Ana SayfaArşivSayı 21Taklidi Zor Bir Şiddet

Taklidi Zor Bir Şiddet

Taklidi Zor Bir Şiddet
Zor Bir Adam ve Davası

 “Rengarenk dünyada bir adam gezer,
Ne zengin ne fakir ne mümin ne zındık,
Hiçbir gerçeğe dalkavukluk etmez,
Hiçbir yasayı tanımaz…
Cesur ve üzgün…
Bu alacalı dünyada kimdir bu adam?” 
Ömer Hayyam/Rubaiyat[1]

Sevil Toprak

Politik bir araç olarak şiddetin kullanılmasının devrimci literatürde Narodnikler’le özdeşleştiği söylenebilir. 1800’lerin son onyıllarının etkili devrimci örgütü olan Narodnaya Volya, halk adına yaptığı suikast eylemleriyle kaos yaratarak iktidarı yıkmayı hedeflemişti. Eğer şiddet söz konusuysa, modern tarihte biraz daha gerilere gidildiğinde de karşımıza Fransız Devrimi ve Jakobenler çıkar. Batı literatüründe Narodnikler’in Jakobenler’le benzeştirildiği bilinir. Jakobenizm terimi Narodnikleri de tanımlamak için kullanıldı. Fransız geleneğinin orijinal isimlerinden olan Babeuf, yine politik bir unsur olarak şiddete verdiği özel önemle kendini diğerlerinden ayırır. 1840’lı yılların Fransa’sında hayat bulan “iktidarı ele geçirecek suikastçi ve komplocu partiler” de bu bağlamda dikkate değer örnekler olarak sıralanabilir.

Marksizm, şiddete özel bir yer veren ve devleti karşısına alan hareketleri, partileri hep belirli bir ihtiyatlılıkla eleştirdi, mücadele geleneklerini sahiplendi. Mesela Marksistler kendilerini Jirondenler’in değil, Jakobenler’in takipçisi olarak görmüştür.

Lenin, Rusya’da devrimciliğin doğuşunun yaratıcıları olarak tanımlanabilecek Narodnikler’i eleştirerek kendi politik konumunu belirledi. Ancak, şiddeti kullanmaktan ve şiddete maruz kalmaktan çekinmeyen Narodnik militan ve önderlere duyduğu güven ve sevgiyi hep ifade etti. Reformistlere yönelik eleştirileriyle kıyaslandığında Narodnikler’e yönelik eleştirileri hep farkını hissettirdi. Bunun, devrimci olanı olmayandan ayırma kaygısıyla yapıldığı ileri sürülebilir.

Narodnikler, kapitalizm çağının dikkate değer bir örgütüydü. Aynı zamanda, tarih boyunca gelen, ‘şiddetin politik kullanılış’ geleneği olarak tanımlanabilecek genel bir alanın da içinde yer alıyorlardı. Benzer nitelikte politik şiddet kullanılışına Türkiye’de devrimci hareketler ve ulusal devrimci harekette de zengin örneklerle rastlandı..

Marksistler, iktidarın zorla yıkılacağı ve proletarya diktatörlüğünün kurulacağı anlayışıyla hareket ederler. Devrimcidirler, dolayısıyla şiddeti politik bir araç olarak kullanmayı ilkesel olarak asla reddetmezler. Ancak yine de, Marksizmin, şiddetle göreceği hesabı olduğu kesindir…

Şu önemli nokta unutulmamalıdır ki, Marksizm şiddetin politik araç olarak kullanılmasının meşruluğunu kabul ederken, ilkesel bir şiddet anlayışının, şiddet fetişizminin de karşısında durur. Birçok Marksist eserde terörizm haklı eleştirilerin nesnesi olur… Ama belirttiğimiz gibi, devrimcilik asla unutulmadan…

Modern çağdan biraz gerilere gidildiğinde ise çok orijinal bir örneğe İslam toplumunda rastlanır: Batıni[2] Hasan Sabbah… Sabbah, özellikle uyguladığı şiddetle Batı’da ve Doğu’da efsaneleşmiştir. Dolayısıyla bu şiddeti ve şiddetin yapısal varoluşunu sağlayan ideolojik-örgütsel-askeri yapılanmayı incelemek, Sabbah’ı bir geleneğin doğuşu, gelişerek devletleşmesi, yaşadığı değişimler ve çöküşü ışığında ele almak önemlidir. “Hasan Sabbah”, demokratların avuçlarında tutamayacakları kadar yakıcı bir gerçekliktir… ‘şiddetin politik kullanılış’ geleneği olarak tanımlanabilecek genel bir alanın içinde yer alan Nizarilerin, Jakobenler’le ve Narodnikler’le bu bağlamda paralellikler içerdiğini söyleyebiliriz.

Bu yazıda, politik araç olarak kullanılan ‘şiddet’ olgusu İslam tarihinin orijinal örneği Hasan Sabbah ve davası üzerinden incelenecektir. Sabbah şahsında Nizari hareketinin dikkat çeken yönleri ortaya konulacak; Sabbah ve ‘davası’nın dönemsel çarpıcı özellikleri, Nizarilerin kurduğu bir buçuk asrı deviren devletin nitelikleri konu hakkında Türkçe yayınlanan eserler dikkate alınarak derlenecektir.

Nizarilerin tarihi anlatılırken günümüzde varolan örgüt ve partiler, Marksist tarihte varolan etkili hareketlerle benzeştirme yapma yöntemi tercih edilmemiştir. Tamamen Nizarilere odaklanarak fe(dai) kurumunun açıklanması hedef alınmış, Sabbah nezdinde bir dönemin başarılı hareketi üzerinde çalışılmıştır.

Hasan Sabbah’ın Hayat Hikayesi

Kendi ağzından: 7 yaşına bastığımdan beri çeşitli ilimleri/öğretileri öğrenme merakıyla yanıp tutuşuyordum. Din alimi olmak istiyordum. 17 yaşına kadar ilim peşinde koştum. O zaman babamın mezhebi olan İmamiye Şiiliğini benimsiyordum. Günün birinde Emir Zerrab isminde biriyle Rey şehrinde karşılaştım. Arada sırada bana, Mısır’daki fatimi halifelerinin öğretilerini açıklardı. Daha önce de Horasan ve Cürcan baş davetçisi (Dai misyoner) benzer şeyi yapardı.

İslami inancı, şek ve şüphe götürmezdi. Allah’a ve peygambere ve emredip yasaklayan imama, cennet ve cehenneme, haram ile helale, imanım tamdı. Sıradan insanların özellikle Şia’nın gerçek din ve öğretiyi benimsediklerini sanıyor ve İslam dışında hakkı arama gerçeğini hiç mi hiç duymuyordum. İsmaili fırkaları felsefe, Mısır’daki halifeleri birer filozof olarak algılıyordum.                                                                                      

Emir Zerrab denen bu kişi iyi mizaçlı biriydi. İlk sohbetimizde dedi ki: İsmaililer, böyle şeyleri savunuyorlar, hemen cevabı yapıştırdım: Bak dostum! Onların neyi savunduklarını bana anlatma. Zira sınırı aşmışlar. Görüşleri gerçek öğretiyle bağdaşmıyor. Durmadan tartışıyorduk. Ve o , benim görüşlerimi çürütüyordu. Ancak bunu kabullenmiyordum. Gelgelelim sözleri etkileyiciydi. Bir sohbetimiz sırasında dedim ki, İsmaililer’den biri ölünce bu bir mülhidin, dinsizin cüssesidir, diyorlar. Halbuki halk arasında sayısız yalan ve haksız adalet vardır. Nizari fırkasının Allah’tan korktuğuna mensuplarının dini bütün ve zühd ehli olduklarına, şarabı sevdiklerine tanık oldum. Şaraptan dehşet korkardım. Zira bu meretin cinnet ve her türlü kötülüğün kaynağı olduğuna dair kutsal metin vardır.

Nihayet yakalandığım amansız hastalıktan kurtuldum. Başka bir İsmaili mensubuyla karşılaştım. Ona söz konusu mezhebin bahsini açtım. Mezhebin gizli yanlarıyla nihai gerçeklerini keşfetmeye yarayan açıklamalarda bulundu. Bu kez ‘mümin’ namında ve Şeyh Abdulmelik el Aktaş’tan davet icazeti almış başka bir zatla tanışıp, ondan kabul edilmem için çalıştım. Ve dedi ki ‘Ey Hasan! sen benden makam ve mertebe bakımından daha yüksektesin. Çünkü adının Hasan olması yani hem Hz. Ali, hem tanrı oğlu anlamına gelir. Oysa adı mümin olan ben, senden imama bağlılık ve itaat yeminin nasıl alabilirim ki?’ Biraz tartışmadan sonra bağlılık ve biat yeminini aldı. Daha sonra davet yardımcılığına getirildim.

Ve sonra bana ‘artık Hazret’in huzuruna varmanın zamanıdır’ denildi. Hazret Mısır’daki Fatimi Halifesidir. (Daftary’ten akt.: Faik Bulut, a.g.e., s. 150-1)

Emir Zerrab dedi ki: Gece yatağına uzanıp düşüne dururken, sana söyleyeceklerime ikna olacaksın.

Ondan ayrıldım. Fakat İsmaili kitaplarda İsmail’in imamlığına dair çok sayıda delil buldum. Ardından gaip imamlara vasıl oldum. Şaşakaldım ve dedim ki: Bu imamlık makamı kutsal metin ve talime dayanıyor. Bunun ne olduğunu bilmiyorum. Tam da bu kararsızlık ortamında şiddetli bir hastalığa yakalandım. Meğer Allah , etimi tenimi değiştirmeyi istiyormuş. ’Allah onun etini ve kanını daha iyisiyle değiştirdi’ sözü üzerimde tatbik ediliyormuş gibi geldi bana. O zaman inandım ki İsmaililik hak mezhepmiş. Ama korkumun şiddetinden bunu bir türlü kabullenemiyordum. Sonra kendi kendime ‘artık vakit tamamdır; yoksa Hakka ulaşmadan helak olup gideceksin’ dedim. (Lewis, a.g.e., s. 33)

Dünyevi ve devrimci

Hasan Sabbah İslamiyet içinde mücadele ederek, Sünni İslam karşıtı olarak anılan bir gelenek yarattı. Sünni İslama meydan okurken, devrimci yöntemler kullandı. Özel bir eğitimden geçirdiği fedailerini, dönemin Türk-İslam liderlerine yöneltti. Sabbah’ın şiddeti onulmazdı. Sadece Türk-İslam dünyasını değil Haçlıları bile korkutuyordu. Başarıya ise kurduğu ve tam bir buçuk asır yaşayan Nizari devletiyle ulaştı.

Dünyevi ve devrimci niteliğiyle tarihte ayırt edilebilecek olan Hasan Sabbah, ardıllarına dünyayla barışık bir öğreti ve pratik eylem stratejisi bıraktı. Onun öğretisinden yola çıkan Nizari liderler kıyamet teorisini geliştirip bir anlamda ‘Nizarilerin muradı dünyada cennet’ diyerek kendisini var etti. Geleneği yenilikle buluşturan Sabbah, kurduğu Nizari mezhebine, İsmaililiğin geleneksel birçok özelliğini aldı. Bu özelliklerden en önemlisi dai (propagandacılar ve teorisyenler) mekanizmasının işleyişiydi. Sabbah ve ardıllarının yenilikçiliği ise yine İsmaililerden alınan ‘davet’ öğretisinin ‘yeni davet’ şeklinde yeniden düzenlenmiş olmasından anlaşılabilir. Hasan Sabbah böylece İran topraklarında büyük bir çığır açtı.

Hasan Sabbah, abartılı beklentilere kendini kaptırmadı. Dava uğruna her ne pahasına olursa olsun, belirlenen hedefe ulaşmak; hedefi imha etmek; bu arada mutlak ölümü sevinçle karşılamak şeklinde tanımlanabilecek bir anlayışa sahipti.

Sabbah, sisteminin sürekliliğini, kurduğu üst-ast ilişkisiyle, öğretisinin devamını öğretmen-öğrenci hiyerarşisiyle dönemine uygun bir şekilde sağlamlaştırdı. Ütopik, hümanist anlayışlara prim vermedi. Bütün gerçek bilginin, birbiriyle anlaşılabilecek iki karşıt ucun çelişkisini gerektirdiğini vurgulayan Hasan Sabbah, bu diyalektik ilkeyi gerçeği arayan bireyle, gerçeği söz konusu birey adına bulması gereken yetkili öğretmenin ilişkisine uyguladı. Gerçek bilgiyi arayan bireyin de, us yürüterek, bir öğretmene ihtiyacı olduğunu anlayabileceğini ama daha öteye geçemeyeceğini kaydetti. Us yürütme bu yetkili öğretmenin kim olduğunun bilinmesine ya da kendi başına nihai gerçeğin bilgisine ulaşmasına yeterli olamazdı. Sabbah böylece öğrencilerin öğretmenden şüphe duymasını engelledi. Nihai otorite iddiasında olan kişinin yani imamın bu yetkisini kanıtlamak için kendi varlığından başka bir kanıt getirmesi gerekmediğini söyledi. Hasan Sabbah için mucizeler göstermesi ya da soy ağacını kanıtlaması gerekmeyen bu imam, meşruluğunu kanıtlamak için sadece varlığı ve iddiası yeterli olan İsmaili imamıdır.

Onun dünyeviliği şu ifadelerde vücut bulur: “İnkar eden öğrenir; zira inkar eğitimdir. Ancak bilgi marifet (akıl ve görme yoluyla) değil, dürüst bir öğretici-öğretmen kanalıyla olur. En doğru öğretmen ise imam’dır. O halde gerçek bilgiyi öğrenmek ve eğitim için bir imam’a muhtacız . Onsuz bir şey olmaz; akılsal bilgi imkansızdır…Biz ve sizlerin dediği şudur: İlahımız, akıl tanrısıdır. Yani her yanıyla aklın götüreceği doğru yol budur.”[3]

Çocuklarının verdiği devrimci mücadeleye bir anlamda onları egemen gücün teröründen korumak için anneler tam destek verdi. Eyleme giden oğlunun davası uğruna öldüğünü duyan bir Nizarili annenin sevinç çığlıkları atması ama sonradan oğlunun hayatta kaldığını işitince karalar bağlayıp yas tutması anlatılır. Bu, Nizariler’de görülen en dikkat çekici davranışlardan biri olarak sayılabilir. Hasan Sabbah davasına inanan insanların kolektif bilince erişmesi söz konusuydu. İsmaililer, hasımlarının öfkeli, intikamcı, aptal ve hantalca tepkilerini çekmekle övünebilirlerdi. Ciddi bir politik ve teorik eğitim görmenin İsmaililer’e kazandırdığı sabırlı ve temkinli davranma, hızlı hareket edip, istediğini alma gibi özellikler; bir fedai açısından hem kişisel, hem toplumsal dürtülerle donanmış olmak demekti.[4]

Çocuklarını öldürecek kadar ‘cani’ ve adil bir lider olan Sabbah, çocuklarından birini içki içtiği için, diğerini Nizarilerin çıkarlarını koruyan bir lideri öldürdüğü için öldürttü.[5] Karısını ve kızlarını ise Alamut Kalesi dışında bir bölgeye çalışmaya gönderdi ve bir daha hiç geri çağırmadı. Ayrıca, kendi mevki ve makamını alışılmış geleneğini bozarak çocuklarına değil en yakın arkadaşlarından biri olan Buzurg Ümit’e verdi. Çocuklarına karşı uyguladığı şiddet, Nizariler arasında Sabbah’ın adaletinin herkes için olduğu anlamına geldi. Nizari müritler Sabbah’ın adaletine adeta taptı ve aynı zamanda bu adalet düşmana korku saldı. Yaşadığı dönem dikkate alındığında kendi varisi olarak oğullarından birini değil de başarılı bir komutanı seçmesi devrim niteliğindeydi.

Dünyeviliği ve devrimciliğinin yanı sıra mutaassıp olarak tanımlanabilecek olan Hasan Sabbah, uzun yıllar boyuncabinbir hileyle’ ele geçirdiği kalesinden bir adım bile uzaklaşmadı. Yaşadığı zaman boyunca kalesinde asla içki içirmedi. İçenleri ağır bir şekilde cezalandırdı. Vaktinin büyük bir bölümünü ibadet ederek, çilekeş bir insan olarak geçirdi. Ama, yine kendisinin yarattığı öğreti sayesinde kendisinden sonra gelenler içkiyi serbest bıraktı ve bu da tepki görmeyerek halk tarafından benimsendi.[6]

‘Dumanlı havayı kurt, kargaşa ortamını devrimci sever’ misali, Hasan Sabbah yaşadığı dönemde meydana gelen kargaşalardan, toplumsal çatışmalardan ve sınıfsal ayrımlardan yararlanmasını bildi, düşmanlarını kendine has şiddeti kullanarak caydırdı. Sabbah’ın yaşadığı dönemde İslam liderlerinin kendi aralarında bitip tükenmeyen bir mezhep kavgası vardı. Selçuklunun ve İslamın bütün kargaşa dönemlerinden yararlanarak kendine mevziler kazandı.

Bunu geleneği olan İsmaililik’ten almıştı: Dönemin Müslüman toplumunda üretim araçları ve ekonomik ilişkilerinde değişiklikler olmuştu ve Arap olmayan Müslümanlar arasındaki ilk zamanlarda devrimci Şiiliğe kitle tabanını sağlayan hoşnutsuz bir toplumsal sınıfın doğmasına neden olan ayrım ortadan kalkmıştı. Bu yeni ve daha karmaşık çevre içinde yeni çıkar çatışmaları ortaya çıkmıştı. Sıradan halk ve birçok hoşnutsuz grup doğal olarak kurulu düzene karşı çıkan her türlü harekete yatkındı. İran ve Irak’ta küçük çapta bazı köylü ayaklanmaları ve rejim karşıtı örgütlenmeler vardı. Aynı zamanda çeşitli yerel hanedanların ortaya çıkışı, halifeliğin siyasal dağılışını haber veriyordu. Arap ve Arap olmayanların yaşadığı hoşnutsuzluklar için en büyük çekim merkezi devrimci Şiilik, özellikle de İsmaililik ve İsmailiğin ‘keskin’ kolu Nizarilik olmuştur. Dünyada adaletin hakimiyetini sağlayacak mehdinin kısa zamanda geleceği beklentisi, İsmaililiğin bu mesajı, farklı kökenlerden gelen ezilen halk yığınları için çekici bir propagandaydı. İsmaili hareketi daha başından beri toplumsal şikayetler ve eşitsizliklere özel bir dikkat göstermiş, böylelikle bir toplumsal protesto hareketi niteliği kazanarak Sünni düzene karşı ciddi bir tehdit oluşturmuştur.[7]

Hem sarayda hem köyde örgütlenip, her yere ayrı siyaset uygulayan Nizari devletinin gösterdiği istikrar ve güçlü direniş ruhu, mezhebin uyguladığı özgül mücadele yöntemleri ve liderinin dehasıyla ancak kısmen açıklanabilir. Söz konusu erdemlerde, bu etkenlerin yanı sıra, baskı karşısında Nizari dayanışması, misyonlarına gösterdikleri tam adanmışlık ve mezhebin Müslüman toplumunun seçkin bireyleri nezdindeki büyük çekim gücü de rol oynamıştır.[8]

Hasan Sabbahçı Nizariler; sömürülen köylülerin, şehirde ezilen esnaf ve zanaatçıların çıkarlarını koruyarak başarı elde ediyorlar; bu arada, Batıni inanca sahip geniş yığınların Sünni egemenlerce baskı altına alınmasına karşı koyarak taraftar topluyorlardı.[9] Sünniliğin iflas ettiğini söyleyen Nizariler; Sünnilikle çoktan beri uzlaşıp Sünni egemenlerle işbirliği yapan On İki İmamcı Şiiliğe alternatif olarak ihtilalci söylem ve tavırlar sergiliyorlardı.[10] Hasan Sabbah, hem Selçuklu sarayıyla hem de Sünni İslam’ın ileri gelenleriyle ilişki kurdu. Hem çobanlardan hem de Selçuklu sarayındakilerden kendine yandaş buldu. Hatta, Nizarilerin Hristiyan aleminde de, o topluluğa uygun çalışmalar yürüttüğü ve müritler kazandığı söylenir.

Hodgson’un ifade ettiği gibi Nizarilerin hedefi “…Resmi İslam ve onun Sünni sentezine meydan okumak; kurulu düzeni yıkmaktı… Yerleşik düzene geçmiş kitleler arasında ise, daha çok Mehdi beklentisi dile getiriliyor; “hakça düzen, hak ve adaletin sağlandığı bir sistem” üzerinde duruluyor, “şeriatı uygulayan dini sapıklar ile bu dünyaya egemen olan hanedanların alaşağı edilmesi” yolunda propaganda yapılıyordu.”[11]

Alamut döneminin, dağlılar, köylüler ve küçük kentlerde yaşayan kentli gruplardan oluşan Nizari Cemaati, yaşadıkları başlıca alanlarda sahip oldukları yerel inisiyatif ruhunun da yardımıyla, kültürlü bir toplum oluşturdular. Alamut’ta, Kuhistan’da ve Suriye’de yalnızca İsmaili eserlerini de içeren dinsel kitapların değil, bütün bilim dallarına ilişkin kitap ve donanımın bulunduğu zengin kütüphaneler yarattılar. Değişik bilim dallarıyla ilgilendiler. Ve aralarına giren birçok yabancı sayesinde canlılıklarını korudular.[12]

Kar yağabilirdi ama yağmadı; Sabbah’ın dişiyle tırnağıyla kurduğu devleti, yedinci lider olan Hürşah’la son buldu. Moğollarla mesaj alışverişinde bulunan Alamut’un son lideri Hürşah, yağması beklenen karın yardımına yetişeceği ve Moğolların kuşatma hareketini zora sokacağı umuduyla zamana oynuyordu. Ne var ki 1256 güzünde hava alışılmamış bir biçimde yumuşak oldu. Ve Moğolların saldırısı karşısında Hürşah teslim oldu.

Girdkuh Kalesi ise teslim alınan en son kale oldu. Nizari kalelerinin en azından belli başlıları yalnızca kendi kaynaklarına dayanarak uzun yıllar boyunca savunulabilirdi. Girdkuh Kalesi, İran’da kalan son Nizari kalesi olarak kendisini kuşatan Moğollara Alamut’un düşüşünden sonra tam 13 yıl boyunca karşı koymuştur. 1270 yılında savunucularının sırtında giyecekleri elbise dahi kalmadığında kale teslim alınmıştır.[13] Girdkuh örneği, Hürşah’ın politik hamlelerinin sorgulanmasına neden olan bir unsur olmuş, Nizariliğin direnişçi geleneğini yaşatarak, Alamut’un önüne -belirli bir dönem için- geçen ilk kale de olmuştur. Tarihçiler, direnseydi Alamut’un yıllarca dayanabileceğini iddia etmektedir. Hürşah’ın son dönemlerde Moğollardan kaçan ve Alamut’a sığınan dönemin aydınlarının etkisinde kalarak uzlaşmayı seçtiği söylenmektedir.[14] Hürşah, bu uzlaşmayı hayatıyla ödemiştir. Ancak, Nizarilerin liderlerine duyduğu inanılmaz güven, bu dönemde de kendini göstermiş, müritler bizzat Hürşah’ın gizlice Girdkuh Kalesindekilere direnmeleri talimatı verdiğine inanmıştır.

Namlunun ucunda büyüyen” bir iktidar

Nizari hareketi iki temel özelliğiyle ifade edilebilir: Fedailik ve dailik. Bunlardan birincisi düzenli politik şiddet eylemleridir. “Nizarilerin Avrupalıları etkileyen yönü ‘başkanlarına canları bahasına gösterdikleri bağlılık değil, düşmanlarına karşı uyguladıkları ölümcül mücadele yöntemleri oldu.”[15] Lewis Nizarileri şöyle değerlendiriyor: “Haşhişilerin tek bir konuda öncüleri yoktur. O da terörden uzun süre sistematik bir biçimde süikast silahı olarak yararlanmaları konusudur.”[16] Bu politik şiddet eylemlerinin anlam kazandığı ve kendisine politik bir yer bulduğu sistemin ana yapı taşlarından bir diğeri -ikincisi- ise ‘yeni davet’ öğretisidir. Yeni Davet, varlığını genelde Şii geleneğinin takiyye ilkesinden, özelde İsmaililerin bu ilkeye verdiği özel anlamdan aldı. Nizarileri özetleyen bu iki temel özellik için en uygun terim fe(dai)lik’tir.
Sabbah nezdinde Nizarilerin, geleneklerinden alıp sürekli bir diyalektik süzgecinden geçirdikleri ‘takiyyecilik’ ilkesi iki temel özelliği pekiştiren ve belki de uygulanabilir olmasına yol açan önemli bir olgu olarak da nitelendirilebilir. Takiyye ilkesinden kaynağını alan Yeni Davet, daha da genişletilip diğer Nizari liderlerinin geliştirdiği öğretilerin yaşam olanağı bulduğu bir bütünlük olarak da tanımlanabilir. Nizarilerin teorisi dünyayla barışıktır.
Nizariler, sadece tarikata girmiş olanların bildiği sırların bekçileri, imamın marifetiyle mutluluğun dağıtıcıları ve nihayet dünya meşakkatlerinden ve şeriatın boyunduruğundan kurtulma konusunda mehdilikle ilgili bir vaadin taşıyıcıları olarak düzenin diniyle asla bağdaşmayan, halka yönelik heyecana dayalı bir ayinler geleneğine, yani İslam öncesinden günümüze kadar gelen uzun bir devrimci geleneğe sahiptir.

Fe(dai)lik

Kendi, (kurgusal) ifadesiyle ‘Yaşamı boyunca kelle koltukta gezen, ömrünü düşman ilan ettiği, Selçukluyla mücadeleye adayan Hasan Sabbah’ın yarattığı hiyerarşi şöyleydi:

Hiyerarşinin en tepesindeki imamın vekili Hasan Sabbah; Pir, Seyid, Hüccet olarak anılıyordu. Çevresinde komutan, dai ve danışmanlar yer alıyordu. Bu baş davetçilerin ayrı ayrı sorumluluk bölgeleri vardı. Baş davetçi kümesinin hemen altında refik (yoldaş) adıyla anılan hareketin yöneticileri mevcuttu. Sıkı bir eğitim gördüklerinden bir kaleyi, bir şehri, hatta bir eyaleti yönetebilecek yetenekteydiler. En maharetlileri “Dai” olabilirdi. Mesleki saygınlıkları olan refikler, verilebilecek her görevi yapmaya hazırdı. İnanmış her İsmaili mensubu bu davanın geleneklerini yerine getirince refik diye çağırılabilirdi. Hiyerarşinin en alt basamağındaki Lassigler sıradan örgüt üyeleri olup (Milis), eylem yapmazlardı. Çoğunlukla kale çevresindeki çoban, kadın ve yaşlılardan meydana gelen Lassigler köylerde yaşar ve kuşatma anında lojistik destek verirlerdi. Katliama en fazla maruz kalan kesim de bunlardı. Mucip denen acemiler ilk eğitimlerini tamamladıktan sonra yeteneklerine göre nam salar, Fedai birimine seçilirlerdi.

Davaya son derece inanmış, kararlı, gözüpek, becerikli ve direnç sahibi fedailerden beklenenler arasında şunlar sayılabilir: “Bıçak/hançer kullanmayı iyi bilmek, kurbanı en zayıf noktasından (kalbi, şah damarı) vurmak, avını en ince ayrıntılarına kadar izleyip onu öldürmek için en uygun fırsatı kollamak, verilen görev için çevreye uyum sağlamak ve her kılığa girebilmek; posta güvercinleri aracılığıyla iletişim sağlamak ve şifreleri ezberlemek, hızlı gizli haberleşme teknikleri geliştirmek, istenilen devlet adamını veya şahsiyeti öldürdükten sonra ‘bunu şu sebeple yaptım’ diyerek siyasi inancını bağıra bağıra ilan etmek; halkın linç etmesinden korkmaksızın inandığı davanın sloganlarını haykırmak veya anında canına kıyabilmek…”[17]

 

Nizarilerin Tarihi

Nizari devleti, Hasan Sabbah ve Alamut efendileri diye anılan 7 kişi tarafından yönetilmiştir. Yöneticilere ve dış dünyaya karşı izledikleri siyaset ve ideolojilere göre, Alamut İsmaililiğinin tarihi üç ana bölüme ayrılabilir. Nizari devletinin 1090’da Hasan Sabbah tarafından kuruluşundan, Hasan Sabbah’dan sonraki İkinci Alamut efendisinin 1162 tarihine kadar süren başlangıç döneminde Nizariler, Selçuklulara karşı giriştikleri genel ayaklanmanın başarısızlığa ulaşmasından sonra kendi devletlerini kurmayı ve sağlamlaştırmayı başardı. İmamlık iddiası ortaya atan 4. ve 5. efendilerinin yönetimine rastlayan 2. Dönemde Nizariler kendi dışlarındaki dünyayı ruhsal anlamda reddetmeyi içeren sembolik bir kıyamet alanına girdiler. Son üç efendinin yönetimine denk düşen 3. ve son dönemde ise Batıni görüşlerinden ve kıyamet fikirlerinden kısmen ödün veren Nizariler, Sünni dünyasıyla uzlaşmaya çalıştılar ve aynı zamanda siyasi tutkularını yeniden canlandırdılar. Ne var ki bu girişimlere Alamut’u yıkan Moğol istilası kesin bir son verdi. (Daftary, a.g.e.)

 

 

İsmaililerin ve İsmaili Nizarilerin Dinsel Soyağacı

Şiiliğin büyük hayal kırıklığını ve yeniden biçimlenmesini hazırlayan Abbasi devriminin öncesi ve sonrasındaki fırtınalı yıllarda, Cafer el Sadık, sessizce, imamlıkla ilgili görüşleri yayıyordu. Bu görüşlerin bazıları, babası el Bakır tarafından başlangıç halinde formüle edilmiştir. Ancak bu görüşleri geliştirmek ve temel bir imamet öğretisi halinde sistemleştirmek görevi Cafer el Sadık ile başta tanınmış imamı otorite Haşim b. El Hakem olmak üzere yakın çalışma arkadaşlarına kalmıştı. Burada Şiiliğin bu merkezi öğretisinin, yalnızca İmam Cafer’in zamanının gereklerine göre vurguladığını ve imamlığın güçlendirilmesine hizmet eden bazı ilkelerini özetleyeceğiz.

İmamlığın ilk ilkesi, Ehli Beyt’ten seçilmiş bir kişiye, Tanrı tarafından ihsan edilen bir ayrıcalık olarak tanımlanan, her imamın ölümünden önce, yerini; tanrının yol göstericiliğiyle kendisinden sonra gelecek imama açık ve kesin bir biçimde devretmesi demek olan ‘nass’tır. Belirtildiği gibi ‘nass’ yoluyla imamlığın geldiğini iddia eden başkaları da olmuştur. Cafer el Sadık’ın, ‘nass’ anlayışının ayırt edici özelliği, bu yetkiye dayanan imamlığın, bu kişi halifelik iddiasında bulunsun ya da bulunmasın belirli bir kişide kalmasıdır. Böylelikle Cafer, her zaman için, ‘nass’ yoluyla belirlenmiş, meşru imamlık otoritesinin tek sahibi olan bir gerçek imamın var olduğunu ileri sürüyordu.

İmam Cafer’in nass yoluyla kazandığı imamlığı ve Fatimi mezhebi sayesinde, sofuca bir yaşam sürmenin ayrıntıları üzerine kafa yoran bütün otoriteler arasında eşsiz bir konumdaydı. İzleyicileri de kendisine, gerçek müminlerin vicdanlarını ve yaşamlarını yönetmek için zorunlu olan yetkili ilmin eşsiz sahibi olarak bakıyorlardı. Aynı nass konusunda olduğu gibi, ilim ve bilim konusunda da, İmam Cafer’in ilmi, Hüseyin kanalından Ali aracılığıyla peygambere dayanıyordu.

İmam Cafer’in ölümünden sonra, imamlıkta yerini kimin alacağı konusunda çıkan tartışma, İsmaililik denen hareketin resmi başlangıç tarihi olmuştur. (Daftary, a.g.e.)

Aşırılarla ılımanlar arasındaki kesin bölünme, Hz. Ali’den sonra altıncı imam olan Cafer el Sadık’ın 765’te ölümünden sonra meydana geldi. Cafer’in İsmail adında büyük bir oğlu vardı. Bu İsmail, tam olarak bilinmeyen sebeplerle ve muhtemelen ihtilalci kimselerle biraraya gelmesinden dolayı daha önce Cafer tarafından nass yoluyla imam ilan edilmiş olmasına rağmen, mirastan mahrum bırakıldı ve Şiilerin çoğu onun küçük biraderi Musa Kazım’ı yedinci imam olarak tanıdılar (…) Musa Kazım’ın nesli 873’te ortadan kaybolan ‘Mehdi’ olarak kabul edilen onikinci imama kadar egemen olmaya devam etti. İsma -aşeiyye denen on iki imam taraftarları, fırkanın en mutedil kolunu temsil ederler (…)

Diğer bir grup ise, İsmail’e ve onun soyundan gelenlere tabi olmuştur. Bunlara İsmaililer diyoruz. İsmaililer, irtibat ve teşkilat, özellikle düşünce ve heyecan alanlarında yankıları konusunda rakiplerini geride bırakmış olan, uzun bir süre gizli kalmış bir firkayı meydana getirdiler. (Lewis, a.g.e., s.22-23)

Nizarilik’in ortaya çıkışı

Fatimi devletinde Halife el Mustansır 1094 yılında vefat etmeden önce yerine büyük oğlu Abu Mansur Nizar’ı imam/halife tayin etti. Babasının ölümü sırasında 50 yaşında bulunan Nizar’ı acı bir sürpriz bekliyordu. Kudretli baş vezir ve başkomutan Bedri el Cemal’in oğlu el Afdal lakaplı Abu Kasım Şahinşah’ın başka bir planı vardı. Babasının yerine baş vezir olan el Afdal, bu planını hayata geçirdi: Halife el Mustansır’ın ölümünden bir gün sonra, Nizar’dan 30 yaş küçük kardeşi Abu Kasım Ahmed’i tahta oturttu ve kendisine el Must’ali Billah unvanını verdi. Ahmed hem entrikacı başvezirin samimi dostu, hem de kızının kocası yani damadıydı.

Tahta çıkma hakkı gasp edilen Nizar, bir avuç taraftarıyla birlikte İskenderiye’deki üvey kardeşi Abdullah’a sığındı. Şehrin Türk asıllı valisi Aftekin ile kadı İbn Ammar’ın desteğini aldı. Haksızlığı gören halk, 1095’te kendisini halife ilan eden Nizar’a biat edip baş kaldırdılar. Tehlikenin ciddiyetini kavrayan başvezir, esasen kudretli komutan babasının askeri karargahı olan İskenderiye üzerine yürüyüp şehri kuşattı. Çarnaçar teslim olan Nizar, götürüldüğü Kahire’de hapse atıldı ve küçük kardeşi halife Must’ali nin emriyle katledildi (…)

Hasan Sabbah ile Suriye’deki İsmaililer, nass yoluyla veliaht imam tayin edilen ama küçük kardeşi Must’ali tarafından öldürülen Nizar için, sadık kaldıkları Fatimi devletine isyan ettiler. 1095 yılından itibaren İsmaililer, Must’aliye ve Nizariye diye ikiye ayrıldılar, böylece Nizariler tarih sahnesinde boy göstermeye başladılar. (Faik Bulut, a.g.e., s.198)

Resmi İslam tarihine, sahte cennet ve cinayet zinciri şebekesi lideri olarak geçen Sabbah’ın iktidarı, büyüklüğünü, korkutuculuğunu, fedailerinin gözü kapalı ölüme gitmesinden alıyordu. Gizli bir teşkilat esasına dayanarak çalışan fedailer, bazen apansız öldüreceği şahsın üzerine atlayıp bıçakla şah damarını hedeflerken, bazen de onlarca yıl öldüreceği şahsın emrinde çalışıp, zamanı geldiğinde o kişiyi öldürecek kadar sabırlı ve hızlıydılar.

Hükümdar öldürme olgusu, eylem ve düşünce olarak siyasi İslam tarihinin başından beri görülmektedir. Nizariler, düşmanlarını ve onların yakınlarının katlini haklı göstermek için bu geleneğe başvurdular. Bir kişinin, bir fedai tarafından bedenen ortadan kaldırılması sırf dindarlık davranışı değildi. Bu hareketin aynı zamanda kutsallaştırıcı bir ayin değeri vardır. Fedailerin “Suriye’de olduğu gibi, İran’da işledikleri bütün cinayetlerde, daima hançer kullandıkları halde, asla zehirden yararlanmamaları çok manidardır. Öte yandan Haşişi, hemen hemen daima yakalanır ve genellikle kaçmaya teşebbüs etmez. Hatta böyle bir görevden sonra hayatta kalmak zımmen utanç vericidir”.[18]

Belirtildiği gibi, siyasi cinayetler bütün İslam gruplarının sıkça kullandığı bir mücadele biçimiydi. Ancak suikast ya da siyasal cinayeti başlıca bir mücadele biçimi olarak kullananlar Nizariler olmuştur. Nizariler, başlangıçta bu yönteme diğer grupların yaptığı gibi fırsat düştükçe ve rastlantısal olarak başvurdular. Ancak, kısa bir süre sonra kendilerinden daha güçlü Selçuklulara karşı bütün yöntemlerle giriştikleri öldürme mücadelesinin kızışmasıyla, suikast daha sistemli ve açık başvurulan bir mücadele tekniği oldu. “Bütün düşmanlarına karşı suikast ya da suikast tehdidine başvurmamakla birlikte, bu tekniği o kadar sık kullandılar ki, bir süre sonra her türlü siyasal cinayet onlara mal edilir oldu.”[19]

Birçok muhafız tarafından korunan mezhebin düşmanı bir askeri ya da sivil yöneticiyi öldürme görevini kabul etmek sağ kurtulma şansı son derece düşük olduğundan, Nizarilerce kahramanca bir eylem olarak yüceltiliyordu. Nizariler, bu görevleri üstlenen adanmış gençler olan fedailerin cesaret ve bağlılığına övgüler düzmüş ve “anlaşıldığına göre, bu gençlerin adları ve başardıkları görevlerin listesi Alamut ve diğer kalelerde baş köşelere asılmıştı. Suikastler, bir amaçları da mezhebin gerçek ya da potansiyel düşmanlarını yıldırmak olduğundan, mümkün olduğunca çok tanık önünde gerçekleştirilirdi.”

Dailer ise mezhebin propagandacıları ve teorisyenleriydi. Onlar da fedailer gibi gizli çalışıp, Nizariliğin sırlarını, propaganda yaptığı kişilere vermeden büyük bir ustalıkla onları kendi saflarına alıyorlardı. Onlar bazen saraylarda bazen köylerde bu işleri yürütüyorlardı. Ve farklılıkları gözetip her bölgeye, her kişiye göre ayrı bir propaganda şekli izliyorlardı.

İsmaili ile ilgilenen birçok yazarın hemen hemen ortak olduğu düşünce, İhvan-ül Sefa adlı risalelerin İsmaililerin kuramlarının oluşmasında büyük bir etkisi olduğudur. Risalelerin derleyici ve redaktörlerinin Dai’ler olduğu iddiası mevcuttur. “İhvan-ül Sefa’nın canlılar arasında yaptığı derecelendirme ve kurduğu bağlantı, kaba ve ham haliyle bile olsa, günümüz evrim kuramını hatırlatmaktadır.”[20]

“Eski ‘takiyye’ doktrininin ilham ettiği gizlilik kuralı emniyet ve dayanışmayı garanti ediyordu. ‘Fedailerin’ … etkinliği aynı zamanda dini ve siyasi bir hareketle de takviye ediliyordu. İsmaili daileri göçebe ve şehirli topluluklar içinde kendilerine sempatizanlar buluyorlar veya kazanıyorlardı. Elçileri ise Müslüman ileri gelenlerini ziyaret ediyordu. Ziyaret ettikleri kimselerin korkuları veya beklentileri, onları İsmaili davasına geçici müttefikler yapmaya elverişliydi.”[21] Levis’nin belirttiği gibi, Nizariler için hesap çok basittir. “Onların hedefi, Sünni düzeni devirmek ve tahrip etmekti. Şayet bu hedefe ulaşmak için, terör vasıtasıyla bazı Sünni reislerini, kendilerine yardım etmeye ikna ederlerse durum daha iyi olurdu. Haşişi reisleri şiddetin ilk ortaya çıkmaya başladığı devirlerde bile başkalarının yardımıyla karşılaştığında, bu yardımı asla küçümsemezlerdi. Ülkenin gerçek reisleri haline geldiklerinde ise politikalarını Müslüman dünyasındaki ittifak ve rekabetlerin karmaşık yapısına ustalıkla ve kolayca uydurmuşlardır”.[22]

“Hasan Sabbah’ın geliştirdiği talim öğretisi, (…) geleneksel Şii yaklaşımından daha yetkin ve kendine yeterlidir. Hasan, Allah ile arasında mantıki bağlantıyı peygamberin oluşturduğu imamın bu merkezi önemini sürekli vurgulamıştır. Her imamın kendi zamanı için özerk bir öğretici yetkisine sahip olduğunu vurgulayan bu öğreti, Alamut döneminin daha sonraki yıllarında Nizari mezhebi için çok etkili bir ideolojik araç olmuştur. Bu arada, ulaşılabilir bir imamın bulunmadığı dönemlerde, topluluk üzerindeki mutlak yetki imamın hüccetine aittir.”[23] Bu üstünlük dailere, örgütlenmede önemli bir avantaj sağlıyordu.

Hasan Sabbah kendi mücadelesini anlatırken; “Benim davetim barışçıdır ve yalnız göğüsleri (inançları) kalkan olan silahsız adamlar beni izleyebilir”[24] şeklinde bir nevi takiyyecilik yapsa da, kaynaklar takip edildiğinde durumun böyle olmadığı görülür. Söz konusu takiyye, dailik kurumunun üzerinde yükseldiği iki yönlü gizliliğin ifadesidir. Aslında, Dailerin başarısı, Sabbah’ın oluşturduğu öğretinin sunduğu uygun ortamdan, objektif koşullardan gelmekteydi. Temeli takiyyeciliğe dayanan bu koşul, saraylılardan köylülere kadar her sınıf ve katmandan insanın örgütlenmesine imkan tanıyordu. Çünkü, takiyye sayesinde, örgütlenenlere yönelik, koşullara uygun söylem geliştirilebiliyordu.

Takiyye ilkesi

Ali taraftarlarının egemen İslam anlayışı tarafından sürekli baskı altında tutulmasından kaynaklı olarak, takiyye yapmak İsmaililere, dolayısıyla Hasan Sabbah’a yabancı değildi. Takiyye, inananlara, tehlike karşısında, olduğundan başka türlü görünme görevini yüklüyordu. Böylece büyük katliamlardan kurtulmak mümkün oluyor ve yeraltı örgütlenmesi gerçekleştiriliyordu. Şii geleneğinden gelen Hasan Sabbah da takiyyeyi en çok uygulayan liderler arasında oldu ve gizli işlerin adamı olarak nam saldı. Sabbah, öğretisiyle İsmaililiğin takiyye ilkesine yeni bir yorum getirdi. Takiyye artık düşmandan gizlenmenin yanı sıra mesleğin batıl sırlarını meslek dışından hiç kimseye açıklamama yükümlülüğü de içermeye başladı. Dolayısıyla, Nizariler içinde de, örgüt hiyerarşisine bağlı olarak bir çeşit illegalite hayat buldu.

Bir yandan ‘takiyye’ prensibi, yani tehlike karşısında kendi inançlarını gizleme hayat bulurken, öte taraftan Nizarilerin takiyye ilkesine verdiği yeni anlam şeriat ve kıyamet dönemleri (devirleri) ayrıştırmasını getirdi. Gizli ve aşikar devirlere göre farklı öğretiler geliştirildi. Malum devirlerden her biri yeni bir mesaj getiren imam tarafından başlatılmış zahiri şeriat ve batini hakikat dönemleri olarak tanımlanabilir. Yani, “şeriatın kabuğunun hakim olduğu her peygamber dönemi gizlenme dönemi, peygamberlerin getirdiği şeriatların batıni hakikatlerine sahip her kaim devri ise kıyamet diye adlandırılmıştır.” [25] Her iki devir ayrımı, Nizari devletinin çeşitli liderlerinin yaşadığı dönemlerde dönüşümlü olarak hayat buldu.

Nizariye mezhebinde büyük bir gizlilik öğretisi geleneğiyle, fikirler, asla rastgele açıklanmadı. Büyük bir illegalite tek tek fedailerin, dailelerin hepsinde mevcuttu. Adlarından, giysilerine, dillerine kadar.

Bu özellik Sabbah’ın öğretisinde gizliydi. Nizarilerin de izleyicisi olduğu İsmaililer’in kutsal metinleri ve ibadet biçimlerinin içsel (batın) ve dışsal (zahir) yönleri ve boyutları arasında, Kur’an ve şeriatın iç ve dış anlamları arasında yaptığı temel ayrım böyle bir özelliği yaratıyordu. İsmaililere göre, her görünüşün ardında bir öz gerçek (hakikat) vardır. Bu yüzden, kutsal metinlerin ve bu metinlerin ortaya koyduğu yasaların görünen anlamının (zahir) yanı sıra bir de gizli ve gerçek anlamları vardır. Yeni bir çağ başlatan her yasa koyucu peygamber, zahir değişikliğe uğrar ya da hükümsüz kalır. Buna karşılık gerçeklerin temsilcisi olan batın, ezeli ve ebedidir. Değişiklikten bağışıktır. İsmaililikte, gizli, manevi bir gerçeğin içrek dünyasını temsil eden bir sistem oluşturur. Kaimin gelişinden önce sıradan kitlelerin yalnızca zahiri, yani görünür dış dünyayı kavrayabilmesine karşılık bu batini dünya yalnızca bir gizlilik yeminiyle mezhebe kabul edilen seçkinler tarafından anlaşılabilir. Öyle ki bu gerçekler, resmi ve aşamalı bir erginleme sürecinden geçenler dışında hiç kimseye açıklanmaz. Bu yüzden, İmam ile mezhebi yani kabul edilen sıradan inananlar kitlesi arasında aracılık eden dinsel kişiliklerin oluşturduğu bir hiyerarşi gereklidir.[26]

Hasan Sabbah’ın öğretisi

Sabbah’ın kendisini Hüccet olarak ilan ettiği, aynı zamanda ardından gelenlere yeni yorumlar getirme hakkı tanıyan teorisi, Şii geleneğinin ayrılmaz parçası takiyye ilkesinin İsmaililer’de kazandığı özgün anlamla birleşince, ilginç bir öğretiler tarihi ortaya çıktı. Nizarilerin neredeyse her imamı zamanında büyük öğretisel değişiklikler yaşandı. Mezhebin örgütlenmesinin mükemmelliği, Sabbah’ın ardıllarına bıraktığı açık uçlu teori (inisiyatif), böylesine değişikliklerin ne kadar kabul edilemez olsalar bile Nizariler tarafından benimsenmesini sağladı.

Sabbah’ın ardından en büyük öğretisel dönüşüm Kıyamet Öğretisi ile yaşandı. Artık, takiyye ilkesine gerek kalmamıştı, ‘Kıyamet günü’ gelmişti. Dolayısıyla, batın açıkça görülebilirdi, şeriata, zahire gerek kalmamıştı. Böylece Nizarilere ibadet etmemeleri öneriliyordu. Nitekim Nizariler de bunu tereddütsüz kabul etti. Ancak, takiyye ilkesinin rafa kaldırılmasıyla birlikte, aslında Nizariler kendilerini bir anlamda İslam dünyasından soyutlamış, içlerine kapanmış oldular. Bu, savunmaya geçiş, mücadelenin geldiği bir eşik noktası olarak da algılanabilir.

Ardından, yeniden şeriat dönemi, zahir gündeme getirildi… Hatta bu değişimi açıklayan uygun bir öğreti; Satr Öğretisi geliştirildi. Nizariler bu öğretiyi de tereddütsüz kabul etti. Artık, dünyada kıyamet ve gizlilik dönemlerinin dönüşümlü olarak yaşandığı belirtiliyordu. Bir başka deyişle, takiyyeli ve takiyyesiz dönemler hayat buluyordu. Aslında, bizzat bu teorinin kendisi bile, takiyyesizlik derken takiyye yapar gibidir.

Nizariler, bir dönem Sünniliği benimsediler… Bırakın kendi müritlerini ikna etmeyi dönemin Sünni İslam liderini bile buna inandırdılar. Sünnilere yönelik feda eylemlerini durdurdular ve Haçlılara yöneldiler. Böylece, Nizarilerin Sünni alemde yayılma ve kabul görme politik hedefini uygulamaya koydukları, İslamın geniş kitleleriyle irtibatı hedefledikleri söylenebilir.

Daha sonra, Nizariler Sünnilikten vazgeçtiklerini hiç söylemeseler bile, Alamut’a verilen Sünni eşleri öldürerek ve eski saldırılarını tekrar hayata geçirerek, yeniden dönüşüm yaşadılar. Müritler, bu durumu da öğretilerden hareketle açıkladı ve Sünni olan dönemde takiyye yapıldığını düşündü.

Yukarda kısaca değinilen Nizari devletinin öğretisel gelişim seyrinin daha net görülmesi için bir buçuk asrı aşkın devlet yaşamı boyunca geliştirilen üç temel öğretiyi aktarmak yerinde olacaktır. Tüm bu öğretilere “Hasan Sabbah’ın Öğretisi” demek uygun olabilir. Çünkü, Hasan Sabbah, ‘Yeni Dava’ ile, tüm bu öğretilerin yolunu açmış, adeta onlara imkan veren bir büyük öğretinin kurucusu olmuştur.

 

Sabbah fedaisine sorar: “Gerçeğin sebebini öğrenmek ister misin?”

-Öyle ise dinle. Bu senin son şansın. (…) Gençliğimde iki arkadaşım ile kutsal bir yemin ettim: Bunlardan birisi öldürdüğün vezir idi, öteki de şair Ömer Hayyam. Bu taht hırsızlarını alt etmeye yemin etmiştik. Planlarımızı gerçekleştirmek için, toplumun en üst seviyelerine ulaşmaya çalışacak ve bu çabalarımız sırasında birbirimizi tüm gücümüzle destekleyecektik. Ben araç olarak Ali taraftarlarını kullanmaya karar vermiştim. Çünkü bunlar Bağdat halifesine dolayısıyla da Türklere karşıydılar. Vezir ise Selçukluların hizmetine girmeyi yeğlemişti. Önceleri onun seçtiği yol emellerimizi gerçekleştirmek için gereğinden uzun olduğunu düşünüyordum. Bu nedenle onunla konuşmak istedim. Ama hala bu çocukça düşüncelere inandığımı işitince çok şaşırdı. Her ne kadar saraya girmeme yardım ettiyse de kısa süre sonra benim eski kararlarıma bağlı kaldığımı kabul etmek zorunda kaldı. Nüfuzumun giderek arttığının farkına varınca beni yok etmek için elinden geleni yapmaya başladı. Ve bir süre sonra sürgüne gitmeye mecbur kaldım. Gençlik rüyamız böylece sona erdi. Ömer Hayyam ise şarap içiyor, kadınları seviyor, kaybettiği özgürlüğüne yanıyor ve dünyadaki her şeyle alay ediyordu. Fakat ben dayandım. Halkın kayıtsız ve tembel olduğunun farkına vardım. Onlar için kendimi harcamaya değmezdi. Boş yere onları uyandırmaya ve aydınlatmaya çalışmışım. İnsanların büyük bir kısmını hakikatin ne olduğuna, ilgi duyduğuna inanıyor musun yoksa? Umurlarında bile değil! Tek istedikleri rahatlarının bozulmaması ve hayal güçlerini canlı tutmak için masallar. Veya kimin haklı kimin haksız olduğunun onlar için bir anlam ifade ettiğini mi düşünüyorsun? Asla! Yeter ki onların zavallı isteklerinin bir kısmını tatmin et. Artık kendimi boş hayallere kaptırmak istemiyordum. Mademki insanlık bu şekilde, artık ben de ulvi amaçlarıma ulaşmak için onu kullanacaktım. (Wladimir Bartol, Fedailerin Kalesi Alamut, Yurt Yay., 1998 Ankara)

 

‘Yeni davet’ ve davetkarlık

Hasan Sabbah, öğretisine, daha önce de belirtildiği gibi, dinsel gerekçeleri anlamak için yalnızca usun yeterli olmadığı ve insanların bir otorite ya da öğretmene ihtiyaçlarının bulunduğu önermesiyle başlar. Bu önerme, ‘başta filozoflar olmak üzere, usun ve bağımsız insan yargılamasının nihai gerçeğe ulaşmaya yeterli olduğuna inananların iddialarını çürütmeye de yöneliktir. Hasan Sabbah, ikinci önerme olarak, geleneksel Şii görüşüyle tutarlı biçimde, bu öğretmenin yetkili ve güvenilir (sadık) olması gerektiğini savunur. Sünni anlayışının aksine, her belirli çağ için yalnızca Allah tarafından atanmış tek bir öğretmen ya da gerçek imam olması gerektiğini belirtir. Şiiler, her dönemde çok sayıda bilgin ve hukukçuyu rehber ya da öğretmen olarak kabul eden Sünnilerin tersine, her dönem için bir tek yetkili öğretmen bulunduğunu kabul ederler. Üçüncü önerme, sıradan Şiilerin karşılaştığı dilemmayı ortaya koyar. Her belirli dönemin tek bir yetkili öğretmeni olduğuna göre bu öğretmenin yetkisini göstermek gerekir, bu da ancak kendisi de kendi yetkisi için böyle bir dayanağa ihtiyacı olan başka bir otoritenin varlığıyla mümkün olur ve bu sonsuza dek böyle sürer. Hasan Sabbah, dördüncü önermesinde, tüm sorunu istenen sonucu verecek biçimde yeniden formüle ederek bu açmazı aşmaya çalışır. İhtiyaç duyulan öğretmenin, kendi dışında bir kanıta dayanarak değil, diyalektik biçimde işleyen bu bilginin bizzat kendi doğasında tanınabileceğini ifade eder. Bütün gerçek bilginin, ancak birbiriyle anlaşılabilecek iki karşıt ucun çelişkisini gerektirdiğini vurgulayan Hasan Sabbah, bu diyalektik ilkeyi gerçeği arayan bireyle, onun için bulması gereken yetkili öğretmenin ilişkisine uygular. Gerçek bilginin arayışındaki birey, us yürüterek bir öğretmene ihtiyacı olduğunu anlayabilir. Ancak us yürütme bu yetkili öğretmenin kim olduğunu bilmesine ya da kendi başına nihai gerçeğin bilgisine ulaşmasına yeterli olamaz. Öte yandan nihai otorite iddiasında olan kişinin yani imamın bu yetkisini kanıtlamak için kendi varlığından başka bir kanıt getirmesi gerekmez. Bireyin us yürütmesi ile imamın karşılaştığı noktada ikilem aşılır. Belirtildiği gibi bireyin us yürütmesi bir öğretmene ihtiyaç duyduğunu anlamasını sağlar. Us yürütme bu noktaya geldiğinde imam ortaya çıkarak ihtiyacı karşılar. Dahası imamın bizzat varlığıyla kanıtladığı otoritesini göstermek için, dışsal bir kanıt sunmasına gerek yoktur.[27]

