Ana SayfaArşivSayı 18Castoriadis'in Epistemolojisi ve Çifte Ontoloji

Castoriadis’in Epistemolojisi ve Çifte Ontoloji

“İmlem Efendisi’nin tahtı, Şiddet Efendisi’ninkinden daha yüksektedir”.

Atilla Boyunoğlu

C. Castoriadis, gerçeklik ile düşünce arasındaki ilişkiyi “imgelem” (imagination / muayyile) üzerinden kurmaktadır. İmgesel, bir “şey”in temsili olan simgeselden farklı kullanılmaktadır. Castoriadis, düşüncesini, büyük ölçüde özel bir muhatapla, Marksizmle hesaplaşma sürecinde geliştirmiştir. Burada bu tarihsel ve teorik zemin esas olarak ele alınmakla birlikte, Castoriadis’in, “Marksizm-içi” ve “Marksizm üzerine” düşünsel evrimini izlemenin, teorik semptomlar bakımından, kavramların kendi sorunsallarını –Castoriadis’in yaklaşımı çerçevesinde ifade etmek gerekirse-, imgelemlerinde çağımızı bir anlamda sırtlanmış olduğu kabul edilen teorik-tarihsel ‘yapı’ Marksizm somutunda nasıl kurduğunu izlemenin, son derece geliştirici olacağı düşünülmektedir.

Toplumsal – tarihsel ve doğasal

Yaklaşımları doğal olarak salt özel bir konuyla sınırlanmaz. Castoriadis, teorik görünüşe de uygun olarak, düşüncenin disipliner çalışma alanlarının sınırlarına riayet etme kaygısı taşımadan, tezlerini oldukça zengin bir platformda sınamaya girişmiştir. Toplumsal ve doğasal varlık’ların ontolojik ayrımı, Castoriadis’in epistemolojisinde meşruiyetini bulur ve onun argümanlarının önemli unsurlarından birini teşkil eder.

Öncelikle, Castoriadis’in, düşünce ile gerçek arasındaki dışsal ilişki modellerini reddettiğini belirtmek gerekiyor. Varlık’ın ancak ‘düşünce’de (bu terim Castoriadis’e göre, akılsallığı çağrıştırdığından pek uygun olmasa da), gerçekleşen bir süreç olarak tanımlanmasıyla, Castoriadis’in, ontolojiyi epistemolojinin bir iç uğrağı olarak ortaya koyduğu görülür. Ancak, o, bu bağlamdaki epistemolojisini, sadece toplum-tarihsel gerçeği ele alır ve belirlerken yapılandırmaktadır. Castoriadis, tarihsel olanla doğasal olan arasına epistemolojik bir engel koyar. Ona göre, tarihsel ile doğasal, kategorik olarak farklı yapılandırılmış gerçekliklerdir. İmgesel kuruluş bu momentte gündeme girer.

“Doğa ile kültür arasındaki fark, çiğle pişmiş arasındaki tad farkı değildir, bir anlamlar dünyasıdır.” (1997:247) Doğasal gerçek dışsal bir varlığa sahipken, toplumsal gerçeğin imgesel (imaginaire / hayali) bir kurumlandırma olduğunu ileri süren Castoriadis’e göre, Marksizm dahil bütün pozitivist ya da geleneksel (1993:11) epistemoloji, toplumu, ikincil düzey –aynı anlama gelmek üzere, doğasal gerçek türünden– boyutlarından ibaret saymaktadır. Hiçbir toplumun, maddi yaşamın üretimini ve toplum olarak kendi üremesini örgütlemeden var olamayacağı doğrudur. İnsanlık şüphesiz açtır. Ama yalnızca besine olan bir açlıktan söz etmek mümkün değildir. Öyle olsaydı, insanların mercanlardan ve süngerlerden ne farkı kalırdı? Toplumların, karşılanmasını kendinde taşımayan ya da kendinde bulmayan ihtiyaçları vardır ve bu bağlamda insan toplumları doğanın, mercanlar gibi, bir parçasıdır. Ancak, neden İskandinav toplumlarında ve giderek modern kapitalizmin yaşandığı toplumlarda sağlanan doygunluk, güvenlik ve çiftleşme, özerk bireylerin ve toplulukların yaratılmasına yol açmamıştır? Bu toplulukların karşılayamadıkları bir ihtiyaç (türü) olmalıdır: Kendisini doyuracak bir nesnenin tarifini (soluma ihtiyacının nesnesini atmosferde bulmasından farklı olarak) kendinde taşıyan bir ihtiyaç (1997: 240). “İnsanlık beslenmeye aç olmuştur ve halen de açtır, ama giyinmeye de, sonra geçen yılkinden farklı giysilerle giyinmeye de açtır; […] kutsallığa da, dervişliğe de, sefalete de, gizemciliğe de, akılsal bilmeye de, aşka da, kardeşliğe de, ama aynı zamanda kendi cesetlerine de, şenliklere de, tragedyalara da açlık duymuştur. […] İnsanlığın kendisine tüm bu açlıkları, yeterince yemek yiyemediği ve düzüşemediğinden dolayı uydurduğunu söylemek için gerçekten de ciddi düzeyde avanak olmak gerekir.” (1997: 240-41) Castoriadis, tarihi de bu temelde açıklamaktadır. İnsanların yemek yemiş ve döl vermiş olmalarının tarih bakımından herhangi bir anlamı olmadığını belirtir; tarih, zeminini, bunları sonsuz derecede çeşitli biçimlerde yapmış olmasında bulur (1997: 259). “Tarihsel varlık, yalnızca canlı olan varlığı, ‘aynı’ durumlara yeni yanıtlar verebildiğinden ya da yeni durumlar yaratabildiğinden ötürü aşar.” (1997: 78)

Belirlenmişlik (determinite) denen ve geleneksel ontolojinin başlıca eğilimini ifade eden temel yüksek-kategori bizi zamanın reddine, zaman-sız-lık’a götürür (1993: 8). Bir belirlenmişlikten söz ediyorsanız, ezel-ebed belirlenmişlik iddiasında bulunuyorsunuz demektir. Bu durumda, ‘olaylar’, yasaların gerçekleşmesinden, ‘tarih’ mutlak bir Tin ya da tamamlanmamış bilimsel bir kuram için basit bir ‘birbirini izleme’nin ortaya çıkmasından ibarettir. Evrensel, her yerde ve her zaman aynı olan önvarsayımın, toplumsal yaşam biçimlerinin çeşitlilik ve evrimini açıklamada kesin ve kategorik yetersizliği açıktır. Belirlenimcilik eleştirisi, erekselcilik (teleoloji) eleştirisiyle karşılıklı bağlantılar içinde yürütülür. Bu hususta, Castoriadis’in, dönemimizin ana akımı niteliğindeki anti-pozitivizme, yorumsamaya (hermeneutics) ya da bir başka yönelimle, mutlak tarihselciliğe öngelen, muştulayıcı bir çalışmanın –en azından genel olarak Marksizm alanı çerçevesinde– sahibi olduğu düşünülmektedir.

Tarihselin ve imgeselin mutlaklığı

Castoriadis, 1960’ların başında belirginleşen teorik ‘serüven’inin, başlarda varış noktaları olarak ortaya çıkan düşüncelerin zamanla ve giderek çıkış noktalarına dönüşen ve her şeyin kendilerinden hareketle yeniden düşünüldüğü fikirlerinin izinin sürülmesiyle anlaşılabileceğini belirtir. Marx’ın Hegel’e ilişkin sözünü anıştırarak, “geleneksel yöntemi tersine çevirmek”ten bahseder (1993: 10). Geleneksel yöntemin, varlık’ın kendisi olarak fiziksel dünyayı, onun eksikli ya da ikincil unsuru olarak imgeseli, yani insani var oluşu ele aldığını, oysa bunu tersine çevirmek gerektiğini belirtir. “Neden, işe, varlık’ın tamlığına ilişkin paradigma kerteleri olarak bir düşü, bir şiiri, bir senfoniyi ortaya koyarak ve fiziksel dünyayı Varlık’ın eksikli bir kipi biçiminde ele alarak başlamıyoruz?” (1993: 10) Castoriadis, ilk vargılarını şöyle dile getiriyor: “Tarihin ex nihilo (hiçten, yoktan – hiçe ait) bir yaratı olması, kurumlaştıran ve kurumlaştırılan toplum, toplumun imgeseli, toplumun kendi öz yapıtı olarak kurumlaşması, toplumsal-tarihselin bize miras kalan düşüncenin bilmezlikten geldiği bir varlık kipi olduğu düşünceleri”. (1997: 9)

Salt kuram fikri, Castoriadis’e göre, tutarsız bir kandırmacadır. Tarihin ve toplumun dışında bulunan ya da ‘mantıksal olarak bunlardan önce’ yer alan bir yer ve bir bakış açısı yoktur. Topluma ve tarihe dair her düşünce bizatihi topluma ve tarihe aittir. Kendisi ve ‘nesnesi’ ne olursa olsun, her düşünce, ancak bir toplumsal-tarihsel yapma tarzıdır. Toplumsal-tarihsel niteliğini bilmesi, düşüncenin kendisini toplumsal-tarihselin bir boyutu olmaktan çıkarmaz. (1997: 11)

Toplumsal-tarihseli doğasaldan ayırırken Aristoteles’in yaptığı ayrım ikincil nitelikte bir çıkarsamadır. Aristoteles’in theoria, praxis, poiesis ayrımı tarihi anlatmaya yetmez; tarih, esasen poiesistir (yaratı, yaratım, yaratımsal) ve öykünen bir yaratı değil, insanların yapma’ları ve temsil etme / söyleme’leri dahilinde olan yaratım ve doğuştur. Bu yapma ve temsil etme/söyleme de, bir andan sonra, düşünen yapma ya da kendini yapmakta olan düşünce olarak tarih dahilinde kurumlaşırlar.

Theoria yanılsaması uzun zamandan beri bu olgunun üstünü örtmüştür. Yanılsamanın başlatıcısı Herakleitos’tur: “Bana değil de logos’a kulak verin…”. Kulak verdiğiniz hiçbir zaman logos değil, her zaman birisidir. (1997: 11-12) Platon’dan Marx’a kadar her büyük düşünür bu yanılsamayı paylaşmıştır. Onlar hep bir hakikati dile getirdiklerini ifade etmişlerdir. Oysa “hiç kimse belli bir kategorinin gerçek sözcüsü değildir” (1997: 13). Düşünür ya da siyasetçi, birilerinin (bu, insan ya da site olabilir; proletarya olabilir) adına konuştuğunu söylediği andan itibaren, ya aldatıyor ya da aldanıyordur. Castoriadis böylece, ayrı varlıklara sahip epistemolojik ve ontolojik düzeylerden ikincisinin birinciye tabi olduğu, sokakta hakikatin sözcülerinin dolaşabileceği yolundaki görüşe şiddetle karşı çıkar. Ona göre, ontoloji tabi olarak ya da olmayarak ayrı değildir. Toplumsal özgüllük anlamında olmuş, olan ve olacak tamamen epistemolojik bir kosmos içindedir. Castoriadis, bu bağlamda ortaya çıkabilecek her türlü ‘öznel öznelcilik’e de tutarlı ve kategorik bir reddiye geliştirir. Dolayısıyla, birilerinin ya da bir doğrunun adına konuştuğunu ileri süren biri aslında hiçbir zaman aldatamaz, o, yaratılmış bir özne olarak sadece aldattığını sandıklarıyla birlikte bir aldanmayı, aldatılmayı paylaşır. O halde, bu öznel aldanışın siyasal sonuçları karşı çıkmanın konusu olmak durumundadır. Tek bir doğru teori düşüncesi, siyasal olarak korkunç bir fikir olan ortodoksluğun babasıdır. Ortodoksi, ortodoks muhafızlara ihtiyaç duyar, yani bir Kiliseye ya da Parti Makinasına. (1996: 88)

Castoriadis, toplumsal anlamda bir dış gerçek üzerine bilginin mümkün olmadığını ileri sürer. Lukacs’ın Marksizmde ortodoks olan yegane faktörün yöntem olduğu, içeriğin her zaman geçersizleştirilebileceği şeklindeki değerlendirmesi nezdinde bilgi ile gerçek, teori ile pratik, fikir ile madde gibi ayrımların kategorik reddini ortaya koyan Castoriadis, bu türden ayrımların, özellikle de söz konusu olan tarihsel ve toplumsal alan ise, mümkün olamayacağı görüşündedir. Madde, içerik ya da malzemenin “ebedi akınının etkileyemediği” kategoriler, ancak aşkın idealizmin en safiyane biçimlerine özgü olan ve artık, eleştirici düşüncenin ileri ve diyalektik evrelerinde aşılmış katı ayrımlara işaret eder. Castoriadis, argümanı için epistemolojisinin temel nitelikteki sorularından birini ortaya atar: “Bir malzemeye hangi kategorinin tekabül edeceği nasıl bilinebilir?” (1997: 22) Eğer nesne ya da malzeme, kendine uygun kategoriyi belirleyecek “ayırdedici işaret”i kendinde taşıyorsa, bu malzemenin kendisi tanımlandığı anlamda dışarıdan bilgi müdahalesine ihtiyaç duymayacak bir malzemedir; bilgi(si) ve kategori(si) zaten ona içseldir. Öte yandan, eğer gerçekten şekilsiz bir malzemeyle karşı karşıyaysak, bu kez o nasıl kategorileştirilebilir? Bu durumda da doğru ile yanlış herhangi bir ayrımın konusu olamaz. “Bildiğimiz şeylerden hangileri gözlemciden (bizden), hangileri ise var olandan kaynaklanır?” diye sorar ve bu soru karşısında sonsuza değin karasız kalacağımızı söyler (1993: 9).

Castoriadis, doğa ile topluma ilişkin farklı epistemolojiler öngörür. Kategori ile malzeme arasında yapılacak her türlü katı ayrımın olanaksızlığı, doğa değil de tarih bilgisi söz konusu olduğunda daha da açık şekilde ortaya çıkar (1997: 23). Tarihi düşünmek için başvurulan kategorilerle tarih anlaşılmaz, tersine, tarihin anlaşılmasıyla kategoriler açıklığı kavuşur. Çünkü söz konusu kategoriler, esas olarak, tarihsel gelişmenin ürünleridir. Tarihte, tarihsel gelişmenin kendisinden etkilenmeyecek bir yöntem olamaz. Bunun nedeni, tarih bilgisinin nesnesi ve tarihin yapısında saklıdır. Tarih bilgisinin nesnesi ile tarihin kendisinin gelişiminin dinamikleri iç içedir. Tarih bilgisinin nesnesi bizatihi imleyen (anlamlandıran) ya da imlemler (signification / anlamlama, anlamlandırma) tarafından oluşturulmuştur; buna bağlı olarak tarih dünyasının gelişmesi de bir imlemler dünyasının zuhur etmesi demektir. Kısaca, “malzemeyle kategori, olguyla anlam arasında bir kesinti olamaz” (1997:24). Tarih bilgisinin ‘özne’si söz konusu imlemler dünyasının içinde yaşar; dolayısıyla özne, tarih malzemesinin bütününü kavramak için zorunlu olarak imlemler dünyasına başvurur.

Castoriadis’in epistemolojisinde doğa ile tarihi ayırmanın ve bu ayrımın kategorilerini belirlemenin temel bir konuma sahip olduğu görüldü. Marksizm nezdinde, tarih kuramının nesnesine doğa bilimlerinde nesneye uygulanan modelin uygulanmasını eleştiren Castoriadis, böylelikle toplumsallıktan tarih’in çıkarıldığını, ve bunun nesnel bir akılcılık olarak temayüz ettiğini belirtir. Erekselcilik bu yaklaşım yardımıyla mahkum edilir (1997: 73). Nesnel akılcılıkta Hegelcilik eleştirel izlemeye alınır. Gerçek olan aklidir, akli olan gerçektir. Tarihte, geçmişin anlaşılabilir, geleceğin istenebilir olmasını güvence altına alan bir akıl vardır ve kaotik görünen olgular, gerçekte gizliden gizliye iyilik doğurmak üzere bir düzenlemeye tabi tutulmuştur. Marksizmin “tarihsel gereklilik”i de Hegel’deki aklın aynısıdır (1997: 93).

Castoriadis’e göre, doğasal olan anlaşılamaz ama açıklanabilir; tarihsel-toplumsal olan anlaşılabilir ama açıklanamaz. Burada G. B. Vico’nun (ve giderek Dilthey’ın) temel tezinin seslendirildiği görülür: “İlk kuşku götürmez ilkemiz, tarihsel dünyanın tamamen yine biz insanlar tarafından yapılmış olduğudur ve böyle olduğu içindir ki, bu dünyanın yine bizin kendi tinimizin modifikasyonları içinde oluştuğudur.” Tarihsel-toplumsal anlaşılabilir, çünkü onu biz insanlar yaparız. Doğasal olan bizin tarafımızdan yapılmamıştır, onu ancak dışsal nitelikli bir açıklamanın konusu yapabiliriz. Dışsal olan, öngörülebilir ama anlaşılamaz. Castoriadis, tarihsel gerçeğin nedensellik kategorisine bağlı cereyan ettiğini, çünkü toplumsal yaşamda ‘öznelci akılsal’ bir boyut olduğunu ileri sürer. Toplumsal olan, bir kısmi ‘nesnel dinamikler’ boyutuna sahiptir; bu bağlamda, toplumsalın yalnızca kimi veçheleri ve kesitleri belirlenimci bir dinamiğe sahiptir. Ancak, bunların, “belirlenimci olmayan bir bağıntılar kümesi içinde yüzdüğü” mecazını ihmal etmemek gerekmektedir (1997: 77). Tarihsel epistemoloji, varlığın, cansız form ve türünden canlı-olanına, oradan da tarihsel-olanına (tarihsel varlık) dönük bir “aşma” yaşadığı şeklinde ifade edilen bir model çerçevesinde temellendirilir.

Tarihsel-toplumsal alan yeni bir ontolojik düzen tipi yaratır (1993: 21). İşlevselcilik ve yapısalcılığın, nedenselcilik ve erekselciliğin, materyalizm ve akılcılığın temel açmazlarının nedeni bu yeni ontolojik düzendir. Bunların tümü, toplumsal-tarihseli doğasala indirgeyen modellere sahiptir. Toplumsal “düzen” ve “örgütlenme”, matematik, fizik ya da biyolojide kullanılan düzen ve örgütlenme kavramlarına indirgenemezler.

Ancak, tarihsel-toplumsal, yani toplum kurumu, onu oluşturan imgesel imlemler nezdinde iki boyutta ortaya çıkar: Kümeleyici-aynılaştırıcı (‘mantıksal’) boyut ve imgesel boyut (1993:19). Kümeleyici-aynılaştırıcı boyutta ana yapı belirlemedir. Bu boyut açısından var oluş belirlenmişliktir. İmgesel boyutta ise, var oluş imlemdir. Castoriadis, doğa ile toplumu kategorik olarak ayırma işlemini tarihsel-toplumsalda yineler. Varlık’ı doğa ve toplum olarak iki ontolojiye ayrımıştı, ancak toplumu bir kez daha, ‘toplumdaki toplumsallık’ ve ‘toplumdaki doğasallık’ şeklinde ifade edilebilecek iki ontolojik boyuta ayırmaktadır.

Castoriadis, yeni tarihsel-toplumsal biçimlerin nasıl ortaya çıkıtğına ilişkin geleneksel görüşleri de reddeder. Ona göre, bu sorunun yanıtı, yasalar ve usuller aranmaksızın verilmelidir. Yeni tarihsel-toplumsal biçimler, ‘yaratımla’ ortaya çıkar (1993: 24). Her yeni toplum, kendini tarih olarak ortaya seren bir öz-yaratımdır. Yeni bir toplum, önceden var olan ‘öğelerin’ rastlantısal biçimde bir araya getirilmesiyle asla ‘kurulamayacak’ olan bir biçimde yaratılır. Dolayısıyla, bir toplum biçiminden başka bir toplum biçimine geçişte, dışsal unsurlara, belirleyicilere yer yoktur. Eski ile yeni arasındaki tek ilişki, eskinin yeniye, yeninin kendisine atfettiği imlemle dahil olmasıdır (1993: 23).

Toplumsal formasyonlar temellerini birtakım imlemlerde (signification / anlamlama, anlamlandırma) bulur. Antik Çağ’da siyasalın, kapitalizmde ekonominin başat (dominant) kategoriler olmasını, söz konusu toplum tarzları tayin etmiştir (1997: 23). Kapitalizmde ekonominin başatlığını kapitalizmin kendisi sağlamaktadır, kapitalizmin olmasını sağlayan ise, bir “tümel imlem” (1997: 80), “sistemin ruhu”dur (1997: 79). “Sistem dahilinde olup biten her şey, ‘sistemin ruhu’ gibisinden bir şeye uygun biçimde üretilmiş olmakla kalmaz, aynı zamanda da sistemi güçlendirmeye (ona karşı çıktığında ve uç durumda, gerçek düzen olarak onu devirme eğilimi gösterdiğinde bile) katkıda bulunur.” (1997: 80) Peygamberler de bu kurumlaşma dahilinde ve onun aracılığıyla iş görürler. Onu yıksa da ondan destek alır; ortaya çıkış koşulları bilinen tüm dinler, ya önceki dinlerin dönüşümleridir ya da dev bir karışımın bileşkesini içerirler (1997: 257).

Simgesel ve imgesel

Castoriadis’e göre, toplumsal-tarihsel dünyada her şey ayrılmaz bir biçimde simgeselle (symbol) dokunmuştur. Ancak bu, her şeyin simge olduğu anlamına gelmez. Çalışma, tüketim, savaş, aşk, doğurma gibi bireysel ya da kollektif gerçek edimler vardır ve bunlar, bir toplumun, yoksunluğunda bir an bile yaşamayacağı –birer simge de olmayan– maddi ürünlerdir. Bu ilişkide tayin edici halka kesinlikle simgesel-olandır; çünkü simgesel bir şebekenin dışında, diğerleri anlam, varlık kazanamazlar, olanaksızdırlar. Gerçek edimler ya da kurumlar, simgesele indirgenemezler, ama ancak simgeselin içinde varlık kazanabilirler (1997: 207). Ekonominin belli bir biçimde düzenlenmesi, hukuk sistemi, din, kurumlandırmış bir iktidar toplumsal olarak yaptırımı olan simgesel sistemlerdir. Bir mülkiyet senedi, bir satış akdi, bir maaş bordrosu, birer simgedir. “Mahkeme kararları ve sonuçları, hatta fazlasıyla gerçek olan, ama anında da bir başka düzlemde simgesele dönüşen celladın edimi bile, neredeyse bütünüyle simgeseldir”. (1997: 208) Castoriadis, toplumsalın simgesel niteliğini genişçe ve örneklerle zenginleştirilmiş bir şekilde anlatır. Kurum simgeselliğine ilişkin verdiği ilginç örneklerden biri, 1917 Sovyet devrimi sonrası oluşturulan “Halk Komiserleri Sovyeti”dir. Bolşevikler iktidarı ele geçirip bir hükümet kurmuşlardır; hükümete bir ad bulmak gerekir. “Bakan” ve “bakanlar kurulu” gibi adlandırmalar, eski burjuva dönemini çağrıştırdığından hoşa gitmemektedir. Troçki’nin, “halk komiserleri” ve “Halk Komiserleri Sovyeti” önerisini Lenin “müthiş devrimci” bulur ve bu adlandırma benimsenir. Castoriadis, gerçekte yeni bir kurum yaratılmadığı halde, bir yanılsamayla yeni bir kurum yaratıldığının sanıldığını belirtir (1997: 215).

Ancak, her simge ve her simgesellik imgesel (imaginaire/hayali) bir bileşene sahiptir ve bu, tayin edici ve temel bir niteliktedir. İmgesel, simgeseli çeşitli şekillerde “kullanır” (1997: 226). Bu, sadece imgeselin, kendini ifade etmesi için olmaz, ama aynı zamanda imgeselin “varolması”, sanaldan daha fazla bir şeye geçmesi için de kullanılır. İmgeler simgesel bir işleve sahiptirler. İmgeselin sonuç olarak, algısal nitelikte ve temsil tarzında olmayan bir ilişkiyi ortaya koymasıyla, “fiili imgesel”in ve “simgesellik”in ortak kökü olan bir “radikal imgesel” vardır (1997: 226). İmgeselin simgesel üzerinde tayin edici bir nüfuzu vardır. Simgeselin, bir var olanı temsil eden niteliğiyle, imgeseli önvarsayması ve ona dayanması, Castoriadis’in, epistemolojinin ontolojiyi içeren modelinin doğal sonucudur. Her nesne, simgesel nesneler de, imgesel bir anlama sahiptir. Örneğin bir ikona, bir imgeselin simgesel bir nesnesidir. Ama, aynı ikona inananlar tarafından kazınır ve boyası ilaç olarak içilirse, bu kez ikona, bir başka imgesel anlam yüklenir. Bayrak da, örneğin akılsal işlevi olan bir simgedir. Ama o da, uğruna ölünebilecek bir tanıma ya da bağlanma imine dönüşüverir (1997: 232). Modern bakış, toplumsal kurumlarda sadece simgeseli görür, yani onun anlamını işlevsele indirger; bu ancak kısmen doğrudur. Castoriadis için, toplumun işlevsel kavranışı kabul edilemez; zira “işlevsellik, anlamını kendi dışından alır” (1997: 258) ve bu ancak doğasal gerçek için söz konusu edilebilir. Toplumsalın anlamı kendisindedir; toplumsal olanı doğasaldan ayıranı burada aramak gerekir. Kurumların simgesel yönleri vardır, fakat simgesel olanlar da dahil olmak üzere, kurumlar kaynaklarını toplumun imgeselinde bulurlar (1997: 233). Öte yandan, imgeselin işlevsel etkisi de vardır, fakat imgeselin etkisi, işlevini aşar. Castoriadis, toplumsal kurumlara ilişkin eski görüşlerin, mitik kisvelerine rağmen, modernlerinden çok daha hakiki olduğunu belirtir. Eski görüş, tanrılar ya da Tanrı nezdinde, insanın kendi eliyle yaptıklarından, akılsal olandan, daha güçlü ve kalıcı ilahi yasalardan söz ediyordu ve bu, insanların bilincinin ötesinde bir kurumsal kaynağa işaret etmekteydi. Castoriadis, böylece Aydınlanmanın burjuva insan ve toplum anlayışıyla arasına bir set çekmekte ve pozitivizmin öznelcilikle bağlantısını deşifre etmek istemektedir.

İmgesel imlemler

Castoriadis, imlemler (signification / anlamlama, anlamlandırma) arasında bir imlem türü belirler; bu, imgesel imlemdir. Castoriadis’in tercih etmeyeceği bir benzetmeyle bu Marx’ın ekonomik temelini andırır; öte yandan Marx’ın da bu benzetime itirazı olabilir. Marx, toplumun ekonomik temelini doğada temellendirirken, Castoriadis imgesel imlemi kendinde temellendirmektedir. Castoriadis’e göre, örneğin, Tanrı, bir imgesel imlemdir. Tanrı, ne bir gerçek imlemi, ne de bir akılsal imlemidir; başka bir şeyin simgesi de değildir (1997: 249). Tanrı, ona inananlar ve onun oluşturduğu tarihsel olguyu değrelendirenler için, başka bir şeydir. Tanrı, ne Tanrının adıdır, ne bir halkın ona ilişkin edindiği imgeler, ne de buna benzer bir şeydir. Tüm bu simgeler onu taşır, ona işaret eder; o her kültürde, bu simgeleri dinsel simgelere dönüştürendir –merkezde yer alan bir imlem,imleyenler ve imlenenler sistemi olarak düzenlenmedir. Tanrı, bir imlemdir, ama ne bir algılanmışın yani gerçeğin, ne de bir düşünülmüşün yani akılsalın imlemidir; o imgesel bir imlemdir (hayali bir anlamlandırma) (1997: 250). Castoriadis, Marx’ın “meta fetişizmi” süreciyle ifade ettiği “şeyleşme”yi ve genelleştirerek diğer toplumlarda da kendini göstererek sömürülen sınıflara ait bireylerin “insanilikten çıkarılması” olarak dile getirdiği süreci de imgesel imlem olarak belirliyor. Bütün bu süreçlerde kendini ortaya koyan toplumsal imgesel, “gerçek”ten daha gerçektir.

İmgesel imlemler, toplumu yapılandıran temele yerleştirilir. “Biz topluluk olarak kimiz? Birilerimiz diğerlerimiz için nedir? Nerede ve neyin içindeyiz? Ne istiyoruz, ne arzuluyoruz? Neyimiz eksik? Toplum bir ‘kimlik’ tanımlamak zorundadır; eklemlenmesi; dünya o dünya ve onun içerdiği nesnelerle olan ilişkileri, ihtiyaçları ve arzuları. Bu ‘sorular’ın yanıtı olmadan, bu ‘tanımlar’ olmadan, insanların dünyası yoktur, toplum yoktur ve kültür yoktur –çünkü her şey farklılaşmamış kaos olarak kalır.” (1997: 261) Bu sorulara, ne “gerçeklik” ilkesi, ne de “akılsallık” yanıt verebilir; onların yanıtı imgesel imlemler tarafından verilir. İmgesel imlemler, bu sorulara verdiği yanıtlarla toplumu oluşturur. Gerçekte, yanıtlar sorulara önceldir. Toplum, yaşamı ve etkinliği çerçevesinde bu sorulara fiili yanıtlar vererek oluşur. Castoriadis, bu noktada Marksizm nezdinde “modern düşünüş”ü eleştirir. Marksizm yukarıdaki soruların ve yanıtlarının ideolojik üstyapıya ilişkin olduğunu ve onun parçası olan din ya da felsefenin alanına girdiğini söylediğinde ve dışarıda bir kaynaktan (ekonomik alan) temelini aldığını, kendi iç anlamının tayin edici bir ölçüt teşkil etmediğini belirlediğinde yanılmaktadır.

İmgesel imlemlerin kaynağı, kökü ya da kökeni hiçbir zaman, bir özne, birey (ya da grup) ya da düşünce olamaz ( 1993: 14). Zaten bunlar da bizzat bir toplumsallaşma sürecinin ürünleridir ve onların varlığı bize kurumlandırılmış bir toplumun veri olduğunu gösterir. Castoriadis, özneyi imgesel alanın bir ürünü olarak görür.

Modern dünyanın imgeseli

Modern dünya, akılsallaştırma ile her türlü imgeseli dışladığını sanır. Sınırına götürdüğü akılsallaştırmayı, önceki toplumların ‘tuhaf görenekleri’ni, imgesel buluş ve tasarımlarını küçümseme ya da onları saygılı bir merakla incelemede kendine hak verdiren bir kazanım olarak kabul eder. Oysa, Castoriadis’e göre, modern dünyanın yaşamı da, eski kültürlerin herhangi birininki kadar imgeselle bağlantılıdır (1997: 278). Modern toplum ve gelişmiş kapitalist toplumların imgesel aldanışını, yani imgeselden kurtulunduğu yanılsamasını, Castoriadis, 1991’deki Körfez Krizi vesilesiyle şöyle ortaya koyuyor: “Batı toplumunun talihsizliği, bir ‘diğer’iyle, velev ki bu Müslüman veya Vietnamlı olsun, bir güç ilişkisine girdiğinde bunu sadece teknik üstünlük cephesiyle kavraması. Bu ise rakibinin direniş motivasyonlarının hiçbirisini zayıflatmak için yeterli değil.” (1991: 58)

Batı toplumunun akılsal imgeseli, eski sayılan toplumların mitik imgeselinden zayıftır. Her türlü imgeselin dışlandığı sanısıyla tecelli eden imgesel formu, imgeseli koruduğu bilincini yaşatan imgesel formu karşısında zayıftır. Tüketim tapınması ve televizyon ‘zapping’ine kendini adamış Batı toplumlarının, Doğu toplumlarının aldanmışlık şeklini almayan imgeselini, Kuran’ın veya Hinduizmin antropolojik etkisini aşındırmasının mümkün olamayacağını belirtir Castoriadis (1991: 69). Modern toplumun akılsallığı, imgeselin tarihsel formlarından biridir.

Kapitalizmde ekonominin, akılsallığın en mükemmel ifadesi olduğu kabul edilir. Ama, ekonominin kendisi imgeselin egemenliğini ortaya koyan bir işleve sahiptir. Kapitalist topluma ekonominin ya da herhangi bir dışsal unsurun değil de imgeselin egemen oluşu sonucu, modern kapitalist ekonominin birtakım özelliklerinden kalkarak, toplumun egemen sınıflar tarafından manipüle edildiğini ileri sürmek de anlamsızdır. Çünkü, toplum, egemen katmanları da dahil olmak üzere, bütünüyle imgeselin egemenliği altındadır. Bir anlamda, kapitalist toplumda ekonominin başat görünmesini sağlayan da imgeselin kendisidir. Castoriadis’e göre, “insan tarihinin eskiden ve halen ne olduğunu imgesel kategorisi dışında anlamak olanaksızdır” (1997: 284).

Kurumlandırma

Castoriadis’in sisteminde “kurumlandırma” terimi önemli bir yere sahiptir. Toplum bir kurumdur. Bir başka deyişle, bir toplumu kurumlandırılması ayakta tutar; sözcüğün gerçek anlamıyla, ‘kurar’. İnsanların çoğu, aç bile kalsa hırsızlık yapmaz. Bunu kurumlandırma sağlar. Kurumlar, yalnız bazı durumlarda kendilerini baskı ve yaptırımlarla dayatır. Asıl doğası gereği ve geniş ölçüde, kurumlar, katılım, destek, konsensüs, meşruluk ve inanç aracılığıyla kendi fiili geçerliklerini güvence altına alır (1993: 12). Kurumlandırma, kurallarına uygun olarak öyle bireyler üretir ki, bunlar yapısal olarak, kurumu yeniden üretmeye müsait, hatta daha da ötesi, böyle yapmaya koşuludur. Toplum kendi kendini kurumlandırırken bireyi ve ancak sayelerinde gerçekten varlık bulabileceği bireyleri yaratır. Toplum, fiili olarak ancak kendi ürettiği bireylerde “gerçekleşir” (1993: 33). “ ‘Yasa’, ‘öğeleri’ öyle bir biçimde üretir ki, bilfiil bu öğelerin işleyişi, o ‘yasa’yı içerir, yeniden üretir ve ölümsüz kılar” (1993: 13). Her toplum, içinde kendisinin de kendini kapsadığı kendi özgün dünyasını kurar. ‘Gerçek’ olanla olmayanı, ‘bir anlamı’ olan ya da olmayanı belirleyen bir toplumun kurumlandırmasıdır. Büyücülük, üç yüzyıl öncesi Salem’de gerçek bir şeydi, şimdiyse değil. Marx’ın dediği gibi, “Delphoi Apollon’u Yunanistan’da diğerleri kadar gerçek bir güçtü” (1993: 16). Toplum, kurumlandıran imgelem alanının yapıtıdır (1993: 34). İmgelem alanı ise, kendi kendine ortaya çıkar (1993: 31).

***

“İmlem Efendisi’nin tahtı, Şiddet Efendisi’ninkinden daha yüksektedir” der Castoriadis. Bu söz, Şiddet Efendisi’nde simgelenen maddi, dış gerçeğin, imgelemsel (muhayyel) alanın dışında bir hükümranlık alanına sahip olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Şiddet Efendisi, ancak İmlem Efendisi’nin egemenlik alanında ve onun egemenliğinin varlığında anlam kazanan bir hükümranlık sürebilir. İmgelemsel, hem mantıksal olarak (öncel’lik), hem de kronolojik olarak (önce’lik) veridir. “Şiddetin devreye girebilmesi için, kelamın –mevcut iktidarın buyruğunun– ‘silahlandırılmış insan grupları’ üzerindeki iktidarını koruması gerekir. … Dünyanın en güçlü ordusu bile, eğer sadık değilse, sizi korumayacaktır –ve sadakatinin en önemli temeli de, sizin imgelemsel meşruluğunuza duyduğu imgelemsel inançtır.” (1993: 45)

 

 

Kaynaklar

  • Castoriadis, Cornelius (1991) “Körfez Savaşının Ötesindeki Gerçekler”, Çev.: Ahmet İnsel, Birikim 22, Şubat.
  • Castoriadis, Cornelius (1993), Dünyaya, İnsana ve Tabiata Dair, Çev.: Hülya Tufan, İletişim Yay., İstanbul.
  • Castoriadis, Cornelius (1996), “Marksizmin Bunalımı ve Siyasetin Bunalımı”, Çev.: Ertuğrul Başer, Birikim 84, Nisan.
  • Castoriadis, Cornelius (1997), Toplum İmgeleminde Kendini Nasıl Kurar? / 1. Cilt: Marksizm ve Devrimci Kuram, Çev.: Hülya Tufan, İletişim Yay., İstanbul.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar