Ana SayfaArşivSayı 22Çağdaş Avrupa masalları ve faşizm

Çağdaş Avrupa masalları ve faşizm

Devrim Kalkan

“Pamuk Prenses” masalını hepimiz biliriz. Pamuk Prenses, Kral babası ve Kraliçe olan üvey annesi etrafında gelişen olaylar anlatılır masalda. Kraliçe olan üvey anne güzelliği ile kralı ve etrafındakileri büyülemiş, şefkatli davranışları ile baş kahramanımız Pamuk Prenses’in de sevgisini kazanmıştır. Masalda iktidarın görünen sahibi Kral’dır. Ancak bilinen bir gerçek vardır ki ülkeyi asıl yöneten, tüm gücü elinde tutan Kraliçe’dir. Hiyerarşinin en üstündeki Kral, tüm kötülüğünü güzellik maskesi ile örten Kraliçe’nin kullandığı bir aracıdır. İktidarının zorunlu aracısı. Kral, Kraliçe’nin güzelliği ile büyülediği, en acımasız isteklerini kitabına uydurarak yaptırdığı bir otorite, bir süzgeçtir yalnızca. Kraliçe, herkesin hayranlık beslediği, iktidarı almasını sağlayan sahte güzelliğini, sihirli aynasına, “Bu dünyanın en güzel kadını kim?” sorusu ile tescil ettirir ve onun garanti altında olduğuna emin olur. Ayna, insanların Kraliçe’nin içindeki kötülüğü anlamamasını sağlayan o sahte güzelliğinin koruyucusudur. Ama Kraliçe, bir gün ayna ona kötü haberi verdiğinde elindeki iktidarı kaybedeceği telaşına kapılır. Ondan daha güzel ve iyi kalpli olan Pamuk Prenses’tir bu tehlike. Tehlikeyi ortadan kaldırabilmek için Kral’ı kullanmak çok yarar sağlamaz. Kral artık bir engeldir. Ve ortadan kaldırılır. Bundan sonra masalda, Kraliçe’nin Pamuk Prenses’i öldürmek için yaptıklarına şahit oluruz. Ayrıca onun gerçek kimliğinin fiziksel ifadesi ile de tanışırız. Bir cadıya ait olan çirkin ama gerçek yüzüyle.

Bu masalda anlatılanları gerçeğe uyguladığımız zaman hiç de yabancısı olmayacağımız terimlerle karşılaşabiliriz: Burjuva demokrasisi, hukuk devleti, ezilenler, faşizm. Masaldan hareketle yapılan benzeştirme elbette birçok noktayı göz ardı eder ve bazı eksik, hatta yanlış vargılar doğurur. Teşbihte hata olmaz. Kral, burjuva devlet ve demokrasisini, Kraliçe hakim sınıfı yani burjuvaziyi, Pamuk Prenses ezilenleri (ancak bir prenses ne kadar temsil edebiliyorsa o kadar), Cadı ise hakim sınıfların şiddet pratiğini; teşbih biraz daha zorlanırsa faşizmi yani hakim sınıfların ‘gerçek yüzü’nü anlatır. Faşizm, burjuvazinin sınıfsal çıkarları tehlikeye girdiği, yani hakimiyetindeki sınıfların hak taleplerini hiçbir aygıt ve yaptırımla yatıştıramadığı, dizginleyemediği zaman gösterdiği ‘gerçek yüzü’dür. Şiddet ve zorbalığının hiçbir aracı kuruma ya da kurala dayanmadan işlediği, artık perdelenmediği bir süreçtir.

Buna yakın bir uygulamaya geçtiğimiz aylarda sinemalarda izlediğimiz bir filmde şahit olduk. Ancak bu sefer gerçeğin masalsı öğelerle anlatımına. “Nisan Devrimi” adıyla gösterilen bu film izleyenlere faşist rejimin uzunca bir süre hüküm sürdüğü bir Avrupa ülkesinde, Portekiz‘de yaşananları ve bu rejimin nasıl yıkıldığını anlatıyordu. Film, bu tarihsel olay ile ilgili ilk kez karşılaşanlara, tanıtımlarında kullanılan “Bir şarkı yeter; hüzün aşka döner, zulüm hürriyete” cümlesinin vaad ettiği gibi şiddetten uzak, romantik, “şiir gibi” bir “devrim” izletti. Bizler bir “devrim”i izlerken aslında çağdaş bir Avrupa masalına da tanıklık etmiş olduk bir anlamda. Hemen hemen tüm simgeler yerli yerindeydi: Kötüyü (faşizmi) anlatmak için çirkin yüzlü bir adam, ezileni anlatmak için rejimin olumsuzluklarını birkaç koldan yaşayan güzel sayılabilecek bir kadın ve kurtarıcı yakışıklı prens rolünde bir ordu. Halk ise masala adını veren ancak rolleri figüranlıkla sınırlı olan yedi cücelerdi. Kral ise uzunca bir süre önce ölmüştü ve amaç hem Pamuk Prensesi kurtarmak -yedi cüceleri değil- hem de yeni bir kral bulmaktı[1].

Öncelikle “Nisan Devrimi”ni; filmin anlatmaya çalıştığı bu tarihsel olayı tanımakta fayda vardır: 24 Nisan 1974’de Portekiz Ordusu tarafından yapılan bir darbe ile faşist rejimin yürütücüsü hükümet devrilerek rejime son verildi. O güne kadar Portekiz, 1926 yılında yapılan sağcı bir askeri darbeyle iktidara gelen faşist Salazar rejimi altında 48 yıl geçirmişti. Halkın büyük çoğunluğu darbeyi büyük bir sevinçle karşıladı ve bir “Devrim” olarak niteledi.

Portekiz, 15. Yüzyıl başlarından itibaren sömürgeci politikalar izleyen bir devlet olarak karşımıza çıkar. O dönemde, Afrika’dan Güney Amerika’ya ve Uzak Doğu Asya’ya kadar birçok kıtada sömürgeleri olan bir devlettir. Ancak savaşlar sonucu elinde yalnızca Afrika kıtasındaki sömürgeleri kalmıştır. Ekonomisi sömürge ülkelerinden elde edilen ürünlere dayanıyordu ve faşist rejim Portekiz’in eskisi gibi güçlü bir devlet olabilmesi ideali ile hareket ediyor, bu idealine gelebilecek engelleri ortadan kaldırabilmek için ülke içinde emekçi kesimler, sömürgelerde de sömürge halkları üzerinde şiddetli bir baskı politikası yürütüyordu. Ancak Portekiz ve ekonomisi için bu kadar önemli olan sömürgelerde 1961 yılında bağımsızlık hareketleri başladı. Bu durum ekonomik temelini ve dolayısıyla varlığını sömürgeler üzerine kurmuş rejim için büyük bir tehditti. Bunun önlenmesi için Portekiz Ordusu’nun büyük bir kısmı seferber edildi ve ülke kaynaklarının büyük çoğunluğu savaş için harcanmaya başladı. Ancak sömürgelerdeki bağımsızlık savaşlarını bastırmaya harcanan büyük meblağlar zaten narin bir durumda olan ekonomik yapıyı gittikçe sarsmaya başlamış ve halkın tüm kesimleri üzerinde daha da ağır bir yük oluşturmuştu. Baskıların şiddeti de artmıştı. Bu ağır yükten payını alan bir kesim daha vardı: 13 yıl süren sömürge savaşları boyunca sömürge ülkelerinde rejimin zor aygıtı ve düzen sağlayıcı gücü olarak görev yapan askerler. Ordu tam bir bunalım içindeydi[2]. Var olan sorunlarının üzerine devletin ordunun saygınlığını azalttığı düşünülen politikaları[3] da eklenince askerler tıpkı sömürülmelerine aracılık yaptıkları halk kitleleri gibi bir kitleye dönüştüklerini fark edip rejimi ve amaçlarını sorgulamaya başladılar. Bu sorgulamalar, sorunların çözümlenmemesi ve hatta daha da derinleşmesi ile rejime muhalif bir oluşumun filizlenmesi sonucunu doğurdu. Ordu içinde uzun zaman gizli şekilde faaliyet gösteren ve kendine birçok taraftar bulan Silahlı Kuvvetler Hareketi (SKH) adlı anti-faşist bu oluşum 1973 yılında kuruldu. 1974 darbesini planlayan ve yapan da bu hareket olmuştur.

Film bizlere bu darbenin gerçekleştiği 24 Nisan 1974 günü yaşananları anlatmaktadır. Bunu da “Devrim”in sebeplerini, gelişimini yani öncesini bir-iki diyalogla, ana sorunlarını komediyle harmanlanmış sahnelerle geçiştirerek ve sonrasına ilişkin ise hiçbir şey söylemeyerek yapmaya çalışır. Faşist rejimin Portekiz halkına ve sömürge halklarına 48 yıl boyunca yaptığı eziyetler, bir kadının ordudaki kocası ve gözaltındaki sevgilisi için duyduğu üzüntü ve kaygılarla simgeleştirilmiştir. Kadının aile düzeni, asker olan kocasının sömürge ülkelerindeki icraatlarına duyduğu tepkiden dolayı dağılmak üzeredir. Öğrencisi/sevgilisi olan genç adam ise gözaltındadır ve kadın onun canının acıtılacağından korkmaktadır. Faşizm ise çirkin yüzlü ve acımasız bir gizli polis teşkilatı başkanıyla temsil edilmiştir. Başrol oyuncusu kadının başkaldırı çabalarına çirkin yüzüyle tehditler savuran da, darbe günü polis karargahının etrafı sarılınca halkın üzerine ateş açan da odur. Ordu, yani beyaz atlı prens de gelip halkı, daha doğrusu başrol oyuncusunu, bu zalimlerin elinden kurtarmıştır. Bu arada faşizmin asıl muhataplarından olan Portekiz halkı masaldaki yedi cüceler misali bu kurtuluş mücadelesinde figüranlık yapmıştır.

Her şey bir bahar gününün buram buram hümanizm ve romantizm kokan masalsı atmosferinde gerçekleşmektedir. Bu hümanizm öylesine yoğundur ki, yıllar boyunca halkın her türlü demokratik talebini şiddet kullanarak bastıran faşist rejimin zorbalığı solcu bir öğrenciye atılan kaba dayaktan ibaret bir temsille yer almıştır. Oysa bu masaldaki kötülerin yaptıkları, uyguladıkları şiddet çok terbiye edilmişken, gerçek dünyada uygulanan şiddet korkunçtur: 48 yıl süren faşist diktatörlük süresince tüm demokratik hakları elinden alınmış, zulüm ve baskıyla yönetilen bir halk. Çoğunluğu, 1961 yılında başlayan ve 13 yıl süren sömürge savaşlarındaki bilanço; 70 bine yakın ölü ve yaralısıyla Portekiz askerleri ve sömürge halklarından da yüzbinlercesi.

Seyircileri birer çocuk, kendisini de bir masalcı nine/dede yerine koyan yönetmen bir “devrim”i bu şekilde anlatmıştır bizlere. Bir-iki hükümet binasının ele geçirilmesinden ve halkın sokaklarda rahatça gezme ve öpüşme özgürlüğünden ibarettir “devrim”. Ordu bir sabah gelecek, bir-iki binayı ele geçirecek, bir-iki tutuklama yapıp kimilerinin de kulaklarını çekip uyardıktan sonra toplum içine dönmelerine izin verecek ve faşizm biterek halk özgür olacaktır. Gerçekten de ordu darbeyi gerçekleştirirken kan dökülmemesine çalışmıştır. Hatta bu özenden dolayı “devrim”e, halkın askerlerin silahlarına barış ve özgürlük temennilerini göstermek için astıkları karanfillerden esinlenilerek “Karanfil Devrimi” adı verilmiştir. Ancak filmde yaratılan “romantik ve hümanist hareket”in yerinde olduğu, devrimlerin böyle olması gerektiği yanılsamasının yani şiddetin mümkün olduğunca az kullanılmaya çalışılmasının gerekçeleri vardır: Birincisi, darbeci ordunun karşısında duracak bir gücün, bir muhalefetin olmayışı; ikincisi ise hareketin politik kararsızlığının bir sonucu olarak hem ülke burjuvazisini hem de büyük burjuva devletlerini karşılarına almaktan çekinmeleridir bu gerekçeler. Filmin anlattığı gibi askerlerin sömürgelerdeki kötü tecrübelerinden dolayı[4] pişman olmaları ve edindikleri hümanist görüşlerin etkisiyle şiddet olmadan sorunları çözme dilekleri, o zamanlar sadece bir dilekti ve politik konjonktürün gerekleri ile uyuşmasının dışında da uygulamaya etkisi yoktu. Ancak seyirciler burada sözü edilen olguların birçoğundan mahrum bırakılmış ya da içleri boşaltılmış olanlarla yetinerek bilgi yoksunu bir şekilde tarihe tanıklık etmişlerdir. Yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı, darbenin kansız olması, filmin, askerlerin incinen duygularının yarattığı hümanizmi sahneye çıkarması ve romantik bir “devrim” temsili sunması için geçer sebep olmuştur. Böylece romantik ve hümanist bir Avrupa masalında iyiler, kötülerin elinden yine iyilikle kurtulmuştur.

Masalların dili sade ve yalındır. Çünkü hedef kitlesi çocuklardır. Masallarda iyiliğin kötülüğe her zaman galip geldiğinin anlatılması için kullanılan hayal gücü ya da gerçeğe dayanan simgeler en yalın halleri ile sunulur. Masallar romantiktir. İyi acı çeker ama kötüler yenilir. Her zaman mutlu biterler. Ancak masal, adı üstünde masaldır. Gerçeğin temsili değildir. Olsa olsa gerçeğe ilişkin yapılan bir temenni olabilirler. Ancak temennilerle yürünülen yolların sonunun neresi olacağınıı ise Engels, aktardığı şu sözlerle göstermiştir: “Cehenneme giden yolun taşları iyi niyet temennileri ile örülmüştür.”

Faşist bir diktatörlüğü ve yıkılmasını klişelere, üstelik de yetersiz klişelere dayandırarak anlat(ama)mak, tarihi bir olayı anlatırken en önemli olguları es geçmek ya da sadece değinmek elbetteki “Portekiz Devrimi”ni bir masal havasına sokacak, romantik ve hümanist yapacaktır. Bir isyandan, devrimden ya da ezene karşı ortaya konan her türlü tepki ya da müdahaleden “gerçekleri”, “el yakanı” çıkarırsanız geriye herhalde, romantizm ve hümanizmden başka bir şey kalmaz. İşte o zaman olan değil olması şlenen, elini taşın altına koymak değil koyduğunu düşlemek girer devreye. Yanı başında, “bedenlerini açlığa yatıran” kahramanların mücadelelerinden uzak durulur da, Che Guevara’nın Bolivya dağlarındaki devrimci pratiği, yine Meksika’daki Zapatistalar‘ın mücadeleleri, uzaktan gelen hoş ve romantik bir masal gibi dinlenir. Yakışıklı, beyaz atlı devrimciler; maskeli, gitarlı mistik kahramanlar hep kötülere karşı savaşırlar. Onların ölüleri, açlıktan kavrulmuş vücutları ve açlığa yatırılmış acı günlerin simgesi gibi duran, bakımsız sakalları yoktur. Olsa bile o masalsı dünya içinde erir gider, unutulur o ölüler. Gerçeğin keskin yüzü vicdanlarını acıtmaz böylece. Ne de olsa uzaktaki bir masaldır bu. Ve masallarsa hep mutlu sonla biter.Uyumak üzere olan çocuklar kabus görmesinler diye.




[1] Ancak bu benzeştirme yapılırken örnek verilen Pamuk Prenses masalının şu özelliğini belirtmek gereklidir. Pamuk Prenses masalı beyazların masalıydı ve siyahların beyaz maskeler giymesini sağlama işlevi de görüyordu. Beyazların uyguladığı şiddet Cadı aracılığıyla meşrulaşırken siyahların tarihi ve şiddet pratikleri masallarda akıldışı ilan ediliyordu.

[2] “Tüm ordu kurum olarak bunalım geçiriyordu. Milis emirlere boyun eğmiyor, ve yüklenen ağır görevlere nazaran az ücret alan orta kadro hükümetin, sömürge sorununu çözümlemedeki güçsüzlüğü ve mesleklerinin yavaş yavaş düşüşü karşısında büyük bir üzüntü duyuyordu.” (Joelle Kuntz, Portekiz / Dün-Bugün, Payel Yay., İstanbul 1975, s. 75)

[3] Milis askerlerinin onları askeri akademiden çıkma profesyonel subaylara üstün kılan terfilerle sürekli orduya geçmelerine olanak veren bir kararnamenin çıkartılması ile askeri akademik eğitimin 4 yıldan 2 yıla indirilmesinin kararlaştırılması. (Joelle Kuntz, a.g.e., s. 75-76)

[4] Bu durum başrol oyuncusu kadının asker kocasında simgelenmiştir. Asker koca, sömürge ülkelerindeki insan hakları ihlallerinin bir parçası olmasından dolayı zamanla pişmanlık duymuş, bunalıma girmiş ve kendisi gibi düşünen asker arkadaşları ile bu durumdan kurtulmak için bir “devrim” girişiminin başlatıcılarından olmuştur.  

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar