığında, bir başka yetersizlikle karşılaşılacaktır. Deney araçlarının yetersiz kaldığı noktada, karşılaşılan her yeni sorunun çözümünde geliştirilmeleri gerekir. Yeni sorunlarda, geliştirilmiş deney araçlarının da yetersiz kalacağı anlamında bu ilkesel bir olanaksızlıktır. Artık herşey daha nettir; Heisenberg’in ilkesel olanaksızlık olarak belirttiği şey, maddenin belirsizliği yani ‘bilinemez kendinde şey’dir. Bizim ilkesel olarak belirttiğimiz şey ise, deney araçlarının yetersizliği yani ‘bilinebilir kendinde şey’dir.

            Özneden tamamen bağımsız bir dış gerçeklik olduğu ve bu gerçekliğin özne faaliyeti sonucu yaklaşık olarak elde edilebileceği şeklindeki maddeci tez önemini koruyor. Kuantum teorisi, ‘özneden tamamen bağımsız dış gerçeklik’ kavramını ortadan kaldırmıyor. Belirsizlik ölçüm araçlarının yetersizliğinden kaynaklanıyor, özne ölçüm araçlarının seçiminde, kullanımında rol oynuyor; belirleyiciliği burada yatıyor.

IV. Materyalizm gerçeğin bilgisini basit bir alıcı etkinlik durumuna getirdiğinden ve bunun sonucu olarak insanın dönüştürücü faaliyetini kavramadığından, pratik etkinlikten ayrılmıştır. Materyalizme karşıt olarak idealizm, insan faaliyetini salt teorik etkinliğe indirgeyerek tek yanlı bir biçimde kavramış, gerçeğin tin tarafından saltık yaratılması tezine götürmüştür.

            Bu eleştiriler, Marks’ın ‘Feuerbach Üzerine Tezleri’nden bu yana biliniyor. Gramsci bu bilinen eleştirileri yineler; praksis felsefesini materyalizmin ve idealizmin ‘insan’ anlayışına karşı geliştirir. Gramcsi, Onbirinci Tez’deki uyarıya bağlı kalarak, sezgisel materyalizmin ve idealizmin bu tür bir yeteneği olmadığını ve ‘dünyanın değiştirilmesi’ temelinde oluşturulacak bir üçüncü felsefenin bu nedenle gerekli olduğunu belirtir. Bu bağlamda oluşturulması gereken felsefe hakkında, Gramsci, Hapishane Defterleri’nde şunları yazar: “Tekbencillikten ve onunla birlikte düşünceyi alıcı ve düzenleyici bir etkinlik durumuna getiren görüşte örtük olarak içkin bulunan mekanik görüşlerden kurtulmak için, sorunu ‘tarihselci terimlerle’ ortaya koymak ve aynı zamanda felsefenin temeline de ‘istenci’, son çözümlemede, pratik yada politik etkinliği ama ussal, keyfe bağlı olmayan, nesnel zorunluluklara karşılık düştüğü ölçüde, yani derece derece gerçekleşme uğrağında, tümel tarihin de kendisi olduğu ölçüde gerçekleşen bir istenci yerleştirmek gerekir”. [23]

            İdealizm ve materyalizm felsefi uğraşı belli bir nesneye ilişkin kılmışlardır. İlkinde, felsefenin nesnesi ‘insan’, ikincisinde ise ‘varlık’tır. Felsefede ‘varlık nedir?’ sorusu materyalistlerin, ‘insan nedir?’ sorusu ise idealistlerin yanıtlarını aradıkları sorular olmuştur. Bu bölünme, farklı sorulara yanıt aramaktan doğuyor. Bir başka deyişle, bu eğilimlere bu sorulardan başka sorular sorulamıyor. Çözümlemelerinde; ne idealizm, ne de materyalizm ‘insan’ı yada ‘varlık’ı doğrudan reddetmiyor, birini diğerinin içinde eriterek yada birini diğerine göre birincil saymak suretiyle dolayısıyla yadsıyor. Gramsci bu geleneğin dışında kalmıyor ve belirtiyor: “İnsan nedir? Felsefenin ilk sorusudur, temel sorusu. Ve biz ‘bugün’ verilmiş koşullar içinde ‘bugün’ün yaşamı konusunda bilmek istiyoruz bunu, yoksa herhangi bir insan konusunda değil“. [24]

            Gramsci ‘genel olarak insan’dan değil, ‘tarihsel insan’dan yola çıkar, idealizmin ‘genel olarak insan’ını yadsır. ‘Tarihsel insan’dır, sözkonusu olan. Tarihle insan, tarihle felsefe özdeşleşir. Bu özdeşleşmede tarih bilimi kaybolur, geriye felsefe kalır.

            Materyalizmde ‘insan’ yok, yada pasif konumda, nesneyi seyrediyor. Gramsci konumunu materyalizmin ve idealizmin ‘insan ‘ anlayışına karşı geliştirir; ‘insan’ı idealizmde bulur ve onu dönüştürmek gibi bir olanaksızlığı dener. Böylece, idealizmin yeteneksiz ‘insan’ı yetenekli hale gelir. İnsan toplumla organik, doğayla çalışma ve teknik aracılığıyla bilinçli etkin ilişkiler kurar. Bu ilişkiler bütünü değiştirdiği ölçüde kendini de değiştirir, dönüştürür. Bu tümüyle bir ‘oluş’tur. Gramsci’ye göre marksizmin birleştirici ilkesi, insan ile madde arasındaki çelişkilerin diyalektiğinde kavranmalıdır. Birleştirici ilkenin dayandığı felsefi bir kavram olarak madde: “İnsan etkinliğinin bütün düzeylerinde olan şeydir. İnsana kendini onun yeni praksisinin çıkış noktası olarak kabul ettiren şeydir., öyleyse önceki praksisin sonucu, insan ile madde çelişkilerinin önceki gelişmesinin ürünüdür. Bu gelişme görüldüğü gibi düpedüz tarihtir, insanın başoyuncusu olduğu tarihsel bir süreçtir”. [25]

            Gramsci’nin ‘yaratıcı felsefe’ tanımı, ‘praksis’in anlatımıdır. Praksis, her türlü insansal etkinlik anlamına geliyor; hem teorik, hem de pratik etkinliği içeriyor. ‘Praksis’ felsefe adı altında ileri sürüldüğünden, bilimin dönüştürücülük işlevi felsefeye yüklendiğinden, ‘bilimsel madde kavramı’, ‘felsefi madde kavramı’ olarak tanımlanmış oluyor ve bunlar özdeş kılınıyor. [26]

            Materyalist teze göre, gerçek, bilincin dışına ve ondan bağımsız bir biçimde nesnel olarak vardır. İdealizm ise tam tersini iddia eder; gerçek, maddenin dışında ve ondan bağımsız bir biçimde öznel olarak vardır. Birbirinin karşıtı olan bu tezlerde madde ve bilincin birbirlerine karşı çıkarılmasının, epistemolojik soruna ait sınırlar dışında mutlak bir anlamı yoktur. Bu sınırların ötesinde bu karşıtlığın göreceliliği çok açıktır. İnsan ile madde ilişkisinin bizatihi kendisi ve insanın bu ilişkideki rolü-yani epistemolojik sorunun dışında- irdelendiğinde, artık sorun felsefenin sınırlarının ötesine taşınmış olur ve burada çözümlenmesi gerekir. Ancak Gramsci felsefe için sınır tanımız, ‘insan’ı gördüğü her yere felsefeyi de götürür ve böylece her sorunu felsefeleştirerek felsefe alanında çözümlemeye çalışır. Dünyayı yorumlayan filozoflar yerine, yaratıcı, dönüştürücü bir felsefe ortaya konur.

            Marks, tezlerin onbirincisinde ‘oysa sorun onu değiştirmektir’ derken; üçüncü bir felsefeden değil, dünyanın değiştirilmesinden, dönüştürülmesinden sözetmektedir. Felsefe dünyayı değiştirmez, bu bilimin işidir: Tarih bilimi, pratiği ‘politika’dır.

            Marks’ın karşısına alıp, eleştirdiği metinler özünde felsefi idi. Dolayısıyla, Marks’ın eleştirileri de Gramsci’de olduğu gibi tümüyle felsefi sayıldı. Marks, Feuerbach’ın kaba materyalizmini eleştirirken, ‘felsefeyi’ de eleştiriyordu. Marks’ın bu eleştirilerinde içiçeliği göremeyenler, marksizmin bir felsefe, ‘praksis felsefesi’ olduğunu iddia ettiler. Gramsci’ci yaklaşımın felsefe-bilim ayırımını görememek yada böyle bir ayrımı kabul etmemek gibi temel bir yanılgısı olduğu görülüyor. Buna bağlı olarak kurulan felsefe teorisinde bilim reddediliyor ve bilginin her türünün sınıfsal, ideolojik ve tarihsel olduğu ileri sürülüyor. Yanlışlık şurada; bilim-felsefe birbirleriyle özdeş kılınarak, bilimin bir süreci olan ‘praksis’ felsefe adı altında, Hegel’in maddeci yorumuyla yeniden üretilir. Bunun sonucunda, ‘praksis felsefesi’ bilim dışılığın, felsefe olarak da idealizmin yörüngesine oturur. [27]

            Praksis felsefesi, kaba materyalist felsefenin tersinden bir işlev yüklendi. Praksis felsefesinde, ‘insanın tarihin öznesi’ olarak ele alınmasında olduğu gibi, idealizmdeki felsefi kategoriler bilimin öğeleri haline geldi. Felsefi düşünüşü, bilimsel düşünüşten ayırdetmek gerekiyor. Bunun için gerekli ayraç, felsefi madde kategorisi ve bilimsel madde kavramının tanımlanmasından geçiyor.

V. Evren maddidir. Varolan herşey maddenin hareket yasalarına uygun olarak ortaya çıkar ve gelişir. Zihinsel olan, maddi sürecin ürünüdür.. Bu niteliği ile materyalizm monisttir; idealizmde olduğu gibi iki dünya değil, ‘tek dünya’ vardır. Maddi dünyaya ilişkin bilinmeyen şeyler olabilir ve her zaman olacaktır. Ancak maddi dünyanın üzerinde ‘bilinemez bir alan’ olmadığını, maddi dünyanın ‘bilinebilirliliğini’ materyalizm kesin olarak ileri sürer. İdealizm maddi dünyanın ruhsal dünyaya bağımlı olduğunu ve bu ruhsal dünyanın maddi dünyadan ayrı olarak varolabileceğini ve varolduğunu kabul eder. Bu nedenle, buna bağlı olarak, idealizm ‘bilinebilir olan’ın (maddi dünyanın) üzerinde ‘bilinemez bir alan’ olduğu sonucuna ulaşır. Gerçek maddi dünyanın üstünde ve ondan ayrı olarak, ona hükmeden bir ideal yada doğaüstü dünya icat eder.

            ‘Bilinebilir dünya’nın üzerinde ve ona hükmeden ‘bilinemez bir alan’ın varlığı iddiası, idealizmin bu temel savı; felsefede, felsefi bir kategori, dinde Tanrı, bilimde ise salt deneycilik anlamına geliyor. Lenin’in Felsefe Defterleri’nde belirttiği gibi, idealizmin dinerkçilik olduğu, din ile felsefenin özdeşleştiği; mutlak olan, ulaşılamayan bilinemez alan’ın Tanrı’dan başka bir şey olmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Gerçeği öznenin duyumlarına indirgeyen, bilgi edinmenin salt deneycilikten geçtiğini ileri süren idealizm görüntü ile gerçeği aynılaştırıyor. İdealizm ile Marks öncesi materyalizmin -birbirlerine göre değişik yollar izleseler de- buluştukları yer amprizm oluyor.

            Marks öncesi materyalizmde, madde ve hareket birbirinden ayrılıyor; hareketin, değişimin nedeni herhangi bir dışsal etkiye bağlanıyordu. Mekanik anlayışa göre, bir olgunun nedenini başka bir olguda araştırmak gerekir. Bir olgu için dışsal etki bir başka olgu olunca, ilk dışsal etkinin ne olduğu sorusuna verilen yanıt da tanrının maddeye vurduğu ‘ilk fiske’ olmak durumundaydı. Görüldüğü gibi mekanik maddeci fizikten yola çıkıp metafizikleşti. Mekanik materyalizm din/felsefe ortaklığına tepki olarak bilimci olma iddiasıyla ortaya çıktı; bunda büyük ölçüde başarılı oldu. Daha sonra felsefeleşti. Felsefesinde yani materyalizminde ‘sonuna kadar’ tutarlı olamadı; ‘ilk fiske’ anlayışıyla, din/felsefe ortaklığına yeniden döndü. Dolayısıyla mekanizm tanrıyı ortadan kaldırmadı, yalnızca tanrıya küstü. İdealizmdeki ‘aktif soyut akıl’, materyalizmde ‘pasif somut akıl’ haline geldi. İlkinde dönüştürmek istemi olan, ancak bu yetenekte olmayan akıl, yerini materyalizmde salt çözümleyici akla bıraktı.

            Aklın bu iki tarzı aynı işleve sahip oluyor; yeteneksiz akıl da sonuç itibariyle nesneyi seyretmek zorunda kalıyor. Ortak bir terim olan amprist akıl nitelemesi bunlara uygun düşüyor. ‘Yaratma’ işini tanrıya bırakıyorlar.

            En geniş anlamda amprizm, düşünce/madde özdeşliği veya ayrılığı şeklinde tanımlanabilir. Özdeşlik, düşünce/madde bütünselliğini, bütünün iki ayrı parçasını birbiriyle özdeşleştirerek, bir tek şeye, maddeye yada düşünceye indirger. Ya düşünce lehine yada madde lehine özdeşlik olmak üzere iki biçimde sözkonusu olabilir. Bunun doğal sonucu olarak, bütün, bunlardan biriyle eşitlenmiş olur. Ayrılık ise özdeşliğin tersinden ele alınış biçimidir; öz olarak aynı, ancak işlem farklıdır. Tek bir bütün madde ve düşünce olmak üzere ikiye ayrılır ve ayrı ayrı bütünler halinde kavranır. Duruma göre hangisine bakılırsa (yada bakılmak istenirse) o görülür. Zorunlu olarak ikisini birden görmek de olanaksızdır.

            Özne/nesne karşıtlığı ve bunların birliği diyalektik bir bütünlük anlamına gelir. Özne/nesne etkileşimi bu bütünlük içinde cerayan eder. Özne nesneyi kavrarken, dönüştürürken, kendisini ve kendisinin de içinde bulunduğu bütünü değiştirir ve dönüştürür. ‘Bütün’ kavramının vurgulamak istediği şey, ‘akıl’ın da içinde bulunduğu bir şeyi değiştirdiğidir. Yani akıl yalnız nesnesini değil, kendisinin de içinde bulunduğu bütünü ve dolayısıyla kendisini değiştirip, dönüştürmektedir. Bu anlamda akıl bir özne konumundan çok, başlangıcı ve sonu olmayan bütünsel sürecin bir eyleyicisi konumundadır. Sürecin yer ve zaman itibariyle sınırlandırılmış belli bir kesitinde ‘akıl’ öznedir.

            Şeyler bizim bilincimizden, duyumlarımızdan bağımsız içerikleriyle birlikte ‘kendinde şey’ olarak vardırlar. Bu anlamda ‘kendinde şey’, Kant ve izleyicilerinin ileri sürdükleri gibi bilinemez bir kurgu değil, bizim dışımızda varolan tamamıyla bilinebilir bir dünyanın soyutlama düzeyidir. Şeyler, duyumlarımız aracılığıyla yaklaşık (göreli) olarak kavranır. Duyum nesnel dünyanın öznel bir imgesidir. Başka bir deyişle, nesnel gerçek öznel bir imgeye, yani nesnel hakikate dönüşür. İşte bu kertede ‘kendinde şeyler’, ‘bizim için şeyler’e dönüşürler. ‘Bizim için şey’, kendinde şeyin bir parçası yada sadece bir yönüdür. ‘Kendinde şey’, hiçbir zaman ulaşılamayan, ne idüğü belirsiz ‘bilinemez bir alan’ (Kant) olmadığı gibi, duyumlarımızla mutlak olarak kavranabilen nesnel bir gerçeklik (Hegel) de değildir.

            Kant, bilinemez ‘kendinde şey’ nosyonuyla bilgiyi küçümser ve yerinden ederken, Hegel bilgiyi yücelterek mutlaklaştırır. Kant, Tanrı’yı akıldan uzaklaştırmak suretiyle bu ikisini birbirinden ayırmaya çalışırken, Hegel akıl ile Tanrı’yı, felsefe ile dini özdeşleştirir. Lenin, Hegel’in Kant eleştirisine katılır; Kant’ın bilgiyi küçümsediği ve aşağıladığı hususunda Hegel ile aynı fikirdedir. Lenin, Hegel’in bilginin mutlak olduğuna ilişkin tezini de eleştirir. Kant’ın ‘kendinde şey’ini alır ve onu bilinebilir kılar. Bilginin göreli olduğunu ve görelilik ile mutlaklık arasında diyalektik bir ilişki bulunduğunu belirtir[28] (…) bilgilerimizin nesnel, mutlak gerçeğe yaklaşıklık sınırları tarihsel olarak görelidirler, ama bu gerçeğin varlığı, bizim ona yaklaşmakta olduğumuz kadar kesindir. Tablonun çevre çizgileri tarihsel olarak görelidirler ama tablonun nesnel olarak varolan bir modeli temsil ettiği kesindir. Şu yada bu anda, şu yada bu koşullar içinde şeylerin doğasına değin bilgimizde …(belli bir noktaya kadar) ilerlemiş olmamız olgusu tarihsel bakımdan görelidir, ama hiçbir bakımdan göreli olmayan şey, bu cinsten her olgunun mutlak nesnel bilginin bir ilerlemesi olduğudur… Mutlak gerçek ile göreli gerçek arasındaki bu ayırt etmenin belirsiz olduğunu söyleyebileceksiniz. Şöyle yanıtlayacağım: Bilimin sözcüğün en katı anlamında bir dogma haline gelmesini, ölü doğmuş kemiklemiş bir şey olmasını engellemek bakımından doğrusu oldukça belirsizdir; ama bizimle inancılık, bilinemezcilik, felsefi idealizm arasında ve Kantçıların bilgiçliği arasında kesin ve silinemez bir sınır çizecek kadar da belirgindir… Bu sınır diyalektik materyalizm ile görecelik arasındaki sınırdır”. [29]



[1]Engels, L. Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları s.l5

[2]Lenin, Materyalizm ve Ampiriokritisizm, Sol Yayınları, s.l57

[3]Lenin, age, s.l58

[4]Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, s.l3

[5]Felsefeye olan ihtiyaç bitmiyor. Bu yeniden teorisyenler, doğaları gereği felsefenin mutlak, kesin olan önermelerinden kaçarak, ‘belirsiz’ önermeleri tercih ediyorlar. Her ‘bilim felsefesi’nin gerekliliği iddiası dikkatle araştırıldığında iddianın bu temele dayandığı rahatlıkla ileri sürülebilir. Bilim felsefecileri, oluşturdukları üçüncü felsefeyle metafizik felsefelerden, materyalizm ve idealizmden kurtulduklarını düşünürler. Tam da bu noktada, idealizmin göbeğine yerleşirler. Bilim adamı felsefeyle, filozof bilimle ilgilenmekten kendini alıkoyamıyor. Hiçbir bilim adamı yoktur ki, filozofluğu soyunmamış olsun. Hiçbir filozof yoktur ki, felsefeyle ilgilenmemiş olsun. Bilim tarihinde adı geçenlerin eserleri, aynı zamanda felsefe tarihinin de klasikleri sayılıyor . Bunun nedeni, felsefe ile bilim arasındaki zorunlu özgül ilişkide aranmalıdır. Bu ilişki, felsefenin varoluşunun kurucu unsuru oluyor. Bilimin sınırlarının göreceli ve tarihsel olması felsefeyi yardıma çağırıyor. Özellikle, bilimin belli tarihsel kriz dönemlerinde bu durum çok net görülüyor. Yardıma gelen felsefe bilimin yerine geçip onun adına konuşmaya başlarsa -idealist felsefenin yaptığı budur- bilim sömürülmüş oluyor. Genellikle, idealizm bilim adamlarında bir üçüncü felsefe iddiasıyla yeniden ve yeniden ortaya çıkıyor. Maddeci felsefe, bilimin yerine geçip, onun adına konuşmuyor. Bilimdeki kriz, bilim-içi krizdir; maddeci felsefe bilimin içine sokulan metafizik öğeleri ayıklamak suretiyle bilime yardımcı oluyor ve kriz, bilim-içi gelişmeyle aşılıyor.                                                                                                  

[6]Lenin, age, s.349

[7]Lenin, age. s.72.

[8]Marks-Engels, Felsefe Incelemeleri, Sol Yayınları, s.l44

[9]Marks-Engels, age, s.68

[10]Felsefi marksizmin tarihi yazılmalıdır. Maddeci bir felsefe teorisi olmaksızın, daha doğrusu maddeci bir felsefe teorisi oluşturulmaksızın, felsefi marksizmin tarihini yazabilmek imkansız görünüyor. Felsefi marksizm esasen tüm tarihi boyunca idealizme karşı teorik/pratik – politik marksizm ile korunmuştur. ‘Felsefe teorisi’nden yoksunluk, marksizmin positivist ve idealist çarpıtmalara karşı korunmasız kalmasına yolaçmıştır. Bu açık, Lenin örneğinde olduğu gibi, teorik/pratik-politik marksizm tarafından kapatılmaya çalışılmıştır. Bunda büyük ölçüde başarılı da olunmuştur. Güçlü bir politika/bilim zeminine dayanan felsefe, zemin sağlam olunca kendisi bir sorun olarak ortaya çıkmamıştır. Felsefe ikili bir işlev içeriyor; bir yandan beslendiği zeminle ‘doğruluk’ kazanırken, diğer yandan dayandığı zemini güçlendiriyor. Devrimci maddeci felsefe, tüm tarihi boyunca ‘doğruluk’ olmanın dışında, ikinci işlevini gereği gibi tam yerine getirememiştir. Bugün, politika/bilim zemininde başlayan kriz felsefeyi yardıma çağırıyor. Yardıma çağrılan felsefe, Engels’in sonunu ilan ettiği felsefe midir? Burada ciddi bir yol ayrımında olduğumuzu düşünüyorum: Tarih bilimi, tarih felsefesinden geliyordu ve tarih felsefesinin içerdiği tüm idealist öğeleri, dolayısıyla felsefeyi dışlamak durumundaydı. Marks-Engels ve bir ölçüde de Lenin felsefe alanındaki mücadelelerinde, doğal olarak dışlanan ve sonu ilan edilen felsefi sorunsal içinde yer almak durumunda kaldılar. Marks-Engels’in bıraktığı yer burasıdır. Buraya nokta koymasını bilmeliyiz. Tarih felsefesindeki ‘felsefeyi’ diriltmek, onu yeniden oluşturmak ve bunu Tarih Bilimi’nin yardımına koşmak bizim işimiz değildir. Bunu başkaları fazlasıyla yapıyor. Burjuva dünyasının dışına çıkarak, tarihi biliminin gereksindiği felsefe teorisini oluşturmak bizler için acil bir görev haline geliyor.

[11]Althusser, Lenin ve Felsefe, Iletişim Yay., s.80.

[12]Fizikte pozitron olgusu keşfedilince, idealistler kendilerinin haklı olduğunu, idealist tezlerin fizik alanında da kanıtlandığını ileri sürdüler. Pozitron, enerjinin maddeye dönüşmesiyle ortaya çıkıyor, maddenin enerjiye dönüşmesiyle yok oluyordu. Fizik biliminin maddeye ilişkin bu yeni bulgusu felsefenin ilgi alanına girince, ‘kaybolan madde’ idealizmin temel savının bilimsel dayanağı olarak ortaya kondu. Idealistler bundan şu sonucu çıkardı: Çağdaş fizik araştırmaları sonunda madde kaybolmuş, geriye nesneler olarak matematiksel denklemler kalmıştır. Özne, varsayımında duyusal deneye dayanmayan hiçbir öğeye yer vermemelidir ve gerçek öznenin duyumlarına özgüdür. Gerçekte ise durum şuydu: Enerjinin de madde olduğunu ve enerjinin maddeleşmesiyle pozitronun geri geldiğini dikkate almayan idealistler, ‘görünü alanı’ndan yok olmayı ‘maddenin yok olması’ olarak kabul edip, fizik bilimine ilişkin bir sonucu kendi felsefelerinin kanıtları haline getirmek istemişlerdi.

[13]Aktaran Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, s.166

[14]Maddeci felsefe açısından; bilim tarihi ‘Tanrı’yı madde’den, felsefe tarihi ‘Tanrı’yı akıl’dan uzaklaştırma tarihidir. Idealist felsefe açısından; bilim tarihi ‘Tanrı’ ile madde’yi, felsefe tarihi ‘Tanrı’ ile akıl’ı birbirine yakınlaştırma ve birbirleriyle özdeşleştirme tarihidir. Maddeci felsefe ve idealist felsefenin bu işlevleri, her iki karşıt felsefenin ‘idealizm ve materyalizmin çatışma alanı’nda gerçekleşir. Sözkonusu çatışma alanında ‘Tanrı’ her zaman vardır, yokedilemez.

[15]Cemal Yıldırım, age, s.l68

[16]Cemal Yıldırım, age. s.l67

[17]Cemal Yıldırım, age. s.l85

[18]B. Russell, Rölativitenin Alfabesi, Sol Yayınları, s.l8

[19]B. Russel, age, s.l07

[20]L. Broglie, Madde ve Işık, s.167

[21]L. Broglie, age, s.l94

[22]Lenin, age. s.72

[23]A. Gramsci, Hapishane Defterleri, Onur Yayınları, s.226

[24]Gramsci, age, s.233

[25]J. Texier, Gramsci ve Felsefe, Birey ve Toplum Yayınları s.36

[26]Gramcsi, Ekim Devrimi’ni, yazdığı bir makale ile “Kapital’e Karşı Devrim” olarak niteliyor. Benzer, ama tersinden bir yönelimle, Kautsky’nin Ekim Devrimi’ne karşı bir eleştirisi var. Kautsky’e göre de Ekim Devrimi Kapital’e karşı yapılmış bir devrimdir. Yalnız arada önemli bir fark var: Gramcsi Ekim devrimini olumlarken, Kautsky olumsuzluyor. Hem Gramsci’nin, hem de Kautsky’nin Marks ve Engels’den koptuğunu onlardan ayrıldığını söylemek mümkün olmuyor. Marks-Engels’de Gramsci ve Kautsky’i aramak ve bulmak mümkündür. Marks-Engels’in düşüncelerinde Kapital’e kadar uzanan bir gelişme trendi var. Bu durumun anlaşılabilmesi bakımından Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı kitabına yazdığı Önsöz ile Engels’in Joseph Bloch’a yazdığı 2l Eylül l890 tarihli mektubun ve Marks’ın Joseph Weydemer’e yazdığı ünlü mektubunun okunmasını öneriyorum. Leninizm, marksizmin yeniden üretimidir. Yeniden üretime tabi tutulmayan hiç bir bilim yoktur. Gramsci ve Kautsky arasında salınan marksizmleri bir kenara koyup, marksizmin yeniden üretimi işine soyunmak vazgeçilemez bir görev oluyor.

[27]Praksis felsefesi günümüzün modasıdır. Devrimci olunabilmenin işareti olarak kabul görüyor. Yukarıda Praksis Felsefesi’nin Marks ve Engels’e uzanan teorik konumlanışına işaret etmiş idik. Bunun yanısıra, praksis felsefesinin tarihsel, pratik bir yanı da bulunuyor. Umutla teorinin kesiştiği yükseliş dönemlerinde, ‘zorunluluk’ ve ‘kaçınılmazlık’ pratiğin bilinci haline gelebiliyor. Bir anlamda, ‘tarih yapımı’ ile ‘tarih yazımı’ savaşçının bilincinde özdeşleşiyor. Yenilgi ve gerileme dönemlerinde ise ‘hümanizma’ unsuru öne çıkıyor; devrimci-maddeci bilinci parçalamaya yönelik bir fonksiyonu yerine getiriyor. Bu durumda, tarih yapımı ile tarih yazımının birlikte kavranması güçleşiyor, bunlar birbirinden ayrılıyor, şu veya bu şekilde karşı karşıya getiriliyor. ‘Hümanizma’ ileriye yada geriye doğru bir savrulmadır. Praksis felsefesi, gerileme yada yenilgi dönemlerinin bilinen özelliklerine (yılgınlık, kendiliğindencilik vb.) karşı geliştirilen politik tepkinin felsefe-teorik ifadesi olarak, işte bu savrulmanın üzerine inşa ediliyor; tarih biliminin ‘tarih yapımı’ lehine bozulması anlamına geliyor. Teorik bir tartışmada, marksistin görevinin ‘kaçınılmazlığı’ ve ‘zorunluluğu’ kanıtlamakla sınırlaması gerektiğini söyleyen Lenin’in uyarısına sıkı sıkı sarılmak gerekiyor.

[28]Lenin, tezlerini amprizm sorunsalı içinde mücadele verirken geliştiriyor. Görüldüğü gibi, kullandığı kavramlar yeni ve özgün kavramlar değildir; Kant ve Hegel’e aittir. Bir ‘belirsizliğin’ olduğunun farkındadır. Ama müthiş bir çıkış yapıyor: Kendisini onlardan ayıran bir sınır çiziyor. ‘Sınır’ın tanımlanması gerekiyor.

[29]Lenin, age, s,l44.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar