Kültür Devrimi Üzerine

    Cahiers marxistes-léninistes dergisinde anonim olarak yayımlanan makalenin Jason E. Smith tarafından yapılan İngilizce çevirisi

Décalages dergisinin ilk sayısında yayımlanmıştır.

Kültür Devrimi Üzerine

Anonim [Bu makale Louis Althusser’e atfedilmektedir.]
Çeviri: Büşra Özcan & Tarık Kocar

Aşağıdaki metin Cahiers marxistes-léninistes’in Kasım-Aralık 1966 tarihli sayısında imzasız bir şekilde yayımlanan makalenin çevirisidir. Dergi Komünist Öğrenciler Birliği’nin École Normale Supérieure seksiyonunca 1964’ün ikinci yarısında kurulmuş, ilk sayısı Aralık 1964’te yayımlanmıştır. Dergi Aralık 1966’da, Komünist Öğrenciler Birliği’ndeki ayrılığın ardından kurulan bir grup olan Komünist (Marksist-Leninist) Gençlik Birliği’nin ‘teorik ve siyasi yayın’ı olmuştur. Cahiers marxistes-léninistes, Kasım-Aralık 1966’da yayımlanan sayısı ile Fransız Komünist Partisi’ndeki ‘revizyonizme’ karşı gittikçe daha antagonistik bir tutum sergileyecektir. Derginin ayrılığı takip eden ilk iki sayısı ‘Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne adanacaktır. Aşağıdaki metin bu iki sayının ilkinde yayımlanmıştır ve Louis Althusser’e atfedilmektedir.

‒ Jason E. Smith

Çin Kültür Devrimi hakkında ne tür bir tutum takınırsa takınsın hiçbir komünist, onu basitçe ve gözü kapalı bir şekilde diğerleri arasındaki önemsiz bir vaka, bir polemik olarak görerek, hiçbir biçimde incelemeksizin bu konunun “üstesinden gelme” hakkına sahip değildir.

Öncelikle, Kültür Devrimi bir polemik değildir; evvela tarihsel bir olgudur. Diğerleri arasındaki herhangi bir olgu değildir. Eşi benzeri görülmemiş bir olgudur.

O, ayrıntılarına indirgenebilecek tarihsel bir olgu, Çin Komünist Partisi’nin “modern revizyonizm”le mücadelesi “ışığında” alınan bir karar ya da Çin’in siyasi ve askeri kuşatılmışlığına verilen bir yanıt değildir. Büyük öneme sahip uzun süreli bir tarihsel olgudur. Çin Devrimi’nin gelişiminin bir bölümüdür. Onun safhalarından, dönüşümlerinden birini temsil eder. Kökleri onun geçmişine uzanır ve onun geleceğini hazırlar. Bu bakımdan, Çin Devrimi’ne olduğu gibi Uluslararası Komünist Hareket’e de aittir.

Bu nedenle, bağımsızlık ve derinliği ile, mevcut konjonktürün şu ya da bu yönüne pragmatik bir biçimde indirgenmeden incelenmesi gereken bir tarihsel olgudur.

Dahası, istisnai bir tarihsel olgudur. Bir yanıyla, hiçbir tarihsel önceli yoktur; öte yandan, güçlü bir teorik ilgi alanıdır.

Marx, Engels ve Lenin her zaman siyasal bir devrimle tesis edilen sosyalist altyapıya karşılık gelecek -sosyalist- bir ideolojik üstyapının mutlak surette gerekli olduğunu ilan ettiler. Bunun gerçekleşmesi için, kitlelerin ideolojisinde gerçekleşecek bir devrim, ideolojik bir devrim zaruridir. Bu tez Marksist teorinin temel prensiplerinden birini ifade eder.

Lenin bu zorunluluğun son derece farkındaydı ve Bolşevik parti bu yönde büyük bir gayret gösterdi. Ancak koşullar SSCB’nin kitlesel bir ideolojik devrimi gündemine almasına müsaade etmedi.

Çin Komünist Partisi kendini ve kitleleri yeni araçlara başvurarak bu yola sokan ve -‘Kültür Devrimi’ ifadesiyle adlandırılan- bu kitlesel ideolojik devrimi gündemine alan ilk partidir.

Bugüne dek teorik konumda kalan Marksist bir teorik tezle bu tezin gerçekleşimi olan yeni bir tarihsel olgunun yakınsamasına hiçbir komünist kayıtsız kalamaz. Bu yakınlaşmanın yoğun bir siyasal ve teorik ilgi uyandırması kaçınılmazdır.

Elbette ki olayın yeniliği, özgünlüğü ve aldığı umulmadık biçimler ister istemez şaşırtıcı ve endişelendiricidir ve binbir türlü konuyu gündeme getirir. Aksi şaşırtıcı olurdu.

Bu koşullar altında, öncesinde ciddi bir incelemede bulunmadan pozisyon almaya müsaade edilemez. Bir komünist, en azından ilke olarak, Kültür Devrimi’nin siyasi ve teorik referanslarını erişebildiği orijinal belgelere dayanarak ve Marksist ilkeler ışığında incelemeksizin, bulunduğumuz mesafeden Kültür Devrimi’ne ilişkin resmî açıklamalarda bulunamaz ve dolayısıyla onun hakkında hüküm veremez.

Bunun anlamı şudur:

1. Öncelikle Kültür Devrimi’ni, aşağıdakilerin göz önünde bulundurulmasını gerektiren siyasi bir olgu olarak incelemeliyiz:

> Kültür Devrimi’nin müdahale ettiği siyasi konjonktür,

> Belirlediği siyasi hedefler,

> Sahip olduğu ve uyguladığı yöntem ve araçlar.

2. Ardından bu siyasi olguyu Marksist teorik ilkeler (tarihsel materyalizm, diyalektik materyalizm) ışığında incelemeli, söz konusu siyasi olgunun bu teorik ilkelerle uygunluk içinde olup olmadığını kendimize sormalıyız.

Bir Fransız komünistin, burada yalnızca kaba bir taslağını çizebileceğimiz bu iki kısımlı, hem siyasi hem teorik inceleme olmadan Kültür Devrimi hakkında bir kanaate varması mümkün değildir.

I. Kültür Devrimi’nin Siyasi Analizi

a) Kültür Devrimi’nin Konjonktürü

Çin Komünist Partisi resmî açıklamalarında Kültür Devrimi’nin temel siyasi gerekçesinin altını çizdi (Bkz. Renmin Ribao’daki baş makalede C.C. tarafından özetlenen “16 Madde”).

Sosyalist ülkelerde, üretim araçlarının mülkiyetinin aşağı yukarı tamamlanan sosyalist dönüşümünün ardından şu soru halen olduğu gibi kalmakta: Hangi yoldan gidilmeli? Sosyalist devrimin hedefleri sonuna dek takip edilerek aşamalı olarak komünizme mi geçilmeli? Yahut tersine, yarı yolda durup kapitalizme geri mi dönülmeli? Bu bize kritik bir şekilde yöneltilmiş bir sorudur (Renmin Ribao baş makalesi, 15 Ağustos 1966).

Bu nedenle Kültür Devrimi son derece hassas siyasi bir soruya karşılık tartışma götürmez bir şekilde ortaya konan siyasi bir yanıttır. Sorunun ‘kritik’ ve ‘can alıcı’ olduğu ifade edilmiştir.

Bu can alıcı soru, tanımlanmış bir siyasi konjonktürde Çin Komünist Partisi’ne yöneltilen olgusal bir sorudur.

Hangi konjonktür?

Esasen, bu konjonktür kimi yorumcuların kani olduğu üzere Amerika’nın Güney Vietnam Kurtuluş Hareketi’ne ve sosyalist Vietnam Demokratik Cumhuriyeti devletine dönük saldırganlık ve Çin’e yönelik tehditleriyle kışkırttığı ciddi ihtilaf ile tanımlanacak ‘küresel’ bir konjonktür değildir. Kültür Devrimi’ni açıklığa kavuşturan konjonktür özü itibariyle sosyalizme içkindir.

Ancak bu konjonktür özü itibariyle, Çin Komünist Partisi ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi arasındaki ‘ihtilaf’ tarafından da tesis edilmemiştir. Bu ‘ihtilaf’, Kültür Devrimi söz konusu olduğunda oldukça önemsizdir. Kültür Devrimi hepsinden önemlisi bir ‘ihtilaf’a verilmiş bir ‘yanıt’ ya da Çin Komünist Partisi’nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne karşı yürüttüğü bir polemik değildir. Kültür Devrimi bu ihtilafın yalnızca bir yönünü ya da dışavurumunu oluşturduğu bir başka temel soruya yanıt verir.

Kültür Devrimi’nin konjonktürü sosyalist Çin Devrimi’nin mevcut gelişim sorunlarınca tesis edilmiştir. Çin Komünist Partisi “Bu bize kritik bir şekilde yöneltilmiş bir sorudur” derken Çin’den bahsetmektedir. Doğrusu, Çin Komünist Partisi ne bu soruyu diğer sosyalist ülkelere yöneltir ne de onlara kendi Kültür Devrimlerini gerçekleştirmeyi telkin eder. Ancak Kültür Devrimi’nin konjonktürünün yalnızca Çin Devrimi’nin gelişim sorunları ile sınırlı olmadığı ayan beyan ortadadır. Çin’deki konjonktürle açığa çıkan durum gerçekte tüm sosyalist ülkeler için geçerlidir. Aslına bakılırsa, Çin’deki konjonktür tüm sosyalist ülkelerin konjonktürünün tikel bir örneği olarak görünür.

Kültür Devrimi’nin siyasi konjonktürünün kaynağını biçimlendiren temel ve can alıcı sorunu anlamak için bu sorunun nerede sorulduğunu incelememiz gerekir. Konjonktür hakkında yanılgıya düşmemeliyiz. Bu sorunu ne ‘küresel’ konjonktürde (emperyalist saldırganlık) ne de ‘Çin Komünist Partisi / Sovyetler Birliği Komünist Partisi ihtilafı’nda aramalıyız. Onu arayacağımız yer sosyalist Çin devrimi ve daha genel olarak sosyalist ülkelerin içsel konjonktürüdür.

Şimdi sosyalist bir ülkenin ne olduğunu anımsayalım.

Bu (yönetime tarihsel olarak farklı koşullarda el konulan ancak proletarya diktatörlüğü sonucunu doğuran) siyasi bir sosyalist devrimin, ardından (üretim araçlarının toplumsallaştığı, üretim ilişkilerinin inşa edildiği) iktisadi bir devrimin gerçekleştiği bir ülkedir. Dolayısıyla sosyalist bir ülke sosyalizmi proletarya diktatörlüğü altında ‘inşa eder’ ve zamanı geldiğinde komünizme geçiş için hazırlanır. Bu uzun, çok uzun bir süreçtir.

Çin Komünist Partisi’nin nazarında sosyalist devrimlerin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde, Orta Avrupa’daki sosyalist ülkelerde, Yugoslavya’da, Çin’de, Kuzey Kore’de, Kuzey Vietnam’da, Küba’da) “olumlu ve olumsuz deneyimleri”nin -başarı ve başarısızlıklarının, yaşadıkları zorlukların, gelişimlerinin, ilerleme düzeylerinin- eleştirel bir değerlendirmesi şunu göstermekte: Her sosyalist ülke “az çok” üretim araçlarının toplumsallaşmasını tamamladığında kendini can alıcı bir sorunla, iki “yol” sorunuyla yüz yüze buldu, bulur ya da bulacaktır.

Sorunu, aşağıdaki sorularla ifade edeceğiz.

Kapitalist bir toplumsal formasyonu sosyalizme ve ardından komünizme geçirten devrimci dönüşümlerin farklı evrelerinde, her bir evrede nesnel bir “gerileme” riski bulunmaz mı? Bu risk devrimci parti tarafından izlenen siyasetin, onun doğru ya da yanlışlığının, yalnızca ana hattının değil ancak özgül uygulanma biçimlerinin de sonucu değil midir? Amaçların hiyerarşisinin ve birbirine eklemlenmesinin saptanma biçiminin ve bu siyaset tarafından uygulamaya konulan objektif (ekonomik, siyasi, ideolojik) mekanizmaların sonucu değil midir? Bu mekanizmaların sosyalist bir ülkenin “kapitalizme doğru” “gerilemesi”ne neden olabileceği bir mantık ve bir zorunluluk mevcut değil midir? Dahası, bu risk emperyalizmin varlığı, (ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik) araçları, sosyalist bir ülkede kimi unsurlardan aldığı destek, bu ülkenin (örneğin ideolojik) boşluklarını doldurması, onun mekanizmalarını siyaseten etkisizleştirmesi ve bundan istifade etmesi, ardından da ona iktisaden hâkim olması ile şiddetlenmez mi?

Bu genel riski göz önünde bulundurarak ve halihazırda Çin Komünist Partisi tarafından kullanılan ifadelerle, bir ülkede sosyalizmin geleceği, o ülkede siyasi ve iktisadi olmak üzere ikili bir devrimin gerçekleşmiş olması gerçeğine dayanarak geri dönüşsüz bir şekilde güvence altında mıdır? Bu ülke kapitalizme gerileyemez mi?

Bu tür bir gerileme örneğine Yugoslavya’da tanık olmadık mı?

Öyleyse, sosyalist bir ülkenin uzun bir süre boyunca görünüşte sosyalist bir biçimi ya da biçimleri muhafaza ederken bu esnada onlara bütünüyle farklı bir iktisadi, siyasi ve ideolojik içerik (kapitalizmin restorasyon mekanizması) vermesi, emperyalizm tarafından tedricen etkisizleştirilmeye, ardından siyaseten kullanılmaya ve iktisadi olarak kendisine egemen olunmasına izin vermesi mümkün değil midir?

Bu sorun Çin Komünist Partisi’nin sosyalist bir ülkenin kapitalizme doğru “gerileyebilme” riskine dair savının bir benzeridir. Bu genel sav temelinde sosyalist ülkelerin kendilerini daima “iki yol” seçeneği ile karşı karşıya bulduğunu ifade edebiliriz. Bu seçenek bugün bile belirli durumlarda kritik öneme sahip olabilir. Öyleyse, devrimlerinde elde ettikleri sonuçlar göz önünde bulundurularak, sosyalist ülkelerin önünde iki yol ortaya çıkar:

> Elde edilen sonuçların ötesine; sosyalizmin güçlendirilme ve geliştirilmesine ve ardından komünizme geçişe götürecek devrimci yol;

> Elde edilen sonuçların gerisine; sosyalist bir ülkenin emperyalizm tarafından etkisizleştirilmesine, siyaseten kendisinden istifade edilmesine, iktisaden hükmedilmesine ve “parçalanma”sına götürecek, “kapitalizme gerileyen” yol.

O halde iki yol seçeneğinin anlamı şudur: Ya gerçekte gerileme anlamına gelecek şekilde “yarıda durma” ya da “yarıda durmayıp” ilerleme.

Resmi Çin metinlerinde, ilk yol kısaca “kapitalist” (Bu “kapitalist yolu tercih eden liderler”e dair bir sorundur), ikinci yol ise, yine kısaca, “devrimci yol” olarak nitelenmiştir.

Kültür Devriminin siyasi konjonktürünün yönelttiği başat siyasi soru budur.

b) Kültür Devrimi’nin Siyasi Hedefleri

Kültür Devrimi Çin için bu soruya bir yanıt, bir çözüm önerir. Çin için; ancak hem bu çözüm hem de soru gerek önemi gerekse de etkileri bakımından Çin konjonktürünü kesinkes aşar.

Çin Komünist Partisi bir dönüm noktasında olduğunu söylüyor. Ya yarıda durmayı, gerçekte tersini iddia etsek de gerileme yolunu, “kapitalist yolu” tercih edeceğiz ya da zorunlu adımları atarak ileriye gitmeyi ve “devrimci yol” için çaba sarf etmeyi tercih edeceğiz.

Kültür Devrimi Çin’deki konjonktüre tam da bu noktada müdahale eder.

Çin Komünist Partisi Çin’de sosyalizmi güçlendirmek ve geliştirmek, onun geleceğini güvence altına almak ve onu her türden gerileme ihtimalinden kalıcı bir biçimde korumak için, önceki siyasi ve iktisadi devrimlere üçüncü bir devrim, kitlesel bir ideolojik devrim eklenmesinin zorunlu olduğunu açıklıyor.

Çin Komünist Partisi bu kitlesel ideolojik Devrimi proleter Kültür Devrimi olarak adlandırıyor.

Kültür Devrimi’nin nihai amacı kitlelerin ideolojisini dönüştürmek, hâlâ Çin toplumundaki kitlelere nüfuz eden feodal, burjuva ve küçük burjuva ideolojilerini proleter ve sosyalist yeni bir ideoloji ile ikame etmek ve böylelikle sosyalist ekonomik altyapı ve siyasi üstyapı ile uyumlu ideolojik bir üstyapı sunmaktır.

Bu nihai amaç Kültür Devrimi’nin uzun vadeli hedefini tayin eder. Kültür Devrimi yalnızca uzun, oldukça uzun bir süreç olabilir.

Ancak bu nihai amaç konjonktürün asli, başat bir sorununa bugünden itibaren bağlıdır: Bir dönüm noktasında bulunma sorununa, iki yol sorununa.

Bu amacın telaffuzu mevcut hedeflerin hiyerarşisini ortaya koyan tüm resmi Çin metinlerinde oldukça açık bir biçimde göze çarpar: “Süregiden hareket öncelikli olarak Partide lider konumunda bulunan ve kapitalist yolu tercih edenleri hedef alır.” Dolayısıyla Kültür Devrimi, eş zamanlı olarak diğer tüm alanlarda gelişirken, her şeyin kendisine dayandığı Parti ile, Partinin içinde başlamalıdır. Kültür Devrimi acil ve doğrudan bir biçimde liderlere asli bir soru sorar; hangi yolu tuttukları, hangi yola meylettikleri sorusunu: “Kapitalist yol” mu “devrimci yol” mu?

Bu asli amaç tartışmasız bir şekilde Kültür Devrimi’nin yanıtladığı ana soruna işaret eder.

Elbette ki Kültür Devrimi bu noktadan itibaren başka hedeflere de sahiptir. İdeoloji belirli bir toplumun tüm pratiklerinde sergileneceğinden Kültür Devrimi iktisadi, siyasi, pedagojik pratiklere sızan ideoloji formlarına müdahale eder.

Kültür Devrimi tüm bu alanlarda uzun vadeli amaçlarına ulaşmak niyetiyle kısa vadeli hedefler tanımlar. Son kertede tüm bunlar esas sorunu, iki yol sorununu çözmek için dile getirilir.

c) Kültür Devrimi’nin Araç ve Yöntemleri

Kültür Devrimi’nin araç ve yöntemlerine gelince, bunlar Kültür Devrimi’nin kitlelerin ideolojisini dönüştürecek ve onlar tarafından gerçekleştirilecek bir kitle devrimi olması ilkesine dayanır.

Bu basitçe birtakım entelektüelin ya da birkaç liderin ideolojisini dönüştürme ya da kavrayışını yeniden biçimlendirme sorunu değildir. Bunun bir gereklilik olduğunu varsaysak dahi, yalnızca komünist Partinin ideolojisini dönüştürme sorunu bile değildir. Bu, tüm ülkedeki kitlelerin, yüzlerce milyon insanın, köylünün, işçinin ve entelektüelin düşüncelerini, düşünme biçimlerini, davranış biçimlerini ve geleneklerini dönüştürme meselesidir.

Kitlelerin ideolojisinin böylesi bir dönüşümü ancak kitle örgütlenmeleri içinde ve onlar aracılığıyla kitlelerin kendi eseri olabilir.

Öyleyse, Çin Komünist Partisi’nin politikaları kitlelere mümkün olan en geniş şekilde seslenme ve kitleler içinde en yüksek özgüvene sahip olmayı, tüm politik liderleri hiçbir tereddüde kapılmaksızın ve hatta belirgin bir ataklıkla bu “kitle çizgisi”ni takip etmeye davet etmeyi içerir. Kitlelerin konuşmasına izin vermek ve kitle inisiyatiflerine güven duymak zaruridir. Her harekette kaçınılmaz olarak hatalar olacaktır; bunlar hareket içinde düzeltilir, kitleler kendilerini hareketin içinde ve hareketle eğitir. Ancak hata ve aşırılıkların “mümkün olduğu” bahanesiyle bu hareketi peşinen zapt etmek ya da dizginlemekten ne yapıp edip kaçınmalıyız. Kitle hareketine kimi zaman hatırı sayılır karşı koyuşlar olacağını öngörmek de gerekir; bunlar normaldir çünkü Kültür Devrimi sınıf mücadelesinin bir biçimidir. Bu karşı koyuşlar geçmişteki hâkim sınıfların temsilcilerinden gelecektir; kimi durumlarda başarısızca yönlendirilen ya da eğitilen kitlelerden, hatta Partinin kimi liderlerinden de gelebilir. Tüm bu durumları ayrımlar yaparak değerlendirmek; düşmanları dostlardan ve hasımlar içinde düşmanları, indirgenemez ögeleri, kendi davranış tarzlarına saplanmış ya da kafası karışmış liderleri, ikirciklileri ve iradesizleri birbirinden ayırmak gerekir. Hiçbir durumda, burjuva sınıf düşmanı ile dahi yumruk yumruğa gelinmemeli (işlenen suçlar yasalarca cezalandırılır) ve şiddete başvurulmamalıdır, başvurulacak olan daima akıl yürütme ve iknadır.

Kitleler ancak kitle örgütlenmeleri içinde hareket edebilir. Kültür Devrimi’nin en özgün ve yaratıcı araçları Kültür Devrimi’ne özgü örgütlenmelerin, sınıf mücadelesinin diğer örgütlenmelerinden (sendika ve parti) ayrı örgütlenmelerin ortaya çıkmasında bulunur. Kültür Devrimi’ne özgü örgütlenmeler ideolojik sınıf mücadelesi örgütlenmeleridir.

Bunların esasen tabandaki inisiyatiflerin (çevrelerin, çalışma gruplarının, halk komitelerinin oluşumu) sonucu olarak ortaya çıktığı görülür. Lenin’in Sovyetlerde gerçekleştirdiği gibi Çin Komünist Partisi de bunların önemini takdir etti, bunları destekledi ve işçiler, köylüler, entelektüeller ve gençlik içinde bu örnekleri tüm Kültür Devrimi’ne genişletti.

Çin Komünist Partisi bu yeni örgütlenmeleri eskilere, bu yeni amaçları geçmiştekilere eklemlemek konusunda oldukça özenlidir. Bu nedenle Kültür Devrimi’nin Parti’nin yönetimi altında yürütüldüğü, ve Kültür Devrimi’nin hedeflerinin “sosyalist eğitim” için önceden belirlenmiş hedeflerle hem fabrikalarda hem de tarlalarda sürekli bir araya getirilmesi gerektiği, öğrenci örgütlerinin işçi ve köylülerin Kültür Devrimi’ni kendilerinin yürüteceği fabrikalara ve köylü birimlerine müdahale etmemesi gerektiği, Kültür Devrimi’nin üretimi aksatmaması, desteklemesi gerektiği vs. bize sürekli hatırlatılıyor.

Çin Komünist Partisi aynı zamanda bunların esasen kent gençliğinden, dolayısıyla çoğunlukla lise ve üniversite öğrencilerinden oluşan kitlesel gençlik örgütlenmeleri olduğunu ve mevcut durumda harekete öncülük ettiklerini açıklar. Durumun gerçeği budur ancak bunun siyasi önemi açıktır. Bir yandan gerçek şu ki, Çin’de gençliğin eğitimi için mevcut bulunan öğretim sistemi (okulun tarihsel dönüşüm dönemleri süresince dahi insanlarda derin izler bıraktığını unutmamalıyız) burjuva ve küçük burjuva ideolojinin kalesiydi. Öte yandan, devrimci mücadeleleri ve savaşları deneyimlememiş gençlik, sosyalist bir ülkede geleceğin önemli ölçüde vuku bulacağı zemindir ve oldukça hassas bir konudur. Gençlik ne yalnızca sosyalist bir ülkede doğması gerçeği dolayısıyla ne de atalarının yiğitlik hikayelerini dinleyerek büyümekle devrimci olur. Yaşının tüm enerjisine rağmen, eğer siyasal başarısızlık nedeniyle kendini ideolojik bir dağınıklık ya da “boşluğa” terk edilmiş bulursa, bu “boşluğu” durmaksızın dolduracak “kendiliğinden” ideolojik biçimlere; ya kendi milli geçmişinden miras kalan ya da dışarıdan ithal edilen burjuva ve küçük burjuva ideolojilerine terk edilir. Bu biçimler kendi doğal dayanak noktalarını pozitivizm, ampirizm ve bilim insanı ve diğer uzmanların “apolitik” teknikerliğinde bulur. Buna karşılık, eğer sosyalist bir ülke gençliğine büyük bir devrimci vazife yükler ve onu bu eylem için eğitirse, gençlik yalnızca Kültür Devrimi’nde mevcut ideolojinin dönüşümüne katkı sunmakla kalmayarak kendini eğitir ve ideolojisini dönüştürür. Hangi türden olursa olsun ideoloji en çok gençlik üzerinde etki sahibidir. Soru, sosyalist bir ülkedeki gençliği hangi ideolojinin etkilemesi gerektiğini bilmeye ilişkindir. Kültür Devrimi genel itibariyle bu soruyu yanıtlar. Kültür Devrimi’nin gençlik örgütlenmeleri gençlik için bu soruya yanıt verir.

Sonuç olarak, Kültür Devrimi ve Kültür Devrimi’nin kitle örgütlenmelerinin gelişimine yönelik çağrının, kitlelere başvurunun, “kapitalist yolu seçen” liderlerin eleştirilmesinin koşulları da dahil olmak üzere Kültür Devrimi’nin yöntemlerinin Çin Devrimi’nin ana, merkezi ve öncü örgütü olarak kalan Komünist Parti tarafından hazırlandığına dikkat çekilmelidir. İlaveten, Parti, büyük bir ısrarla Kültür Devrimi’nin teorik ve pratik yasasını, onun en önemli yasasını, Marksizm-Leninizmin Çin Devrimi ve Sosyalizminin varlığına uygulanması ve Marksizm-Leninizmin bu deneyim tarafından zenginleştirilmesi anlamına gelen “Mao-Zedong Düşüncesini” inşa etmiş ve onu kitlelere doğrudan ulaşabilecek biçimde ifade etmiştir.

Dolayısıyla, Kültür Devrimi ne kitlelerin basiretsiz “kendiliğindenliğinin” yüceltilmesidir ne de politik bir “macera”dır. Kitlelere başvuru, kitlelere güven ve kitle örgütlenmelerinin yaratımı, kitlelerin ihtiyaç ve olanaklarına denk düşer. Fakat aynı zamanda Kültür Devrimi Parti tarafından girişilen üzerine düşünülmüş, tartışılmış bir karardır ve durumun bilimsel bir analizine, dolayısıyla Marksist teori ve pratiğin ilkelerine dayanır. Benzer bir biçimde, Kültür Devrimi’nin en önemli yasası, teoride olduğu gibi pratikte de Marksizm-Leninizmdir.

Kültür Devrimi’nin konjonktürü, amaçları, araçları ve yöntemleri bunlardır.

II. Kültür Devrimi ve Marksist Teorik İlkeler

Kültür Devrimi’nin bu siyasal analizi doğal olarak bir dizi teorik problem ortaya koyuyor.

Aldığı kararlarla Kültür Devrimi yeni birkaç politik tez önermektedir: sosyalist bir ülkenin kapitalizme “gerilemesi” riski, sınıf mücadelesinin üretim ilişkilerinin az çok dönüştüğü sosyalist bir rejimde devam etmesi, kitlesel bir ideolojik devrime ve bu devrime has kitle örgütlenmelerine olan ihtiyaç, vs.

Peki bu yeni politik tezler Marksist teoriyle uyum içerisinde mi?

a) Temel tez, en önemli teorik problemleri de ortaya koyan, sosyalist bir ülkenin kapitalizme gerilemesi ihtimaliyle ilgili olan tezdir. Bu tez, Marksizmin ideolojik yorumlarındaki (dini, evrimci, ekonomist yorumlar) birçok kanaate ters düşüyor.

Eğer Marksizm esasen, sosyalizmi insan tarihinin her zaman varmaya çalıştığı bir amaç olarak sunarak garanti eden dini bir tarih felsefesiyse, bu tez gerçekten de düşünülemez bir tezdir. Fakat Marksizm bir tarih felsefesi değildir ve sosyalizm de tarihin “sonu” değildir.

Eğer Marksizm bir evrimcilik olsaydı bu tez yine düşünülemez bir tez olurdu. Marksizmin evrimci yorumunda üretim biçimlerinin gerekli ve kesin bir düzeni vardır. Örneğin herhangi bir üretim biçimi atlanamaz. Bu yorum her zaman ileri gidildiğine dair bir garanti sunar ve ilkesel olarak herhangi bir “gerileme” riskini reddeder: kapitalizmden yalnızca sosyalizme ilerlenir, sosyalizmden de komünizme, kapitalizme değil.

Eğer evrimcilik olur da bir “gerileme” ihtimalini kabul etmek zorunda kalırsa, herhangi bir değişim geçirmemiş geçmiş eski biçimlere olan bir dönüşten bahseder. Fakat Marksizm bir evrimcilik değildir. Onun tarihsel diyalektik anlayışı gecikmelere, çarpıklıklara, tekrar içermeyen gerilemelere, sıçramalara vs. imkân tanır. Bu sayede Marksizme göre bazı ülkeler kapitalizmi “yaşamak” zorunda olmadan “sosyalizme geçebilir”. İlkesel olarak geride bırakılmış bir üretim biçimine gerilemek de bu nedenle mümkündür (bkz. Yugoslavya). Fakat tam olarak bu sebeple bu gerileme geçmişe, bozulmamış bir geçmişe, eski bir biçime basit bir geri dönüş değildir: bir kapitalist üretim biçimi sistemine yeni (şeklen sosyalist) biçimlerin yerleştirilmesi ve sosyalist “görünümün” altında aslen kapitalist bir biçimin yaratılması şeklinde farklı bir süreçle gerçekleşir.

Son olarak, “gerileme” tezi Marksizm eğer bir ekonomizm olsaydı da imkânsız olurdu. Marksizmin ekonomist yorumunda toplumsal sınıfların ekonomik temellerinin ortadan kaldırılması, toplumsal sınıfların ve onlarla birlikte sınıf mücadelesinin, proletarya diktatörlüğünün gerekliliğinin ve dolayısıyla Parti ve Devletin sınıf karakterinin yok olması için ‒diğer bir deyişle sosyalizmin zaferinin ilanının kesin olarak temin edilebilmesi için‒ gerekli olan tek şeydir. Fakat Marksizm bir ekonomizm değildir.

b) Bir toplumsal sınıf yalnızca üyelerinin üretim ilişkileri içindeki konumlarıyla ve dolayısıyla üretim ilişkileriyle belirlenemez: üyelerinin aynı zamanda politik ve ideolojik ilişkiler içindeki konumları da belirleyicidir, ki bu ilişkiler üretim ilişkilerinin sosyalist dönüşümünden çok sonra bile sınıf ilişkileri olarak kalmaya devam eder.

Şüphesiz ekonomik olan (üretim ilişkileri), bir toplumsal sınıfı son kertede belirler fakat sınıf mücadelesi bir sistem teşkil eder ve farklı düzeylerde (ekonomik, politik, ideolojik) iş başındadır; bir düzeyin dönüşümü diğer düzeylerdeki sınıf mücadelesi biçimlerini ortadan kaldırmaz. Bu sayede sosyalist bir ülkede mülk sahibi sınıfların ekonomik temellerinin neredeyse tamamen ortadan kaldırılmasından çok sonra dahi sınıf mücadelesi politik düzeyde ve özellikle ideolojik düzeyde gayet şiddetli bir biçimde sürebilir.

Dolayısıyla toplumsal sınıflar esas olarak politik ve özellikle ideolojik sınıf mücadelesi biçimleriyle ilişkili olarak belirlenir: politik ve ideolojik mücadelelerin hangi tarafında yer aldıklarına göre.

Bu, toplumsal sınıfların ekonomi tarafından belirlenmesinin hiçe sayılması anlamına gelmez. Sosyalist ülkelerde, tarihlerinin evrelerine bağlı olarak, sınıflar arasındaki ayrım ve sınıf mücadelesi için ekonomik bir temel oluşturan belirli ekonomik ilişkiler (en azından Lenin’i çok meşgul eden küçük ölçekli meta üretimi) varlığını sürdürür. Ayrıca gelirler arasındaki belirgin farklar, esas olarak ekonomik katmandan başka bir yerde, politik ve özellikle ideolojik alanda yürütülen sınıf mücadelesinin devam etmesi için gerekli ayrımlara ekonomik bir dayanak olabilir.

c) Esas nokta şudur: “Gerileme” tezi, sosyalist ülkelerin tarihindeki belirli bir konjonktürde ideolojik olanın her şeyin belirlendiği stratejik nokta haline gelebileceğini varsayar. O halde yol ayrımı ideolojik katmanda yer alır. Gelecek ideolojik olana bağlıdır. Sosyalist bir ülkenin kaderi (ilerleme ya da gerileme) ideolojik sınıf mücadelesinde belirlenir.

İşçi hareketinin tarihinin politik konjonktüründe ideolojik olanın baskın bir rol oynama olasılığına ilişkin bu tez elbette ekonomik, evrimci ve mekanik “Marksistlere”, yani Marksist diyalektik hakkında hiçbir şey bilmeyenlere ters düşer. Bu, yalnızca baş çelişki ile ikincil çelişkiyi, bir çelişkinin ana yönü ile ikincil yönünü, baş ve ikincil çelişkilerin ve yönlerinin tersine çevrilmesini, kısacası son kertede ekonomik belirlenim ile şu ya da bu üretim biçiminde veya şu ya da bu politik konjonktürde şu ya da bu düzeyin (ekonomik, politik ya da ideolojik) baskın oluşunu karıştıranlara şaşırtıcı gelecektir.

Dolayısıyla Kültür Devrimi’ne karar vermek ve onu hayata geçirmek şu iki tezi ilan etmek anlamına gelir:

1. Sosyalist bir ülkede “gerileme” süreci ideolojik olanla başlayabilir. Adım adım politik, daha sonra da ekonomik katmana dokunacak olan etki ideolojik olandan geçecektir.

2. Bu süreci engellemek ya da tersine çevirmek ve sosyalist bir ülkeyi diğer yöne, “devrimci yola” yönlendirmek ancak ideolojik katmanda bir devrime girişerek, ideolojik katmanda sınıf mücadelesine önderlik ederek mümkündür.

Biçimsel olarak, ilk tez şu anlama gelir: Sosyalist bir ülke eski toplumsal sınıfların ekonomik temellerini ortadan kaldırınca sınıfları ve dolayısıyla sınıf mücadelesini ortadan kaldırdığını düşünebilir. Politik alanda ve her şeyden önce ideolojik alanda kendini gösterse de sınıf mücadelesinin aşıldığını düşünebilir. Sınıf mücadelesinin en saf biçimiyle ideolojik katmanda gerçekleşebileceğini görmemek, ideolojik katmanı burjuva ideolojisine terk etmek, alanı düşmana terk etmek demektir. Eğer düşman tanımlanmadan ve düşman muamelesi görmeden savaş alanındaysa kontrol onun elindedir ve alanı ele geçirdiğinde bu bizi şaşırtmamalıdır. Bunu, kapitalizmin restorasyonuna götüren ideolojik, politik ve ekonomik mekanizmaların kurulması takip edebilir. Ardından sosyalist ülkenin emperyalizm tarafından siyaseten tarafsızlaştırılması, kullanılması ve nihayetinde ekonomik tahakküm altına alınması izleyebilir. Eğer sosyalist bir ülke bu çelişki üzerine kurulu ise, yani sosyalist bir altyapı ve burjuva ideolojik bir üstyapıya dayanıyorsa, uzun süre sosyalist kalması gerçekten de düşünülemez.

Kültür Devrimi sonuçlarına bu çelişkiden varır: Sosyalist bir altyapıyla donatılmış sosyalist bir ülkeye sosyalist bir ideolojik üstyapı vermek için ideolojik olanda bir devrime girişmeliyiz.

Bu yeni bir tez değil. Marx ve Lenin’de sürekli anılır. Marx her altyapının kendisine “karşılık gelen” bir üstyapısı olması gerektiğini ve sosyalist bir devrimde yalnızca politik ve ekonomik olanın değil aynı zamanda ideolojik olanın da temellerini ve biçimlerini değiştirmesi gerektiğini söyler. Lenin bir kültür devrimine olan hayati ihtiyaç hakkında açıkça konuşur.

Yeni olan, bu teorik tezin bugün sosyalist bir ülkenin pratik siyasetinin gündeminde olmasıdır. İşçi hareketinin tarihinde ilk defa sosyalist bir ülke bu tezi eyleme geçirmeyi gerekli buluyor ve kendini bunu yapmaya muktedir görüyor.

Bu tezin klasik bir tez olduğunu söylemek yeterli değildir. Bunu eyleme geçirme pratiği, bu teorik tezi ve dayandığı ilkeleri açıklığa kavuşturan tamamen yeni bir şeydir. İdeoloji ve kitleler hakkında yeni şeyler öğrenmeden kitlesel bir ideolojik devrime girişmek imkânsızdır. Kültür Devrimi’nin yalnızca mevcut teorik tezlere ilişkin teorik problemler ortaya koymadığını görmeye başlıyoruz: dikkatimizi kendi pratiğinin ürettiği ve gerektirdiği yeni teorik bilgilere çekiyor.

d) Kültür Devrimi’nin ideolojik olanın doğasına ilişkin Marksist ilkeleri devreye sokması işte bu anlamdadır.

Kültür Devrimi aslında ideolojik alanda devrim anlamına gelir.

Peki ideolojik alan nedir?

Marksist teori her toplumun üç spesifik düzeyden, tabakadan ya da alandan oluştuğunu gösterir:

Ekonomik           >    Altyapı

Politik / İdeolojik  }    Üstyapı

Bu “düzeyler” birbiriyle karmaşık bir biçimde eklemlenir. Son kertede belirleyici olan ekonomiktir.

Mimari bir metafor kullandığımızda (ev metaforu: altyapı/üstyapı) ideolojik olanın üstyapıdaki düzeylerden birini temsil ettiğini söylüyoruz. Bunu, onun toplumsal yapı içindeki konumunu (altyapı değil, üstyapı), politik ve ekonomik olana göreli özerkliğini ve aynı zamanda politik ve ekonomik olana bağımlılık ilişkisini belirtmek için yapıyoruz.

Bunun yerine ideolojik olanın somut varlık biçimini ortaya koymak istersek, onu binanın bir katına değil “çimentosuna” benzetmek daha doğru olur. İdeolojik olan aslında binanın tüm odalarına sızar: bireylerin tüm pratikleriyle, tüm nesneleriyle olan ilişkilerine, bilimle, teknolojiyle, sanatla, ekonomik ve politik pratikle olan ilişkilerine, “kişisel” ilişkilerine vs. İdeolojik olan, ister teknik ister sınıfsal ayrımlar olsun, bir toplumda ayırt eden ve bir arada tutan şeydir.

İdeolojik olan, bireylerin varoluş koşullarıyla, pratikleriyle, nesneleriyle, sınıflarıyla, mücadeleleriyle, tarihleriyle ve dünyalarıyla vb. olan “yaşanan” ilişkilerini düzenler fakat doğası gereği bireysel veya öznel değildir.

Toplumun her “düzeyi” gibi ideolojik olan da nesnel toplumsal ilişkilerden oluşur. Nasıl toplumsal (ekonomik) üretim ilişkileri varsa aynı şekilde politik toplumsal ilişkiler ve “ideolojik toplumsal ilişkiler” de vardır. Bu son ifade (“‘Halkın Dostları’ Kimlerdir” metninde) Lenin tarafından kullanılır ve kelime anlamıyla anlaşılmalıdır. İdeolojik olanı bilebilmek için bu toplumsal ilişkileri ve bu ilişkilerin nelerden oluştuğunu bilmemiz gerekir.

Bu ilişkiler aslında nelerden oluşur? Sadece fikir-temsil sistemlerinden değil, aynı zamanda tutum-davranış sistemlerinden de oluşurlar, dolayısıyla hem “teorik” hem de “pratik” sistemlerden. İdeolojik olan sadece düşünce sistemlerini değil (dar anlamda ideolojiler) tutum-davranış pratikleri sistemlerini de içerir (âdetler veya gelenekler).

Fikirler ve gelenekler diyalektik bir ilişkiye sahiptir. Sınıf durumuna ve konjonktüre bağlı olarak fikirler ve gelenekler arasında kısmi ya da genel bir özdeşlik, bir uyuşmazlık [décalage] veya çelişki olabilir. İdeolojik mücadelede, fikirler arasında ya da fikirler ve gelenekler arasında gerekli ayrımların nasıl yapılacağını bilmek ne kadar önemliyse, ideolojik düşman taraflarının hangi fikirleri ve gelenekleri cisimleştirdiğinin farkında olmak da o kadar önemlidir. Büyük devrimciler bu ayrımları nasıl yapacaklarını her zaman bilmiş ve hem fikirler hem de gelenekler alanında geçmişe dair “iyi” olanı koruyup “kötü” olanı reddetmişlerdir. Durum ne olursa olsun, ideolojik bir devrim yalnızca fikirlerde ‒ya da ideolojilerde‒ değil aynı zamanda pratik tutum ve davranışlarda ‒yani geleneklerde‒ bir devrim olmak durumundadır.

İdeolojik olanın bu iki yönlü doğası, ideolojik eğilimlerin fikirlere olduğu kadar belirli davranışlara ve pratik tutumlara da sirayet edebileceğini anlamamızı sağlıyor. Belirli “geleneklerin” ya da “çalışma alışkanlıklarının” ve “liderlik alışkanlıklarının”, belirli bir liderlik “tarzının” ideolojik bir anlam taşıyabileceğini ve bunlar sosyalist liderlerce uygulansa da devrimci ideolojiye aykırı olabileceğini anlamamızı sağlıyor. Dolayısıyla burjuva ideolojisi sosyalist liderlerin belirli pratiklerinde, yani belirli politik, teknik, bürokratik vb. geleneklerinde destek bulabilir. Bu “çalışma alışkanlıkları” ve “liderlik alışkanlıkları” yayılırsa bunlara artık kişisel “tuhaflıklar” ya da zaaflar denemez: toplumsal ayrımın, ideolojik sınıf mücadelesinde (bilinçli ya da bilinçsiz) bir taraf olmanın işaretleri olabilir ya da bu hale gelebilirler. Örneğin ekonomik, politik, ya da askeri liderlerin bürokratik ve teknokratik davranışları, sosyalist bir ülkenin ideolojik alanı içinde burjuvazinin ideolojik saldırısı için pek çok destek noktası sunabilir.

Kültür Devrimi bu tehdidi ciddiye alıyorsa bunun nedeni onun Marksist ideoloji teorisiyle uyum içerisinde olmasıdır. Fakat aynı zamanda bu tehdidi ciddiye alıyorsa bu teoriyi derinleştirmek ve dolayısıyla ileri taşımak zorundadır.

e) Kültür Devrimi son olarak örgütlenme biçimleriyle Marksizmin ilkelerini devreye sokar.

Çin Komünist Partisi’nin tezi aslında Kültür Devrimi’ne özgü kitle örgütlenmeleri olduğunu ve dolayısıyla bu örgütlenmelerin Partiden ayrı olduğunu varsayar.

Pek çok komünist için açıkça sorun teşkil eden şey Partiden farklı bu yeni örgütlerin varlığıdır.

Sınıf mücadelesinin örgütleri ve bunların ayrımları sorunu işçi hareketinin eski bir sorunudur.

Bu sorun Marx, Engels ve Lenin’de ekonomik sınıf mücadelesinin örgütlenmesiyle (sendika) politik ve ideolojik sınıf mücadelesinin örgütlenmesi (parti) arasındaki ayrımla ilgili olarak çözüldü. Bu işlevsel ayrım biçimsel bir ayrıma karşılık geliyordu. Sendika (demokratik merkeziyetçiliği olmayan) bir kitle örgütüydü. Parti (demokratik merkeziyetçiliğe sahip) öncü bir örgüttü.

Şimdiye kadar Parti hem politik hem de ideolojik mücadeleden sorumluydu. Kültür Devrimi hayret verici bir yenilikle yeni, üçüncü tip bir örgüt yaratır: ideolojik kitle mücadelesine özgü bir örgüt. Bu örgütün Partinin kararlarını uygulamakla sorumlu olduğuna şüphe yok. Fakat ondan ayrı bir örgüttür. Bu örgütlenme tipi ayrıca, sendikalar gibi kitle örgütlenmesi olması açısından da Partiden farklıdır (demokratik merkeziyetçilikle yönetilmez: Kültür Devrimi örgütlenmelerinin liderlerinin “Paris Komünü vekilleri gibi” seçilmesi gerektiği söylenir).

Peki bu hayret verici yenilik Marksist teorik ilkelerle uyum içerisinde mi?

Biçimsel olarak, örgütlenmeler arasındaki ayrımın toplumsal gerçekliğin aşamaları ya da düzeyleri arasındaki ayrımı yansıttığı söylenebilir. Ekonomik düzey için bir kitle örgütü (sendika), politik düzey için öncü bir örgüt (parti), ideolojik düzey için bir kitle örgütü (Kültür Devrimi’nin örgütlenmeleri).

Ama belki daha da ileri gitmemiz ve daha önce var olmayan ve Marx ve Lenin’in öngöremediği bu üçüncü tip örgütlenmenin bundan böyle sosyalist bir ülke için neden vazgeçilmez olduğunu sormamız gerekiyor.

Bu sorunun cevabının, sosyalist bir rejimde hem partinin hem de sendikanın Devlet karşısındaki pozisyonunun değişmesinde bulunabileceğini ihtiyatla ama nedensiz olmayan bir şekilde öne sürebiliriz.

İktidarın devrimci bir biçimde ilk ele geçirilmesinden sonra, proletarya diktatörlüğü sırasında Parti, Devletin, Devlet iktidarının ve Devlet aygıtının liderliğini üstlenmelidir. Bu durumda Parti ve Devlet aygıtı arasında kısmi ama kaçınılmaz bir kaynaşma olacaktır.

Burada, Lenin’in hayatının son dönemlerindeki metinlerinde (“Partinin Temizlenmesi”, “İşçi ve Köylü Teftişi’ni Nasıl Yeniden Örgütlemeliyiz?”) dramatik bir biçimde özetlediği ciddi bir sorun ortaya çıkıyor: bürokrasi ve teknokrasinin tuzaklarından ve ciddi siyasi etkilerinden kaçınmak için Parti ve Devlet arasındaki ilişkiyi nasıl düzenlemeliyiz?

Lenin bu sorunun çözümünü bir oluşumda [organism] aradı: işçilerin ve köylülerin Teftiş’i [1] . Bu oluşum Partinin bir ürünüydü. Tam anlamıyla bir örgüt değildi. Kitle örgütü hiç değildi.

Lenin’in dramatik bir biçimde ortaya koyduğu bu soru (Lenin çözümünün o esnada Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde var olan tarihsel güçlerin ötesinde olduğunun farkındaydı) kırk sene sonra Kültür Devrimi’yle Çin Komünist Partisi tarafından yanıtlandı.

Kültür Devrimi bu soruyu Parti ve Devlet arasındaki ilişkiyi gözetleyecek bir oluşum kurarak değil; Kültür Devrimi içinde “asıl” görevi kendini kitlelerden koparan, bürokratik ve teknokratik şekilde davranan, fikirleriyle, “gelenekleriyle”, yaşam, çalışma ve liderlik alışkanlıklarıyla “devrimci yolu” terk edip “kapitalist yolu” benimseyen liderleri belirlemek ve eleştirmek olan bir kitle hareketi ve kitle örgütü kurarak cevaplar.

Kültür Devrimi Lenin’in ortaya koyduğu bu soruna tamamen yeni bir çözüm sunar. Üçüncü devrimden sorumlu bu üçüncü tip örgütlenme, Partinin Devletle kaynaşmaya kısmen zorlandığı kısmen de cezbedildiği bir dönemde Partiyi Devletten ayrı olmaya zorlayabilmek için (hem varlığıyla hem de örgütlenme biçimiyle) Partiden ayrı olmalıdır.

Şematik yapılarına rağmen bu analizler ilkesel olarak doğruysa, Kültür Devrimi’nin doğrudan ya da dolaylı olarak tüm komünistleri ilgilendirdiği açıktır.

Kültür Devrimi’nin büyük politik ve teorik önemi Marksist sınıf mücadelesi ve devrim anlayışının ciddi bir hatırlatıcısı olmasıdır. Sosyalist devrim sorunu iktidarın ele geçirilmesi ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla kesin olarak çözülmez. Emperyalizm tehdidinin gölgelediği bir dünyada sınıf mücadelesi sosyalizmde devam eder. O halde sınıf mücadelesi sosyalizmin kaderini her şeyden önce ideolojik alanda belirler: ilerleme ya da gerileme, devrimci yol ya da kapitalist yol.

Kültür Devrimi’nin büyük dersleri Çin’in ve diğer sosyalist ülkelerin ötesine geçmekte ve tüm uluslararası komünist hareketi ilgilendirmektedir.

Bu dersler bize Marksizmin ne bir tarih dini ne bir evrimcilik ne de bir ekonomizm olduğunu hatırlatıyor. Bize ideolojik alanın sınıf mücadelesinin alanlarından biri olduğunu ve belirli koşullar altında sınıflar arası mücadelenin kaderinin belirlendiği stratejik yer olabileceğini hatırlatıyor.

Bize Marksizmin teorik anlayışıyla ideolojik sınıf mücadelesi arasında son derece yakın bir ilişki olduğunu hatırlatıyor.

Bize tüm büyük devrimlerin yalnızca kitlelerin eseri olduğunu ve devrimci liderlerin görevinin, kitlelere kendilerini yönlendirmeleri ve örgütlemeleri için gerekli araçları verirken, Marksizm-Leninizmi bir pusula ve yasa olarak verirken kendi iradelerini ortaya koymalarına ve sorunlarını çözmelerine yardımcı olabilmek için kitlelerin okuluna katılmak olduğunu hatırlatıyor.

Bu, Kültür Devrimi’ni ihraç etme meselesi değil. O Çin Devrimi’ne ait. Fakat onun teorik ve felsefi dersleri tüm komünistlere aittir. Komünistler Kültür Devrimi’nden bu dersleri almalı ve bunlardan faydalanmalıdır.

 



[1] İşçi ve Köylü Teftiş Halk Komiserliği, ya da Rabkrin, devlet idaresindeki bürokratizmi ve kötü yönetimi denetlemekle sorumlu Sovyet devlet kurumu. 1920’de kurulmuş, görevini yerine getirmekte yetersiz kaldığı gerekçesiyle Lenin dahil olmak üzere birçok kişi tarafından eleştirilerek 1923’te SBKP Merkezi Kontrol Komitesi’yle birleştirilmiş, 1934’te feshedilmiştir. (Ç.N.)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar

Çin 2013