İtimat

Ali Avcı

Vedat Türkali, uzun yıllardır tasarladığı son yapıtının ismini en başta “İtimat” koymayı düşündüğünü, ancak geçen zaman içinde bu ismin eskimesi nedeniyle Güven‘i tercih ettiğini katıldığı birçok söyleşide dile getirdi. Romanın isminin değişmesi, aynı zamanda, günümüz dünyasıyla ilişki içinde olduğunun da bir göstergesi.

İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Türkiye’yi anlatan Güven‘in Kürt sorununa ilişkin özel duyarlılığı öyle sanıyoruz ki, 1920 – 30’lu yıllarda yaşanan Kürt isyanlarından kaynaklı nesnel bir Kürt vurgusuna dayanmakla birlikte, PKK ile başlayan sürece de çok şey borçlu. Bu borçluluk hem sorunun bu kadar kolay dile getirilebilmesi imkanının artık doğmuş olması hem de romanda Kürt sorununun bu kadar çok yer alması anlamında anlaşılmalıdır. Zaten bizzat Türkali, kitabı hakkında düzenlenen bir söyleşide, Rasih Nuri İleri’nin romanda cinselliğin çok abartıldığı, kendi dönemlerinde gençlerin cinsellikle ilgili bu kadar çok konuşmadıkları yönlü eleştirilerine, “Hiçbir roman dönemini tıpatıp anlatmaz” şeklinde karşılık verdi.

Türkali’nin 1940’lar Türkiye’sinin genel görüntüsünü ortaya koyarken, 1990’lı yıllarda yaşıyor olmanın etkisiyle, tam anlamıyla nesnel olamayacağı düşünülebilir. Yani, itimat’lı yıllar anlatılırken güven’in istem dışı müdahalelerinden bahsedilebilir. Ancak, en genel hatlarıyla o dönem dünya ve Türkiye’sine bakıldığında romanın iyi bir aktarımda bulunduğu, bize politik mantık yürütme ve tespitler yapmaya izin veren birçok veri sunduğu özellikle belirtilmelidir.

Bu yazıda, Güven‘in sanatsal nitelikleri değil, anlatılan dönemdeki politik gelişmeler ve alınan politik tavırlar üzerine yoğunlaşılacaktır. Sözkonusu yoğunlaşma, büyük oranda Güven‘den önce de ulaşılabilir nitelikte olan TKP tarihi hakkındaki bilgilerden hareketle, roman kahramanlarının aralarında geçen diyaloglar üzerinden gerçekleşecektir. Kadınlarla arası iyi olan yakışıklı ama devrimci Turgut, ilkesel tavırlarıyla ve net tutumuyla dikkat çeken Halil, sorgulayan aydın kişiliğin simgesi Sahir Hoca, yıllarını partiye vermiş tipik işçi Rahmi Usta, milliyetini her şeyin üzerinde tutan Kürt Nurettin ve sınıf intiharı gerçekleştirebilecek mi diye roman boyunca heyecanla beklenen Necla’nın yaşamını anlatan romandan yola çıkarak Stalin, TKP’nin politik hattı, Kürt sorunu ve devrimcilik hakkında konuşulacaktır.

Yazar, “Bir roman yazdım. Kapitalizme karşı kavga verenlerin politik görünümleri ile insan yanları arasındaki ilişkileri sergilemeye çalıştım” diyor. Biz, politik görünüm ile insani yanlar arasındaki ilişki ve insani yanın kendisiyle de ilgilenmeyeceğiz.

Politikada dünya dengelerinin belirleyiciliği

İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllar dünyadaki tek sosyalist ülke ve karşısındaki kapitalist ülkeler arasında yıllardır süren mücadelenin en çıplak ve kanlı şekli oldu. Savaş sırasında SSCB ile İngiltere ve ABD’nin müttefik oluşu bu gerçekliği değiştirir nitelikte değildir. Hitler Almanya’sının SSCB’ye saldırmasıyla birlikte safların daha da netleştiği ve ara bir noktada durmanın imkansızlaştığı bir dönem yaşandı. O dönem, dünyanın çeşitli ülkelerindeki, özellikle savaşın yoğun yaşandığı bölgelerdeki devrimciler için dünya çapındaki çelişkiyi, alınması gereken politik tavrı, çoğu zaman ülke içi çelişkilerin ve politik çıkarların önüne geçirdi, geçirmek durumundaydı. Devrimciler, SSCB’nin yanında olmak, Stalin’le omuz omuza savaşmak ya da karşı tarafta yer almak gibi net bir ayrımla karşı karşıya kaldı.

Bu noktada en ufak bir ikirciklik, şüphe ve sorgulama girişimi, en iyi ihtimalle Troçkistlik (o dönemdeki politik anlamıyla), daha ileri noktada ise karşı devrimcilikti. Sahir Hoca’nın tüm roman boyunca devam eden şüpheleri, Stalin’e gönderme yaparak (ki çoğu zaman o da bu göndermelerini Stalin’e duyduğu saygıyı dile getirerek, ihtiyatlı bir şekilde yapar) dikkat çektiği kişi tapınmacılığı, Stalin’in de hata yapabileceğini dile getirmesi, doğru olsun ya da olmasın, yanlış zamanda yapılan belirlemeler olmanın karşılığını aldı. Sahir Hoca, tüm niyetlerine rağmen nesnel olarak örgütsüzlüğü savunmanın ötesine geçemeyen bir pratiğin temsilcisi olarak romandaki yerini aldı ve zaten hep örgütsüz kaldı. Elbette bugünden bakarak olayları yorumlayanların birçoğu, o dönemin kendine özgü dengelerini dikkate almayıp, günümüz patentli beyinleriyle Sahir Hoca’nın nasıl da haklı çıktığını düşünebilirler. Ya da o dönemde sorgulayan bir bakışın olmamasının kaybettirdiklerini, son yıllarda popüler olan insan – özgürlük ikilisinden yola çıkarak öne sürebilirler. Bunlara söylenebilecek tek bir söz vardır: öyle zamanlar vardır ki sorgulamaya ve şüpheye asla yer yoktur. En ufak bir ikirciklik yok olmayla eşdeğerdir.

Rahmi Usta’nın, her tartışmalarında, Sahir Hoca’nın sorgulayıcılığına, şaka yollu da olsa, Troçkist suçlamasıyla cevap vermesi, Turgut’un işkence tezgahı da dahil onca şey paylaştığı Sahir Hoca Stalin’i açıkça sorguladığı zaman başından kaynar sular dökülmüşe dönüp anında soğuması -onunla görüşmemeye karar vermesi-, bu durumun roman nezdinde en net görüntüleri olarak zihinlere kazınacak nitelikte. Şefik Hüsnü ile Sahir Hoca arasında geçen diyaloğun hiçbir sonuca ulaşamayan tatsız tuzsuzluğu, sanki, şüphelerini dile getiren Sahir Hoca’nın beklentilerinin yaşanan konjonktürde karşılık bulmasının imkansızlığını ortaya koyuyor.

TKP ve savaş politikası

TKP, böyle bir süreçte kendini var etme ve politik bir güç olma mücadelesi vermek durumundaydı. Güven boyunca dile getirilen TKP’nin politik bir güç haline gelememesi, bir yandan SSCB’nin çıkarları doğrultusunda atılan adımların ülke dinamikleriyle uyuşmamasından, diğer yandan da dünya çapında bir bölünmenin gerçekleşmiş olmasından kaynaklanarak, en küçük adımında dahi devletin ağır baskısıyla karşı karşıya kalması zorluğundan besleniyordu. SSCB ile Almanya arasındaki savaşın belirleyiciliği nedeniyle, TKP’nin güçlü bir ‘özne’ olup olmaması önemsizleşiyor, devlet güçlü bir ‘özne’ olan Bolşevizm’in kendi topraklarındaki varoluşu olarak gördüğü TKP’ye karşı büyük bir dikkat gösteriyordu. 1936’dan 1944’e kadar doğru düzgün çalışma yürütmeyen TKP’ye ilk kıpırdanışında sert bir şekilde cevap veriyordu.

Dünya savaşından kısa bir süre önce de politik yaklaşımda ciddi bir değişiklik yaratacak denli farklı olmayan bu koşullar altında SSCB’nin, kendi çıkarları gereği, yönelinmesi gerektiğine desantralizasyonla birlikte işaret ettiği politik hattın TKP dahilinde varoluşu imkansızdı. Güven‘de sık sık gönderme yapılan Komintern kaynaklı 1936’da alınan desantralizasyon kararı ve yeni politik hedefler, TKP’nin o dönemlerde Alman karşıtlığıyla politik arenada önemli bir yer tutan Tan gazetesinin ötesine geçmesini imkansız kılıyordu. CHP’de çalışması, savaş karşıtlığını yayması, anti-faşist cephe oluşturması için desantralize edilen TKP’nin aslında bir ‘özne’ olarak varoluşuna son veriliyordu.

            Komintern temelli politikaları nedeniyle ülkede birçok yanlış politik hamle yapan, hatta üzerlerinde etkili olduğu işçilerin düzenlediği grevlere karşı bile sessiz kalmak durumunda kalan, Kemalizmin hep kötü yönlerini gördüğünü dile getirerek özeleştiri verip “iyi yönleri”ne de işaret etmeye başlayan, yani sistem içi bir taktiğe yönelen TKP açısından, kendini oluşturamamış bir ‘özne’ olması dikkate alındığında desantralizasyon intihardı.

TKP’nin 1932’de yaptığı kongrenin Komintern kararıyla konferansa dönüştürülmesi gibi trajik örnekler, partinin ülke ve SSCB arasındaki gidiş gelişlerine dair açık örneklerdir.

Türkali, o dönemi söyleşisinde şöyle anlatıyor: “O zamanlar biz Devlet ve İhtilal gibi kitapları okuyoruz. Yeni durumu kavrayamıyor, ‘Parti varsa da çalışmıyor’ diyoruz. (…) Halkevlerinde çalışılacak, merkezi bağlar kurulmayacak, gerekirse CHP içinde çalışılacak, anti-faşist, demokratik, Sovyet dostu bir hareket yaratılacak… Bizim kafamız ise işçi sınıfı ihtilali, proletarya diktatörlüğü ile dolu…”

Aslında, desantralizasyon sonrası dönem, komünistler ve sempatizanların kafalarında oluşanlara uygun olmayan bir hat çiziyor. Sözkonusu dönemde, militanların bilinçlerinde yeni yönelimin anlam bulamaması büyük olasılıkla politik olamamalarından, ideolojik tavır takınmalarından kaynaklanıyor. Ancak ne ilginçtir ki o dönem zaten TKP açısından böyle bir ideolojik tavır almayı zorunlu kılıyor. TKP’nin konjonktür ve gücü gereği önerilen taktik yönelimi uygulaması mümkün ve doğru görünmüyor.

Sözkonusu dönemde TKP içinde Komintern temelli, ülke dinamiklerini dikkate almayan politikalara yönelik tepkinin, romanda da birçok kez ayrıntılı bir şekilde gösterildiği üzere Nazım Muhalefeti tarafından sergilendiği söylenebilir. Ancak, belirtilmeli ki, bu karşı duruş devrimcilik üretemeyişi nedeniyle problemli bir varoluş ortaya koymuştur.

Desantralizasyon öncesi ve sonrası: İki TKP

Desantralizasyon sonrası yeni yönelimin en çıplak olarak ortaya koyulduğu yazılı metin ise, Şefik Hüsnü’nün Güven‘de yer verilen yazısı… Romandan anladığımız kadarıyla, Şefik Hüsnü çok önceleri de benzer yazılar kaleme aldı ve politik adımlar önerdi ancak o dönemler Komintern başka bir politik duruşu uygun gördüğü için bu yaklaşım kabul görmedi.

Şefik Hüsnü’nün bir dönem Komintern’e uymayan, bir başka dönem uyan yaklaşımları, en genel anlamıyla Türkiye’de demokratik açılım yoluyla politik mevzi kazanma taktiğine dayanıyor. Bu politik yaklaşım, kendi duruşunu sistem karşısında ortaya koymak ve devrimci kimlik kazanmak gibi bir problemi olan TKP için, varolduğu konjonktür ve politik gücü dikkate alındığında, yerinde görünmüyor. Sözkonusu politik yaklaşım, TKP’nin politik ‘özne’ olarak devrimci varoluşunu ortaya koyması gereken bir dönemde Tan gazetesi ve CHP içindeki demokrat eğilimli bir kesimin takipçisi olmaktan öte bir sonuç doğurma kapasitesine sahip olamayacak ve sistem karşısında TKP’nin kendini varetmesini engelleyen bir niteliğe sahip.

TKP’nin desantralizasyon öncesinde politik arenada cepheden Kemalizm karşıtı olarak varoluşu, aslında parti olarak kendini inşa etmesini de sağlayan politikada ideolojik karşı duruşun ifadesiydi. Bu karşı duruşta Mustafa Suphi’lerin katledilişi en güçlü ideolojik tutunma araçlarından biri olma işlevi görüyordu. TKP, o dönemde klasik bir Leninizm takipçisi olarak Kürt sorununa karşı da ulusların kendi kaderini tayin hakkını (UKKTH) öngörüyor ve bunu bizzat programına koyuyordu. Ancak yine de o dönemlerde TKP’nin Kemalizmden tam anlamıyla kopamadığı görülüyor. SSCB’nin UKKTH bağlamında Türkiye’ye verdiği desteğin yarattığı çelişki, ‘kapitalizmin bir ileri aşama olduğu’ tezinin getirdiği, feodal nitelikli hareketlere karşı Kemalizmin yanında yer alma, bu sonucu yaratan en temel etkenler oldu. TKP, sırf bu nedenle, feodalizme karşı kapitalizmi tuttuğunu belirterek Kürt ayaklanmalarının karşısında yer aldı ve ilk döneminde de Kemalizmi destekledi. Ancak her şeye rağmen TKP’yi TKP yapan; desantralizasyon sonrası uzun yıllar süren suskunluk, Şefik Hüsnü ve daha sonra Kıvılcımlı’nın kurduğu yasal partiler değil ilk dönemidir. Kaypakkaya’nın, Şefik Hüsnü dönemine kadarki TKP’ye yönelik olumlu yaklaşımı bu açıdan önemli bir veridir.

Kürt sorunu ve Doktor Nurettin

Güven‘de Kürt sorunu Kıvılcımlı’nın yazdığı makaleye gönderme yapılarak birçok kez dile getiriliyor. Sahir Hoca ile evine gelen Kürt bir genç arasındaki tartışma, Kürt gencin komünist olduğunu ve milliyetçilik yapmanın kendisine yakışmadığını dile getirmesi karşısında Sahir Hoca’nın sergilediği karşı tavırla özetlenebilir. Bu diyalog, milliyetçilik yapılıyor suçlamasıyla ezilen bir ulusa, bizzat komünizm kılıfı altında uygulanan Türk şovenizmini ortaya koyması açısından oldukça dikkat çekici. Ancak, roman boyunca Kürt sorunu bağlamında en dikkat çeken kişilik, Kürtlüğünü temel belirleyen yapan ve onun üzerine hiçbir çelişkiyi koymayan Kürt Nurettin’in kişiliğiyle ortaya çıkıyor. Doktor Nurettin, komünist olan oğlunun bile ‘Türk’ gibi düşünen bir komünist olduğunu dile getirerek ağır eleştiriler yapıyor. Kürt Nurettin’e yönelik koyu milliyetçilik yaptığı yönlü eleştirilere rağmen, zengin bir Kürt olan Nurettin için her zaman ana düşmanın devlet olması ve bunun asla sapma göstermemesi yaşadığımız konjonktür açısından birçok şeye dikkat çeker nitelikte.

Sahir Hoca içeri alındığında kendisiyle yüzleştirilmek için şubeye getirilen Kürt Nurettin’in polisler tarafından sorulan sorulara, ‘Aranızdan (Türklerden) bir adam çıktı, onu bile kaldıramıyorsunuz’ tarzındaki cevabı, ‘devleti ana düşman’ görüşünü net olarak ortaya koyuyor. Verdiği cevaplar ardından yanıbaşında dayak yiyen Kürt Nurettin’e bakmakla yetinen Sahir Hoca’nın dışarı çıktığında Turgut’la yaptığı bir konuşmada vardığı sonuçlar ise gerçekten çarpıcı ve düşmanı belirleme sorununu ortaya koyucu içeriğe sahip. Sahir Hoca, o gün Kürt Nurettin dövülürken hiçbir müdahalede bulunmamasının sebebinin aslında korkması olmadığını farkettiğini belirtiyor. Asıl nedenin, dayak yiyen Kürt Nurettin’i değil de dayak atan Türk polislerini kendi tarafında görmesinden kaynaklandığını üzülerek ifade ediyor. Kürt Nurettin’in görüşlerinin çoğuna katılmayan Sahir Hoca, görüşlere katılmamakla devlete karşı durmayı birbirine karıştırıyor. Görüşlerine katılmadığı Kürt Nurettin’i devletin ezmesini reva görüyor. Oysa Kürt Nurettin tüm roman boyunca asla böyle bir hataya düşmüyor.

Devrimciliğin simgesi: Halil

Romanda dikkat çeken ve politik sorgulamalar yapmayı zorunlu kılan en önemli kişiliklerden biri ise taviz vermeyen devrimci tavrıyla öne çıkan Halil. Üniversite çevresindeki arkadaşlarıyla birlikte uzun süre partiyi arayan ve bir türlü bulamayan (çünkü o dönem parti faaliyet yürütmüyor) Halil, parti bulunduğunda ise Şefik Hüsnü’nün kaleme aldığı bildiriyle özetlenebilecek politik yaklaşıma cepheden tavır alıyor ve çalışma yapmayan partiyi mücadele etmediği için ağır bir dille eleştirerek partiyle ilişki kurmayı reddediyor. Halil’in bu reddi, açıkça SSCB’ye çalışması (SSCB ajanlığı yapması) ile sonuçlandığı için net olarak devrimci bir noktada yer alıyor. Halil kişiliğinde politikada ideolojik tavır alış, devleti cepheden karşıya alma, yaşanan bir konjonktürde tarafını tereddütsüz belirlemede somutlanıyor. Devrimci bir dergi olan Kızıl Bayrak‘ta çıkan Güven eleştirisinde en olumlu kişilik olarak Halil’in gösterilmesi basit bir tesadüf değil. Halil, başka bir ülke adına çalışıyor ancak, daha önce de bahsedilen dünya dengelerinin, dünya boyutunda yaşanan çatışmanın belirleyiciliği nedeniyle, bir devrimci olarak hayat buluyor. Halil’in kişiliğinde kendini gösteren politik duruş, savaş yıllarında TKP’nin aynı tutumu göstermesi halinde doğal olarak ortaya çıkacak devrimciliğe işaret ediyor. Nitekim, Halil bunun bedelini romanda ödeyerek, TKP’nin böyle bir yaklaşımla ödeyeceği bedellere birey bazında bir örnek oluyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’deki komünist partinin alması gereken tavra ilişkin bazı işaretler veren Halil kişiliğini anlamak için, Birinci Dünya Savaşı Rusya’sına dönmek yeterli. Savaş başladığında Bolşevikler, çoğu ülkenin komünistlerinin aksine devletleriyle birlikte ülke savunmasına katılmayı reddedip savaşa hayır şiarını yükseltiyor. Savaşın ilk yıllarında büyük oranda yalnız kalan, hain olarak nitelendirilen, çok zor bir dönemden geçen Bolşevikler savaşın sonlarına doğru ortaya çıkan yeni gelişmelerle birlikte hızla güçlenip büyük bedeller ödedikleri politik taktiğin karşılığını alıyor. Türkiye’de ise Almanya’nın yenilgisinin kesinleştiği dönemden kazançlı çıkanlar hızla çark eden CHP ve devlet erkânı oluyor.

TKP, kesin olarak SSCB’nin yanında yer almamanın karşılığını da alıyor. Sovyet dostu politika olarak ifade edilen ve aslında savaş başlamadan önceki Stalin’in denge manevralarına uygun düşen, savaş sırasında ise Türkiye’nin Almanya lehinde savaşa girip SSCB’ye saldırmaması amaçlı işlevleri olduğu düşünülen politik yönelimin tâbiyetinde kalarak yarım yamalak da olsa yaptığı çalışmaların bedelini ağır ödüyor. Sovyet dostu ile Sovyet ajanı arasında hiçbir ayrımın kalmadığı bir dönemde uygulanan yönelime devletin tepkisi aynı oluyor. Sorun, devletin gösterdiği tepkide değil TKP’nin sergilediği pratikte düğümleniyor. TKP ise, bir başka dünya savaşında Bolşeviklerin ödedikleri bedeller karşılığı kazandıklarını daha baştan kaybederken, bir Yunanistan ya da İtalyan Komünist Partileri gibi o günlerden bugüne kalan anti-faşizmin en güçlü simgesi olma onurunu kaybetmiş oluyor. O günden bahsedilince, bir politik ‘özne’ değil, ne yazık ki bir gazete, Tan anılıyor.

 

 

  • Vedat Türkali’nin söyleşisi için V Özgürlük Gazetesinden yararlanılmıştır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar