Ana SayfaArşivSayı 22Sermaye Birikim Süreci ve Emperyalizm

Sermaye Birikim Süreci ve Emperyalizm

Musa Sala

Ölüm orucu direnişçilerine

Devrimciler öldü, yaşasın devrim![1]

Marksizm açısından vazgeçilmez olarak kabul ettiğimiz üretimin belirleyiciliği tezi sermayenin birikim sürecinde de temel dayanak noktasıdır. Bu nedenle kapitalist üretim sürecinde –ki bu artı-değer üretiminden başka bir şey değildir, etken olan öğeler, aynı zamanda birikimi belirleyen temel etmenler olarak değerlendirilmektedir. Marksizmde, üretimin belirleyiciliği ve üretim tarzında üretici güçlere verilen önceliğin gerekirliği, Marksist sermaye birikim süreci anlayışında da zorunlu bir koşul olarak karşımıza çıkmaktadır. Sermaye birikim süreçleri açısından farklı kuramlar olsa da, bu kuramlardan birinin Marx’ın temel tezleriyle uygunluk içerdiği ileri sürülmekte, diğer kuramlar üretimin belirleyiciliğini kısmen ya da tamamen ortadan kaldırdıkları için “burjuva iktisadı”yla buluşmaktadırlar. Üretici güçler içerisindeki merkezin üretim araçları mı yoksa “bir tür bilimsel bilgi” mi olduğu tartışmalı bir konudur. Bu tartışmanın izdüşümlerini artı-değer üretiminin belirleyenlerinde, dolaysız olarak sermayenin yeniden üretim sürecinde de bulmak söz konusudur. Ancak tüm bu tartışmaların yanı sıra ve bu tartışmalara rağmen, üretimin belirleyiciliğinden uzaklaşmalar, teorik ve politik olarak Marksizmden sapmalarla musdarip olacaktır; emperyalizm “teorilerini”, üretimin belirleyiciliğinden saparak kuranlar böyledir. Bu anlamıyla, Marksizmde eğer bir emperyalizm kuramından söz edecek olursak, tek bir Marksist emperyalizm kuramı vardır. Bu, teorik bir önermedir.

I. Üretici Güçlerin Önceliği

Marksizmin, tüm tarihsel toplumsal formasyonlar için ileri sürdüğü vazgeçilmez tezi şudur: Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında çelişkili bir birlik söz konusudur. Bir toplumsal formasyondan diğerine geçiş bu çelişkili birliğin çözülmesiyle mümkündür. Üretim tarzlarının bunalımına ya da çelişkili birliğinin çözülmesine neden olan temel belirleyen üretici güçlerdir. Üretici güçler, üretim ilişkilerine önceldir. “Eğer Marx, her iki taraf üzerinde de eşit ağırlıkta iki yönlü bir etki düşünmüşse, genelleme yaptığında neden ısrarla sadece bir yöne dikkat çekmiştir? Teorik özetlemelerinde neden sık sık ilişkilerin güçlere karşılık gelmesine işaret eder de asla karşıtına işaret etmez?”[2]

Üretici güçler açısından, feodalizmin yel değirmeni ile kapitalizmin buharlı değirmeni arasında kategorik bir ayrıma gitmek mümkün mü? Evet. Eğer buharlı makine olmasıydı, bu üretici gücün gelişme aşamasına denk düşen bir üretim ilişkisi de mümkün olmazdı. Feodalizmin yel değirmeni ancak bir artık-ürüne el koymanın ilişkilerini belirleyen bir üretkenliğe sahipken, buharlı makine artık-değere el koymanın ilişkilerini belirleyen bir üretkenliğe sahiptir. Gerald A. Cohen bu konuda şunları söyler: “Bütün buharlı makineleri yok edin, fakat onları yapma ve kullanma bilgisini alıkoyun, hammadde konusunda biraz şansla, kısa sürede status quo ante’ye (önceki durum) geri dönebilirsiniz. Bilgiyi yok edip makineyi alıkoyun, elinizde yararsız bir metal yığını, maddi bir nicelik, geleceğin bir andacı kalır.”[3] Üretici güçler içinde de temel bir belirleyenden söz edebilir miyiz? Cohen, üretken güçlerin emek gücünü kapsaması gerektiğini söylerken, gelişmelerin merkezine emek-gücünü yerleştirmektedir.[4] L. Althusser emek sürecini değerlendirirken bir yandan emekçi ile emek-gücü arasına ayrım koyar, bir yandan da emek sürecinde, üretici güçler içinde üretim araçlarının başat rolüne vurgu yapar: “Marx, ‘emek, birinci planda, insan ile doğa arasında yer alan ve içerisinde, insanın kendisi ile doğa arasındaki maddesel değişimleri, kendi etkinliğiyle devindirdiği, düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir. O kendisini, doğal bir güç olarak doğa ile karşı karşıya getirmektedir’ diye yazarken, maddesel doğanın ürünlere dönüşümüne ve bu yüzden, maddesel bir düzenek olarak emek sürecine, fiziksel doğa yasalarının ve teknolojinin egemen olduğunu açıklar. Emek-gücü de bu düzenek içindedir. Emek sürecinin bu maddesel koşullarla bu belirlenimi katışıksız yaratıcılık şeklindeki insan emeğine ilişkin her ‘hümanist’ anlayışının kendi düzeyinde reddedilmesidir.”[5]

Cohen, emek-gücünün üretken yetilerinden bahseder ve bunların güç, beceri, bilgi, yaratıcılık vb. olduğunu söyler. Buharlı makinenin yapılmasında emek-gücünün bilgi yetisine öncelik verir ve üretken kullanıma açık bilimsel bilginin bir üretken güç olduğunu söyler. Cohen’de üretici güçler içinde merkez emek-gücü iken, emek-gücünün yetileri arasındaki merkez bilginin gelişmesidir. “Bilginin gelişmesi üretken güçlerin gelişmesinin merkezidir.”[6] Ancak, Cohen her bilimin üretken güçlere ait olduğunu ileri sürmüyor; Onun daha çok üretken güç olarak kabul ettiği bilim, yararlı bir bilimdir. Cohen, zihinsel üretken güçlerinin maddiliğini açıklamaya çalışmıştır. Ancak, yaptığı “yararlı bilim” ayrımı, bilimin teknolojiye indirgenmesi sorunu ile karşı karşıyadır. “Bilimle gerçek nesnenin, bilim nesnesiyle gerçek nesnenin ayrıştırılmaması, bilimi teknoloji olarak kavramlaştırmakla sonuçlanmak durumundadır.”[7]

Cohen, üretici güçlerin merkezine bilimsel bilgiyi yerleştirerek, üretim tarzındaki üretkenlik düzeyini bilimsel gelişmelere havale etmiştir. L. Althusser ise emek sürecinin üç kurucu öğesi (emek nesnesi, emek araçları, emek-gücü) içerisinde, emek araçlarının başatlığı üzerinde ısrarla durmaktadır. Althusser’e göre üretim araçları üretici emeğin üretkenlik düzeyini saptar.[8] Ancak, Althusser bilimin nesnesi ile gerçek nesne arasına kategorik bir ayrım koyar. Bu ayrım bilimin teknolojiye indirgenmesine bir set çekmekle birlikte, yine de sorun ortadadır. Üretim-araçlarının gelişmesinde teknik ‘bilgi’nin merkezi rolü nedir?

Teknik ‘bilgi’nin, teknolojiye dışsal olduğunu ileri sürmek, emek-gücünün kimi yetilerini üretim sürecinin dışına çıkarmak anlamına gelir. Bu, ‘bilgi’nin üretim sürecinden görece özerkliğini ifade eder ve maddesel düzenek ortadan kalkar. Mill’in bireyci pozitivizmini bir an için gözardı edecek olursak, onun varsayımlarından birine göre, doğa yasalarının kipliğine sahip “zihin yasaları” vardır, bu yasalar sabittir ve aynı koşullarda aynı sonuçları verir.[9] Emek gücü tüm yetileri ile emek sürecinin maddesel düzeneği içinde ise, üretim araçlarındaki gelişme, mevcut teknolojiyle etkileşim içinde olarak, bunların verdiği “imkanlar” dahilinde, sürece içsel bir zihinsel pratikle gerçekleşmektedir, değerlendirmesi yapmak zorundayız.[10]  

II. Artı-Değer Üretimi ve Belirleyicileri

Kapitalist üretim sürecinin merkezinde artı-değer ve değer üretimi yer almaktadır. Artı-değer üretimini belirleyen iki temel üretici güç vardır: üretim araçları ve emek-gücü. Bir tanımını vermek gerekirse; “Artık değer, emek-gücünün mübadele-değeri (işgünün işçinin kendi geçim araçlarının eşdeğerini ürettiği parçasını, gerekli emek-zamanı temsil eder) ile üretken kapasitesi (toplam işgününü temsil eder) arasındaki farktır”[11]. Ya da kısaca şöyle diyebiliriz: Artı-değer emek-gücünün değeri ile bu emek-gücünün üretim sürecinde ürettiği değer arasındaki farktır ve sermaye bu fark karşısında emek-gücüne herhangi bir eşdeğer vermez. Başka bir deyişle, artı-değer sermaye tarafından eşdeğeri verilmeksizin mülk edinilen değerdir.  

Kapitalist üretim tarzı için üretilen artı-değer miktarını artırmanın iki yolu söz konusudur: mutlak artı-değer ve nispi artı-değer üretimi. Marx, işgününün uzatılmasıyla üretilen artı-değere, mutlak artı-değer; buna karşılık, gerekli emek-zamanının kısaltılmasıyla işgününün iki kısmının uzunluklarındaki değişiklikten doğan artı-değeri, nispi artı-değer olarak tanımlar.[12] Mutlak artı-değer, gerekli emek zamanını değiştirmeksizin, işgününün uzatılmasıdır ki, bunun fiziksel sınırları söz konusudur. Nispi artı-değerin artırılması için emek-gücünün değerinin düşürülmesi gereklidir. Bunun iki yolu bulunmaktadır: Ya emek-gücünün kendini yeniden ürettiği kullanım-değeri miktarı azaltılacak ya da bu kullanım değerinin, değeri, azaltılacak; yani bu kullanım-değerini üreten gerekli-emek zamanı azaltılacaktır. İlk yolun, mutlak artı-değeri artırmada olduğu gibi fiziksel sınırları mevcuttur. İkinci yolda artı-değer miktarının artırılmasında üretim araçlarının devreye girmesi söz konusu edilmektedir.

Nispi artı-değerin sızdırılmasında emek-gücünün değerinin düşürülmesi zorunlu koşuldur. Ancak emek-gücünün değerinin belirlenmesi başlı başına bir sorundur. Marx, “emek-gücünün değeri, öteki her metada olduğu gibi, bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla yeniden-üretimi için gerekli emek-zamanı ile belirlenir” derken, aynı zamanda emek-gücünün değerinin belirlenmesinde tarihsel ve manevi öğelerin varlığından da sözeder.[13] Ancak bu tarihsel ve manevi unsurlar o kadar çeşitlidir ki (Devlet, din, aile, gelenek, coğrafya, iklim vb.) bunların değerlendirmeye nasıl katılacağı sonu gelmeyecek tartışmalara açıktır. Çünkü, Marx’ın bu vurgusundan yola çıkarsak, emek-gücünün değerinin belirlenmesinde hiçbir tarihsel ve manevi parametreyi değerlendirme dışı tutamayız. Daha uygunu, parametre dışı tutulmaya çalışılan öğelerin, niye dışarıda tutulduğunu açıklamakta güçlük çekeriz. Erik Olin Wright bu konuda şu değerlendirmede bulunur: “Sorun bizatihi emek gücü ‘değeri’ kavramının belirsiz oluşudur. […] değişir sermayedeki bir artış üretimdeki canlı emek miktarının genişlediği anlamına gelebileceği gibi aynı miktarda canlı emeğin yeniden üretilmesi maliyetlerinin arttığı (ücretler konusunda verilen başarılı sınıf mücadeleleri yoluyla) anlamına da gelebilir.”[14] Wright, emek-gücü değerinin belirlenmesinde, tarihi ve manevi unsur olarak, Marx’ın sınıf mücadelelerine vurgu yaptığını belirtir: “Marx’a göre: Emek gücünün değeri sermaye ile emek arasındaki kesintisiz mücadele tarafından belirlenir; kapitalist durmadan ücretleri fiziksel asgariye düşürmeye ve işgününü fiziksel azamiye çıkarmaya çabalar, oysa işçi sürekli olarak karşıt yönde bir baskı yapar.”[15]

Marx emek-gücünün değerinin belirlenmesinde tarihsel ve manevi öğeleri varsaymış olsa da, ona göre belli bir ülkede ve dönemde, emekçi için gerekli olan geçim araçlarının ortalama miktarı pratik olarak bilinir.[16] Marx emek-gücü değerinin asgari sınırı konusunda da şöyle der: “Emek-gücü değerinin asgari sınırı, işçinin her gün almadığı takdirde yaşamsal enerjisini yenilemeyeceği meta değeri ile, yani fiziksel bakımdan vazgeçilmesi olanaksız geçim araçlarının değeri ile belirlenir.”[17]

Emek-gücü değerinin düşürülmesi demek nispi artı-değer miktarının arttırılması anlamına gelir. Emek-gücü için vazgeçilmez kullanım-değeri miktarını azaltmanın fiziksel sınırları mevcut ise, kullanım-değeri miktarının değeri azaltılmaya çalışılır. Bu durumda kapitalist üretim tarzında bir koşul olarak artı-değer miktarının arttırılması, emek-üretkenliğinin arttırılmasını zorunlu kılmaktadır. “Burada emeğin üretkenliğini artıran ve böylece birim maliyetleri azaltan temel araç olarak ortaya çıkan, makineleşmedir.[18] Emek-gücü ile üretim araçları arasındaki kategorik ayrım, emek-gücünün değer/artı-değer üretme özelliğine sahip olması, üretim araçlarının ise bu özelliğe sahip olmamasıdır. “Makinenin kullanılması sonucu emeğin üretkenliğindeki artış nedeniyle, artı-emek, gerekli-emek aleyhine ne denli artarsa artsın, bu sonuca, ancak, verilen miktarda sermayeyle çalıştırılan işçinin sayısındaki azalmayla vardığı açıktır. Makine daha önce emek-gücüne yatırılmış bulunan değişen sermayeyi, değişmeyen sermaye olan makineye dönüştürdüğü için artı-değer üretmez.”[19] Makine yolu ile nesneleşmiş emeğin canlı emek yerine geçme zorunluluğu, sermaye üretim sürecinde bir çelişkiyi de beraberinde getirir.

III. Sermaye Birikim Süreçleri

Wright, sermayenin birikim sürecinin engelleri konusunda Marksistlerin, bu sürecin önündeki dört kritik engelden birisi üzerinde yoğunlaştığını söyler. Bu engeller ve bu engeller üzerine yoğunlaşan Marksistlerin bir kısmı şöyledir: (1) Yükselen organik sermaye bileşeni (Cogoy, Mage, Mattick, Yaffe); (2) Artı-değerin gerçekleşmesi sorunu, özellikle de kapitalist toplumda eksik-tüketim sorunları (Baran, Sweezy, Gillman); (3) Ücret artışlarından doğan düşük ya da azalan bir sömürü haddi (Boddy, Crotty, Glyn, Sutclliffe); (4) Devletin birikimde oynadığı çelişik rol (Cogoy, O’Connor, Offe, Yaffe) [20]

Marksizmin genel birikim yasası olarak da ifade edilen Sermayenin organik bileşimi kuramı savunan Marksistler, birikim sürecinde kapitalist üretim tarzının bileşim düzeyini sürekli yükseltmeye yönelik bir eğilim taşıdığını savunurlar. Anwar Shaikh, Marx’tan şöyle bir alıntı yapar: “Emeğin artan üretkenliği kendisini sermayenin azalan karlılığında açığa vurur.[21] Bu ifade, Marx’ın temel tezinde, yalnızca canlı emeğin artı-değer yaratma özelliğine sahip olması; canlı emek yerine geçen makinelerin ise bir artı-değer yaratmaması, yalnızca değişim-değerine sahip olması ölçüsünde, üretilen metalara değer aktarması ölçüsünde bir değer yaratma özelliğine sahip olmasında, anlamını bulur. Makineler artı-değer yaratma özelliğine sahip olsaydı birikim sürecinin çevrimsel bunalımlarında azalan kar haddinden söz etmek mümkün olmazdı.

Bullock ve Yaffe, kapitalist üretimde makineler kullanma ve bu yoldan emek üretkenliğini artırma zorunluluğunun gerçeklikte, rekabette ve bunun sonucu olan üretim maliyetini azaltma gereğinde anlatımını bulduğunu söyler. Ancak sözkonusu olan bu zorunluluğun açıklamasının ise Marx’ın sermaye kavramının canlı-emekle olan ilişkisinin türetilmesi ile mümkün olduğunu belirtirler.[22] Sermaye birikim süreci için burada birbiriyle çelişen iki öğe sözkonusudur. Sermayenin bir yandan artı-değer sömürüsünü arttırmak için emek-gücü miktarını arttırması zorunlu iken, diğer yandan rekabet, üretim maliyetlerini azaltma ve mutlak ya da nisbi artı-değer sızdırmada yaşanan fiziksel sınırlar gereği, üretimde kullanılan canlı-emeği ikame edecek makinelerin üretim sürecinde kullanılması mutlak olarak kar oranında bir düşmeye neden olmaktadır.

Bullock ve Yaffe, Marx’ın emek üretkenliğindeki artışlarda sermayenin teknik bileşimlerini işin içine soktuğunu yani işçi başına üretim araçları kütlesinde bir artışın sözkonusu edildiğini belirtirler. Makine kullanımının sınırı, makinenin değeri ile yerini aldığı emek-gücünün değeri arasındaki farkta yatar[23] Makine kullanımı emek üretkenliğini, dolayısıyla artı-emek zamanını, gerekli-emek zamanına göre daha fazla arttırmakla birlikte, makine kullanımı emek-gücü tasarruflarına neden olduğu ölçüde üretim sürecinde işçi sayısı azalmaktadır ve artı-değer miktarı göreli olarak azalmaktadır. Bu durumda artı-değer oranındaki artışlar, sermayenin değer bileşimindeki artışların gerisinde kalmaktadır.

Marx, üretici güçlerin gelişmesi ile artı-değer oranı ve artı-değer miktarı arası ilişki konusunda şunları söyler: “Üretici güçlerdeki gelişme, kullanılan emeğin karşılığı ödenen kısmını azalttığı kadar artı-değeri de, oranını büyüttüğü için, artırır; ama belli bir sermaye tarafından çalıştırılan toplam emek kitlesini azaltması ölçüsünde, artı-değer kitlesini elde etmek için, artı-değer oranının çarpıldığı çarpanı küçüktür. Her ikisi de günde 12 saat çalışan iki işçi, hava ile yaşasalar, yani kendileri için hiç çalışma zorunda bulunmasalar bile, günde yalnız 2 saat çalışan 24 işçinin ürettikleri kadar artı-değer üretemezler.”[24]

Marx’ın matematiksel formülasyonları, artı-değer oranı, artı-değer miktarı ve kar oranı ilişkilerini açıklar. Artı-değer zamanının, gerekli emek zamanına oranı artı-değer oranını vermektedir. Bu aynı zamanda üretim sürecinde emek-gücünün sömürü oranı anlamına gelmektedir. Artı-değer miktarı ise bu oranla çalıştırılan emek-gücü kitlesinin çarpımıyla elde edilmektedir. Üretici güçlerdeki gelişme emek-gücü kitlesini azalttığı için artı-değer oranı ile çarpılan sayı, yani çarpan azalmakta, dolaysız olarak artı-değer miktarı azalmaktadır. Artı-değer miktarının kar oranıyla ilişkisi ise şöyledir: artı-değerin toplam sermayeye, değişir ve değişmeyen sermayeye oranı.

Bullock ve Yaffe, sermayenin organik bileşiminin yükselişinde maddi yönden, üretim araçları kütlesinin istihdam edilen emek kütlesinden daha hızlı büyüdüğünü; değer yönünden ise, değişmez sermayenin değişir sermayeden daha hızlı büyüdüğünü, bununla birlikte, artan emek üretkenliği nedeniyle, değer-bileşiminin teknik-bileşimden daha yavaş yükseldiğini söylemektedirler. Sermaye, birikim sürecinde gerekli emek zamanını ne kadar azaltmaya başka bir deyişle artık-emek zamanı ne kadar artırmaya çalışırsa çalışsın, bu giderek daha küçük oranlarda artı-değer artışlarına neden olmakta ve sermaye bu küçük artışları elde etmek için daha büyük ölçülerde üretici güçleri artırmaya yönelmektedir. Bu durum sermayenin kendini her çevrimsel yeniden-üretiminde daha büyük oranlarda bir organik bileşim yaratır. “Birikim süreci, sermayenin organik bileşiminin yükselmesini, emek üretkenliğinin yükselmesini ve istihdam edilen emekte göreli bir azalmayı (mutlak artış) işin içine katar. Bunlar, kar kütlesi ya da artık değerin mutlak olarak artmasına ve sömürü haddinin artmasına karşın, kar haddinin azalma eğilimi göstermesinde anlatımlarını bulur.”[25]

Marx, emeğin üretkenliğindeki gelişmede birbiriyle zıt yasalar olduğunu varsayar: “Emeğin toplumsal üretkenliğindeki gelişme, kendisini iki şekilde ortaya koyar: birincisi, üretilmiş bulunan üretici güçlerin büyüklüğü ile, yani üretimin yürütüldüğü üretim koşullarının değeri ve kitlesi ile, birikmiş bulunan üretken sermayenin mutlak büyüklüğü ile; ikincisi, toplam sermayenin ücretlere yatırılan kısmının nispi küçüklüğü ile, yani belli büyüklükte bir sermayenin yeniden-üretim ve kendisini genişletmesi, kitle üretimi için gerekli canlı emeğin nispi küçüklüğü ile. Bu aynı zamanda sermayenin yoğunlaşması demektir. Kullanılan emek gücü bakımından, üretkenlikteki gelişme, kendisini gene iki şekilde ortaya koyar: birincisi artı-emeğin artması ile, yani emek-gücünün yeniden üretimi için gereken, gerekli emek-zamandaki azalma ile. İkincisi, belli büyüklükte bir sermayeyi harekete geçirmek üzere, genellikle kullanılan emek-gücü miktarında (işçi sayısında) azalma ile. […] Ne var ki bunlar kar oranını zıt yollarla etkiler.”[26]

Ernest Mandel de sermayenin birikim sürecinin organik bileşim tarafından belirlendiğini ve Marx’ın konjonktürel ve bunalımlar teorisinde, kapitalist üretim tarzının her yeni çevriminin, bir öncekinden farklı makinelerle başladığını belirtir.[27] Hem Bullock ve Yaffe hem Mandel, değer bileşiminin teknik bileşimce belirlendiğini iddia ederler. Mandel, Grosmann’ın bir eserine atıfta bulunarak şunları söyler: “Henryk Grosmann’ın Marx’a atfen doğru olarak açıkladığı gibi, ‘sermayenin organik bileşimi’ kavramı, bir değer öğesi olduğu kadar teknik bir öğeyi, özellikle de bu iki öğe arasındaki bağlılaşımı (değer bileşiminin teknik bileşimce belirlenmesini) içerir. Bu, belli bir makineler kütlesinin belli bir ham ve yardımcı maddeler kütlesini, ayrıca bunları harekete geçirmek için, bu kütlelerin içkin değerinden bağımsız olarak belli bir emek gücü kütlesini gerekli kıldığı anlamına gelir. Bu orantıları belirleyen, makinelerin değeri değil, bunların teknik doğasıdır.”[28]

Wright, sermayenin organik bileşimini savunan Marksistlerin, emek tasarruflu yeniliklerin sermaye tasarruflu yeniliklere ağır bastığını ileri sürdüklerini belirtir. Ancak Wright, kapitalist üretim tarzında emek-tasarruflu yeniliklerin, genel bir üstünlüğü olduğunu varsaymak için apriori bir sebep bulunmadığını dile getirmektedir. Wright’a göre makine kullanımı kapitalist üretimin ilk dönemlerinde işçilerin yerini almakla birlikte, sanayinin bütünüyle makineleşmesiyle birlikte, yenilikler makinelerin yerini makinelerin alması biçimine bürünmüştür. Yani sermaye daha ucuz makineler üreterek değişmez sermayenin ucuzlamasına ve kar oranının düşme eğilimine karşı koyabilir. Sanayide değişmez sermaye miktarını kısmaya, böylece maliyetleri daha aza indirmeye yönelmenin daha muhtemel bir varsayım olduğunu ileri süren Wright, sermayenin organik bileşiminin yükselişinin gittikçe yavaşlayan, görece kararlı bir düzeye sonuşmaz biçimde yaklaşan bir seyir izlediğini belirtmektedir. Wright yine de makineleşmiş sanayilerde sermayenin organik bileşiminin artmaya devam etmesi halinde bile, ekonominin makineleşmemiş kesimlerinde büyüme haddinin görece daha hızlı olması durumda, organik bileşimin derneşik toplumsal düzeyinin sabit kalabileceğini belirterek hizmet kesimindeki büyümenin karşıt yönde bir etki yarattığını söyler.[29]

Marx, sermayenin kar kitlesini artırma yönündeki temel yönelimini kar oranının düşme eğilimine karşı esas eğilim olarak varsaymakla birlikte, geçici olarak geçerli olabilen karşıt eğilimlerden de bahsetmektedir. Bunlar, Wright’ın ileri sürdüğü karşıt eğilimlerin hemen hemen aynısıdır, ancak Marx bunların geçici olduğunu söylemektedir: “İşgününün uzatılması ya da emeğin yoğunlaştırılması yoluyla artı-değerin oranının artırılması, ücretlerin değerinin altına düşürülmesi, değişmez sermaye öğelerinin ucuzlatılması ve dış ticaret.”[30] “Bu nedenle kar haddinin azalması doğrusal değildir: kimi dönemlerde yalnızca örtüktür, başka dönemlerde epeyi güçlü bir biçimde öne çıkar ve kendini bunalımın çevrimi biçiminde ortaya koyar.”[31] Wright’ın kendisi her ne kadar kimi yönleriyle sermayenin organik bileşimi kuramını eleştirmiş olsa da, ona göre bu kuram birikim oranının belirlenmesine ilişkin özgün bir yaklaşıma sahiptir.

Artı-değerin-gerçekleşmesi ya da eksik-tüketimi ekonomik bunalımın temel belirleyeni olarak gören Marksist kuramcılar dört temel önerme ileri sürmektedirler: 1. Kapitalist toplumda mutlak artı-değer düzeyi genel bir yükselme eğilimi içindedir. Dahası üretkenlikteki artışlarla birlikte, artık değer haddi de artma eğilimi içine girer. 2. Kapitalist toplumda artı-değer üretme koşulları ile artı-değerin gerçekleşmesi koşulları arasında temel bir çelişki vardır. Gerçekleşmenin bir sorun olmaması için derneşik talep artı-değerle aynı hızla büyümek zorundadır. Ancak talep büyümesi artı-değer büyümesinin gerisinde kalma eğilimindedir. Bu nedenle artı-değerin bir bölümü gerçekleşmeden kalır. 3. Sermayenin artı-değerin bir bölümünü gerçekleştiremeyişi kar oranında bir düşüşe neden olur. Dışsal talepler devreye girerek (devlet gibi) yeni talep kaynağı yaratarak bunalım koşulları çözüm yoluna girer. 4. Eksik-tüketim kapitalizmin her evresinde görünse de, yalnız kapitalizmin tekelci aşamasında ciddi ekonomik bunalım kaynağı olur. [32]

Eksik-tüketim kuramcıları, ekonomik artığı, değer üzerinden hesaplamak yerine, piyasadaki parasal değerler üzerinden hesaplamaktadırlar. Bu kurama göre ekonomik artığın değeri, işçilerin ücretleri ile kapitalistlerin karlarının toplamıdır. Bu nedenledir ki yukarıda belirtilen 2. önerme kapitalist toplumda her zaman geçerli olacaktır, çünkü işçilere ödenen ücretler hiçbir zaman artığı tam olarak tüketmeye yeterli olmayacaktır. Bu durumun dolaysız sonucudur ki talep büyümesi, artık büyümesinin her zaman gerisinde kalır; talep noksanlığı dışsal etkiyle, yani devlet harcamaları ya da dış ticaret yoluyla kapatılmalıdır. .

Eksik-tüketim kuramcıları artığın gerçekleşmeme sorununun kar oranında bir düşmeye neden olduğunu ve bunun da temel bir belirleyen olduğunu iddia ederken, sermayenin organik bileşimi ve azalan kar oranı kuramcıları üretkenlikteki artışın ve kar oranındaki düşmenin artı-değerin gerçekleşmeme sorununa neden olduğunu ileri sürmektedir. Kar oranındaki düşme, aşırı-sermaye üretimine neden olmaktadır.

Eksik-tüketim kuramcılarının yaklaşımları temel karakteristik özellikleriyle Keynesgil yaklaşımlarla benzerlik göstermektedir. Eksik-tüketim kuramcıları hem Wright, hem de Shaikh tarafından eleştirilir. Wright şöyle der: “Eksik tüketimci görüşteki en ciddi zayıflık, birikimin gerçek oranının belirleyenleri konusunda herhangi bir kuramın var olmamasıdır. Eksik tüketim yazınının büyük bölümü, en azından ima yoluyla, kapitalistler açısından birikimin temel belirleyicisi olarak karın öznel sezgilenmesi üzerine dikkatlerini toplayarak bu soruna Keynes’in çözümünü uygulamayı tercih eder. Marksist bir bakış açısından bu yetersiz bir çözümdür. Ben şimdiye kadar Marksist bir eksik tüketimci kuram tarafından ayrıntılı bir yatırım ve birikim kuramı görmedim, bu da kuramın şimdilik tamamlanmamış olarak kaldığını göstermektedir.”[33] Shaikh ise eksik-tüketim kuramcıları arasında adı öne çıkan iki Marksist yazar Baran ve Sweezy şahsında hemen hemen tüm eksik tüketim kuramcılarını ya da bu kurama katkıda bulunanları eleştirmektedir: “Baran ve Sweezy kitaplarında [Tekelci Kapitalizm], Joan Robinson, Michael Kalecki ve Joseph Steindl tarafından yapılmış katkılara gönderi yapıyorlar. Bu yazarların da sol Keynesci geleneğin bütünlüğü açısından gerekli bir parçası olmaları, bunalım sorunu üzerine çözümlemelerinin sonuçlarını ayrı ayrı incelememizi gerektiriyor.”[34] Shaikh de, Wright’la aynı fikirde olup kuramın Marksist yaklaşım açısından eksiliğini vurgular.

Tekelci Kapitalizmin yazarları “kapitalizmin karakterindeki kilit değişikliğin, endüstriyel sermayeler arasındaki rekabetin yerini tekeller arasındaki rekabetin alması olduğunu ileri sürmüşlerdir; başka bir deyişle ürünlerin satıldığı pazarlar üzerindeki her bir firmanın ağırlığı artmış, bu da nitel bir değişikliğe yol açmıştır. Baran ve Sweezy’ye göre tekelci kapitalizm basamağının tanımlayıcı karakteri işte buradır. Bu gelişmenin nedenini ve kendi yaklaşımlarının kökenini Marksist gelenek içinde açıklamak için Marx’ın sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması yasasına güvenmelerine karşın, Baran ve Sweezy gelişmenin etkisinin tekel firmaların karlarına bir artış getireceğini göstermek amacıyla neo-klasik ekonomilerin standart kuramlarından birini ele almışlardır.”[35]

Baran ve Sweezy ile Keynesgil yaklaşımlar arasındaki temel fark, devlet ile tekeller arasında yaşanan çelişkidir. Eksik-tüketimciler, Keynesgil yaklaşımlarda olduğu gibi devletin dışsal müdahalesini ve düzenleyici etkisini reddetmemekle birlikte tekelci aşamada bunun uygulanabilir olmaktan uzaklaştığını söylemektedirler. Çünkü tekelci aşamada temel belirleyenin rekabet değil tekel olduğunu belirtirler. Tekelci aşamada ekonomik durgunluğun arttığını belirten eksik-tüketimciler, devletin bu durgunluğa karşı toplam talebi artırıcı etkide bulunması durumunda, tekelin rekabetçi firmalar gibi üretimi artırmak yerine, fiyatları yükselterek tepki verdiğini, bu nedenle de devlet ile tekel arasında bir çelişki yaşandığını söylemektedirler. Enflasyonist süreçleri bu tür eğilimlerle açıklayan eksik-tüketimciler, devletin tekellerle olan mücadelesinin doğrudan siyasal sonuçlarına ilişkin Keynesgil yaklaşımlar kadar açık değildir; Keynesgil yaklaşımlar bu konuda devlet erkinin ekonomiyi düzenlemeye ve tekel gücünü kırmaya yönelik ekonomik ve siyasal programlar hazırlamada ve uygulamada yeterli güce sahip olduğunu belirtirler.

IV. Emperyalizm

Birikim süreçleri açısından bu kuramlar, sermayenin organik bileşimi kuramı ile eksik-tüketim kuramı, farklı emperyalizm yaklaşımlarına kaynaklık etmektedir. Eksik tüketim kuramının emperyalizm anlayışı temelini, talep eksikliğinin dış taleple, dış ticaretle karşılanmasında bulur. Rosa Luxemburg, Marx’ın yeniden üretim şemasını eleştirerek efektif talebin kapitalist olmayan ülkelerden kaynaklandığını ileri sürmüştür. Luxemburg kapitalist birikim için, sürekli olarak sattığından daha çoğunu satın alan kapitalist toplum dışındaki alıcıların varlığının gerekliliğinden söz etmektedir. Luxemburg’a göre, kapitalist olanlar ve olmayanlar arasındaki ticaret, kapitalizmin tarihi varlığı için birincil bir gerekliliktir ve emperyalizm de bu yaşamsal önemdeki efektif talep kaynakları üzerinde denetim için kapitalist ulusların mücadele etmesiyle ortaya çıkar. Kapitalizm dünya çapında yayıldıkça, kapitalist olmayan çevre ve bununla birlikte birikimin birinci kaynağı da küçülür. Bunalım eğilimi bu yüzden artar ve geri kalan kapitalist olmayan bölgeler için kapitalist ülkeler arasındaki rekabet yoğunlaşır. Dünya bunalımları, savaşlar ve devrimler bu sürecin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkar.[36] Luxemburg’un temel iddiası, kapitalizmin dış pazarlar olmadan daha fazla yaşayamayacağı üzerine kuruludur[37]. Wallerstein’ın Tarihsel Kapitalizminin temel tezi de budur aslında. Bu ise daha esaslı bir Marksist tezle, üretimin tüketimi belirlediği ya da kapitalist üretimi belirleyen şeyin tüketim için üretim değil de kar için üretim olduğu tezi ile karşıtlık içerir. Ayrıca Marx, temel olarak tek başına mübadelenin kapitalizm öncesi üretim biçimlerini dönüştürmeyeceğini ve ticari sermayenin bu ülkelerdeki üretim tarzının dönüşümünü engellediğini belirtmektedir. Luxemburg’un ileri sürdüğü tabloda ise, ticaretin kapitalist olmayan ülkelerin üretim tarzını dönüştürdüğü ve bu ülkelerin kapitalist ülkeler haline geldiği ima edilmektedir. Shaikh, Luxemburg’un kapitalist olmayan ülkelerin, “Üçüncü Dünya”nın nasıl olup da sattığından daha fazlasını satın alabildiğini, yani değişim değerini bu ülkelerin ne ile karşıladığını açıklayamadığını söylemektedir.[38] Bu durumda, kapitalist olan ülkelerle olmayan ülkeler arası eşitsiz bir değişimin söz konusu olduğu varsayımı ister istemez devreye girer ve teorideki boşluğu doldurmaya çalışır.

Shaikh’in eleştirisi temel olarak sömürüyü üretim alanından alıp, değişim alanına yerleştiren (aralarında nüans farkları olsa da) tüm “bağımlılık kuramcıları”na yapılan genel bir eleştiridir. Bu kurama göre, üçüncü dünya pahalıya alıp ucuza satmak zorunda olduğu için ‘emperyalist sömürüye’ mahkumdur. Bu tür kuramlarda mübadele yolu ile sömürü, üretim sürecinde yaşanan sömürünün yerini almaktadır. Birikim sürecinin ve sömürünün artı-değer sömürüsünden değil bir tür ‘artık’dan kaynaklandığını ima eder bu tür kuramlar ve Marx’ın, birikimin ve sömürünün üretimden kaynaklandığı teziyle karşıtlık içerir.

“Bağımlılık kuramcıları”na kaynaklık eden Kautsky, emperyalizmi, ileri kapitalist ülkelerle geri kalmış ülkeler (tarımsal alanlar) arasındaki ilişkiler olarak tanımlamış ve açık şekilde de, ileri kapitalist ülkelerin yönetici sınıfları arasındaki çatışmanın emperyalist dönemde ortadan kalkma eğilimine girdiğini ileri sürmüştür.[39] “Emperyalizm, büyük ölçüde gelişmiş sinai kapitalizminin ürünüdür. Onu, sanayileşmiş her kapitalist ulusun, gittikçe daha geniş tarım bölgelerini ilhak etmek ya da egemenliği altına almak olarak da tanımlayabiliriz.”[40] Lenin, Kautsky’nin emperyalizm tanımlamasını şiddetli bir biçimde eleştirmiş, Kautsky’nin teorik olarak ileri sürdüklerinin saçma olduğunu ve pratikte ise bir oportünizme düştüğünü söylemiştir. “Kautsky’nin tanımı yalnızca yanlış ve Marksist olmamakla kalmıyor. […] Marksist teoriyle ve Marksist pratikle çatışan tam bir görüş sistemine temel oluyor.”[41] Lenin, Kautsky’nin iktisadi olarak ileri sürdüğü iki şeyin teorik olarak saçma olduğunu söyler: Emperyalizm aşamasında kapitalist ülkeler arası, yani tekeller arası rekabetin ortadan kalktığına yönelik saçmalığı ve sömürünün yalnızca tarımsal alanlara uygulandığı saçmalığı. Lenin, tekelci aşamada bile rekabetin ortadan kalmadığını ve sömürünün yalnızca tarımsal alanlarda değil, sanayileşmiş alanlarda da sözkonusu olduğunu söylemektedir. Lenin’e göre Kautsky emperyalizmin politikasıyla ekonomisini birbirinden ayırmaktadır. İlhakların “mali sermayece” tercih edilen bir politika olduğunu söyleyen Kautsky bu politikanın karşına gene mali sermaye temeline dayalı başka bir burjuva politikası çıkarmaktadır. “Buradan da, ekonomi içerisinde tekellerin, tekeli, zoru ve fethi dıştalayan bir politik tutumla bağdaşabileceği sonucunu çıkarmaktadır. Bu da tam anlamıyla mali sermaye döneminde tamamlanmış olan ve en büyük kapitalist devletler arasındaki rekabetin günümüzdeki biçimlerinin kendine özgü temelini meydana getiren ‘dünyanın paylaşılması olayının’ emperyalist olmayan bir politikayla bağdaşabileceği demek oluyor.”[42]  

Marksizmin sermaye birikiminin genel yasası olarak bilinen sermayenin organik bileşimi kuramı, sermayenin genişlemesini, merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını temel tezi olan emeğin üretkenliğindeki artma ve kar oranındaki düşme eğilimi ile açıklar. “Sermayenin, çelişik genişleme sürecinde hem emek üretkenliğini artırarak gerekli emek-zamanı azaltmaya –(göreli) çalışan nüfusun azaltılması– hem de genişlemenin temelini, sömürülebilen emek-gücünü yaygınlaştırmaya –çalışan nüfusu artırmaya– çalıştığını göstermiştik. Bu çelişik ve bunalımlı süreç aracılığıyla sermaye yalnız dünya pazarını yaratmakla –ulusal engellerin ötesine itilmekle– kalmaz, yeni üretim dalları, yeni ihraçlar yaratmak zorunda olduğu kadar var olan tüketimi de gitgide yaygınlaşan bir temel üzerinde genişletmek zorundadır.”[43]

Lenin’in emperyalizm kuramı, Marksizmin genel birikim yasasına dayanır. Lenin emperyalizmin kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıktığını ve emperyalizmin kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasına denk düştüğünü söylemektedir. Lenin emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını şöyle verir: “Emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Bu tanımlama da, temel öğeyi kapsamış olurdu; çünkü, bir yandan, mali sermaye, birkaç tekelci büyük banka sermayesinin, tekelci sanayi gruplarının sermayesiyle kaynaşmasının sonucudur; öte yandan, dünyanın paylaşılması da, herhangi bir kapitalist devletçe elkonmamış bölgelere kolayca yayılan sömürge politikasından, tamamıyla paylaşılmış yeryüzü topraklarının, tekellerin mülkiyetine geçmesi için uygulanan sömürge politikasına geçişi ifade etmektedir.”[44]

Lenin’in, tekelci aşama olarak tarif ettiği, Marx’ın sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması kuramının dolaysız bir uzantısıdır. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması kuramında tekel ve rekabet içiçedir.[45] Lenin’in tekelci kapitalizm anlayışının önemli olduğunu vurgulayan Bullock ve Yaffe sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının tekelci aşamayı doğurmasını artan emek üretkenliği ve azalan kar oranı yasasına göre açıklamışlardır. “Kar haddindeki azalma rekabet mücadelesini doğurur ve sermaye birikiminin çıkarları için, kar kütlesinin artırılması yoluyla kar haddindeki azalmayı ödünlemenin bir aracı olarak tekellerin gelişmesini zorunlu kılar.”[46] Tekellerin manevra kabiliyetlerinin, küçük sermayelere göre daha çok olmasına rağmen hiçbir şekilde rekabeti tam olarak engelleyemediği çünkü değer yasasını alaşağı edemediği Marksist genel birikim yasasını savunanlarca ileri sürülmektedir. Tekelin kapitalist rejimde, dünya pazarındaki rekabeti tümüyle ya da uzun bir süre için ortadan kaldıramayacağını belirten Lenin, Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisini eleştirir. Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisi, tekelci aşamanın serbest rekabeti ve demokrasiyi engellediğini bu nedenle emperyalizmin baskı ve şiddet yoluyla ilhakı zorunlu kıldığını ve bunun ticareti engelleyerek sermayenin genişlemesi önünde bir engel teşkil ettiğini ileri sürmektedir. Bu durumun Marksist teoriyle hiçbir bağlantısı olmadığını belirten Lenin, Kautsky’nin “barışçı demokrasiyi” ve kapitalizmin “salt ekonomik işleyişini” savunduğundan ötürü Marksizmden koptuğunu söyler. Çünkü Kautsky’nin teorisinin sonucu şudur: Gelişmiş kapitalist ülkelerle geri kalmış ülkeler arasındaki savaş, ticareti engellediği için kapitalizmin gelişmesi engellenmektedir; bu nedenle emperyalist güçlerle savaşmamak gereklidir.

Lenin’in emperyalizm kuramında tekeller kendisinden kaynaklanmış oldukları serbest rekabeti ortadan kaldırmamakta, onun üstünde yükselmekte ve yanında varolmakta; bu gelişme daha keskin ve şiddetli sürtüşmelere ve çatışmalara neden olmaktadır. Tekel, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiştir.[47] Lenin’de emperyalizm kapitalist gelişmenin belirli bir evresine denk düşmekte ve bu, kapitalizmin tekelci dönemi olarak ifade edilmektedir. Bazı Marksist yazarlar genelde kapitalizmin üç aşamasından söz eder: rekabetçi kapitalizm, tekelci kapitalizm ve tekelci devlet kapitalizmi. Son iki ayrım emperyalizmin kendi içinde iki evresi olarak da tanımlanır. Poulantzas tekelci devlet kapitalizminin, kapitalizmin ikinci büyük aşaması olan emperyalizm içinde ayrı bir faz olduğunu iddia eder.[48] Samir Amin emperyalizmin evrelerinin kapitalizmin tekel öncesi evrelerinden farklı olduğunu belirterek, emperyalist gelişmenin iki evresinden bahseder.[49]

Tekelci devlet kapitalizminden kastedilen, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının yanı sıra, ekonomiye müdahale eden bir devletin doğmasıdır. Baran ve Sweezy, devletin ekonomik süreçlere müdahalesinin kapitalizmin ilk evrelerinde de var olduğunu ileri sürerek bu yaklaşıma itiraz ederler. Harris, tekelci devlet kapitalizmi aşamasını şöyle özetler: “Tekelci devlet kapitalizmi devletin toplumsal işbölümünde (kredi sistemi ve mal piyasalarıyla ifade edilmiş) eşgüdüm sağlayıcı rolüyle ayırdedilir. Bu aşamada devlet Keynesçi makro-ekonomik politikalarla, kamu kesimi tarafından üretilen mal ve hizmetlerle (bu hizmetler ya mal olarak piyasaya sunulurlar ya da ücretsiz eğitim örneğinde olduğu gibi piyasadan soyutlanırlar), korporatist, yol gösterici planlar ve gelir dağılımı politikalarıyla ekonominin yapısını etkileyen faal bir rol oynar. Ayrıca bu aşamada artık değerin ediniminin bir biçimi olarak vergileme de önem kazanır. Dünya ölçeğinde ise sermaye çokuluslu şirketler bünyesindeki üretken sermaye biçiminde uluslararası nitelik kazanır. Sermayenin dolaşımının tek biçimi olarak mal değişiminin ve dış borçlanmanın ötesinde, üretim süreçleri de bölünerek değişik ülkelerdeki fabrikalar arasında paylaştırılır. Bu aşamaya ilişkin teorilerde, devlet ile büyük tekelci sermaye arasında yakın bir bağ olduğu genellikle varsayılır.”[50] Tekelci sermaye ile devlet arasındaki bağ konusunda çelişkili öğelerin de varolduğunu düşünen Marksist yazarlar sözkonusudur. Lenin, tekelci devlet kapitalizmi olarak kavramlaştırmasa da, dış ülkelere yapılan sermaye yatırımlarının gelişmiş kapitalist devletleri rantiye-devletler haline getirdiğini söylemiştir. “Rantiye-devlet, asalak çürüyen kapitalizmin devletidir.”[51] Tekelci devlet kapitalizminin emperyalizmin bir evresi olduğunu söyleyen Marksistler, Lenin’in bu ifadelerine atıfta bulunmaktadırlar.

Lenin’in “Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır” önermesi, tüm ekonomik ve politik yönleriyle Marksistler arasında tartışmanın merkezini oluşturmaktadır. Özellikle emperyalizm içinde ekonomik-politik-ideolojik evreler tespit etmek ya da bunlara karşıt tezler ileri sürmek onun eseri üzerinden yürümektir. Günümüzün popüler olduğu kadar önemli olan “küreselleşme” tartışmasına Marksist teori içinden bir cevap üretmek gerekir ve Lenin’in şu tespitinin tüm uzanımları günümüzdeki “küreselleşme” tartışmaları için söz konusu edilmelidir: “İster bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun, ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifakları, kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerin ‘mütarekeleri’ olmaktan başka anlam taşımamaktadır. Barışçı ittifaklar savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; tek ve aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve olmayan savaşımın almaşık biçimlerini yaratarak, biri ötekini koşullandırır.”[52]

 
 


[1] Marx, Fransa’da devrimin yenilgisini şu sözlerle özetler: “Bu yenilgilerde asıl yenik düşen devrim olmadı. Yenilgiye uğrayanlar, geleneksel devrim öncesi uzantılar, henüz şiddetli sınıf çelişkileri haline gelecek kadar keskinleşmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonucu oldu. (…) Devrim öldü, yaşasın devrim!” (K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Çev.: S. Belli, Ankara 1988, Sol Yay. s. 37)

[2] Gerald A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi, Çev.: Ahmet Fethi, İstanbul 1998, Toplumsal Dönüşüm Yay., s. 167

[3] A.g.e., s. 58

[4] A.g.e, s. 58

[5] Louis Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Celal A. Kanat, İstanbul 1995, Belge Yay., s. 235

[6] G. A. Cohen, a.g.e., s. 62

[7] Metin Kayaoğlu, “Marksist Politikanın Teorik Öncülleri”, Teori ve Politika, Sayı: 1, Kış 1996, s. 31

[8] L. Althusser, a.g.e., s. 238

[9] Kanakis Leledakis, Toplum ve Bilinçdışı, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İstanbul 2000, s. 44

[10] M. Kayaoğlu, Bilim ile Teknoloji arasındaki ilişki konusunda şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bilim, gerçek nesneye ilişkin bir kudrete sahip olmak anlamına gelmez. Bilimle donanmış bireylerin varlığı ve çokluğu, eğer bilim –kendinden kategorik olarak ayrı olan- teknolojik birtakım etkiler vermişse, ancak o zaman çok değişkenli bir ortama sokulan yeni bir değişken konumunu alabilir.” (A.g.e., s. 31)

[11] Paul Bullock/David Yaffe, “Enflasyon, Bunalım ve Savaş-Sonrası Genişleme”, Çev.: Nail Satlıgan, Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde, Der.: Nail Satlıgan, Sungur Savran, İstanbul 1988, Alan Yay., s. 235

[12] Marx, Kapital, I. Cilt, Çev.:Alaattin Bilgi, Ankara 1997, Sol Yay., s. 306

[13] A.g.e., s. 173-174

[14] Erik Olin Wright, “Marksist Birikim ve Bunalım Teorisinde Almaşık Perspektifler”, Çev.: Nail Satlıgan, Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde, a.g.e., s. 180

[15] Marx’tan aktaran E. O. Wright, a.g.e., s. 181

[16] Marx, Kapital, I. Cilt, a.g.e., s. 174

[17] A.g.e., s. 176

[18] Anwar Shaikh, “Bunalım Kuramlarının Tarihine Giriş”, Çev.: Necip Çakır, Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde, a.g.e., s.155

[19] Marx, a.g.e., s. 391

[20] Erik Olin Wright, a.g.e., s. 184

[21] Marx’tan aktaran, Anwar Shaikh, a.g.e., s. 213

[22] Paul Bullock/David Yaffe, a.g.e., s. 238

[23] Marx’tan aktaran Paul Bullock/David Yaffe, a.g.e., s. 239

[24] Marx, Kapital, Cilt III, Çev.: Alaattin Bilgi, Sol Yay. Ankara 1997, s. 219

[25] Paul Bullock/David Yaffe, a.g.e. s. 244

[26] Marx, a.g.e.

[27] Ernest Mandel, “Kapitalizmin Tarihinde ‘Uzun Dalgalar'”, Çev.: Nail Satlıgan, Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde, a.g.e., s. 92

[28] A.g.e. s. 93

[29] Erik Olin Wright, a.g.e., s. 190-191, Wright hizmet sektörü konusunda üretici olan ve olmayan emek arasındaki ayrım konusuna değinmediğini belirttiği dipnotta şunları söyler: “Hizmet sektörünün kesinlikle üretici olmayan emek sayılması durumunda, ekonominin sınai, üreten kesiminde yükselen organik bileşimi hiçbir biçimde ödünleyemeyeceği açıktır. Buradaki sorun, toplumsal derneşik organik bileşimin, ekonominin sermaye yoğunluğu zaten yüksek kesimlerindeki organik bileşimin büyümesinin bir sonucu olmaktan çok, yükselen sermaye yoğunluklu kesimler ile düşük sermaye yoğunluklu kesimlerin büyüklüklerindeki karmaşık bir göreli değişmeler örüntüsünün de sonucu olabileceğidir.” (A.g.e., s. 191) Üretken olan ve olmayan emek ayrımının temel ayıracı artı-değer üretimi ise, hizmet sektörünün şu ya da bu kesiminin artı-değer ürettiğini ileri sürmenin ve bazı hizmet sektörlerini bunu dışında bırakmanın teorik bir açıklaması mümkün gözükmemektedir. Özellikle sağlık ve eğitimin emek-gücünü yeniden ürettiği ve onun değerine değer kattığı vargısının teorik zayıflığı açıktır. Polisin ve ordunun emek-gücünün yeniden üretimine katkıda bulunmadığını kim söyleyebilir? Polisin, işçilerin can ve mal güvenliğini koruyarak bir sonraki çalışma gününe ulaştırmadığı söylemek mümkün değilse, şimdilerde hastanelerde, okullarda, devlet dairelerinde, alışveriş merkezlerinde özel teşebbüsün güvenlik şirketlerinde istihdam edilen çalışanların emeklerinin artı-değer ürettiğini mi söyleyeceğiz? Hizmet sektöründe bazı emek-güçlerinin üretken emek olduğunu söylemek, teorik olarak diğer kesimleri de işin içine katmak anlamına gelir. Bu durumda, sermayenin organik bileşimi tezi “hiçbir şekilde rüştünü ispatlayamaz”. Üretken emek ayrımı, dikkat edilmesi gereken temel bir ayrımdır. Birileri hizmet sektörüne işaret ederken, işçi sayısında azalma değil artma olduğu konusunda Marx’tan kanıtlar ararken, hem Marx’ın güçlü teorik ifadelerini çöpe atmakta, hem de hizmet sektörüne üretkenlik atfederek, tersten post-kapitalist paradigmaya ulaşmaktadırlar.

[30] Marx’tan aktaran Paul Bullock/David Yaffe, a.g.e., s. 244

[31] A.g.e., s. 244

[32] Erik Olin Wright, a.g.e., s. 195

[33] Aktaran Shaikh, a.g.e., s. 150

[34] Anwar Shaikh, a.g.e., s. 150

[35] Laurence Harris, “Tekelci Kapitalizm”, Çev.: Cengiz Bozkurt; Tom Bottomore (Der.), Marksist Düşünce Sözlüğü, a.g.e., s. 556

[36] Anwar Shaikh, a.g.e., s. 146

[37] Samir Amin, Luxemburg’u şöyle değerlendirir: “Rosa Luxemburg’un, dış pazarlar olmaksızın birikimin de olamayacağı yolundaki tezi iyi bilinir. Emperyalizm ve Sermaye Birikimi’nde, Bukharin’in, para ve kredinin rolünü hatırlatırken açıkça gösterdiği gibi, Luxemburg’un yargısı ekonomik olarak hatalıdır. Ama daha da önemlisi genelde kapitalizmin gelişmesi ile ilgili olan teorisi, emperyalizmin özgün karakteristiğini aydınlatmaz. Bu nedenle, Rosa Luxemburg revizyonizme karşı zayıf kanıtlarla mücadele etti.” (Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Çev.: Semih Lim, İstanbul 1992, Kaynak Yay., s. 152

[38] Anwar Shaikh, a.g.e.

[39] John Weeks, “Emperyalizm ve Dünya Pazarı”, Çev.: Şahin Kahveci; Tom Bottomore (Der.), Marksist Düşünce Sözlüğü, a.g.e., s. 192

[40] Kautsky’den aktaran Lenin, Emperyalizm (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması), Çev.: Cemal Süreya, Ankara 1992, Sol Yay., s. 97

[41] A.g.e., s. 99

[42] A.g.e., s. 99

[43] Paul Bullock/David Yaffe, a.g.e., s. 262-263

[44] Lenin, Emperyalizm, a.g.e., s. 95

[45] “Marx’ın çözümlemesinde bu olguların ikisi de rekabet savaşından doğarlar ve sonuçta onun kızışmasına hizmet ederler. Fakat burjuva iktisadında ‘tam’ ya da ‘saf’ rekabet kavramı, herhangi bir yoğunlaşmanın veya merkezileşmenin, rekabetin antitezi olduğunu ifade eder. Burjuva düşüncesi erken kapitalizmde ve/veya Marx’ın buna ilişkin çözümlemesindeki rekabet gerçeği ile özdeşleştirildiğinde, yoğunlaşma ve merkezileşmenin giderek arttığı biçimindeki tarihsel olgu, rekabetin çökmesi, “eksik” rekabetin oligopolün ve tekelin doğmasının prima facie (ilk bakışta göze çarpan) kanıtı olarak görünür. Marksist iktisatta, Hilferding ile başlayan ve Kalecki, Steindl, Baran ve Sweezy tarafından geliştirilen egemen gelenek, tam olarak bu çifte özdeşleştirmeyi yapar. Bu, savunucularının, çağdaş kapitalizmin sonuçta tekelciler, işçiler ve devlet arasındaki güç dengesinin sonucu ile düzenlendiğini öne sürmelerine yol açar. Bunun karşıt ucunda, Varga (1948) ve yakın zamanlardaki diğer bazı yazarlar, yoğunlaşmanın ve merkezileşmenin, rekabeti yoketmenin tam tersine, onu şiddetlendirdiğini ve karlılığa ilişkin ampirik kanıtların gerçekte Marx’ın rekabet kuramı için destek sağladığını ileri sürmüşlerdir (Clifton 1977, Shaikh 1982). Lenin’e her iki tarafın da sahip çıktığına işaret edilmelidir.” Anwar Shaikh, “Sermayenin Merkezileşmesi ve Yoğunlaşması”, Çev.: Abdullah Ersoy; Tom Bottomore (Der.), Marksist Düşünce Sözlüğü, a.g.e., s . 493

[46] Paul Bullock/David Yaffe, a.g.e., s. 272

[47] Lenin, a.g.e., s. 95

[48] Laurence Harris, “Tekelci Devlet Kapitalizmi”, Çev.: Barış Aybay; Tom Bottomore (Der.), Marksist Düşünce Sözlüğü, a.g.e., s. 556

[49] Bkz. Samir Amin, a.g.e., s. 156-160

[50] Laurence Harris, “Kapitalizmin Dönemlendirilmesi”, Çev.: Metin Çulhaoğlu, a.g.e., s. 326-327

[51] Lenin, a.g.e., s. 109

[52] A.g.e, s. 127

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar