Ana SayfaArşivSayı 85 ÇİN ve MARKSİZM Çin’de Altyapı-Üstyapı Gerilimi

Çin’de Altyapı-Üstyapı Gerilimi

Çin’de Altyapı-Üstyapı Gerilimi

Anomali mi Geçiş Dönemlerinin Gerekliliği mi?

Alain Badiou, Kültür Devriminin, tüm paradokslarına rağmen, kendi kuşağı üzerindeki devrimcileştirici etkisini tarif ederken şu ifadeyi kullanır: “Her türlü öznel ve pratik yörünge, Çin Devriminin yorulmak bilmez yaratıcılığında, kendi namzetliğini [nomination] bulmuştur.” [1] Badiou’ya göre bu yorulmak bilmez yaratıcılık, yeni öznellik biçimleri arayışının ve, ilişkili olarak, parti-devlet formunu aşma arzusunun provoke ettiği bir yaratıcılıktı. Bize göre ise, Kültür Devriminin objektif özü, devrimci ideolojik mücadeleye, yaratıcı bir yoldan, militan kazanma projesiydi. Mao Kültür Devrimini, ideolojik özneler yaratma yoluyla nesnel bir gerçeğe, her devrimin yüz yüze kaldığı de-radikalizasyon [2] tehlikesine karşı bir “mücadele” olarak tasarlamıştı. Deyim yerindeyse, Kültür Devrimi zorunlu bir yaratıcılık olarak ortaya çıktı; sosyalist bir devrimin ertesinde arzulanan topluma hemen ulaşılamayacağı ve mücadelenin henüz bitmediği acı gerçekleri, devlet pozisyonundan bu mücadeleyi sürdürmenin paradoksal doğası ve özgün zorluk ile sorumlulukları yaşanılarak öğreniliyordu ve Çin devriminin önderleri ne teoriden ne de deneyimden gelen hazır bir reçeteye sahipti. Mao, çözümü, kitlelerin seferber edilmesi olarak tarif ettiği, devrimin radikalliğini yani mücadele kapasitesini kaybederek memurlaşan eski kadrolarına ve burjuva ilişkilere karşı öğrencilere ve işçilere büyük bir misyon duygusu vererek onları yeni mücadele neferleri kılma projesinde buldu. Fakat bizce devrimler tarihinin en yaratıcı projelerinden biri olan Kültür Devrimi, devlet ve ekonomi yönetimi mantığının zorunlu olduğu koşullarda devlet mantığını aşan ya da ihmal eden bir ideolojik ve politik mücadele tarzına başvurması sebebiyle başarısız oldu.

Kültür Devrimi sonlandı, fakat Çin Devriminin, ÇKP’nin yaratıcılığı sonlanmadı. ÇKP, o günden beri devletli bir pozisyondan sosyalizme yürüme mücadelesinin yollarına ilişkin arayışlarını sürdürüyor ve, Deng ve Xi dönemleriyle birlikte sosyalizm deneyimleri tarihinin en yaratıcı diğer projelerine imza atılıyor. Deng, Çin sosyalizminin hedefinin her şeyden önce üretici güçlerin geliştirilmesi ve yoksulluğun azaltılması olduğu tespitinden hareketle, üretici güçleri geliştirmek bakımından en etkili model olarak düşündüğü piyasa modeline başvurdu ve “piyasa sosyalizmi” formülünü icat etti. Bu dönemde, piyasa sosyalizmi formülüne ilişkin ister eleştirel ister sahiplenici bir tutum içinde olsun Marksistlerin genelinin kabul ettiği üzere, devrimci ideolojik mücadele arka plana itilmiştir. Biz Deng dönemine ilişkin özel bir olumlu ya da olumsuz tutum içinde olmaya gerek olmaksızın, Deng’in ideolojiyle çözülemeyecek problemleri, NEP döneminde olduğu gibi, ekonomik yollardan çözme gayretinin anlaşılır olduğu, fakat bunun aynı zamanda ideolojik gerileme tehlikesine yol açtığı ve ekonomik kalkınmayla çözülemeyecek sorunları çözümsüz bıraktığı kanısına varılabileceğini düşünüyoruz. Deng dönemi, haklı olarak, dünya devrimci hareketinde, ve dünya kapitalizminde, ÇKP’nin kapitalist yola girdiği algısını doğurdu. Haklı olarak, piyasa modeline başvurmadaki niyet yalnızca teknolojik ve ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmek ise, hangi önlemlerin bu yolun kapitalizmle sonlanmasına set oluşturacağı sorusu soruldu ve bu sorular, en azından dışarıdan gözlemciler için, büyük ölçüde cevapsız kaldı. Marksistlerin genelinin, Çin’in bu dönemiyle bir sosyalizm deneyimi olarak ilgilenmeyi reddetmelerinin gayet anlaşılır olduğu kanısındayız, öte yandan piyasa sosyalizmi projesinin Deng ve ÇKP’nin kendisi için anlamının kapitalizme geçiş için bir kılıftansa, sosyalizme geçiş sürecinin ekonomik sorunlarını çözmeye yönelik samimi ve yaratıcı bir deney olduğunu düşündürecek veriler ağırlıktadır. Nitekim, Deng ve sonrasına ilişkin oldukça net bir eleştirel tutum sahibi olan Maurice Meisner gibi ÇKP’yi yakından izleyen Marksistler dahi, ÇKP’nin piyasa sosyalizmi projesinde samimi olduğunun aksini düşündürecek pek veri olmadığını not etmişlerdir. [3]

Xi dönemiyle birlikteyse, politik ve ideolojik mücadelenin geri dönüşüne tanıklık ediyoruz. Fakat bu sefer söz konusu olan, Mao’nun Kültür Devrimine kıyasla, devlet ve ekonomi yönetimi mantığını daha fazla tanıyan bir mücadeledir. Çin Devriminin bu en güncel yaratıcı evresinde ideolojik ve politik mücadele ile piyasa modeli birbirlerini iptal etmeden yan yana geliştirilmeye çalışılıyor. Çin’i yakından takip eden Korkut Boratav’a, Xi için bir “Mao-Deng sentezi mi?” [4] diye sorduran bu birlikteliktir.

Xi ideolojik ve politik mücadeleyi geri çağırması ve eşitlikçi uygulamalara başvurmasıyla Çin’e karşı ilgisini kaybetmiş Marksistlerin dikkatini çekmeyi başardı. Ne var ki bu, piyasa sosyalizmi formülünün devam ettirilmesi sebebiyle temkinli ve sorgulayan, belki de daha doğru tabirle kararsızca bir dikkat. Deng döneminde Çin’in kapitalist yola girdiği tezi, yakında burjuva demokrasisine geçileceği inancı ya da totaliter kapitalizm formülü sayesinde açıklanabiliyordu. Gözlemcilere göre altyapı ile üstyapı arasındaki uyumsuzluk kulak tırmalayıcı düzeyde değildi. Xi döneminde ise Marksizme, ideolojik adanmışlığa ve eşitliğe yönelik güçlü vurgu ve kimi somut adımlar, burjuva tarzda bir üstyapının yerleşmekte olduğu tezi bakımından arıza çıkarıyor ve “altyapı üstyapı uyumsuzluğu” Marksist gözlemcileri net bir tutum almaktan alıkoyuyor. Marksizme göre, altyapı üstyapıya üstün gelmelidir, o halde nasıl olmaktadır da piyasa ilişkilerinin hüküm sürdüğü Çin’de burjuva üstyapısı bir türlü tam anlamda tesis edilememektedir?

Biz bu sorunun cevabının, Kültür Devriminin boğuştuğu problemlerin varlığını koruduğu tespitinden hareketle aranması gerektiği kanısındayız. Girişte savunduğumuz üzere, bu problem sosyalizmin tesis edilmesinin devrim momentiyle başlayıp bitmemesi, devrim sonrası süreçte devrimci iktidarın öznel tercih ve kararlarını aşarak kendini dayatan ekonomik ve toplumsal nesnelliklerin olması ve dolayısıyla mücadele mantığının gerekliliğini koruması olguları tarafından dayatılmaktadır. İçinde bulunulan momentin nesnel koşulları ve ulaşılmak istenen hedef ‒bu hedef belirsiz olsa da‒ arasındaki mesafe, içinde bulunulan momentin nesnelliğine teslim olunmasına engel olacak bir ideolojik öznelik durumunu ve müdahale ve mücadele kapasitesi olan bir politik yapılanmayı gerektirmektedir. Bu bakımdan bizim tezimiz, geçiş aşamasındaki toplumların siyasi ve ideolojik yapılarına, oturmuş altyapıların yansımaları, ya da ‒bizce daha doğru tabirle‒ oturmuş üstyapıları olarak değil; bir hedef doğrultusunda ve nesnelliklere rağmen mücadele mantığı yürüten ideolojik ve politik merkezler olarak bakılması gerektiğidir. Altyapı kararsızlık içindedir ve üstyapı bu kararsızlığın sonucu olan tansiyonları yönetmektedir. Bizce bu tür bir yaklaşım, altyapı ile üstyapı arasında gerilim konusu olduğu düşünülen iki alana dair daha açıklayıcı bir yaklaşıma izin vermektedir: (1) piyasa modeli ile katı ve otoriter tek parti iktidarı biçimindeki politik ve ideolojik form arasındaki gerilim, (2) piyasa modeli ile Marksizme yapılan ideolojik vurgu arasındaki gerilim.

Elbette bu tür bir yaklaşım, söz konusu olanın bir mücadele olduğu tespiti gereği, bu mücadelenin başarısızlıkla sonuçlanması ihtimalini de tanımalıdır. Bizce ÇKP, Marksistler olarak hazır bir reçete sunmamızın mümkün olmadığı bir alanda zorunlu olarak bir deney yürütmektedir ve bu yolun doğru ya da yanlış olduğunu önsel olarak tespit etmek olanaklı değildir. Dolayısıyla, bu yazının niyeti ÇKP’yi savunmak ya da eleştirmek değil, Xi döneminin incelenmesi vesilesiyle geçiş dönemi toplumlarında ideoloji ve politikanın yerine dair modellerimizi detaylandırmaya yönelik bir deneme ortaya koymaktır.

Yazının devamında, Xi döneminde altyapı (ekonomi), politika ve ideoloji (üstyapı) gerilimli üçgeninin nasıl kurulduğunu incelemeye çalışacağız. Bu dönemin ayırt edici karakterinin belirginleştirilmesine hizmet edeceğini düşünerek, yer yer, geçiş aşamasında iktidarın elde tutulduğu koşullarda ideolojik ve politik mücadelenin sürdürülmesinin bir diğer örneği olan Kültür Devrimiyle kıyaslamalara başvuracağız.

Altyapı: Piyasa Sosyalizmi

Çin’de altyapı ve üstyapı arasında bir uyumsuzluk olduğu tespiti, belirttiğimiz üzere altyapının kapitalist, üstyapının da burjuva tarzdaki altyapıdan farklı olduğu fikri üzerine kuruludur. Öncelikle, bu argümanın ilk kısmını oluşturan altyapının kapitalist olduğu tezini ele alacağız. Bu fikrin gerekçesi, Çin’in ekonomi modelinin kavramsal ve uygulamadaki temellerinin Deng döneminde atılmış olan piyasa sosyalizmi paradigması tarafından belirleniyor olmasıdır. Söz konusu fikrin sahipleri, Marksizmin birincil metinlerinin kimi kısımlarıyla gayet uyumlu biçimde, kapitalizmin tanımının tam da piyasa modelinin rengini verdiği bir ekonomik ve toplumsal sistem olduğu tezinden hareketle, piyasanın ekonomide merkezi rol oynadığı Çin’in altyapısının kapitalizm olduğunu ileri sürmektedir. Bu bakımdan, piyasa sosyalizmi imkânsız bir sentezdir, bir aldatmacadır, olsa olsa kapitalizmin diğer adıdır.

Piyasa modeli, Çin ekonomisine rengini vermekte midir? Çin Marksizm Enstitüsü’nden Peng’e göre, Çin’de “piyasa temel, ulusal makro-kontrol kılavuzdur” [5] . Roland Boer’in aktardığına göre, piyasa Deng döneminden beri ekonomide gitgide daha da belirgin bir yer kaplamaktadır. Boer sanıldığının aksine Deng’in reform ve açılma döneminde piyasa modelinin uygulandığı alanların tali bir paya sahip olduğunu, ekonominin büyük oranda devlet işletmelerinin elinde olduğunu kaydeder. Bugün, piyasa ekonomisi kurallarının geçmişe nazaran daha da kararlı biçimde uygulandığını Xi’nin 2013 tarihli bir konuşmasından anlıyoruz: Sosyalist sistemde piyasa ekonomisi, kaynakların dağıtımı bakımından artık “temel (basic) bir rol” değil, “belirleyici (decisive) bir rol” oynayacaktır. [6] Bu karar uyarınca, piyasa ekonomisinin belkemiğini oluşturan arz-talep, değer yasası, rekabet, en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması gibi ilkeler çekinmesizce benimsenmelidir. [7]

Buraya kadar ampirik verilerden aktardıklarımız bize piyasa modelinin Çin’in ekonomik sisteme rengini verdiği tezinin temelsiz olmadığını göstermektedir. Fakat, daha az ampirik olmayan başka veriler bu yargıyı sarsıcı düşünceler doğurmaktadır. ÇKP’nin kendisinin savunduğu üzere, piyasa modeli gittikçe daha da kapsamlı biçimde benimsenmektedir; fakat bu, piyasanın sistemin bütünü bakımından nispi olarak daha fazla yer kapladığı anlamına mı gelmektedir? Xi’ye göre, bir yandan piyasa modeli güçlendirilirken, öbür yandan planlı ekonominin de kapsamı genişlemektedir. [8] Nitekim, bankaların tümünün ve Çin kalkınmasının belkemiğini oluşturan sektörlerin ezici çoğunluğunun devlete ait olması ve devletin sermayedarlar üzerinde mutlak politik kontrolü olguları önümüzde durmaktadır.

ÇKP’nin formülüne göre, piyasa ekonomisinin mekanizmaları, kapitalizmden önceki birçok ekonomik sistemde de varlık göstermiştir fakat her seferinde tabi olduğu ekonomik sistem tarafından üstbelirlenmiştir. Örneğin, köleci üretim tarzının hâkim olduğu Antik Roma’da piyasa, köleci ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda organize olmuş ve toplumsal ve ekonomik anlamını bu çerçevede kazanmıştır. [9] Bu öncüller temelinde, piyasanın başka bir ekonomik sistemde kapitalist sistemdeki anlamından başkaca anlamlar kazanabileceği, Çin’de olanın tam da bu olduğu savunulmaktadır; ekonomide yoğun devlet kontrolünün varlığı piyasaya başka bir nitelik vermektedir. Kısacası, bu formüle göre, piyasa Çin ekonomisine rengini vermemekte, Çin ekonomisinin yapısallığı piyasaya rengini vermektedir.

Dolayısıyla, ÇKP’nin kendi formülasyonu baz alındığında, piyasa ilkelerinin, geçici bir süre için, yeterli refah düzeyine ulaşıncaya kadar benimsenmiş olması değildir söz konusu olan. ÇKP, somut deneyimleri sonucu piyasanın en azından kısa-orta vadede varlığını koruması gerektiğine karar vermiştir; ve bu kararın teorik temelini atmıştır. Şu andan itibaren önümüzde iki tartışma aksı açılmaktadır. İlk olarak, ÇKP’nin teorik bilincini baz alabilir ve bu teorik teze teorik bir yaklaşım getirmeye çalışabiliriz: Piyasanın sosyalizmde ve hatta ‒spekülatif olarak‒ komünizmde ‒çünkü ÇKP’nin mantığı aynı biçimde komünizme tabi olmuş bir piyasayı da olanaklı kılmaktadır‒ yeri var mıdır? İkinci aks, ÇKP’nin teorik bilincindense, onun karşı karşıya kaldığı politik, ekonomik ve toplumsal problemleri konu alır ve piyasa modelinin uzun vadede sürdürülmesinin anlamını tartışmayı bir kenara bırakır: Hangi problemler ÇKP’yi piyasa modelini benimsemeye ve 40 yıldır sürdürmeye itmiştir?

Biz tartışmanın ikinci aksta yürümesini daha doğru buluyoruz. Ne var ki, ilk aksı oluşturan soruların da geçersiz olduğunu düşünmüyoruz. Piyasanın olmadığı bir ekonomi nasıl organize olmalıdır? Bugüne kadar buna iki cevap önerilmiştir. Birincisi, ekonomide devlet kontrolüdür. Avantajları yanında bu model, verimlilik ve inovasyon bakımından sıkıntılar yaşatmıştır. Diğer cevap, devletin işçinin emeğine el koymasının da sömürü olduğu gerekçesiyle bu modeli devlet kapitalizmi olarak tanımlar; piyasaya olduğu kadar devlet kontrolüne de karşıdır ve işçinin ürettiği emeğin bütününde söz sahibi olmasını önerir. Bu fikre karşılık geldiği düşünülen somut model, ekonominin her işçinin aktif katılımına dayanan Sovyetler tarafından yönetilmesine dayanır. Bu model ise, büyük ölçekli ve kompleks ekonomilerin uzmanlaşmayı ve merkezileşmeyi gerektirmeden, herkesin aktif ve yoğun katılımıyla nasıl işleyeceği sorusunu doğurmaktadır. Söz konusu ekonomi modelleri arasında yapılacak nitelikli bir karşılaştırma, Marksist ekonomi tartışmalarına ileri ve bilimsel düzeyde bir hâkimiyet gerektirmesi sebebiyle, bizim çalışmamızın sunabileceği bir katkı değildir. Ne var ki, cevap veremesek dahi bunlar geçerli sorulardır ve ÇKP’nin ekonomik modeline yönelik eleştirilerin çoğu bu soruların geçerliliğini ihmal eden eleştirilerdir.

İkinci aks, Çin Devriminin iktidarı aldığı günden bugüne yaşadığı somut ekonomik sorunlarla ilgilenir. Piyasanın olgunlaşmış bir sosyalist sistemde yerinden ziyade, piyasa ekonomisinin hangi konjonktürel ihtiyaçlara cevaben ortaya çıktığını ve belirli sorunların çözümünde nasıl bir fonksiyon oynadığını konu alır. Nitekim, bizce sosyalist geçiş dönemi, iktidardaki politik özne bakımından, hatlarının bilgisine önsel olarak sahip olunan bütünsel bir sosyalizm planının lineer bir süreç içerisinde hayata geçirilmesi şeklinde cereyan etmeyecektir; tüm politik süreçler gibi, belirli bir sorunun ve onun çözümünün ‒başat çelişki‒ belirlediği ‒ve diğer sorunların görece öneminin azaldığı‒ konjonktürlerin eklemlenegiden zikzaklı birliği olarak yaşanacaktır.

Piyasa, Çin ekonomisine, Deng’in ülkede üretici güçlerin yeterince gelişkin olmadığı ve üretici güçleri en hızlı biçimde geliştirecek araçlara başvurulması gerektiği tezinden hareketle 1978’de başlattığı Reform ve Açılma politikası çerçevesi içerisinde giriş yapmıştır. Deng’den önceki Mao döneminde, ekonomide kolektivizasyon ve mutlak devlet planlaması yürürlüktedir. Deng’e göre, Büyük İleri Atılım ve ardından gelen Kültür Devrimi, sosyalizmin kurulması için gerekli olan üretici güçlerin geliştirilmesini ihmal ederek sosyalizmi üretim ilişkileri ve ideoloji düzeyinde inşa etmeye girişmiştir. Bu dönem, ekonomik problemlerin ideolojik ve politik kampanyalarla çözülebileceği inancı şeklinde tanımlayabileceğimiz “ekonomik volontarizm” ile ilişkilendirilmektedir. Ekonomik volontarizmin sonucu, Deng’in meşhur ifadesiyle, “yoksullukta eşitlik”tir ki yine Deng ve ardıllarına göre bu tür bir eşitlik, sosyalizmle ilgisi olmamak yanında kapitalizmle mücadele kapasitesine de sahip değildir. Fakat, ÇKP resmi tarihyazımında katı devlet planlamasına, örneğin yapılmaması gereken bir hata olarak görülen Kültür Devrimine olan türden bir reddiye yoktur. Planlamacı ekonomi modelinin, uzun vadede üretici güçleri geliştirici etkisi zayıf olsa da, devrim sonrası konjonktür içerisinde önemli bir işlev gördüğü teslim edilmektedir. Başarılı bir komünist devrimin ardından, kamulaştırma ve kolektivizasyon, feodal ve burjuva üretim araçları sahiplerinin toplumsal ve politik iktidarlarından mahrum bırakılması bakımından zorunludur. Ayrıca, Samir Amin’in vurguladığı üzere, devrimi takip eden ilk yıllarda katı devlet planlaması, yalnızca ekonomik ve politik konfigürasyonun, bir mücadele mantığı uyarınca, eski üretim araçları sahipleri aleyhine değiştirilmesi işlevi değil; bunun yanında sanayileşme ve kalkınma için gerekli temellerin atılması işlevi de görmüştür. [10] Bu görüş, Xi tarafından da paylaşılmaktadır: 1978 öncesi dönemde, sosyalist inşa için gerekli temeller atılmıştır; fakat 1978’den sonra çok daha ileri ve sürdürülebilir bir ekonomik gelişmeyi olanaklı kılacak bir model gerekli olmuştur. [11] Böylelikle, Xi’ye göre, birkaç on yıl boyunca devlet planlamasının itkisiyle ivmeli biçimde büyüyen fakat nihayetinde hantallaşan Sovyet ekonomi deneyiminin hatalarından kaçınılmıştır. Sonuç olarak, Mao dönemi ekonomi politikaları sosyalist inşa süreci içerisinde kendini dayatan belirli bir sorunla ‒sanayileşme ve feodalizm ile burjuvaziye karşı mücadele‒ ilgilenirken; ardılları Deng ve Xi, zaman içinde beliren başka bir belirli soruna ‒inovasyon eksikliği ve verimsizliğe‒ yönelmişlerdir. Aynı biçimde, Deng ve Xi arasında da bir dönemleştirmeye gidebilir ve Xi döneminde “ortak refah” adı altında devlet planlamasının ve eşitlikçi uygulamaların güçlendirilmesi olgusunun da Deng dönemi politikaları sonucunda kendini dayatan derin gelir eşitsizliği sorununa cevaben ortaya çıktığını saptayabiliriz.

“Somut adımlarla, yaşayarak gerçekleşen bir sentez arayışı…” [12] Korkut Boratav’ın ÇKP’nin ekonomi modelinin nasıl inşa edildiğine dair bu yalın betimlemesi, bizce, kararlı yapısına ulaşmış bir altyapıdan bahsedilemeyeceğine işaret etmektedir. Aktardığımız gibi, piyasanın belirgin rolünün yanında merkezi planlamanın ekonomi işleyişinde önemli bir yer tutması ve gerek ortak refah gerek dünya kapitalizmiyle mücadele için üretici güçleri ivmeli olarak geliştirme zorunluluğu altyapının kararsızlığını oluşturan faktörlerdir. Çin’in altyapısının niteliği konuşulurken, ilki kadar ikinci öğeye de odaklanılmalıdır. Bunun ihmal edilmesi, üretici güçlerin görece geri kaldığı Küba, SSCB ya da Mao dönemi Çin’inde, yalnızca kolektivizasyon ve kamulaştırmanın varlığından hareketle, sosyalist bir altyapının olgunlaşmakta olduğu teziyle sonuçlanır. Kimi Çin gözlemcilerinin kabul ettiği üzere, aktüel Çin ne kapitalist ne sosyalisttir [13] ; fakat bizce bu bir anomalı değildir. Aynı durum bugüne kadar yaşanmış tüm geçiş dönemi deneyimleri için geçerlidir. Xi döneminde dikkate değer olan, bu kararsızlığın ve hedeften uzaklığın Xi tarafından tanınıyor olması ve bu gerekçeyle ideolojik ve politik mücadelenin gerekliliğine yapılan vurgudur.

***

Buraya kadar savunduğumuz üzere, Çin’in altyapısının analizi bize onun sosyalist ya da kapitalist olduğu yönünde net bir yargı sağlamamaktadır. Bu aşamada, bu yargının olanağının üstyapının analizinde aranması gerektiğini savunacağız. Bu analizin, aynı zamanda kalkış noktamız olan altyapı-üstyapı gerilimi sorusuna yanıt olduğunu, söz konusu gerilimi bir tarihsel sapma olmaktan çıkararak, geçiş dönemlerinin nesnelliğine ait bir özellik olarak saptamamıza imkân verdiğini ileri süreceğiz.

Altyapının sosyalist / komünist olmadığı yerde üstyapının sosyalist / komünist olabileceğini ileri sürmekle Marksist öğretiye aykırı bir akıl mı yürütüyoruz? Hayır, çünkü burada savunulan, Çin’de komünist ya da olgunlaşmış bir sosyalist topluma uygun düşen bir üstyapı olduğu ve bu suretle altyapının ileri çekildiği yönünde bir tez değildir. Burada savunulan, Çin’de, nesnel koşullar içinde sosyalizm hedefi doğrultusunda mücadele yürüten, ve ideolojik ve politik mücadelenin mantığına göre organize olmuş bir üstyapının söz konusu olduğu tezidir. Diğer bir deyişle, bizce Çin’deki mevcut üstyapıya rengini veren, bir mücadelenin varlığı ve onun doğrultusudur. Mücadele, tanımı gereği hedeften geri bir noktada mümkündür; varlığını şimdisi ile geleceği arasındaki gerilime borçludur.

Bu aşamadan sonra ideolojik ve politik mücadelenin özgül mantığı dediğimiz şeyi yazının merkezine alacak ve Çin deneyimini bu eksende tartışacağız. İdeoloji ve politikanın altyapıya indirgenemez bir yapısı vardır, ve ideoloji ile politikanın altyapıya indirgenmesini engelleyen bu fazla, aynı zamanda nesnelliğe ‒altyapıya ya da çeşitli toplumsal nesnelliklere‒ aykırı bir müdahaleyi mümkün kılan, yani devrimci mücadelelerde ve geçiş dönemlerinde belirgin biçimde öne çıkan alandır. İdeoloji ve politikanın kendine özgü alanı içinde üretilen maddi güç, belirli sınırlar içinde, başkaca maddi koşullara direnebilir ya da etki edebilir bir vektör haline gelir. Politik maddi gücün üretiminin örgütsel mekanizmalar aracılığıyla hegemonik etkinin üretimi ile ortaya çıktığını; ideolojik maddi gücün ise, Althusser’in ideoloji teorisinden esinle, ideolojik çağırma yoluyla misyon duygusunun ve tanımlı misyona eklemlenmiş olan (articulated) pratiklerin üretimi olduğunu kabul edeceğiz. Bu bakımdan, Xi döneminin üstyapısını oluşturan otoriter ve merkezi parti-devlet yönetimi ile yoğun Marksizm vurgusunun, hâlâ varlığını sürdüren nesnel sorunlara (ekonomik ve çeşitli toplumsal problemler) direnme ve müdahale için gerekli olan geçiş dönemi üstyapıları kapsamında ele alınması gerektiğini savunacağız.

Politika: Otoriter parti-devlet formu

Çin’deki hâkim politik yapılanmaya dair çeşitli yaklaşımlar mevcuttur. İlk yaklaşım, girişte vurguladığımız üzere, piyasaya dayalı ekonomi modelinin burjuva demokrasisini gerektirdiği ve bu bakımdan Çin’in bir sapma teşkil ettiği yönlü yaklaşımdır. Başka bir yaklaşım, Zizek gibi düşünürlerce dile getirilen ve Batı Marksizminin genel sağduyusuyla uyum içinde olan, otoriter kapitalizm tezidir. Batı Maoizmi olarak tanımlayabileceğimiz akım, Mao’nun Kültür Devriminin hedeflediği parti-devlet formunu aşma arzusu ile mevcut merkezi yönetim arasındaki karşıtlığı öne çıkarmaktadır. Roland Boer gibi Çin yanlısı düşünürlerce benimsenen görüş ise, Çin’de, özellikle Xi döneminde, gayet demokratik bir yönetimin olduğu fakat bu yönetimin Batı ülkeleri normlarına uymadığı için bu ülkeler tarafından otoriter gibi gösterildiği şeklindedir. Sonuncusuyla bağlantılı bir diğer savunu da, Çin’e yönelik demokrasi eksikliği eleştirilerinin karşısına batıdaki polis şiddeti ve yasaklama vakalarını çıkararak hedef şaşırtmayı hedefler. Biz bunların hiçbirini tam anlamıyla savunmuyoruz; bizce bu yaklaşımlar, demokrasi ya da demokrasi eksikliğini bir altyapının doğrudan sonucu olmaya indirgemeleri ve ideolojik demokrasi nosyonu etrafında şekillenmeleri bakımından hatalıdır.

Son iki yaklaşımı ele alacak olursak, evet, Batı demokrasilerinde arı demokrasi anlamında bir demokrasi yoktur, buna karşılık Çin’de de yalnızca baskı ve zor gücüne dayalı bir yönetim yoktur. Ne var ki, bu savunmacı yaklaşımın Batının ideolojik hegemonyasına direnmek gibi olumlu bir işlevi olsa da teorik olarak yol açıcı olmadığını sanıyoruz. Ekonomik liberalizme karşı fakat politik liberalizmi savunan liberter Marksistleri rahatsız edecek olaylar Çin’de gerçekten de Batı ülkelerine kıyasla yoğun biçimde yaşanmaktadır. ÇKP’nin politik müdahaleleri yalnızca sermaye sahiplerini hedeflememektedir, bunun yanında politik muhaliflerin üzerinde aktif baskı, toplumun üzerinde ise aktif denetim uygulanmaktadır. Teorik olarak yol açıcı bir yaklaşım için, bu olgunun kabul edilmesi ve anlamının araştırılması gerekmektedir.

Bu olgunun anlamının saptanması, bizce her şeyden önce demokrasi nosyonunun ideolojik özünün ortaya konmasını gerektirmektedir. Althusser ve Spinoza’nın ideoloji ve bilinç üzerine tezleri, rıza ve meşruiyetin kaynağının hiçbir zaman kişilerin özgür iradesi olmadığını, her zaman dışarıdan kurularak olanaklı kılındıklarını ortaya koymak bakımından çok güçlü bir temel sağlamaktadır. Tarihte, bireylerin herhangi bir dışsal (özgür iradeye bağlı olmaması anlamında dışsal) ideolojik, ekonomik, politik belirleyicilikten azade, yalnızca özgür kendilikler olarak var oldukları bir verili an yoktur ve olmayacaktır ‒komünizmde dahi. Bu anlamda, kişilerin özgür iradeleri arasında kurulan bir sözleşme olarak düşünülen bir “arı demokrasi” (pure democracy) hiçbir zaman olmamıştır ve olmayacaktır. Ya da, eğer demokrasi diye bir şey varsa, bu tam da, bir ideolojik, politik ve toplumsal çerçevenin hegemonya kazanmasının sonucu olarak, devletin, toplumsal grupların ve bireylerin aynı çerçeveyi paylaşmaları sebebiyle birbirleriyle antagonist tarzda değil uzlaşı içinde ilişki kurmalarının adı olabilir ancak. Hegemonyanın tesis edildiği ve kararlı bir toplumsal forma ulaşmış toplumlarda, “demokrasi”, artık bir ideolojik oryantasyonla ilgili olarak değil, politik rasyonalitenin gereği olarak var olur. Althusser’in ideoloji tartışması kapsamında ifade ettiği, aktif baskı araçlarındansa, ideolojik dominasyonun daha verimli ve risksiz bir yönetim biçimi sağladığı yönlü tez, mümkün olduğu durumda “demokrasiyle” idare etmenin daha rasyonal olduğu fikriyle aynı doğrultudadır. Fakat, Althusser iki önemli şey eklemektedir: (1) Baskı araçları aktif olmasa da pasif durumda kenarda bulundurulur ve varlığı hissettirilir. (2) İdeolojik çağırma büyük özneden (devlet) bireylere doğrudur, bu anlamda zaten varlığının koşulu güçlü bir öznenin varlığıdır. Aynı pozisyonu, Marksizmin dışında olan fakat demokrasinin özünü başarıyla ortaya koyan Hobbes’ta da buluruz: “Leviathan’ın gerekliliği denen şey illaki diktatoryal ya da otoriter bir devleti şart koşmaz. Eğer Leviathan’ın varlığına tehdit arz etmiyorsa, belirli bir derecede özgürlüğe, ademimerkeziyetçiliğe ve vatandaşların karar mekanizmalarına katılımına izin vermek Leviathan’ın işine gelir.” [14] Sonuç olarak, evet, Batı ülkeleri, istikrarlı bir altyapı ve toplumsal sisteme sahiptir; burjuva devrimlerini takip eden çalkantılı dönemler sona ermiş, ülke içinde aktif antagonist mücadele mantığının uygulanmasını gerektiren bir durum kalmamıştır. Fakat, hâkim çerçevenin zorlandığı ender durumlarda, demokratik ilkelerin çiğnenmesinde hiçbir beis görülmemektedir. Örneğin Fransa’da cumhuriyetçi paradigma devlet ideolojisinin sınırlarını çizer ve “çok partili demokrasi”nin parçası olan düzen içi partilerin ortak paradigmasını oluşturur. Bu paradigmanın sınırlarının aşılmasının ne derecede aktif baskı araçları kullanımı getireceği, İslamcı hareketlerin silahlı eylemlerinin ardından devletin yaptırımlarının kapsamının, devletin göçmen ve Müslümanlara karşı genel tutumunu eleştiren Fransız soluna kadar uzanmasında da görülmüştür. Yukarıda izlediğimiz mantık gereği, Fransa Devleti’nin ideolojik düzeyde hegemonya altında tutamadığı grupları daha aktif baskı ve şiddet araçlarıyla etkisizleştirmek istemesi politik rasyonaliteye gayet uygundur ve sonuç alıcıdır; abes olan, ideolojik ve politik yapılanmanın, kendisinin değerler bütünü ve çıkarlarının aleyhine hareket eden başka yapılanmalara cesaretlendirici ve yol açıcı bir demokratik tutum içinde olabileceğine inanan ve samimiyetle devleti bu tutuma davet eden liberal naifliktir.

Çin’de, en azından ÇKP’nin hedefleri bakımından, belirgin biçimde üstünlük ve istikrar kazanmış bir toplumsal çerçeve yoktur. ÇKP’nin tartışmasız merkezi ve istikrarlı gücünün varlığının istikrarlı bir toplumsal formun varlığı anlamına gelmediğini vurgulayalım. Bilakis, parti hegemonyası; ekonomik, toplumsal ve global rekabetten kaynaklanan kararsızlığa etki eden bir vektör işlevi görmektedir. Bunun en belirgin örneği, Deng döneminde piyasa modelinin uygulanmasıyla beliren yolsuzluk ve derin gelir eşitsizliğinin, bugün partinin sermayedarları da kapsayan pekişmiş hegemonyası sayesinde törpülenebiliyor olmasıdır. ÇKP’nin ülkedeki sermaye sahipleri üzerinde belirgin bir siyasi kontrolü söz konusudur. Fakat değindiğimiz gibi bu yalnızca sermaye sahiplerini kapsayan bir kontrol ve hegemonya değildir. Bu noktada, politikanın mantığı dediğimiz şey devreye girmektedir. ÇKP’nin nesnelliklere karşı mücadele etme ve bir ideolojik ve toplumsal çerçeveyi oturtma yolunda ilerleme kapasitesi tam da onun kendisini nesnel bir güç olarak var edebilmesine bağlıdır. Bu sebeple, ÇKP, ülke içindeki muhalifleriyle ‒ve hatta daha soldaki muhalifleriyle‒ ve genel olarak toplumla güç kazanmacı bir ilişki kurmakta ve örgütsel yapının merkezi hegemonyasının büyümesine öncelik vermektedir. Sonuç olarak, evet, ÇKP, parti dışı unsurlara aktif baskı araçlarının kullanılması bakımından Batı ülkelerine kıyasla otoriter bir devletin yönetimindedir. Buna karşın, Roland Boer’in ortaya koyduğu gibi ÇKP, parti içi demokrasinin gelişkin bir örneğini sunmaktadır. Aktarılana göre Çin, dünya üzerinde en yoğun seçim yapılan ülkelerden biri; yani ÇKP, dünya üzerinde en fazla seçim yapılan partilerden biridir [15] . Uzun yıllardır Çin’de yaşayan ve ÇKP’nin işleyişini gözlemleyen Kamuran Kızlak’ın aktarımları da bu fikri destekler niteliktedir. Kızlak’ın aktardığı kadarıyla partinin ideolojik ve politik sınırlarını aşmadığı sürece, parti içerisinde sert eleştiri ve tartışmalara gayet sık rastlanmaktadır ve keyfilikten uzak, detaylı tartışma ve kararlarla ilerleyen kurumsal bir mekanizma söz konusudur. [16] Kurumsallık Xi döneminde daha olgun bir form kazanmıştır. Bu durumun bir önceki paragrafta savunulan tezle uyumlu olduğunu düşünüyoruz. Xi yönetimi altında, merkezi gücün politik ve ideolojik hegemonyasını genişletmesinin ve ekonomik gelişmenin bir oranda sonuç vermesiyle ulaşılmış, “rıza” ve meşruiyet, yani bir anlamda “demokrasi” vardır. Aynı çerçeveyi paylaşan büyük ÇKP gövdesi, politik rasyonaliteye gayet uygun olarak, inisiyatif arttırıcı, paylaşımcı ve verimli olmak bakımından üstün olan demokratik kurumsal işleyişi sahiplenmektedir. Bu bakımdan, Boer ve Kızlak’ın ortaya koyduğu gibi, Batı’nın ÇKP yönetimini irrasyonal bir otoritaryanizm örneği olarak gösterme çabası kara propaganda olmaktan ibaret görünmektedir.

Öte yandan, merkezi parti-devlet yönetiminin ürettiği maddi güç, dönüşüm gerçekleştirme kapasitesi bakımından belirli sınırlara tabidir. Bu sınırlar hem altyapının kararsızlığı hem de devlet yönetimi mantığının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mevcut aşamada, parti-devlet, altyapıyı hem üretici güçler hem üretim ilişkileri düzeyinde radikal biçimde değiştirmeye yetecek bir vektör değil, üretici güçleri geliştirirken piyasa düzeninin kapitalizme dönüşmesini frenleyecek bir vektör olarak etki edebilmektedir ancak. Çin üstyapısı, piyasa modelinin nesnellikleri tarafından bağlanmıştır.

Bir diğer sınır ise devlet yönetiminin kendisinden doğan, memurlaşma, bürokratlaşma ve yozlaşma eğilimleridir. Devrimlerin ardından ele geçirilen devlet yönetimleri birçok örnekte, misyon duygusunun sonlanması, ideolojik ruh halinin çözülmesi ve içinde bulunulan nesnelliğe teslim olunmasını getirmiştir. Politik gücün hem gerekli hem riskli bu paradoksal doğası, paradoksun çözümü için başka bir maddi düzeyin dolayımına ihtiyaç duymaktadır: İdeolojik mücadele.

İdeoloji: Marksizm ve komünizm vurgusu

Xi Jinping, öncülleri Deng, Jiang ve Hu’dan farklı olarak Marksizme yönelik yüksek kişisel ilgisi ve teorik çalışmaları, iman tazeleyici nitelik taşıyan bol Marksizm ve komünizm referanslı politik nutukları, ve ülke çapında Marksizmin çalışılmasını ve tartışılmasını teşvik eden ideolojik kampanya ve eğitim programlarıyla öne çıkıyor. Xi nihai amacın komünizm olduğunun unutulmamasını defaatle tekrar ederek parti üyelerini misyona çağırıyor. Burada yine, birçoklarına kendini paradoks olarak sunan bir gerilimle karşı karşıyayız: Piyasa modelinin kumandasında, devletin başında komünizmden bahsederek maneviyat tazeleyen bir lider. Biz ise, bu gerilime yine geçiş dönemi mantığı içerisinde yaklaşmayı; maneviyat tazelemeyi, mevcut ekonomik ve politik yapının olumsuz nesnelliklerine karşı bir vektör olarak görmeyi deniyoruz.

Devrim sonrası devlet yönetiminin dayattığı de-radikalizasyon sürecine ideolojik mücadeleyle cevap verme girişiminin devrimler tarihindeki ilk ve en çarpıcı örneği Mao’nun başlatmış olduğu Kültür Devrimidir. Kültür Devriminin ideolojik mücadelesinin anlamının ne olduğuna kısa bir bakışın, Xi dönemindeki ideolojik mücadelenin özgünlüğünü belirginleştirmesi bakımından işlevli olacağını düşünüyoruz. Mao, Kültür Devrimiyle, devrimin hedeflerinden uzak olduğu, parti kadrolarının nesnel ve öznel durumunun bu hedefler doğrultusundaki mücadeleye engel olduğu düşüncesinden hareketle, parti dışı unsurlara ‒öğrenciler, işçiler ve çeşitli halk kesimlerine‒ devrimin yürütücüsü olma misyonu yüklemiştir, ve bu gerçekten büyük bir ideolojik adanmışlık ve dinamizm yaratmıştır. Kültür Devriminin mobilize ettiği öğrenci kitlelerinin ideolojik ruh hali, devrim öncesi mücadelelerin devrimcilerinin ruh haliyle aynıdır. Bu öğrenciler, devrimin sorunları üzerine düşünmek, eylemler yapmak, parti içindeki burjuva unsurlar olarak görülen kimseler de dahil geri öğelerle çatışmalara girmek ve kitle örgütleri inşa etmek dışındaki herhangi bir faaliyeti hayatlarından çıkarmışlar; okullarını ve sorumluluklarını, devrimcilerin karşıtı oldukları sistemin eğitim sistemini ve günlük hayatını reddetmesi misali reddetmişlerdir. Badiou’nun dediği gibi, “Çünkü gerçek bir devrimin ihtiyaç duyduğu her şeyi kendi başına yarattığı sanılır ve bu yaratıcı mutlakçılığa saygı duymak gerekir. […] Bu bakımdan Kültür Devrimi gerçek bir devrimdi. Bilim ve teknik konusunda temel parola şuydu: Önemli olan ‘uzman‘ olmak değil, ‘kızıl‘ olmaktır.” [17]

Bu ideolojik mücadelenin objektif anlamı nedir? Objektif anlamı ile başlatıcısının tasarımı örtüşmekte midir? Kültür Devriminin Mao nezdindeki anlamının tek katmanlı olmadığını, Mao’nun politik ihtiyaçlarıyla devrim sonrası toplum idealinin iç içe geçmesiyle şekillendiğini, Badiou’nun Petrograd’dan Şangay’a başlıklı kitabında Kültür Devrimine ayırdığı bölüm çok açık ortaya koymaktadır. Kültür Devrimi, kendisini kitlelelere ve dünya devrimci hareketine, ekonomik ve politik devrimin ardından sırası gelen ideolojik devrim olarak sunmuştur; şimdi sıra kitlelerin devrimcileştirilmesi, özünde bir burjuva politika tarzı olan parti-devlet formunun aşılması, kitle demokrasisinin yaratılması, öznellik ve düşünce biçimlerinin, alışkanlıkların değiştirilmesidir; böylece devrim tamamlanacaktır ve altyapı ile üstyapı arasında uyumu sağlamış bir topluma ulaşılacaktır. Kültür Devriminin sıcak günlerinde yazılmış ve Althusser’e atfedilen bir yazı, Kültür Devriminin hedeflediği ideolojik mücadeleyi, sosyalist / komünist toplumun üstyapısı olarak düşünülen kitlelerin kendiliğinden örgütlerini inşa etme mücadelesi olarak resmetmektedir. Badiou, kendi kuşağının Kültür Devriminin bu boyutunun etkisiyle devrimcileştiğini söylerken, öbür taraftan, bugün Çin’in Kültür Devrimi hakkındaki resmi anlatısını da oluşturan, başka bir boyutun varlığını da kabul etmektedir. Mao, devrimin akıbetine dair kararlarda parti içinde istediği desteği alamamış ve parti dışı unsurlara başvurmuştur [18] ; parti içinde bir de-radikalizasyon havasının esmekte olduğunu görmüş, ve çözümü parti disiplini dışında dahi olsa radikalleşmeye uygun kesimlerde aramıştır. Kültür Devriminin bu iki boyutu arasındaki fark, bizce aynı zamanda ideolojinin iki kullanımı arasındaki farka işaret etmektedir. İlk olarak, kültürle eş anlamlı olarak kabul edilebilecek, toplumsal ölçekteki değerler, alışkanlıklar ve diskurlar bütünü olarak, görece kararlı formunu almış bir üstyapı öğesi olarak ideolojidir ve bu anlamıyla Kültür Devriminin ideolojik devrimi, tüm bu kültürel bütünü dönüştürmeyi hedeflemektedir. İkincisi ise, politik mücadele ideolojisi olarak tanımlayabileceğimiz, misyon duygusunun öne çıktığı, bir politik güç mücadelesinin genel alanına tabi ve onun yakıtını oluşturan, ve nesnel koşullara aykırı öznelerin inşa edilebilmesini mümkün kılan ideolojidir. Bizce, ilk anlamdaki ideolojik devrim, özellikle parti-devlet formunun aşılması, Kültür Devriminin samimi öznel hedeflerinin merkezi bir boyutunu oluştursa da, altyapıdaki devrimin tamamlanmaması, parti-devletin merkezi hegemonik varlığını gerektiren koşulların devamı sebebiyle bu sürecin objektif anlamı Mao’nun politik mücadelesi tarafından belirlenmiştir. Kültür Devriminin bu iki boyutu arasındaki fark, deneyimin hüküm sürdüğü süreç boyunca kendini bir paradoks olarak dayatmıştır. Bu, bir oranda somut karşılıklarını da bulan kitle demokrasisi söylemi ile Kültür Devrimini mümkün kılan Mao’nun merkezi partili gücü ve tarihsel meşruiyeti rolü arasındaki paradokstur; ideolojik devrim ideali taşıyan Mao ile nesnelliklerin dayatmasını hisseden Mao arasındaki paradokstur. Nitekim, Badiou’nun ortaya koyduğu gibi “[d]evrimin gürültülü patırtılı tüm epizotları boyunca, Çu En-Lay devletin birliğinin ve idarelerinin asgari işleyişinin tek teminatı olmayı sürdürür. Bildiğimiz kadarıyla, o, devlet gemisini en yakından sürmeye zorlayan bu görevde Mao tarafından asla yalnız bırakılmamıştır.” [19] Paralel biçimde, Mao’nun kendisi, işlerin partinin ve ordunun birliğinin çözülmesine doğru gittiğini gördüğü yerde net bir tavır koymak durumunda kalmıştır. Kısacası, Batı Marksizminin sosyalist toplumun üstyapı modelinin can damarı olarak düşündüğü, özgürleştirici yeni öznellik biçimleri ve kitle demokrasisi gördüğü ‒ve belki Mao’nun bir tarafının da böyle olmasını umduğu‒ yerde, objektif olarak, Mao’nun ideolojik çağırma yoluyla hegemonya kurma çabası ve Mao’nun yüksek tarihsel meşruiyeti ile partili ve merkezi gücüne yaslanarak mümkün olmuş, ve içerdiği taşkınlıklar nihayetinde merkezi gücün duvarlarına çarparak soğurulmuş bir ideo-politik kampanya vardır. Bu bakımdan, Kültür Devrimi devasa bir ideolojik bir yakıt yaratmıştır, fakat bu ideolojik yakıt geçiş dönemlerinin ihtiyacı olan politik hegemonyanın altını oymak üzere harcanmıştır ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Xi dönemindeki ideolojik mücadele ise, daha en baştan ve kasıtlı olarak, devlet ve ekonomi yönetimi mantığının sınırları zorlanmadan yürütülmektedir. Kültür Devrimi ve Xi dönemi arasındaki bu farkın temelinde, altyapı ve onunla bağlantılı olarak politik hegemonyanın gerekliliğine bakış düzeyindeki fark vardır. Xi döneminde, Kültür Devriminden farklı olarak, ideolojik mücadele, toplumsal dönüşümü tamamlayacak alan olarak görülmemektedir. Xi’ye göre üretici güçler ve üretim ilişkileri düzeyindeki devrim tamamlanmamıştır; üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki karmaşık ilişkiyi yönetecek merkezi bir politik güç ihtiyacının vadesi dolmamıştır. Bakışa ilişkin bu fark, Xi’nin ideolojik mücadeleyi, içinde bulunulan sürecin ekonomik ve politik nesnellikleri tanıyan fakat bu nesnelliklere teslim olmayan ve dönüşüm ufkunu kaybetmeyen politik öznelerin inşası olarak konumlandırmasını getirmektedir. Bu dönemde yaratılmış olan adanmışlık, misyon duygusu, maneviyat ve dinamizmin düzeyi, ideolojik mücadelenin devlet ve ekonominin sınırları içinde tasarlanmış olması sebebiyle, Kültür Devrimi’nin estirdiği “yaratıcı mutlakçılık” havasına kıyasla elbette çok zayıf olmalıdır. Doludizgin fakat somut ve pozitif bir politik programdan yoksunluğu sebebiyle nihayetinde buharlaşıp giden bir ideolojik dinamizmdense, zayıf ama kontrollü bir ideolojik mücadeleyi tercih etmektedir Xi. Bu kontrollü ideolojik halin, Çin’i, sosyalizm hedefleri bakımından ileriye mi taşıyacağı, yoksa nesnel olumsuzluklar içinde boğularak resmi ve cansız bir devlet Marksizmine mi dönüşeceğini söyleme olanağından yoksunuz; ne var ki içinde bulunduğumuz moment bakımından Xi’nin ideolojik mücadelesinin, ÇKP’yi sarmalayan nesnellikler karşısında ilerici bir vektör işlevi gördüğünü söyleyebiliriz. 



[1] Alain Badiou. Petrograd’dan Şangay’a: 20. Yüzyılın İki Devrimi. Çev.: Murat Erşen. Vakıfbank Kültür Yayınları. İstanbul, 2020. S. 43.

[2] Orjinali “deradicalization” olan terim, Robert Tucker’a ait olup devrimlerin ardından devrimcilerin gelecek ideallerini kaybederek içinde bulunulan düzenin nesnelliğine boyun eğmesini tarif etmektedir. Ed.: Arif Dirlik ve Maurice Meisner. Marxism and Chinese Experience. Routledge. Londra, 1989. S. 175.

[3] Ed.: Arif Dirlik ve Maurice Meisner. A.g.e. S. 178. 

[4] Korkut Boratav. Çin Komünist Partisi 20’nci Kongreye Hazırlanıyor. Sol Haber, 19.11.2021.

[5] Peng ve Yang’dan aktaran Roland Boer. Socialism with Chinese Characteristics: A Guide for Foreigners. Springer. Singapur, 2021. S. 129.

[6] Xi Jinping’den aktaran Roland Boer. A.g.e. S. 131.

[7] Roland Boer. A.g.e. S. 130.

[8] Roland Boer. A.g.e. S. 131.

[9] Yang’dan aktaran Roland Boer. A.g.e. S. 119.

[10] Samir Amin. Çin 2013. Çev. Dicle Kızılkan. Teori ve Politika 85.

[11] Roland Boer. A.g.e. S. 92.

[12] Korkut Boratav. Çin Komünist Partisi 20’nci Kongreye Hazırlanıyor. Sol Haber, 19.11.2021.

[13] Ed.: Arif Dirlik ve Maurice Meisner. A.g.e. S. 180.

[14] Lars T. Lih. Marx Değil, Locke Değil, Fakat Hobbes: Rus Devrimi. Çev. K. Mustafa Ateş.Teori ve Politika 83-84. S. 158.

[15] Roland Boer. A.g.e. S. 194.

[16] Kamuran Kızlak. ÇKP’yi Eleştirdim Eyvah. Birgün, 17.10.2018.

[17] Alain Badiou. A.g.e. S. 57.

[18] A.g.e. S. 46.

[19] A.g.e. S. 60.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar

Çin 2013