Hasan Sabbah’a göre; “Her İmam, kendisinden önce gelen başka imamlardan bağımsız bir görüşe sahiptir. Bu yüzden öncül imamların karar ve görüşlerine bağlı kalmak doğru değildir. Bir İmam, başka bir İmam veya akıl ile sınırlanabilir”[28]

Nizariler, “Muhammet’in tanrısına inanıyoruz” dedikleri zaman, aslında “imamdan başka ilah/tanrı yoktur” demeye getiriyorlar. Hasan Sabbah hiçbir zaman imam olduğunu söylemedi; o sadece Hüccet yani gaip imamın vekiliydi. Geçmiş ve gelecekteki gizli imamlar arasında bir bağlantı ve köprüydü. [29]

“Dini ifade ile İsmaililerin Yeni Daveti genel olarak İslam dünyasında yeniden görülen ve diğer dini gelenekler içerisinde benzerlerine -ve belki de öncüllerine sahip olan bazı milenarist ve çelişkici cereyanların tekrar ortaya çıkması gibi düşünülebilir. Fakat günümüz insanı kişisel meşguliyetleri içinde birinci mevkiyi dine vermeyi bıraktığında başka devirlerde başka insanların bunu yaptıklarına inanmayı da bırakmıştır. Ayrıca geçmişin büyük dini ayaklanmalarını açıklamak için, menfaat ve günümüz düşüncesine göre kabul edilebilir sebepler araştırmaya başlamıştır”[30]

Nizarilerin dileği artık dünyada cennet ve ‘kıyamet’ teorisi

Bu teoriye göre Nizariler, imamının aracılığıyla Allah’ı, yaradılışının bütün sırlarını ve gerçeklerini bilebilecek bir cennete girebileceklerdir. Bu aslında insanlık tarihinin bütün kısmi çevrimlerinin ve bütün arayışlarının hedefi olan Büyük Kıyamet ya da Kıyametlerin Kıyameti’nin geldiği andır. Bu bütün çağların sona ermesi ve tamamlanmasıdır. Kıyametin bir sonucu olarak müminler şeriatın bütün yükümlülüklerinden kurtulacaktır. Çünkü “…her şeyin amel (eylem) olduğu, hesabın sonraya kaldığı normal dünyanın tersine, kıyamette her şey hesaptır ve amele yer yoktur. (…) Bu öğreti, kıyamet döneminde insanların bütün varlıklarıyla tanrıya yöneleceklerini, bu yüzden alışılmış ibadet biçimlerinin de terk edilmesi gerektiğini öğretir. Örneğin artık şeriatın istediği gibi günde beş vakit namaz gereksizdir, kıyamet döneminde, insanlar kalplerinde daima Allah ile birlikte olacaklardır ve gerçek namaz da (namaz-ı hakiki) budur. (…) Nizariler için kıyametin ilanı aynı zamanda, hem genel Müslüman ümmetinden tümüyle ayrılmaları, hem de kendi dışlarındaki dünyayı tümüyle geçersiz ilan ettiğinden, İslam ümmeti içinde üstünlüğü ele geçirme yolundaki mücadelelerinin başarısızlığının itirafı anlamına geliyordu.”[31] Nizari liderliği bu dönemde maneviyatı ve dinsel yükümlülükleri rutin biçimde yerine getirmektense içsel anlamların göz önüne alınmasını vurguluyordu. Başka bir deyişle bir kez daha görünür bir imam tarafından doğrudan yönetim müminlerin, bu yüzden kıyamet zamanında pozitif yasanın ardındaki manevi gerçeklik ardındaki manevi gerçeklik üzerinde yoğunlaşmasını istiyordu. Nizarilerin kurtuluşu, şeriatın tapınçlarını körü körüne uygulamaktansa Nizari imamını, gerçek manevi hakikati tanımaya bağlıydı. [32]

Hasan Sabbah’tan (Buzurg Ümid-Muhammet) sonra başa gelen İkinci Hasan, Hz. Ali’nin ölüm yılına rastgelen ramazanın 17. gününde bütün İsmailileri çağırıp ‘Kıyamet gününü’ ve teorisini ilan etti. Şöyle devam etti:

“Ey iki alemin insanları, cinleri ve melekleri. Meçhul bir zatı muhterem, Gaip İmam’ın yanından bana bir mesaj getirip okudu. Sahib-i zaman imam, sizlere rahmetini ve bereketini gönderip kutsuyor; sizi, seçkin hizmetlileri ve izleyicileri olmaya davet ediyor. Sırtınızda yük haline gelmiş şeriatı kaldırdığını ilan ediyor ve ‘kıyamet günü’nün geldiğini müjdeliyor.”[33] Bu haberin ardından Hasan iki rekat bayram namazını kıldı ve şeriat kurallarının kaldırılışı kutlanmaya başlandı. İki hafta sonra Hasan başka bir kalede Alamut Kalesindekine benzer bir açıklama yaptı. İkinci tarihi açıklamasında Merhum Fatimi Halifesi el Mustansır Allah’ın yeryüzündeki vekili ve Hasan Sabbah da onun temsilcisiydi. Şimdi İkinci Hasan tanrının yeryüzündeki halifesi ve temsilcisiydi. Böylece Hasan dai sıfatını atarak halife ve tanrısal yönetici sıfatını aldı. Şeriatı iptal ettiğini, İslam’daki haramların geçersiz olduğunu, diriliş (kıyamet) anının yani dünyanın sonunun geldiğini, artık cennete vasıl olduğunu ve tanrı ile sürekli iletişim kurduğunu, kendisine uyanların ebedi ve mutlu bir hayat süreceklerini, uymayanların ise yargılanıp yok oluşa mahkum olacaklarını açıkladı.

“İkinci Hasan, ‘gail-ül kıyamet’ sıfatıyla; “diriliş gününde insanlara nezaret edeceğini; cenneti yeryüzünde keşfedip yaratacağını; bundan böyle artık hastalık ve çalışma diye bir şeyin söz konusu olamayacağını; doğum olayının sadece ilkbahar mevsiminde gerçekleşeceğini” müjdeledi.”[34]

“Madem ki kaim-ül kıyamet gelip tüm şeriat kurallarını ortadan kaldıracak, o halde şimdiye kadar İsmaililerin benimsediği takiyye (gerçek inancını gizleme) kuralı da geçersiz olacak. Herkes şeriatın haram saydığı şeyleri açıkça yapabilecek hatta bundan böyle şeriata uyanlar cezalandırılacaktır.”[35]

Takiyye geleneğini onyıllardır sürdüren Nizarilerin bir buçuk yıl gibi kısa bir sürede eski alışkanlıklarını terk etmesi kolay değildi. Yine de İkinci Hasan’a halktan ciddi bir itiraz gelmedi. Genelde bütün Nizariler Hasan’ın kıyamet teorisine inandı. “Zaten onlar açısından şeriat günlük ibadet olmaktan ziyade, ilahi hakikate götüren yoldaki ruh ve kalp temizliğiydi. Dolayısıyla Alamut devletine bağlı olan Suriye gibi uzak bir diyarda bile “kıyamet bayramı” kutlandı. Hasan’ın oğlu ikinci Muhammet ise daha ileri giderek bu devleti 44 yıl yönetmiş ve babasının tezlerinden yola çıkarak babasının imam ve tanrının yeryüzündeki halifesi olduğunu ilan etmiş, kendisini ise vekil ya da halife değil bizzat imam olarak tanımlamıştı. İmamın bedeninde teccelli eden Allah , şimdi İkinci Muhammet suretinde görünmeye başlamıştı. Bundan böyle cennet insanın bizzat elinin altında olduğu gibi Allah’la direkt iletişim kurmanın onu gönül gözüyle görüp konuşmanın da olanağı vardır.”[36]

Takiyye’nin toparlayıcı fonksiyonu ve ‘satr’ teorisi

Bu teoriyi Nizariler kıyamet teorisiyle rafa kaldırılan takiyye’nin tekrar gündeme gelmesi olarak algıladılar. Demek ki imamları artık dış dünyayla iletişime geçmek, onunla uzlaşmak istiyordu. Satr öğretisinin Üçüncü Hasan’ın reformlarını açıklamak ve kıyamet öğretisini yeni bir yoruma tabi tutmak için yapılmış bir girişim olduğu söylenebilir.

Alamut döneminin sonlarına doğru ise bu terim farklı, daha geniş bir anlam kazandı. Artık imamın kişisel olarak gizlenmesi değil, gizlenmiş hakikatin kendisini açığa vurması demek olan satr dönemi yaşanabilirdi. Bu öğreti, yapısal zaaflardan dolayı, insanlığın normal varoluş biçimi olarak gördüğü satr dönemlerinde bile imam ile manevi birliğine ulaşabileceğini kabul eder.[37]

“Geç Alamut döneminin öğreti sistemi, fiiliyatta Nizari topluluğunun değişen koşullar altında kimliğini ve manevi bağımsızlığını korumasını sağlamıştır. Böylece, Nizariler fikir ve uygulama bakımından bir tasavvuf tarikatına benzemeye başlamış ve devletin çöküşünden sonra tasavvuf örtüsü altında varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır.”[38]

Nizariler, bu dönemde bile topraklarını genişletme tutkusunu hiçbir zaman bırakmadılar. İkinci Muhammet’in oğlu Üçüncü Muhammet’in başında olduğu bu dönem ‘satr’ (gizlenme devri) olarak bilinir. Görünüşte İslam’ın Sünni yorumunu benimsemiş Nizariler, ideolojik çatışmalardan kaçarak eski geleneklerini sürdürdüler. Satr, doktrinin kurucu önderi “Hasan Sabbah’ın çileci katı görüşüyle ‘kıyamet’ teorisinin mucidi İkinci Hasan ve oğlu İkinci Muhammet’in Sünni dünya görüşünden kesin kopuşu öngören radikal tezleri arasında orta yolcu bir öğretidir.” [39] Bu dönemde sufi fikirler geliştirilmiş, buna ilişkin mertebe ve tasniflere uyan derecelendirmeler yapılmıştır. Bu dönemde Nizariler suikastlarını Harzemşahlara ve Haçlılara yönelttiler. Fedailer suikast sırasında “yaşasın Üçüncü Muhammet” diye haykırıyorlardı.

 

Hasan Sabbah için neler denildi?:

Murat Belge, İslam örgütü Cemalettin Kaplan yandaşlarıyla Hasan Sabbah hareketleri arasında bir bağlantı kurarak, Kaplancılar için Hasan Sabbah’ın torunları nitelemesini yapıyor. Belge, yaklaşık 100 yıl önce Rusya’da birçok siyasi cinayete damgasını vuran Narondik hareketini de benzetmeye dahil ederek, “Haşhaşi örgütünün temel özellikleri pekala sekülarize edilebilir ve bundan devrimci tipler yaratılabilir” diyor. (Radikal, 7 Kasım 1998)

Zülfü Livaneli, Peru’daki Tupac Amaru’yu Cezayir’deki radikal dinci GIA ile birlikte Hasan Sabbah hareketine benzetiyor. “Sonuçta, teröre baş vuran bütün ilkel şiddet örgütleri Hasan Sabbah’ın afyonlaşmış cahil sürülerinden ibarettir!” (Milliyet, 24 Nisan 1997)                                                                    

Amir Tahire, 4 yüzyıl içinde ilahi iradeyi uygulama amacıyla suikastler düzenlemek bütün İslam radikallerinin ayrılmaz bir parçası haline getirildi. Bu gelişmenin yaratıcısı ise Tahran’ın 150 kilometre güneyindeki Kum kentinde 11. yüzyılın ortalarında yaşayan Hasan Sabbah’tır diyerek Hizbullahçı hareket ile Hasan Sabbah’ın hareketi arasında ortak paydalar buluyor

Marco Polo: Hasan Sabbah, kalenin arkasındaki uzun vadiyi kapatarak, burayı zamanın en güzel bahçesi haline getirmişti. Dünyaya meydan okurmuşçasına yükselen Alamut kalesini aşmadan buraya girmek mümkün değildi. İçeride meyve ağaçlarının en güzelleri ve en nadideleri vardı. Şarap ve süt akıtan çeşmelerle, ab-ı kevser ırmakları arasında en nadir çiçekler açar ağaçlar yükselirdi. Her köşeye dünyanın en güzel kızlarından gruplar yerleştirilmişti. Kızların hepsi güzeldi. Dans etmeyi ve çalgı çalmayı bilirlerdi. Aşk oyunlarında onların üzerinde kimse yoktu. Hasan Sabbah, adamlarının burasını gerçekten cennet sanmalarını istiyordu. Çevredeki diyarlardan 20 yaşına basmış delikanlılar arasında gözü kara, tehlikeye aldırış etmeyen ruhsal bakımdan şeyhe bağlanabilecek durumda olanlar buraya getiriliyordu… Sabbah, içerisinde bol miktarda haşhaş bulunan ama tam formülünü sadece kendisinin bildiği meşhur içkisini içirdiği ve kendinden geçen toy delikanlıyı, cennet denilen bu bahçeye bırakılırdı.

Musevi hahamı Turdelalı Benjamin (seyyah): Onlar İslam dinine inanmıyorlar, fakat kendilerine özgü örf, adet ve folklorlerini izleyip devam ettiriyorlar. Peygamber yerine koydukları önderlerinin her dediklerini yerine getiriyorlar. Şeyh lakabıyla bilinen bu liderlerinin öl dediği yerde ölüyorlar, dur dediği yerde duruyorlar. Bu cemaat, en büyükleri ve yaşlıları olan reise, şeyh-ül haşhaşi diye hitap ediyorlar. Onun tek bir sözüne bakarak bu dağlılar içeri girip çıkabiliyorlar. Kendi reisini, soyaçekim, hanedanlık yoluyla değil, öncelik hakkı ve yeteneğine göre seçmektedirler.

İmam Gazali: Batıniye mezheplerinin özü, şeriat yaygısını dürüp kaldırmaktır… Çünkü onlar mecusilerin her şeyi mübah sayan koludur. Dince yasaklanan şeyler olsa bile kadınları mübah; her mahsuru helal saydılar. Onların maksadı saltanattı, Müslümanların mallarına ve ırzlarına el atmaktı, Müslümanlardan intikam almaktı. Bu sebeple Müslüman kanı döktüler, akla gelmedik belaları başlarına musallat ettiler.        

İbn-ül Esir: Hasan Sabbah onurlu ve yetenekli biriydi. Geometri, matematik, astronomi, sihirbazlık ve benzeri ilimlerde bilgeydi.

Samir Amin: Eylemci Haşhaşilerin bağnaz bir imamdan başka uyuşturucuları yoktu, olamazdı. (Faik Bulut, Kutsal Terörün İç Yüzü)

 
 


[1]Akt.: Amin Maalouf, Semerkant, Yapı Kredi Yay., 16. Baskı, İstanbul 1988, s.153.
[2] “Batın kavramının üç anlamı vardır: a- kamuoyuna malolmuş veya kutsal sayılan metinden bağımsız bir yorum; b- kutsal metinden koparak, metnin lafzıyla aklın gereklerini yerine getirebilecek bir uyum; c- kutsal metnin dışsal (zahir) basit anlamını dışlayarak, iç anlamı (batın) üzerinde yoğunlaşma.” (Abdurrahman Bedevi’den akt.: Faik Bulut, Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği, Berfin Yay, İstanbul 2000, s. 29.)
[3] Faik Bulut, Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği, Berfin Yay, İstanbul 2000, s.203-204.
[4] A.g.e., s.186.
[5] Prof. Dr. Bernard Lewis, Haşişiler, Sebil Yay, Birinci baskı, İstanbul 1995, s.53.
[6] A.g.e., s.38.
[7] Farhad Daftary, “Alamut Dönemi Nizari İsmaililiği”, Muhalif İslamın 1400 Yılı: İsmaililer, Tarih ve Kuram, Çev.: Ercüment Özkaya, Rastlantı Yay., Ankara 2001.
[8] A.g.e.
[9] Faik Bulut, a.g.e., s.101-2.
[10] Faik Bulut, a.g.e., s.205.
[11] Hodgson’dan akt.: Faik Bulut, a.g.e., s.102.
[12] Daftary, a.g.e.
[13] A.g.e.
[14] A.g.e.
[15] A.g.e.
[16] Bernard Lewis, a.g.e., s. 111.
[17] Faik Bulut, a.g.e., s. 174.
[18] Bernard Lewis, a.g.e., s.110.
[19] Daftary, a.g.e.
[20] Y.Marguet’ten aktaran: Faik Bulut, a.g.e., s.134.
Risaleler dört ana bölüme ayrılır.
A -Matematik ve felsefi ilimler
B -Doğa ve cismani ilimler
C – Psikolojik ve akli ilimler
D -İlahi ilimler
Metafizikte Eflatun, ahlakta Sokrat, matematikte Pisagor, mantıkta Aristo ve din felsefesinde Farabi’den hayli etkilenmiş görünen İhvan-ül sefa, basitten karmaşığa doğru bir sıralama yaparak yukarıdaki konuları ele aldı. (A.g.e., s.134.)
[21] Bernard Lewis, a.g.e., s., 113.
[22] A.g.e., s.,114.
[23] Daftary, a.g.e.
[24] Sahebjam’dan akt.: Faik Bulut, a.g.e., s.173.
[25] Nasırüddin Tusi’den akt.: Bernard Lewis, a.g.e., s. 70.
[26] Daftary, a.g.e.
[27] Daftary, a.g.e.
[28] Bedevi’den akt.: Faik Bulut, a.g.e., s. 203.
[29] A.g.e., s. 204.
[30] Bernard Lewis, a.g.e, s.117.
[31] Daftary, a.g.e.
[32] A.g.e.
[33] Faik Bulut, a.g.e., s.223.
[34] A.g.e., s.225.
[35] Nasır-i Husrev’den akt.: Faik Bulut, a.g.e., s.225-6.
[36] A.g.e., s.224-225-226.
[37] Daftary, a.g.e.
[38] A.g.e.
[39] Faik Bulut, a.g.e., s. 232.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar