Ana SayfaArşivSayı 38İzmir Toplantısı

İzmir Toplantısı

 

 

 

 

10. yılında Teori ve Politika’yı tartışıyoruz

İzmir Toplantısı

25 Haziran 2005

 

OTURUM BAŞKANI (EYLEM ŞEN)- Sevgili arkadaşlar hoş geldiniz.

Bugün Teori ve Politika’nın 10. yıl muhasebesi nedeniyle düzenlenmiş bulunan panel için bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Panelden önce sizleri geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz 17 MKP militanı için 1 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.

(Saygı duruşu yapıldı)

“Örgütlü devrimcilerdi, devrim için öldüler.”

Yeniden hoş geldiniz; panele başlamadan önce aramızda Teori ve Politika’yla yeni tanışanlar olabilir. Dolayısıyla, Teori ve Politika’dan gelen arkadaşlar, neyin muhasebesidir, 10 yıldır ne yapıyorlardı öncelikle bu konular hakkında kısa bir konuşma yapacaklar. Kendilerini tanıtacaklar.

Daha sonra biz, Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifi hakkında kısaca bilgi vererek neden böyle bir panele ev sahipliği yapmak istediğimizi açacağız.

Sonra de panele katılan konuşmacı arkadaşlar sırayla görüşlerini bildirecekler.

 

METİN KAYAOĞLU (Teori ve Politika)- Belki birçoğunuz dergimizi görmedi bile. İşte bu (göstererek) son sayımız, şu sıralarda kitapçılarda ve bayilerde. Dokuz yıl boyunca birtakım görüşler ortaya koyduk, bazı meseleleri izleme ve ele almada önemsediğimiz bir tarzı tutturmaya ve yazılarla yansıtmaya gayret ettik. 10. yıllarda illa birtakım muhasebeler olacak diye bir zorunluluk elbette yok, ama bu, bizde de belli bir vadenin yettiği düşüncesinin dışa vurulma vesilesi oldu. Geçmişimizi, misyonumuzu ve geleceğimizi şöyle bir masaya yatırma ihtiyacı duyduk. Bunun için İstanbul ve Ankara’da toplantılar yaptık; burada, İzmir’de de, Özgür Yaşam Kooperatifinden arkadaşların yardımıyla, bir üçüncü toplantıya başladık.

Dergimizin bu son sayısı, etkileşim içinde olduğumuz, ya da bunu umduğumuz, veya hiç olmazsa bizimle ilgili anlamlı fikirleri olduğunu bildiğimiz kimselerin yazılarına ayrıldı.

Sonraki sayılarda, başta bu toplantılardaki tartışmaların konuşma çözümlerinin yayınlanması olmak üzere, misyonumuzu değerlendirme çalışmalarını sürdüreceğiz. Yıl sonuna kadar bu şekilde gitmeyi planladık.

Biz sonuçta burada ve önceki toplantılar ekseninde, açıklıkla söylemek lazım, bir tür karşılıklı etkileşim süreci yaşamayı istiyoruz. Yani, hem panelist arkadaşlardan, hem sizlerden bizim eleştirilmemiz, bizim değerlendirilmemiz, bizim geleceğimize ilişkin birtakım öngörüler, yönelimlerde bulunulması ve bizim bundan öğrenmemiz üzerine kurmak istiyoruz bu süreci. Bu tanım üzerine hayata geçirilecek bir sürecin bizim için çok özel bir öneme sahip olduğu inancındayız.

Ne olup ne olmadığımıza ilişkin, tartışma açıldığında ifade edeceğim görüşlerle, şu anda söyleyeceklerimi nasıl ayırmak gerektiğini çok iyi bilmiyorum, ama kabaca şöyle diyebilirim: Dergimiz 1996’nın Ocak ayında yayınlanmaya başladı. Biz kendimizi teorik-politik bir akım yaratmak üzere, devrimci politik örgütlerden ayrılan birtakım kimseler olarak ifade ettik. Bazı gerekçilerimiz vardı, onları tartışmalar sırasında ilginize sunmaya çalışacağım.

Geçen dokuz yıl boyunca, hatta öncesi de var, 12-13 yıl boyunca, politik bir örgüt olmama ısrarı ve mücadelesiyle hareket etmeye çalışıyoruz. Politik örgüt olduğumuzda başka şeyler yapmamız gerekeceği kanaati bizde hakim oldu. Bu bizim için önemli bir ayrım. Biz politik bir örgüt değiliz, ama birtakım politik düşünceler üzerine teorik işler yapmayı önüne koymuş küçük bir ekip, bir kolektifiz; öyle diyelim.

Dergimiz 37 sayı çıktı, üç aylık bir dergi, bazı sayılar çift çıktı, ama bu kadar yıl boyunca düzenli ve kesintisizce yayınlanıyor. Bu itibarla, şöyle bir ampirik saptama yapılabilir: 10 yıldır Marksizm iddiasıyla bu tarz yayın yapan başka bir dergi yok; yani bu konuda tekiz.

Bu kadarının, en azından, samimiyetimiz ve sebatımız konusunda sizlerde bir kanaat uyandırmasını bekleyebiliriz sanırım. Politik örgütlenmelerin, eylemlerinden kaynaklanan bir avantajları var, zamanla mücadele etmek hususunda. Meselenin salt bu yönünün dahi, bizim burada da sizlerden öğrenmeye açıklığımıza ilişkin sizlerde bir done olmasını umut ediyorum. Sanırım bu kadar yeter.

 

OTURUM BAŞKANI– Teşekkür ederiz.

Ben de Özgür Yaşam Kooperatifinde neden böyle bir panel yaptığımıza ilişkin kısa bir açıklama yapmak istiyorum. Sanırım, şu an burada bulunanların bir kısmı Özgür Yaşam’ı biliyor. Özgür Yaşam’ın nasıl kurulduğunu ve niye varolduğunu anlatmak için Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifi’nin kuruluş sürecinin öncesinden bahsetmek gerekiyor. Biz, İzmir Özgür Üniversite çalışmasını yürüten bir ekiptik. Ben ve başka arkadaşlarım İzmir Özgür Üniversitenin kurulma sürecinde bulunduk.

İzmir Özgür Üniversite kuruluş çalışmalarına katılırken şunu düşünüyorduk. Etrafımıza baktığımızda, Sosyalizm ve Marksizm konusunda çeşitli tartışmalar olduğunu, bu konularda muğlaklıklar olduğunu görüyorduk. Bununla birlikte birçok devrimci yapı olduğunu ve bunların birbirine benzer ya da ayrışan yönlerinin olduğunu fark ediyorduk fakat bunların ne olduğunu tam olarak kavramış değildik. Önce bunları öğrenmek gerektiğini düşünüyorduk.

Başlangıçta Özgür Üniversite gibi bir kurumun İzmir’de olmasının, bizim bunları öğrenmemiz için faydalı olacağını düşünmüştük. Bu nedenle İzmir Özgür Üniversite bir yandan Ekonomi Politik, Felsefe, Sosyoloji derslerinin yapıldığı; diğer yandan Türkiye Devrimci Hareketi üzerine seminerlerin yapıldığı bir yer oldu.

Kısa vadede fark ettik ki, aslında teorik arayışın kendisi bizi hiçbir yere ulaştırmıyor. Teorik olarak her şeyi öğrendikten sonra pratiğe yönelmek mümkün değil. Üstelik bunu tek başına yapmaya kalktığınızda içinde kaybolup aslında hiçbir yere varamıyorsunuz. Biz devrimci hareketi kendisinden öğrenmeye çalıştık. Türkiye Devrimci Hareketi Tarihi çalışması içinde, o dönemleri yaşamış devrimcilerin tarihlerini bizzat kendilerinin anlatmasını istedik. Bu süreçte arayış içinde olan, devrimci olma hevesini taşıyan, ama aynı zamanda Marksizmin, sosyalizmin sorunlarını kavramaya çalışanlarla hep beraber tartıştık. Bu derslere mesela, Ertuğrul Kürkçü, Orhan Dilber, Mukaddes Çelik, Ergun Adaklı, Şaban İba ve daha birçok kişi geldi. Herkes kendi baktığı yerden Türkiye Devrimci Hareketi tarihini anlattı.

Böyle bir çalışma süreci sonucunda ben şunları fark edenlerden biriyim: Önce elinizde bir kılavuz olacak; bu kılavuz sağlam olduğu takdirde, Marksizmi, Sosyalizmi, Komünizmi kavramak mümkün. Fakat bir kılavuzunuz yoksa, olmayan bir kılavuzla bütün bu tarih içinde zaten kaybolmak ve bir daha asla işin içinden çıkamamak ihtimali var. O dönem ben Özgür Üniversite çalışması içinde, “Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin” şiarıyla beraber Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin kılavuz olabileceğine kanaat getirenlerdendim. Başka türlü seçimleri olan arkadaşlarımız da oldu.

Özgür Üniversitenin kapatılmasından sonra ise, Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifini kurduk. Zaten İzmir Özgür Üniversite kapatılmadan önce kooperatif konusunu tartışmaya başlamıştık. Çünkü şöyle bir kavrayışımız vardı: İzmir Özgür Üniversite, işçi, emekçi üniversitesi olsun; sosyalistler, devrimciler burada tartışabilsin ve tartışma yürütsün diye bakıyorduk. Şunu da fark ettik ki, işçi ve emekçinin üniversitesi olması için, işçilerin, emekçilerin bu kuruma gelmesi gerekir. Aslanların gelmediği bir yerde aslanlar kendi tarihlerini yazamazlar. Bunun için işçilerle, emekçilerle güven ilişkisini yaratacak başka türlü çalışmaların olması gerekirdi.

İzmir Özgür Üniversite kapatılmasaydı bu kurumla ilişkili bir de tüketim kooperatifi kuracaktık. Fakat İzmir Özgür Üniversite kapatıldı

Kapatılmasından sonra, şunu düşündük. Madem ki biz, Marksizmi ve Türkiye Devrimci Hareketi Tarihini, Sosyalizm Tarihini, Ekonomi Politiği, Felsefeyi, Sosyolojiyi tartışıyoruz ve bu konularda çalışma yapıyoruz. Bunun birtakım başka sonuçları da olması gerekiyorsa, işçilerin, emekçilerin bunlardan faydalanmalarını ya da buna dahil olmalarını, buna katkılarını sunmalarını sağlamalıyız.  Bunun için başka bir şey daha lazım. Bu da ancak onların gündelik ihtiyaçlarına cevap verecek başka türlü çalışmalar yapmakla mümkündür, dedik.

Biz ayrıcalıklıydık, o dönem üniversitelerde okuyorduk. Kendi bildiklerimizi başkalarıyla paylaşabiliriz dedik. Madem aynı zamanda Marksizm tarihi anlatıyoruz; madem sosyalizm tarihini, politik ekonomiyi anlatıyoruz, neden üniversiteye hazırlanan dershanelere gitmek isteyen öğrencilere dersler vermeyelim dedik. Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifi böylelikle kuruldu.

O süreçte bu tartışmaların beraberinde Limontepe Tüketim Kooperatifi çalışmaları başlamıştı. Yine Umut Tekstil İşçileri Tüketim Kooperatifi kurulmasıyla sonuçlanan tartışmalar olmuştu. Bugün tüketim kooperatifleri, dernek çalışmaları, Kundura İşçileri Birliği, eğitim kooperatifleri var. Böylelikle işçi sınıfının içinde birleşik örgütlü dayanışmayı yaratan ve aynı zamanda tartışan ve kılavuzu sağlam bir çalışmanın önümüzü açtığını görüyoruz.

Özgür Yaşam, Cuma günü genel kurulunu yaptı ve dördüncü senesine doğru yol almaya başladı. Özgür Yaşam’da bugün halihazırda üniversiteye hazırlanan, dershaneye gitmek isteyen ve gidemeyen öğrencilere yönelik üniversiteye hazırlık çalışmaları, lise ve dengi okullar için matematik ve benzeri konularda çalışmalar; tiyatro, bağlama, gitar, sinema, belgesel çalışmaları, bunlarla beraber Marksizm üzerine söyleşiler dizisi, Türkiye ve dünya siyasi tarihi üzerine seminerler gerçekleştiriliyor.

Bu panel sürecinden haberdar olduğumuzda, ilk tepkimiz şu oldu: Biz de burada Marksizm üzerine söyleşiler dizisi yapıyoruz, Marksizm ve devrim, Marksizm ve program, Marksizm ve ulusal sorun ve benzeri konuları ele alarak çalışmalar yapıyoruz. Dolayısıyla Marksizmin krizi konusunda arayış içinde olan ve bu konuda çalışma yapanlarla bir arada olmak ve en azından tartışmak bizim için anlamlı olacaktır. Bizim buradaki çalışmalarımıza daha önce de gelmiş olan arkadaşlar için de farklılıkları görmeleri açısından anlamlı olacaktır. Çünkü biliyoruz ki, Marksizmi herkes aynı şekilde kavramıyor. Bu ayrım noktalarını daha rahat görebilelim diye, bu panel buradaki çalışmaların bir parçası oldu.

Aynı zamanda bu konuda başka türlü görüşlere sahip olanların da burada olmasının, farklı farklı perspektiflerin bir arada olmasının ve bunlar arasındaki esas politik ayrışmaların daha net bir şekilde görülmesini sağlayacağını düşünerek, Özgür Yaşam’da bu paneli gerçekleştirmeye karar verdik.

Panelimizde şöyle bir yöntem izleyeceğiz. Her bir konuşmacı ilk turda yarım saat kendi görüşlerini ifade edecek. Sonra soru ve görüş bildirme bölümü olacak. İzleyen arkadaşlar konu hakkında ya da konu çerçevesi içinde görüşlerini, sorularını iletebilecekler. Soru ve görüş bildiriminden sonra ikinci tura geçeceğiz ve ikinci turda da yeniden panelist arkadaşlar gelen sorulara ve görüşlere ilişkin kendi görüşlerini ifade edecekler.

Nasıl bir sıralama olduğunu söylemeden önce başka bir şey daha söyleyeceğim: Bugün saat 6’da Kemeraltı girişinde, öldürülen MKP militanları için bir basın açıklaması olacak. O yüzden, ikinci arayı 5:45’te vermeyi düşünüyoruz, çünkü aramızda oraya gitmek isteyenler var. Geri geldiklerinde ne kadar zaman geçmiş olur bilemiyorum. Başka katılmak isteyen arkadaşlar varsa, aynı zamanda katılabilirler.

İlk konuşmacımız, SDP bileşenlerinden Bedreddini Hareket’ten Cem Özatalay, ikinci konuşmacı Maya Dergisinden İbrahim Horoz, üçüncü konuşmacı Emekçi Hareket Partisinden Esra Sarıoğlu, dördüncü konuşmacı Köz Gazetesinden Ercan Coşkun ve son konuşmacımız Teori ve Politika adına Metin Kayaoğlu olacak.

 

CEM ÖZATALAY (Bedreddini Hareket)- Burada Teori ve Politika kolektifinin üretimini eksen alarak teori ve politika üzerine bir tartışma yapmak üzere toplandık. Öyleyse tartışmanın nesnesini tanımlamak önem kazanıyor. “Teori ve Politika nerede durmaktadır?” sorusunu öncelikle yanıtlamak gerekiyor. Her şeyden önce, kendisine halihazırda politik bir misyon biçmiyor olsa da Teori ve Politika’nın, üzerine aldığı teorik misyonla Türkiye Marksizmi alanının içinde yer alan bir özne olarak görülmesi gerektiği kanaatini taşıyorum. Öyle ki, Teori ve Politika’nın bundan 10 yıl önce faaliyetine başlamasının arkasında, çeşitli çizgilerden Türkiyeli Marksist özneleri bugün bir yenilenme, bir yeniden yapılanma arayışına iten aynı tıkanıklık dinamiklerinin olduğu açıktır. Bu çerçevede, Teori ve Politika’nın bir bakıma erkenci ya da öngörülü davranmış olduğundan bahsedebiliriz. 

Bu nedenle, Teori ve Politika’yı 10 yıl önce, birçok Marksist özneyi bugün bir yenilenme ve yeniden yapılanma arayışına iten tıkanıklık dinamikleri nasıl görülebilir, nasıl anlaşılabilir? Bunlar hakkında kısa birkaç şey söyleyerek konuşmama başlamayı uygun buluyorum. Tıkanıklık alametlerini tanımladıktan sonra, Teori ve Politika’nın tıkanıklıktan çıkışa dair saptamaları ve önermeleri hakkında birkaç şey söyleyerek konuşmama devam edeceğim.

Özelde Türkiye devrimci hareketi, genelde dünya Marksizminin, özellikle Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist deneyimlerin çöküşünden itibaren bir tıkanıklık içerisinde olduğu açık biçimde görülüyor. Her ne kadar bu tıkanıklığın nedenlerinin daha eski tarihlere dayanıyor olduğu söylenebilirse de özellikle 1990’lardan sonra yaşanan politik altüst oluşlarla birlikte tıkanıklığın ayyuka çıktığını, inkar edilemez şekilde açığa çıktığını söyleyebiliriz. Bu tıkanıklığın teorik, ideolojik, örgütsel, politik boyutları var. Tek bir boyuta da indirgenebilecek bir tıkanıklık olmadığı konusunda net olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Tıkanıklığın alametleri nelerdir? Halihazırda yükselişte olan düzen dışı, sistem karşıtı hareketlerin içinde Marksizme referansta bulunanların sayısındaki azalma bence tıkanıklığın, krizin en önemli göstergesidir. Nepal’daki Nepal Komünist Partisi (Maoist) ve Kolombiya’daki FARC dışında, belli bir güce erişmiş devrimci hareketlerin hemen hepsinin Marksizme çok fazla referansta bulunmadıklarını, bu hareketlerin ya İslam’a ya Ulusalcılığa ya da Marksizmi aştığını iddia eden birtakım postmodernist paradigmalara referansta bulunduklarını görüyoruz. Bu durumun en yakınımızdaki örneğini ise Kürt Özgürlük Hareketi temsil ediyor. Son dönem Öcalan’ın yaptığı açılımlarda Marksizm dışılık açık biçimde gözlemleniyor. Zaten Öcalan’ın kendisi de Marksizmi aştığı iddiasında.

Bu noktada şunlar söylenebilir: Öcalan’ı Marksizmin dışında bir arayışa iten faktörler Marksizmin krizinden ayrı değerlendirilemez. Öcalan’ın Marksizmin krizini aşmaya dönük çabası olumlu olsa da, bulduğu aceleci ve eklektik yanıtlar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Öcalan, Kürt Özgürlük Hareketi’nin politik sıkışmışlığının da doğurduğu telaşla tezlerini ağırlıklı olarak postmodernist literatürden devşirmiştir. Ha keza, Türkiye sol hareketinde özellikle 1990’lardan sonra gözlemlenen yenilenme arayışlarında da benzer birtakım savrulmalar yaşandığını gözlemledik. Örneğin ÖDP dönemi başladıktan sonra bu partinin Dev-Yol kanadında bu tür eğilimlerin ortaya çıktığını gördük. Ne var ki, yenilenme arayışlarının postmodernizme savrulmalarla beraber yaşanmış olmasının Marksizmin bir tıkanıklık içinde olduğu gerçeğini görmemizi, bu gerçekle yüzleşmemizi engellememesi gerektiği kanaatindeyim. Öyle ki, madalyonun bir diğer yüzünü temsil eden ilerlemeci ulusal ideolojinin sol içindeki etkinliğini artırması da aynı tıkanıklık halinden beslenmektedir.

Solun belli bir kesiminin, postmodernist savrulmaya direnç için ideolojik argümanları ilerlemeci ulusal ideolojiden devşirmesi tam anlamıyla talihsizliktir. Türkiye’de bu eğilimin özellikle 1996’da devrimci hareketin yaşadığı yenilginin ardından gün yüzüne çıktığını görüyoruz. Yani, ÖDP’de gözlemlenen postmodernist eğilime tam zıt bir noktadan, batıcı aydınlanmacılıktan veya doğucu kalkınmacılıktan beslenen ilerlemeci ulusal sol eğilim de tıpkı postmodernist eğilim gibi Marksizmin dışından beslenmektedir. Marksizmi bir kalkınmacılık, kamuculuk programına indirgeyen bu yaklaşımın ülkemiz coğrafyasında güç kazandığını görmek gerekiyor. Kemalizm ve Misak-ı Millicilik bu eğilimin yerleşik özellikleri olarak öne çıkıyor.

Bu eğilimin en önemli temsilcilerinden birisi karşı-devrimci İşçi Partisi. İP, doğucu kalkınmacı bir ideolojiyi savunuyor. Son 5 yılda TKP’nin aynı ideolojik eğilimin batıcı-aydınlanmacı versiyonunda ve reformist düzleminde konum edindiğini görüyoruz. HÖC, Halkın Kurtuluş Partisi, Halkevleri gibi siyasi yapılanmalar da ilerlemeci ulusal sol ideolojinin devrimci veya devrimciliğe açık eğilimleri olarak dikkat çekiyor.

Bir yandan postmodernist eğilim, diğer yandan ilerlemeci ulusal eğilim güç kazanırken, tıkanıklık içindeki Marksizm alanında ise anakronik bir tutum alışın boy verdiğini görüyoruz. Anakronik eğilim, öncelikle Marksizmin bir tıkanıklık içinde olduğu düşüncesini reddediyor. Daha doğrusu yaşanan sıkıntıyı daha çok pratik yetersizlikle açıklamayı uygun buluyor. Bu eğilime göre, iyi ve doğru bir devrimci pratik sorunları basitçe halledebilecektir. Kapalı devre bir darlık halinin ve buna bağlı olarak politika dışı kalma durumunun anakronik eğilimin yaşamasını mümkün kıldığını düşünüyorum. Çünkü kapalı devre dar bir grup, kendine özgü bir dünya yaratabilmekte ve bu dünyanın içinde kendisine iç gündemler yaratabilmektedir.  Kişilerle görüşmek, bildiri dağıtmak, yeni bir kurum açmak, bu kurumu döndürmek, iç tartışma süreçlerine girmek, reformistlerden ayrışmak vb.. Bunlar bir solcunun hayatını belli bir süre için pekala doldurabilecek etkinlikler. Ancak bu da sorunu çözmeye yetmiyor. Öyle ki, 1 Mayıs’larda ortaya çıkan örgütlü kitleyi aşan “bağımsız solcu”ların sayısındaki istikrarlı artış, kapalı devre işleyen dar bir pratiğin günümüzde yetersiz kaldığını açık biçimde kanıtlıyor.

Kuşkusuz küçük ölçekte de olsa bugün yetersiz güçlerimizle alanlarda pratik faaliyet yürütmek vazgeçilmezdir. Ne var ki, kendi gerçekliğimizin nesnel bilgisini de bilince çıkartmamız gerekiyor. Marksizmin tıkanıklığını bilince çıkartmadığımızda, hem kadrolarımız karşısında bir süre sonra inandırıcılığımızı yitiriyoruz, hem de gerek postmodern eğilim karşısında, gerek aydınlanmacı ulusalcı eğilim karşısında Marksizmi bir alternatif olarak güçlendirmenin koşullarını oluşturmaktan imtina etmiş oluyoruz.

Tıkanıklığı görmeyen anakronik eğilim, kaçınılmaz olarak “eski” tarihli metinlere sığınıyor. Bu aslında savrulmamak için eski kazanımlara ve eski üretimlere sıkı sıkıya sarılma refleksiyle gelişiyor. Kuşkusuz tarihimizde üretilmiş metinlere, elde edilmiş mevzilere sahip çıkmaktan daha anlaşılır bir şey yok. Bu yanlış değil. Ne var ki, örneğin Komünist Enternasyonal belgelerinin yazıldığı dönemdeki toplumsal koşulların bugün bir hayli değiştiğini gözden kaçırmamak gerekiyor.  Bunu gözden kaçıran bir yaklaşım, kapalı devre dar grupçu bir anlayışla birleştiğinde yeni gelişmeler ve dünyanın içinde bulunduğu durum hakkında yeni ve etkili politik yanıtlar üretebilmek, postmodernist ve ulusalcı eğilimlerle teorik ve ideolojik düzlemde hesaplaşabilmek iyiden iyiye imkansız hale geliyor. Yeni dönemde kapitalizmin temel işleyiş mantığının ya da artı-değer sömürüsünün ortadan kalktığını söylemiyorum. Marksizmin bilim ayağına dair açıklamalarda herhangi bir sorun yok; ama yaşanan sömürü süreçlerinin verili konjonktürdeki toplumsal dışavurumlarının değiştiğini, farklılaştığını söyleyebiliriz. Anakronik eğilimin, işte bu değişimi görmediğini ya da görse bile değişimi eski ideolojik cephaneyle karşılamaya çalıştığını düşünüyorum. Bu ise, tıkanıklıktan çıkışı getirmiyor.

Bu noktada Teori ve Politika’nın çabasını çok anlamlı ve cesaretli buluyorum. Teori ve Politika, Marksizm alanında kalarak söz konusu değişime yanıt verecek biçimiyle Marksist teoriyi yeniden yapılandırma ve güçlendirme çabasını sergiliyor.

Teori ve Politika’nın en orijinal yanı ise daha önceki “yenilenme” hedefiyle yola çıkıp teorik düzlemde giderek Marksizmin dışına, politik düzlemde ise devrimciliğin dışına düşen pratiklerden farklı olarak, 10 yıllık teorik faaliyetine karşın ne Marksizmin dışına düşmüş ne de devrimciliğe işaret etmekten vazgeçmiş olması. Şunu peşinen söyleyeyim, Teori ve Politika’nın yaptığı politikaya dair her açılımı doğru bulmuyorum.  Buna rağmen, Teori ve Politika’nın teorik faaliyetini oturttuğu eksen, Marksizmin krizden çıkışı için son derece elverişli geliyor bana.

Bu noktada, 1848’lerden, 1917’lerden bugüne gelindiğinde değişenlerin neler olduğu konusunda birkaç çift söz söylemenin yararlı olduğunu düşünüyorum. Birincisi; hepimizin bildiği gibi, sosyalizm deneyimleri ayağımızın altından kaydı. 19. yüzyıla baktığımızda, sosyalizm gerçekleştirilmesi planlanan bir projeydi, daha denenmemişti. Bu o dönemin Marksistlerine güç veriyordu. Gerek kitleler karşısında gerekse de diğer akımlar karşısında Marksizm gücünü henüz gerçekleştirilmemiş olan projesinden de alıyordu. Marksizm bir alternatifti ve denenmemişti. 20. yüzyıla geldiğimizde, yaşanan bir proje olarak yine Marksizm çok güçlüydü. Yaşanan, deneyimlenen, gözlemlenen ve dünyada güç kazanmış bir politik deneyimdi, akımdı, devletleri vardı Marksizmin. Böyle bir süreci yaşadık.

Bugüne baktığımızda, 21. yüzyıla geldiğimizde ise yıkılmış, çökmüş bir deneyimin ifadesi olarak görülüyor Marksizm. Nedenleri ne olursa olsun, bizim açıklamalarımız ne olursa olsun, bu bir vakıa. Öyle olduğu için, Marksistler, çökmüş bir sistemin savunusunu yapan insanlar olarak görülüyor. Bunu kabul etmeliyiz. Gerçekliğimizle yüz yüze gelmeyi kabullenebilmeliyiz. Sosyalizmin çökmesini Marksizmin yanlışlanması olarak asla kabul etmiyoruz. Çünkü biz pozitivist ve ampirist değiliz. Marksizm halen topluma ve tarihe dair aşılamamış açıklamalara sahip yegane devrimci yapıdır. Bu noktada bir şüphe duymayalım, ama bugün sırtımızda sosyalizmin çökmüş olmasından ötürü bir yük olduğunu da görelim. Bu bizi sıkıştırıyor, tıkanıklığın Türkiye’ye özgü olmayan nedenlerinden birincisi bu.

İkincisi; 1970’lerden sonra, özellikle kapitalizmin üretim organizasyonun köklü biçimde değişmesidir. 19. yüzyıldan 20. yüzyılın son çeyreğine gelene kadar var olan kapitalist üretim organizasyonu işçilerin büyük sanayi işletmeleri bünyesinde bir araya gelmesini sağlıyordu. Bu nedenle, işçilerin ortak bir “sınıf kimliği” üzerinden toplumsal temsiliyetlerini sağlamaları kolaylıkla gerçekleşebiliyordu. 19. yüzyılda, fabrikalarda ve fabrika çeperlerindeki mahallelerde toplaşmış işçiler sisteme entegre olamıyorlardı ve işçi sınıfı kimliği üzerinden devrimcileşiyorlardı. 20. yüzyılda hakim olan fordist üretim organizasyonu ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanan talep yönlü Keynesyen politikalar, işçi sınıfı kimliği üzerinden sürekli bir devrimcililiğin ortaya çıkmasına engel olsa da, uygun politik konjonktür ortaya çıktığında işçi hareketini devrimci eylemin bileşeni haline getirebiliyordu. 15-16 Haziran eylemleri bu durumun Türkiye’deki örneğiydi.

‘70’lerden sonra yaşadığımız ise manifaktürden makineli üretime geçiş sırasında yaşanan değişime benzer, toplumsal etkileri olan köklü bir değişimdi. Enformatik teknolojisine bağlı olarak ortaya çıkan iletişim ve ulaşım imkanları, kapitalistlere, üretimin ölçeğini, yapısını ve yayılımını diledikleri gibi örgütleme kapasitesini kazandırdı. Bu dönüşüm, yalnızca üretimde değil toplumsal yaşamın örgütlenmesinde de belirgin yeni sonuçlar doğurdu. Üretim parçalandı, üretim birimleri hareketli hale geldi, küresel düzeye yayılmış bir şebeke olarak birbirine bağlanmış küçük ve büyük birimlerden oluşan bir üretim yapısı ortaya çıktı. Küresel fabrikadan bahsetmek olanaklı hale geldi. Enformel sektör ekonomik yapının ana bileşeni haline geldi. Keynesçi dönemde bir işlevi olan belirsiz süreli iş sözleşmeleri, mevcut kapitalizmin işleyiş rasyonalitesinin dışında kaldı. Dolayısıyla kapitalizmin yaşadığı maddi dönüşüm ve yeniden yapılanma ortadayken küreselleşmenin aslında bir yanılsama olduğunu söylemek bana doğru gelmiyor. Yanılsama küreselleşme denilen hadisenin insanlığı ilerlettiği söylemine inanmakta ortaya çıkıyor. Bu elbette sömürüye dayanan kapitalizmin ilerlemeci tüm söylemleri gibi yalandır. İkincisi bu.

Artık eski söylemlerimiz, yani 20. yüzyıl boyunca işimizi görmüş olan söylemlerimiz, araçlarımız, yöntemlerimiz toplumsal düzeyde karşılığını bulamıyor. Örneğin bunlarla ne sigortasız, güvencesiz işçilere ulaşabiliyoruz, ne de göreli ayrıcalıklara sahip işçilere… Bu ikinci kategoridekiler, sosyalist ideoloji yerine ulusalcı ideolojiyle daha kolay bütünleşebiliyorlar. Seydişehir’deki işçi özelleştirmeye karşı “Seydişehir satılmaz, vatan bölünmez” diye slogan atıyor. İşçi, fabrikasının ve kendisine ayrıcalık kazandıran haklarının savunulmasıyla, üniter devlet yapısının savunulması arasında bir özdeşlik kuruyor. Aslında statükoyu savunan, geri olanı savunan bir duruma geliyor. Bu durumun tabii ki Marksistlerin ideolojik güçsüzlüğüyle ilgili bir boyutu var. Ama özellikle şu anda kapitalizmin sunduğu zenginliklerden pay alabilen bu işçilerin gerçekten Marksizmi dinlemesi, Marksizmin söylemlerine yanıt vermesi çok mümkün gözükmüyor. Sisteme yalnızca ekonomik olarak değil aynı zamanda siyasal ve kültürel olarak da entegre olanların, sistemde gelecek görenlerin; sisteme karşı kitlesel tutum takınması ve devrimcilik vazeden ideolojilere yönelmesini beklemek zaten tarihin hiçbir döneminde gerçekleşmemiştir.

Bir üçüncü değişim dinamiği ise emperyalizmin yeni yönelimleriyle yakından ilgili.   Özellikle, iki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasıyla birlikte ABD’nin önderliğinde izlenen militarist emperyalist yönelim, dünya ölçeğinde yeni gerilimlere neden oluyor. Bu hem metropol ülkelerde hem de emperyalist işgalin ve müdahalenin mağduru olan ülkelerde yeni bir ezen-ezilen kamplaşmasının ortaya çıkmasını beraberinde getiriyor. Gerek Doğuda veya Güneyde emperyalistler tarafından işgal edilen topraklarda, gerek Batıda işsiz kalan ve dışlanmaya maruz kalan göçmen kitlelerin içerisinde İslam’ın bir ezilen ideolojisi olarak şekillenmesi söz konusu.

Bu da kafaları karıştırıyor. Geçmiş dönemde, ezilenlerin ideolojisi olma konusunda neredeyse rakipsiz olan Marksizm, bugüne gelindiğinde bu pozisyonunu yitirmekle karşı karşıya. 20. yüzyıl boyunca Marksist hareket, kapitalist ülkelerde ezilenleri işçi sınıfı kimliği etrafında örgütlenmeye, sömürge ülkelerde ise ezilen ulus kimliği etrafında örgütlenmeye çağırmıştı. Şimdi bu kimliklere sığmayan bir toplumsallıktan bahsedebilmek mümkün. Küçük cemaat kimlikleri kitleler tarafından daha kolaylıkla benimsenebiliyor. 

Bunlar bana göre bir önceki başlıkta bahsettiğim yapısal değişimle de yakından ilgili.  Üretim organizasyonu parçalandı, parçalar şebeke şeklinde birbirine eklemlendi diyoruz. Bu tarz bir üretim organizasyonunda işçilerin ve ezilenlerin, iş piyasasına girmek, barınma ihtiyacını karşılayabilmek için kimliksel cemaatleri daha işlevsel bulduklarını görüyoruz. Eskiden çok farklı kurumlar, sendikalar ve benzerleri üzerinden giderilebilen ihtiyaçlar bugüne geldiğimizde, bu tür cemaatler, örgütlenmeler üzerinden gerçekleştiriliyor. Kuşkusuz bunlar sınıf mücadelesinin dışında organizmalar değil. Ancak sınıf mücadelesinin günümüzdeki zeminlerini temsil ediyorlar. Biz günümüz işçisinin ve ezileninin ihtiyaçlarını ne kadar saptayabiliyoruz, bu ihtiyaçlara yanıt verebilecek kurumları geliştirmeyi başarabiliyor muyuz? Buralarda da sorunlarımız var. Türkiye’de de hakim olan Lukacs’çı tarihselci Marksizm anlayışı, kabaca işçi sınıfının kendisine içkin olan devrimci bir karaktere sahip olduğunu, sorunun bu işçi sınıfına devrimciler tarafından dışarıdan bilinç taşınmasından ibaret olduğunu vazeder. Lukacs’ın Lenin okuması bundan ibarettir. Bu okuma ve yaklaşım, yukarda sıraladığım değişmeler karşısında tamamen iflas etmiştir, açıklayıcı olmaktan çıkmıştır.

Teori ve Politika, bu sorunlar karşısında arayış içinde bulunan Marksistlere teorik dayanak noktalarını sunuyor. Teori ve Politika’nın üretimi sayesinde birtakım ipuçları yakalayabildiğimizi söyleyebiliriz. Bu ipuçlarına geçmeden önce, Teori ve Politika’nın Marksizm anlayışını genel hatlarıyla hatırlamakta fayda var diye düşünüyorum.

Teori ve Politika, bilim alanında belirleme ilişkisine çok sadık kalan, bu anlamda da Marksizmin bilim ayağı içerisinde aslında ortodoks bir tutuma sahip bir Marksizm anlayışını savunuyor. Ha keza, felsefede de materyalizme çok sadık bir pozisyonu var. Tarihselci okulun, tarihsel materyalizmde net biçimde bulunan belirleme ilişkisini bulandırdığını, felsefe alanında ise idealizme sürüklendiğini savunuyor Teori ve Politika. Teori alanında bilimci ve materyalist bir tutumu savunuyorlar. Ancak politikaya gelindiğinde teorisizmi, bilimciliği reddediyorlar. Bunu Althusser’in ünlü bilgi nesnesi- gerçek nesne ayrımına dayandırarak yapıyorlar. Bilme eylemiyle yapma eylemi arasına zorunlu bir nedensellik ilişkisi kurmaya şiddetle itiraz ediyorlar. Bilme eyleminin soyut ve epistemolojik bir faaliyet, yapma eyleminin ise somut ve ontolojik bir faaliyet olduğunu savunuyorlar.

Bu aynı zamanda, teorinin ancak pratikten çıkartılabileceği görüşüne de itiraz etme anlamını taşıyor. Çünkü, bilgi nesnesiyle gerçek nesnenin, soyut kavramla somut gerçekliğin birbiriyle örtüşemeyeceğini savunan Teori ve Politika, aynı zamanda Marx’a sadık kalarak ampirizmi de reddediyor.  

Geçtiğimiz toplantılarda sıkça dile getirildi. Dendi ki, Teori ve Politika “çok felsefi, çok teorik kalıyor”. Bu aslında isabetsiz. Çünkü Teori ve Politika “bilme işi” ile iştigal edeceğini, “yapma işi”ne bugün için soyunmadığını bundan 10 yıl önce ilan etmişti. Ancak “yapma işi”ne soyunmaması, yapanlara karşı Teori ve Politika’nın ilgisiz kaldığı anlamına da gelmiyor. Teori ve Politika, yapanları izliyor, onları ayrıştırıyor. Doğru yaptığına inandıklarına, devrimci olduğunu düşündüklerine destek oluyor. 

İstanbul toplantısında dile getirmiştim. Teori, Marksistler arasında genellikle yanlış tanımlanıyor diye. Çünkü, teori olgulardan doğrudan çıkarttığımız bir şey değildir. Arkeolojik kazı yapmaya benzemez. Tersine teori zihinsel bir faaliyet sonunda kurulur. Kavramlar üretilir, bu kavramlar arasında nedensellik ilişkileri kurulur ve bir sistem inşa edilir. Bunun neticesinde şekillenen teori aracılığıyla insan olguları anlamaya muktedir hale gelebilir. Tam da bu nedenle, kavramlar gerçek hayattaki somut varlıklarla bire bir örtüşen şeyler değildir. Genellemelerdir kavramlar. Tam da bu nedenle, burjuva iktisatçılarıyla tartışması sırasında Marx, “şeylerin görünümleriyle doğaları çakışsaydı tüm bilim gereksiz olurdu” demiştir. Marx tam da aynı mantıkla görünümü işçilerin yoksulluğu olan şeyin arkasında artı-değer sömürüsü olduğunu tespit edebilmiştir. Yoksa gerçek hayatta elde edilen ücret, duyumsanan yoksulluktur. Artı-değer sömürüsü ise duyumsanabilen bir şey değil yalnızca teorik düzeyde bilinebilen, ispatlanabilen bir şeydir.

Ne var ki, Türkiye’de devrimciler hiçbir zaman Marksist teorinin kendisiyle teorik bir ilişkiye girmediler. Marksizm genellikle ideoloji olarak edinildi. Yani özellikle devrimin başarıldığı ülkelerde inşa olmuş ideolojiler benimsendi Türkiye’de. Oysa ideoloji, teori ile pratik arasında kurulmuş bir köprü işlevi görür. Pratik, gerçek hayatı, verili somutluğu dönüştürme işi olduğu için zamana ve mekana göre değişiklik göstermek zorundadır. Her bir ülkenin somut gerçekliği, devlet yapısı ve iktidar bloklaşması vb. farklı olduğu için, her bir ülkede Marksistler tarafından üretilmek zorunda olan ideoloji de farklı olmalıdır. İdeoloji ne denli otantikse, o ülkenin özgün tarihiyle ve mevcut konjonktürüyle ilişkiliyse, verili ülkede o dönem yaşayan ezilenler tarafından daha fazla sahiplenilebilir. Örneğin Enver Hocacılık bir ideolojidir. Ancak Arnavutluk çöktükten sonra bu ideolojinin kitleler nezdinde açıklayıcılık gücü de yitmiş olur. İşte bizde Marksizm hep belirli tarihselliklere özgü ideolojiler olarak ithal edildi.

Örneğin, Türkiye Komünist Partisini ele alalım. 1920’lerde Türkiye Komünist Partisinin Marksizmle ilişkilenme şekline baktığımızda, aslında çok hızlı gelişen bir konjonktürde Sovyet Marksizmi ile Batı Marksizmi arasında bir sentez olarak şekillenen bir ideolojik çerçeveye dayandığını görürüz. Özellikle, İstanbul sosyalistlerinde Batı Marksizmine özgü ideolojinin etkileri çok daha belirgindi.

Mustafa Suphi’lerin de Marksizmle ilişkileri teorik boyutu olan bir ilişkilenme değildi. Sovyet Marksizmine ve onun ideolojik çıktılarına başvurmuşlardır, diyebiliriz.

 

Türkiye’ye ayağını basan, yerele oturan bir ideolojik üretime giremedik. Yani, ne teoriyle doğru ve sağlıklı bir işi geliştirebilmek mümkün oldu, ne de yine aynı nedenle özgün, otantik bir ideolojik üretimimiz olabildi. Bu noktada bir istisna olarak Hikmet Kıvılcımlı’nın birtakım çabaları olduğunu söyleyebiliriz.

Teori ve Politika’nın Marksizm kavrayışı, politikayı zamana ve mekana özgüleştirdiği için otantik bir ideoloji üretimine de olanak sağlamaktadır. Teori ve Politika’nın teoriyi bilimsel ve felsefi düzlemde yenilemeye önem veren ve tarihsel materyalizmin bilimsel çerçevesine sadık kalan çerçevesinin yanı sıra, politikayı bilimci ve teorisist olmayan  bir yaklaşım çerçevesinde, somut gerçeği dönüştürme faaliyeti olarak tanımlayan  çerçeve, aslında Bedreddini Hareket olarak önümüze koyduğumuz; teorik yenilenme, ideolojik yerelleşme, örgütsel harmanlanma ve pratik devrimcileşme diye formüle ettiğimiz çerçeveye çok uygun bir altyapı sunmaktadır. Bu nedenle, Bedrettini Hareket olarak, Teori ve Politika’yla etkileşime devam etmek gerektiği düşüncesindeyiz. Yenilenme ve yeniden yapılanma arayışı içinde olan her Marksiste de Teori ve Politika’yı izlemeyi tavsiye ediyorum, teşekkürler.

 

İBRAHİM HOROZ (Maya Gazetesi)– Ben Ankara ve İstanbul toplantılarına da katıldım, ve Teori ve Politika’yla ilgili bir bakıma tekrar da olacak düşünceleri belirttiğim için, yeniden aynı düşünceleri ne kadar belirtebilirim veya ne kadar toparlayabilirim bilmiyorum. Ama ben şöyle bakıyorum: Metin’in de söylediği gibi, Teori ve Politika on yıllık yayın hayatını sürdüren bir vaka, yani ortada bir gerçek var. Bir teorik derginin on yıl sürdürülebilmesi bu topraklarda çok fazla görülen bir şey değil, başka bir örneği yok. O bakımdan, Birikim Dergisi geleneğini saymak mümkündür, eğer teorik dergi olarak ele alınırsa. Bu vakayı ortaya çıkartan, mutlak bir gerçek vardır, yani eğer Teori ve Politika’yı çıkartan arkadaşlar özel olarak kendilerine has bir meslek, kendilerine ait bir saplantı içerisinde değillerse ve her halükârda -yakından bilenler ve okuyanlar da göreceklerdir-, özellikle devrimci pratiğe özel bir vurgu, özel bir değer biçen, bu anlamda devrimci hareketle Marksist ve politik hareketlerle etkileşimi önemseyen, kendilerini de ona göre konumlandıran arkadaşlarsa o zaman bu vakayı ortaya çıkaran gerçeğe bakmak gerekiyor.

Bu gerçek nedir? Bu gerçek herkesin tanımlamasına göre farklılıklar taşıyor, ama aslında hareketin uzun yıllara dayanan bir krizinin varolduğudur. Yani, ben “hareketin krizi” diyorum, bunu Teori ve Politika’dan arkadaşlar genelde Marksizmin krizi olarak değerlendiriyorlar. Bunu, Marksizmin krizi olarak tanımlamanın çok doğru olduğunu da düşünmüyorum, o tarz bir tanımlamanın çok ilerletici, devrimci sonuçlar yaratacağını da düşünmüyorum.

Ben daha çok olaydan Marksizmden çok Marksist hareketi sorumlu gördüğümden “Marksist hareketin krizi” diyorum. Tabii, Marksist hareketin krizi bir ölçüde Marksizmin teorik zeminiyle de ilgili ve en azından teorik bakımdan da orada boşluklar var, orada da sorunlar vardır demeyi beraberinde getirir. Bunun toplamı olarak Marksizmin krizi dediğinizde aslında Marksizmi bir bütün halinde deyim yerindeyse bir ameliyat masasına yatırmış oluyorsunuz.

Ben, Marksizmin o anlamda ameliyat masasına yatırılabileceğini düşünmüyorum. Aslında, bir bakıma şunu da demek mümkün: Belki bir taraftan Marksizmin bir prestij düşüklüğü var, ama en liberalinin bile Marksist geçindiği koşullarda, bu anlamda da Marksizmin bir otoritesi var, yani prestiji var. O bakımdan, kendine Marksist demek çok da bir şey ifade etmiyor, yani o eğer prestijse.

O bakımdan, Marksizmin krizi anlamında olaya bakmanın doğru olacağını düşünmüyorum. Yani, son dönemde yaygınlaştı, gerçekten de Marksizmin krizi denildiğinde, bu acaba hangi Marksizmin krizi gibi bir soruyu da beraberinde getiriyor. Yani, bu Marx ve Engels’in kurucusu olduğu Marksizmin mi krizi? Yoksa, 20’nci yüzyılda bir Bolşevizmin, bir Ekim Devrimi geleneğinin üzerinden tartışılan, ideolojik, teorik tartışmalara konu olan siyasal pratikleri de içine alan bir şey mi? Yoksa, aslında “Marksizmin krizi” derken, hem Marx, hem Engels’in kurucusu olduğu Marksizm, hem de 20’nci yüzyılda emperyalizm çağında Ekim Devrimi pratiği içerisinde, birinci emperyalist savaş içerisinde Marksizmi geliştiren ve farklı düzeyde deyim uygunsa, Marksizmi yeniden ayakları üzerine diken Bolşevizmin mi krizi, belli olmuyor. Bu bakımdan Bolşevizmi çok kimse de ağzına almıyor. Niye almıyorlar? Bir dizi tartışma yapılabilir, ama bunun iyi bir şey olmadığı kesin.

O bakımdan, bir kriz varsa, yeniden başa dönelim gibi bir toptancılığın ben hareketi krizden çıkartabileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla, toplumsal tarih gibi, teorinin de bir tarihi var. Teorinin bir tarihi olduğuna göre, teorik tanımlar veya teorik bakış, teorik bir bilinç oluşturmak gerekir dediğimizde, mutlaka tarihin bize devrettiği teorik bilinçleri veri almak durumundayız.

Eleştireceksek de, üzerine basacaksak da, tarihsel köklerimizden hareket etmek durumundayız, bu anlamda teorinin de bir tarihi vardır. Marksizmin krizi denildiğinde, Marx-Engels’in gerçekten kurucusu olduğu Marksizmin ne bakımdan sorunlu olduğunu, ama sadece sorun tespit etme, teşhis yapma da değil, bu sorunun nasıl giderileceğini görmek isterim veya “Leninizmin krizi” denildiğinde, Leninizmde neyin krizde olduğunu ve buna yanıtın ne olduğunu, sadece teşhis sorunu değil, bunu da görmek isterim. O bakımdan bakıldığında, epey bir kavram kargaşasının olduğu kesin.

Bu parantezi kapatarak, başa dönersem, politika ve teori ilişkisi… Şu açık bir şekilde artık tüm devrimci çevrelerin de kabul ettiği bir şey. Yani, Türkiye’de Marksist hareket, sosyalist hareket, devrimci hareket, nasıl tanımlarsak tanımlayalım, pratiğini, ciddi bir şekilde aslında teorisizlikle yol alan, el yordamıyla yol alan, sınırlı bir bilinçle kendi önünü aydınlatmaya çalışan, dolayısıyla da, sık sık kendisinin kafasını duvara vurduğu bir pratik olarak tanımlamak kabaca yanlış olmaz.

Böyle başarısız pratikler varsa ve sık sık kafamızı duvara vuruyorsak, hele bir de Cem’in dediği gibi “20. yüzyılda sosyalizm” diye tanımladığımız şeyin bir yanıyla, bir çöküşüyle, içten çürümesiyle yüz yüzeysek. Acaba, “Marksizmde bir sorun mu var?” diye bir soru doğal olarak gündeme geliyor; ama ben bu sorunun böyle konulmasının yanlış olduğuna inanıyorum. Mesela, şöyle yapalım; Marksizmin kendisinde veya Leninizmin kendisinde kriz vardır demekten ziyade, kendimize, bu toprakların devrimcilerine, Marksistlerine bakarak değerlendirme yapalım.

Bu toprakların devrimcileri, Marksistleri, Marksizmi, Leninizmi kimden, nasıl öğrendiler? Yani, bir yanıyla da tarihimize oradan bakalım. Gerçekten de bu topraklardaki devrimciler, bizzat Marx’ın, Engels’in kendi eserlerinin üzerinden, doğrudan, birinci elden kaynaklardan mı Marksizm bilincini elde ettiler veya Bolşevizmi, Leninizmi, gerçekten de Lenin’in, Bolşevik hareketin teorik, ideolojik eserlerini doğrudan birincil kaynaklardan mı öğrendiler, ve bu süreç sonunda Marksist oldular veya bu anlamda sosyalist oldular. Yoksa, biz Marksizmimizi, kendi sistemimizi, Türkiye’de, bu topraklardaki devrimciler olarak acaba, ikinci elden, üçüncü elden kaynaklardan hareketle mi oluşturduk -bence bunu dünya ölçüsünde genelleştirmek mümkün? Dolayısıyla, pratiğimizi de bu sistem içinde hareket ederek mi oluşturduk?

Bana şu çok garip geliyor: Yani, 1960’ların pratiğinden hareketle, 1970’lerin pratiğinden hareketle, hatta 1940-50’lerin pratiğinden hareketle, oradaki yanlışlıklardan hareketle, sorunlardan Marksizmi sorumlu tutmanın, Leninizmi sorumlu tutmanın  ben  çok mantıklı olduğunu düşünmüyorum. Orada yapılanın Marksizmin, Leninizmin kendi özüne, teorik özüne de uygun bir sistem olduğunu düşünmüyorum.

Dolayısıyla, biz önce orijinal olmayan, birinci elden olmayan kaynaklardan Marksizm öğreniyoruz, sonra bu Marksizm üzerinden kafamızı duvara vuruyoruz; sonra da, “bu öğrendiğimiz Marksizm demek ki sorunludur, Marksizmi tümden ele almamız gerekir” gibi bir sonuca, bakışa varıyoruz. Bunun çok ilerletici, geliştirici olacağını düşünmüyorum. Yani, Teori ve Politika, demin ifade ettiğim gibi, güçlü bir şekilde hareketin kriz içinde olduğu, teorisizlikle mustarip olduğu bir ortamda, aynı zamanda da devrimci örgüt pratiklerinin de kendi içinden, teorik, ideolojik bakımdan üretkenliğe izin vermediği bir ortamda ortaya çıktı.

Teorik sorun ciddi bir sorundur ve bu hareketin teori bakımından gıdasını yeterli aldığını düşünmüyorum. Arkadaşlar şöyle düşünüyor: Mevcut örgütlenmeler, içinde yer aldığımız örgütlenmeler gerçekten de bize bir teorik bakış kazandıracak bir hareket alanı, bir atmosfer, bir örgüt alanı atmosferi yaratamıyor. Dolayısıyla, “artık Marksizm’in en azından teori alanı ile kendi başına ilgilenmek veya sorunlara el atmak için biz yola çıkıyoruz” dediler.

Bu ortamda bu son derece meşru, bu ortamda son derece anlamlı. Ama, burada bunu yaparken bir başka sorun var. Meşru ve anlamlı olmasına rağmen, arkadaşlar pekala da Marksizm’in kendisinde de, Leninizm’in kendisinde de sistemin bütünlüğü içerisinde asla gösterilemeyecek bir yol, yöntem izliyorlar. Orada ne dediler? “Marksizmin kendi içerisinde bölmelere ayırıyoruz, alanlara ayırıyoruz. Felsefe, politika, bilim gibi alanlara ayırıyoruz, biz bu alanların her birinin gereklerinin teker teker yerine getirilebileceğini düşünüyoruz” dediler. Biz teori alanındaki boşluğu dolduracağız, birisi politik alanındaki boşluğu dolduracak, belki de sonra bunların yeni bir sentezi yapılacak.

Ben böyle bir yöntemin, böyle bölmelere ayırıp, görevleri ve sorunları parçalayıp parça halinde çözmenin ne Marksizmin kendi bütünsel yapısında, ne Leninizmin bütünsel yapısında olanaklı olduğunu düşünüyorum. Bu şu demek değildir: Olabilir ki, bir Marksist hareket, bir Marksist çevre, bir Marksist aydın yıllarını sırf teorik çalışmaya verebilir. Yani, bunun tarihsel örneklerini de görüyoruz. Komünistler Birliği gibi, dünyada ilk kez bir enternasyonal komünist örgütlenme doğuyor. Marx, Engels bunun manifestosunun yazıcıları… Peki Komünistler Birliği 1848 devrimlerinin yenilgisiyle birlikte ne yaptı? Bu bakımdan bakıldığında, yenilgi ortaya çıktığında Marx, “biz artık Komünistler Birliği gibi bir örgütlenme faaliyetinin sürekliliğini sağlamak, yeniden üretmek yerine, teorik sorunları, yani kapitalist sistemin ekonomisini, sınıf mücadelesini, tarihini ele almak ve değerlendirmek istiyoruz” diyor ve kendisini pekala da Londra’daki bildiğimiz kütüphaneye kapatıp, yaklaşık on yıllık bir süre boyunca, yani 1952’den 1959’a kadar geçen yedi yıllık sürede, zamanını bu iş için ayırabiliyor.

Sonuçta baktığımızda, isabetli bir adım olmadığını görüyoruz. Ama, böyle bir şey sonuçta, Marksizm’in teorik bakımdan bir sistem oluşturulmasına yol açıyor. Böyle bir tercih yapılabilir, ama bundan şu sonuç çıkmaz: Yani, Marksistler bir ülkede ortaya çıktıkları anda önce teori yaparlar, sonra pratik yaparlar veya birileri teori yapar, birileri pratik yapar gibi bir bakışa evrilmemizi, yani bu durumu teorileştirmemizi gerektirecek bir dorum olduğunu düşünmüyorum.

Bu yanlışlığın kendisi, bence Marksizm’i toplam olarak bir ameliyat masasına yatırılmasıyla ilgili. İkincisi; Marksist hareketin ideolojik, politik, örgütsel sorunlarını bölmelere ayırarak, onlar içerisinde misyon belirleme yaklaşımı. Üçüncüsü ve bence önemli bir başka boyutu da şu: “Marksizm” denildiğinde, “Marksist hareketin sorunları” denildiğinde, genel olarak, toplam olarak Marksist hareketin şöyle bir ciddi sorunu ve sıkıntısı var. Yani, Marks-Engels Avrupa’da yaşadılar, bir bakıma, kendilerinin anlattığı kadarıyla, İngiliz kapitalizmini inceleyerek, Fransa’daki sınıf mücadelesini, Almanya’nın felsefe geleneğini inceleyerek bir sistem oluşturdular. O anlamda bakıldığında, “Doğudaki Çin felsefesinin, Hint felsefesinin. İslam felsefesinin acaba genel olarak teorik sistem içerisindeki yeri nedir?” gibi bir sorunun özel olarak çok ilgi alanlarına girmediğini görüyoruz. O bakımdan bakıldığında, yani Marksizm’in Avrupa’da doğmuş olmasının, özellikle de Marks’la, Engels’ten sonra da, içinden İkinci Enternasyonal gibi bir geleneğin çıkması, Avrupa merkezci, Batı merkezci, yani tüm dünyayı açıklamada Batı merkezli bir bakışa sahip olabilmeleri, deyim uygunsa hatta Marksizm adına bir yeni sosyalist sömürgecilik teorisi oluşturmaları gerçeği vardır. İkinci Enternasyonalin de uzun süre Marksist otorite olarak, Marks-Engels geleneğini sürdüren bir otorite olarak alınmasına hiç kimsenin doğru dürüst itiraz etmediği, itiraz edenlerin bile zayıf kaldığı ve en fazla itiraz edenlerden birisinin Rosa Lüksemburg olduğunu biliyoruz.

Buna rağmen, Rosa Lüksemburg hâlâ Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi ve hâlâ genel olarak İkinci Enternasyonalin geleneğinden de kopmuş değil. Dolayısıyla, bu durumda, “Marksizm” denildiğinde hep Batı merkezli düşünce akımları, Batı merkezli teorisyenler ve düşünce adamları aklımıza geliyor. Buna itirazın, aslında bu sisteme itirazın Bolşeviklerden geldiğini biliyoruz; Bolşevizmin önemi de tam orada. Bu itirazı ciddi bir şekilde ideolojik, politik bir akım olarak Bolşevikler birinci savaşın arkasından yapıyorlar.

Birinci savaşın öncesinde de Bolşevikler var, 1903’te de var, ama 1903’e baktığımızda, yapılan itiraz İkinci Enternasyonal’e ideolojik, teorik bir itiraz değildir. Yani, “Rusya gibi bir ülke şöyle örgütlenme, şöyle bir program, şöyle bir strateji izlememizi gerektiriyor” diyorlar, ama bunun İkinci Enternasyonal çizgisiyle, geleneğiyle bağlantısını özel olarak kurmuyorlar; “Rusya’da böyle gerekli” diyorlar. Lenin’in “Ne Yapmalı” kitabında Lenin “bu örgütlenme modeli Rusya’nın ihtiyacını karşılamaya uygundur, aslında Almanya gibi bir ülke olsaydı Rusya, demokrasi olsaydı, biz Alman Sosyal Demokrat Parti modelini alır burada uygulardık” diyor.

O bakımdan, Lenin de modelini, hâlâ 1903’te “Ne Yapmalı” da geliştirdiği modeli İkinci Enternasyonalin karşısında ideolojik bakımdan seçenek olarak görmüyor. Ama, biz biliyoruz ki, Lenin’in parti modeli de, asılında sınıf mücadelesine bakışı da, stratejiye bakışı da, İkinci Enternasyonalde köklü bir kopuşu anlatıyor. Lenin’in kafası gerçekten de savaş öncesinde, tüm temel sorunlarda İkinci Enternasyonal’i otorite gören bir kafa. Bunun nedeni ne, acaba niye? Biz Lenin’in yazılarından biliriz, 1914 öncesi yazılarında Marksist zeminde Kautsky, Lenin için ciddi bir otorite. Değişik nedenlerle hep Kautsky’ye atıflar yapan bir Lenin var. Bu tarım sorunu olur, bir başka sorun olur, işçi sınıfına bilinç taşıma vb. konularda Lenin öncelikle Kautsky’e başvuruyor. Lenin’in, Bolşeviklerin savaş sonrasındaki değerlendirmesi ise şu: Aslında, Kautsky ve benzer partilerin sorunu, Marksizmin kendi temel özünden kopması ve bunu vulgarize etmesidir. “İkinci Enternasyonal Marksizmi” denilen Marksizm temelde bu çöküşe yol açmıştır. Örgütlenmesiyle, siyaset tarzıyla ve benzeri sorunlarda Marksizmin özünden baştan itibaren kopmuştur.

Tam o aşamadan itibaren, artık Bolşevikler kendi örgüt modellerini de, stratejilerini de evrensel ölçekte düşünmeye, evrensel ölçekte üretmeye başlıyorlar. Dolayısıyla, buradan şuna varmak istiyorum: Biz Avrupa’daki teorik sistemlere baktığımızda, birincisi, bugünün sorunlarını Avrupa merkezli düşünce akımları içerisinde açıklayamayız.

Bu konuda, Teori ve Politika’nın yaklaşımları üzerinden bir şeyler söylemek istiyorum. 1915-25 arasında, çok ciddi bir ideolojik, teorik tartışma, yeni bir sentez çabası var ve bunun çok önemli malzemeleri de üretiliyor.

Bunu en iyi şekilde, Komünist Enternasyonal’in Lenin dönemindeki kongrelerinde de görüyorum. Konular yeniden ve seminer havasıyla ele alınıyor. Ne var ki bu yöneliş, hem tam sonuçlarına vardırılmıyor, hem de sürekliliği sağlanmıyor. Buradan bakıldığında, tüm Bolşevik geleneğinin, gerçek anlamıyla bu Avrupa merkezli düşünceden tüm bağlarını kestiğini söylememiz mümkün olmuyor. Yani, bununla hesaplaşma bakımından ciddi bir gayret var, çaba var, Marksizmi o anlamda yeniden ayakları üzerine dikme var; ama bu süreç hiç de onların köklü bir şekilde hesaplaşmasına ve ayrım çizgilerini ortaya koymasına yetmiyor, kesintiye uğruyor.

Böyle olduğu içindir ki, Lenin sonrasında, Bolşevik önderlerin kendi eliyle eskinin, İkinci Enternasyonalin değişik biçimde yeniden yeşertildiğini görüyoruz. Yani, 30-40-50’-60’larda, daha sonraki süreç hep öyle gidiyor. Buna rağmen, farklı yerlerden farklı sesler de geliyor. Bu döneme bakıldığında hemen Çin devrimini görürüz. Çin devrimine bu Batı partilerinin, batı aydınlarının ve onların ağırlığını oluşturduğu Üçüncü Enternasyonal’in çok özel ilgi gösterdiğini görmüyoruz. Belki heyecanlanıyorlar, önemsiyorlar, ama acaba bu Çin devriminin teoriye katkısı nedir; teorik bakımdan ne tür yeni sorunları ve çözümleri gündeme getiriyor ve nasıl oldu da Çin gibi bir ülkede böyle bir devrim oldu? Çin Komünist Partisi Lenin sonrası egemen yaklaşımları karşısına alarak devrim yaptı. Stalin’in, İkinci Enternasyonalin merkezinin tavsiyelerine uysaydı, Çin devrimi de bitmişti, gerçekleşemezdi. Mao onların tavsiyelerinin uymadı da, “biz kendi Çin yolumuzu izleyeceğiz” dedi ve Çin devrimi gerçeği ortaya çıktı.

İkincisi; yine buradan baktığımızda Küba devrimi özgün bir örnek oluyor. Bunlar teorik bakımdan ciddi araştırılan, incelenen, Marksist hareketi o bakımdan teorik bakımdan geliştiren örnekler olmadı. Batı düşünce akımları ve ekolleri Marksizm üzerine söz söyleme ve otorite olma konumlarını o gün de sürdürdüler, bugün de sürdürüyorlar. Bu bir çarpıklık ve Teori ve Politika’nın bu noktada sorunları ele alışına, teorik sorunları gündeme alışına baktığımda da, ben bu çarpıklığın yeterince terk edilemediğini ve bu çarpıklığın bir ölçüde veri alınarak, onun üzerinden teorik tartışmalarının yapıldığına inanıyorum.

Şunu söylemem mümkün: Gerçekten Teori Politika’nın 37 sayısı çıktı, yani tüm sayılarını çok dikkatli incelemiş değilim, ama, baştan beri yakından ilgilendiğim bir yayın. Zaman zaman değişik boyutlarla baktığım bir dergi; ama okuduğum yazılarda gördüğüm şu, -arkadaşlar hoş karşılasınlar-, bana şöyle geliyor: Marks ve Avrupa merkezli düşünce akımları arasında ve kavramlar arasında adeta bir sörf yapılıyor. Ben bir yazıyı okuyorum, yazı 40 sayfalıktır, şu şunu demiştir, öbürleri şunu demiştir, bir sürü düşünce ortaya konuyor, ama bu arkadaşlar ne diyor bu yeterince anlaşılmıyor?  Yazının sonuna gelemiyorum ve arkadaşların ne dediğini anlayamıyorum.

Sonuçta, “şu konuda, Teori ve Politikanın kendisinin vardığı sonuç nedir, 5 paragraflık da olsa ne diyor”, bu temelde bir netlik göremiyorum. Bence bu teoriyi spekülatif bir alana taşmaktır. Kavramlar arasında, kategoriler arasında tartışmayla, kavramların dövüştürülmesiyle bir teorik gelişme olabileceğini düşünmüyorum.

Bu tartışma içerisinde şöyle sorunlar var: Gerçekler var, tüm bunlar tartışılırken, bir bakıma bu hareketin sorunlarına geçerken parmak basılıyor. Ama sorunlara parmak basmayla, sorunlara çözüm üretmek arasında çok farklı bir bakış açısı var. Sorunlara parmak basmak değil, çözüm üretmek gerekiyor; bugün sorunlar katalogu çıkarmakta, herkes son derece özgür ve giderek de yaygınlaşıyor. Ama “sorunlara çözüm ne olacak?” dediğimizde, “çözüm noktanız gerçekten de devrimci hareketin önünü açabilecek bir nokta mı?” diye sorup da, buna yanıtlar üretmeye geldiğimizde ben doğrusu üretilen çözümlerde ciddi sorunlar olduğu kanısındayım.

Böyle bir yöntemin, ciddi bir şekilde teorik üretkenliği de olumsuz yönde etkileyeceği kanısındayım. Teori üretmeyi niye olumsuz etkiler? Teori, bir bakıma, zihinsel süreçte soyutlamadır, ama bu zihinsel süreç, dışımızda yaşanan gerçekliği, olguları, sınıf mücadelesini kavrama ve soyutlama içinde bir anlama kavuşur. Bu soyutlamayı yanlış da yapabilirsiniz, doğru da yapabilirsiniz, ama sonuçta hareket noktanız aslında olgular, süreç içinde yaşanan pratiktir.

Ben diyorum ki, içinde yaşadıkları koşullar, yaşadıkları topraklardaki sınıf savaşımının durumu, tarihsel gelenekleri, onların devrimci bir teori üretmelerine, bu anlamda soyutlama yeteneği kazanmalarına elverişli değildir. Son derece zeki, son derece yetenekli olabilirler, bunun böyle olduğunu pratikten de görüyoruz. Şimdiye kadar ben, Batı düşünce akımlarının, yani bu geleneklerin, yani Batı düşünce akımlarının takipçisi olan geleneklerin devrimci bir pratik yarattığını görmedim. Olmaz da demiyorum, belki olur, ama görmedim. Yani, 40 yıllık bir süreçten bahsediyorum, belki 50 yıllık bir süreçten bahsediyorum. Çünkü, bence hareket ettikleri alan çorak bir toprak. Orada devrimci bir teori üretilemez, orada devrimci bir siyaset, devrimci bir örgüt tarzı üretilemez.

Bizim, teori enternasyonal birikimi ifade ediyorsa, dünya çapındaki olguları, çelişkileri sınıf mücadelesini kapsaması gerekiyorsa, bu teoriyi mutlaka üreteceksek tüm dünyanın durumunu değerlendirmemiz gerekir, elbette Avrupa’da bu coğrafyanın, başka bir alanı. Ama, sonuçta bu dünya coğrafyasına bakıldığında sınırlı bir alan; yani bir Hindistan’da, bir Çin’de, bir Güney Amerika’da, bir Asya’da, Afrika’da nelerin olduğunu, buradaki sınıf mücadelesi deneyimlerini, devrimci teoriye bütünsel olarak katmadığımız sürece, gerçek anlamda ön açıcı, hareketin toplam uluslararası krizine çözüm olabilecek bir teorik sistem yaratmamızın olanaklı olmadığını düşünüyorum.

Dolayısıyla, şunu kısaca söyleyeyim: Teori ve Politika ciddi bir şekilde bu topraklardaki teorinin ihtiyacına işaret ettiği için önemli bir alana, boşluğa işaret etti. Teori ve Politika, tüm bu tartışmalar içinde hareket edecekse, sorunlara işaret etme anlamında önemli bir işlev üstlendi. Ama, Teori ve Politikanın ulaştığı sonuçlar, toplam olarak bir krize çözüm olacak yaklaşımlar olarak değerlendirilemez. Krize bir çözüm olup almayacağını da bence şurada görmek gerekir; çıkartılan politik sonuçlar. Bunu şu günkü yazılanlarda göremiyorum. Bu benim cehaletim olabilir, bilgi eksikliğim olabilir, ama ben göremiyorum.

Nerede görebilirim? Eğer bu topraklarda devrim gibi bir sorunumuz varsa, eğer gerçekten de devrimci bir özne yaratmak, komünist bir özne yaratmak gibi bir sorunumuz varsa, burada en temel olan şudur: Teori elbette, bunun altyapısında çok temel bir çimentodur, ama öncelikle devrimci programımız nasıl olacak, devrimci bir stratejimiz nasıl olacak, devrimci örgütümüz nasıl olacak, devrimci siyaset tarzımız nasıl olacak? Bu konularda somut olarak yanıtlar üretilmeden krizin aşılması olanaklı değildir. Bu bakışla Teori ve Politikadaki arkadaşlar, bu konularda somut olarak konuşmaya başlarlarsa, bence bugün ürettikleri teorinin gerçekten işlevli mi, işlevsiz mi olduğunu anlayabileceğimizi, kendilerinin de ancak o zaman sağlıklı bir değerlendirme yapabileceklerini düşünüyorum.

Yapılan şeyler çok ancak ilerletici, ön açıcı bir teorik sisteme; teorik kavrayışa ulaştığınızı düşünmüyorum. Böyle düşünen sadece ben değilim ayrıca; bilmiyorum, yani arkadaşlar konuştuklarında gözlemlerini belirtsinler. Ankara ve İstanbul toplantısına katıldım, tüm konuşmacıların söylediklerinden yaklaşık olarak edindiğim izlenim şöyle -Teori ve Politikadan arkadaşlar da bu gözlemi paylaşıyorlar mı bilmiyorum?:

Teori önemlidir, teorik sorunlar önemlidir. 10 yıllık dergi çıkaran Teori ve Politikacı arkadaşlar da önemli bir iş yüklenmişlerdir, önemli bir misyon yerine getiriyorlar. Yani, kabaca ifade edersem, söylenen, “teoriyle uğraşan iyi çocuklardır”. Bu arkadaşların böyle bir değerlendirmeden kendilerinin mutlu olabileceğini düşünmüyorum.

Burada yapılan değerlendirmelerde (Cem’in değerlendirmeleri), ilk kez, biraz daha içeriğe giren, Teori ve Politika’nın sistemi ve ulaştığı sonuçların ne kadar da önemli olduğunu söyleyen konuşmalara şahit oldum; İstanbul’da da söylemişti, ama bu kadar açık değildi.

Onun dışındaki konuşmaların, aslında deminki söylediğim özetin ötesine geçmediğini düşünüyorum. Kimse demedi ki, Teori ve Politikanın işçi sınıfı üzerine kavrayışı, gerçekten de mevcut hareketin krizine yanıt oluşturuyor ve bu anlamda benim önümü açtı. Teori ve Politikanın emperyalizm üzerine değerlendirmeleri, milliyetçilik üzerine değerlendirmeleri, İslam üzerine değerlendirmeleri, yani herhangi bir temel konuda, Marksizm zemininde kalarak bizim önümüzü açtı ve bu önemli bir noktaydı, kimse böyle bir şey söylemedi. Bir alanda bile böyle bir değerlendirmeye rastlamadım. Dolayısıyla, “Teori Politikadaki arkadaşlara haksızlık mı ediyorum?” diye kendime sorduğumda, sonra kendi gözlemlerime baktığımda, genelde yalnız kalmadığımı gördüm.

10. Yıl değerlendirmesinin önsözünde görüyoruz ki, kendilerinin artık teorik-politik bir akım haline geldiklerini, bir sistem ürettiklerini ve bunun mükemmele en yakın olan bir düzeye ulaştığını söylüyorlar, öyle hatırlıyorum.  Kavram “mükemmel” miydi bilmiyorum? Ama, ideale en yakın olan bir şey hatırlıyorum, kendilerinin bu noktaya geldiğini düşünüyorlar. Tabii ki, ben buna, kendileri hakkında yaptıkları değerlendirmelere bir şey diyemem; ama, ben, arkadaşların böyle bu değerlendirmeyi, en azından bir kez gözden geçirmelerine ihtiyaç var derim. Yani, program sorununa somut olarak yanıt üretmeyen, örgüt sorunlarında, siyaset tarzı konularında somut olarak, yani pozitif anlamda yanıt üretmeyen mevcut yöntem ve bakışla bir çözüm üretilemez. Bir sistem değerlendirmesi yapılamaz. Teşekkür ederim.

 

OTURUM BAŞKANI– Ara konusunda görüş alalım, bir ara verelim, 15 dakika kadar ara veriyoruz.

ESRA SARIOĞLU (Emekçi Hareket Partisi)– Politik bir konumla karşılaşırsak onun ne olduğunu, yani biz Marksizmin krizinin çözümünü iddia ediyorsak, Marksizmin hangi parçasının krizde olduğunu iyi bir şekilde belirtmemiz gerekir, bence bu haklı bir görüştü. Bunun karşısında Teori ve Politika’nın kendi özgün duruşu ve çerçevesi içinde böyle bir tespit yaptığını düşünüyorum. Yani, ne kadar tartışılacak sorunları olsa da, kendilerinin, kendi içlerinde bu krizi tespit etmede tutarlı oldukların düşünüyorum. O yüzden, biraz Teori ve Politika’nın kriz ile neyi kastettiğini ve bununla ilgili eleştirilerimi söylemek istiyorum.

Krizin, dünya tarihsel ölçekte çeşitli göstergeleri var. Sovyetler’in yıkılması, sonra koloni hareketlerinden tutun, bütün varolan yeni politik hareketlerin aslında Marksizmle bağlarını koparmasını düşünün. İşçi sınıfının yapısında meydana gelen değişiklikler de cabası. Bununla birlikte Marksizmin dünya tarihsel ölçeğinde bir sömürülmeye tâbi olması diye bir durum var. Fakat, bunların hiçbiri Teori Politika için Marksizmin krizinin temellerinin çıktığı bir hattı tarif etmiyor. Onlara göre, bunlar dünya tarihsel duruma baktığınızda, Marksizmin krizini anlayabildiğimiz göstergeler.

Onlara göre krizin temeli başka bir yerde yatıyor, Marksizmin bir şekilde anlamlandırılmasında, dünyaya baktığımız gözlük olarak Marksizmin bir nevi bütünselliğinin, o gözlük bütünselliğinin kırılmasında yattığını iddia ediyorlar. Ve tam da bu kırılmadan dolayı bu bahsettiğimiz tarihsel göstergelerin oluştuğunu iddia ediyorlar. Marksizm; politik ayağın, bilimsel ayağın ve hem de felsefi ayağın özgün bileşiminden oluşan bir alan, ideolojik ve politik bir hat olan Marksizm, krizle birlikte bu hattın bütünselliğinin parçalanmasında vücut bulan bir şey. Bu yüzden de krizin temelleri Marksizmin kategorilerinin yorumlanmasında, bu bütünselliğin parçalanmasında yatıyor.

O yüzden, Marksizmin krizi olgularda değil de, o olguları anlamlandırmada yatıyor. Kategoriler bugün nasıl duruyor, yani politika yaparken Marksist kategorileri nasıl anladık da, onlarla politika yaptık, onları yanımızda kullanarak politika yaptık. Bir nevi bu durumla hesaplaşmak krizden çıkışı getiriyor onlara göre. Bu kategorileri yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini ve bunu teoriye öncelikli, teoriye özerk bir rol vererek, yapmak gerektiğini öneriyorlar.

Krize çözüm de Marksizmin çeşitli kategorilerinin, sınıf olsun, politik özne olsun, devrim olsun, devrim yapacaklar olsun, devrimcilerin tarihteki dönüşümlerine kadar bu kategorilerin hepsinin yeniden yapılandırmalarında yatıyor. En büyük problemin de şu olduğunu söylüyorlar: Bugüne kadar Marksist olduğunu iddia eden bütün politikalar, Marksist kategorileri ya da Marksizmin politik çerçevesini aydınlanmacı geleneksel, hani aydınlanmacının yaptığı ilkeye dayanan, liberal bir özne anlayışına dayanan çeşitli tertipli planlarıyla yorumlandı ve bu süzgeçten ortaya çıkan yanlış yorumlamalar oldu.

Onun için, yapılacak şey bir arındırma eylemi, Marksizmin kategorilerini yeniden tarihe kazandırarak, o aydınlanmacı çöplüklerden arındırarak, kategorileri yeniden yorumlamak. Yani, onların teorik-pratik önemli duruşu bu politik kategorilerin yeniden kuruluşu. Varolan örgütlülüğün içinde bulunmaktan ziyade, o örgütlerin dışına çıkma eylemi bu yüzden tercih ediliyor. Varolan klasik devrimci örgütler, bu türlü çalışmanın yürütülmesi için tarih dışı, sabit ve bilhassa da tutucu organlar olmaya başlamışlardır. Teorik faaliyetlerin yürütülmesi açısından demek istiyorum.

En önemli isim de tarihsel olarak L. Althusser. Kendi döneminde, yani 1950’lerin sonu 60-70’ler döneminde Marksizmin altyapı, üstyapı değişiklikleriyle ilgili yani Marksizmin dünyayı algılama biçimiyle ilgili bir konum alarak öne çıktığı bir dönemde, teorik bir yorumsama eylemini daha ön plana çıkaran bir çalışma tarzına yönelmişti. Teori ve Politika da Marksizmin krizine dair daha teorik çalışmaları önemseyen bir pozisyondadır. Bu açıdan sadece ideolojik boyutlarında değil, tarihsel boyutlarıyla da Althusserci duruşa da yakınlık var. Bence buna dikkat edilmesi gerekiyor.

Teori ve Politika’nın kriz tespitiyle ilgili önce şunu tartışmak gerekiyor: varolan tarihsel deneyimlerle hesaplaşarak mı yorumlanıyor kriz, yoksa bu hesaplaşma tamamıyla bir spekülatif, kategorik, bazen fazla fazla spekülatif düşünmeye dayalı bir eyleme mi dönüşüyor?

Burada daha önce de çok tartışma yaptık, daha önce de dediğim gibi; bazı insanlar Teori ve Politika için; olgulara hiç değinmiyorlar dedi. Kendilerinin dergilerine baktığımızda bunun yanlış olduğunu görebiliriz. Bugün, konjonktürde politik olarak devrimcileri ilgilendiren hangi sorunlar varsa, yani ölüm oruçlarından tutun, NATO zirvesine kadar, Amerika’nın Irak’ı işgaline kadar bunların hepsine dair kendi pozisyonlarını ortaya koyan ve politik analizler yapan pek çok yazı var.

Teori ve Politika’nın asıl sorunu şu: Bu yeni kategorik yorumsama eylemleri yaparken ya da Marksizmi yeniden yorumluyoruz derken, bu kategoriler, tarihsel olgularla ya da politik dönüşümlerle hesaplaşılarak mı yorumsanıyor, yoksa bu kategoriler daha spekülatif düzeyde mi üretiliyor? Yani kategorileri yeniden ürettiren ne? Ve ortaya çıkan yeni kategorilerin politik implikasyonları neler? Tartışmanın asıl noktası bu bence. Mesela, bilimle politika arasındaki ayrım ya da yeni bir devrimci özne tarif etme, ezilenler gibi. Bunların politik gerekçesi ve politik anlamları sorun aslında. Ve bence bu noktada Teori ve Politikacılar, tarihsel deneyimlerle hesaplaşmak yerine, spekülatif ve a priori eğilimlere sahipler. Mesela, ezilenler bir politik özne, ama neden diye sorduğumuzda, sadece şunu söylüyorlar: Artık sömürü deneyimini yaşamanın hali, yani sömürü deneyimini insanların algılama ve bunu yaşama hali ezilmektir, yani bu apaçık bir gerçektir, diyorlar. Ama, neden? Sorular ilave edildiğinde, karşınıza daha fazla bir şey çıkmıyor, çeşitli araştırmalar, analitik Marksistlerden aldıkları yorumsama örnekleri karşınıza çıkıyor. Sovyetler’in yıkılması falan, ben bunların çok fazla da açımlandığını düşünmüyorum ve buna da çok fazla cevap alamadığım kanaatindeyim.

Şöyle bir pozisyonu oluşturuyor bu durum haliyle: Bu politik değişmeleri değerlendirirken, tarihsel gelişmeleri değerlendirirken, bunlarla ilgili bir pozisyon alırken, destekleyici konumunda kalıyorlar. Nasıl ki, ölüm oruçlarıyla ilgili devrimcilerin yanında bir pozisyonları var, ama sadece yanında bir destekleyici pozisyon alma şeklinde. Bilmiyorum, ama burada kurucu, bir anlamda sosyalizme dair yaratıcı bir projeleri ve politikaları olmuyor. Bunlar kriz meselesindeki sorunlardır ve daha sonra biraz açacağımız sorunlardır.

Teori ve Politika burada kalmıyor. Krizin çözümüne dair yeni yeni kategoriler üretiyorlar ve bunların hepsi Marksizmin çerçevesi dahilinde olan şeyler. Yaptıkları en önemli şeylerden birisi, bilim ve politika çerçevesinde, yani Marksizmin önemli ayaklarından biri olan bilim ve diğer ayağı olan politika arasında kurdukları ilişki. Bence bu ilk adımda önemli bir şey, çünkü ne bilim politikaya indirgenebilir, ne de politika bilime. Baktıkları alanlar, üzerinde yaptıkları çalışmalar dolayısıyla toplumsal dinamiklerin ayrı ayrı uğraklarını oluşturuyor. Fakat, aynı zamanda, bu ikisi arasında, Marksist teorinin en başından beri kurmaya çalıştığı bir bağ var. Fakat, biz bağı, Teori ve Politika ekibinde çok farklı bir biçimde buluyoruz. Daha doğrusu, bence bir bağdan ziyade, o ikisi arasındaki köprülerin yıkılması şeklinde bir ilişki görüyoruz. Şöyle ki, bir bilim alanı savunuyorlar, bir de politik alanı savunuyorlar; ama aradaki ilişkinin imha edildiği bir biçimde.

Bu bilim alanı şöyle bir alan: Marksizmle en önemli teori olarak tanımladığı tarihsel bilim, dünya tarihsel ölçekli ya da herhangi bir politik dönüşümü de açıklayan dünya tarihinin evrimine dair bir bilim alanı. Bu alan nihai bir hedefi olmayan bir alan. Ama, sınıf ilişkilerinin ve sınıf mücadelelerinin dönüştürücü olduğu; yani sınıf mücadelesinin determine ettiği bir alan. Yani, bu şekilde tarihin ilerlemesinde zorunluluk ilişkisi var. Yani, siz “tarih nasıl ilerliyor?” diye sorduğunuzda ya da bilmem ne tarihi, Kolombiya tarihi mesela nasıl yazalım diye sorduğunuzda, Teori ve Politika’nın size tarihsel alanda vereceği cevap, sınıf mücadelesi şeklinde olacaktır. Burada düştükleri çeşitli sorunlar da var. Bazı alanlar var, o da Althusser’den gelen, tarihin öznesiz ya da ereksiz süreç olduğu doğrultusunda sınıf mücadelesi görüşü.

Bu bilim politika ilişkisi, Marksist literatürde aynı zamanda devrimci özne ve tarih arasındaki ilişki, politika ve tarihin dönüşümü arasındaki ilişki. Marksizmi ilk okumaya başladığımızdan beri, determinizm ve devrimci özne meselelerini içine alan bir tartışma forumu, bir tartışma alanı var. Bir de bu bilim alanının yanında, politika alanını tanımlıyorlar. Ama, bu politik alan, genişletmeye çalışsalar da, bizim bildiğimiz reel politika alanı. Yani güncel politik unsurların belirlediği, şimdiki anda olan politik dinamiklerin belirlediği ve o konjonktür içinde olan politik öznenin mücadelesiyle belirlenen, aslında sınırlı bir noktada bir yer tutan, konjonktür alanı. Bu alanda, tarihsel dönüşüm ya da tarihin getirdiği deneyimler en başında özne olarak, mesela çok dışarda yer alıyor. Yani, politika alanında özneden bahsedebiliyoruz daha açık bir şekilde; ama tarihsel alanda bahsedemiyoruz. Eğer politikayı değerlendireceksek, kimin ne yaptığını, nasıl yaptığı anlamına geliyor bu. Öznelerden bahsetmek politika alanında mümkün, ama tarihsel bir dönüşümün etkisinden ya da o öznelerin tarihi dönüştürme yetisinden faydalanma mümkün değil.

Politik alanda olmayan şey de, tarihsel bir dönüşümün izlerini ya da onunla ilgili bir sürekliliği yakalamak. Burada öyle bir sorun var. Teoride, bilim ve politika arasında bu kadar büyük ayrım varetmek. Oysa ki Marksizm, toplumsal varlıkla, yani sınıfsal yapıyla insanların bilinçli politik eylemliliği arasında, insanların politik öznelliği arasında diyalektik bir ilişki tesis eder. Şöyle ki, nasıl toplumların bütün yapıları, varoluşları, kültürleri, politikaları ve kurumları, her türlü insani ilişki formunu da sınıfsal bir süzgeçten geçirip, kapitalizmin determinasyonlarıyla belirleniyorsa, bir de şöyle bir yan var ki bu Marksizmin devrimci gücü: O da insanların daha doğrusu sınıfların kolektif, örgütlü eylemlerinin bilinçli bir şekilde tarihe müdahale etmeleri, doğal olan yüzeyi tahrip ederek, yerine devrimci bir proje kurmaları. Bu da aslında tarihsel akışla politik öznenin diyalektik ilişkisi. Bu ilişki Teori ve Politika’nın epistemolojisinde kopartılıyor, birbirinden farklı bir düzleme geçiriliyor, daha doğrusu bağlantısız kılınıyor. Bence Marksizmden en uzak noktalarından birisi bu.

   İkincisi de; bilimin geldiği hal: İkisi arasındaki ilişkiyi kopardık, o zaman bilimin anlamı ne oluyor ve o zaman politikanın anlamı ne oluyor? Bir de bunları tartışmak gerekiyor. Bence burada bilimin anlamı, bilimin tamamıyla içine kapanması. Bilim kendi içinde yapıları olan, kendi içerisinde bir işleyişi olan, tarih denilen bir alanı anlatan, açıklayan, ama orada kalan bir alan. Bir yere hapsedilmiş, bloke edilmiş bir alan. Mesela, Lenin’e baktığımızda, bilimin bize birçok farklı boyutunu biteviye anlatıyor −sıkılacağınızı bile bile muhtemelen−; insanların tarihsel yasaları, bilimin yasalarını bildiğini, yani bilimin yasalarını bilmenin, insanları tarihin zorunluluğundan, o determinasyondan nasıl kurtarıp, aslında bizi özgürlüğe, toplumun özgürlüğüne götürebileceğini anlatıyor.

Bir de şöyle bir şey var: bilim ve politika alanını birleştiren ideolojik bir harç yok, bilim ve politikanın arasında ideolojik bir harç olmalıdır. En basitinden bir örnek vermek istiyorum tarih ve politika ilişkisine dair. O da tarih yazımı ve politika ilişkisi. Tarih yazımı da önemli bir şey bence. Yani, Türkiye’deki, Türkiye tarihiyle, işçi sınıfıyla ilgili kitaplarda bazı şeyleri çok eksik okuduğumuzu düşünüyorum. Ve bu da politik çizgimizi bulanıklaştırıyor.  Türkiye işçi sınıfı çalışmalarına baktığımızda, Türkiye’de işçi sınıfı, Türkiye’de kapitalizm daha geç geliştiği için, geç gelişmiştir, geride kalmıştır, batının ya da başka gelişmiş kapitalist ülkelerin yaşadığı belli deneyimleri yaşamadığı için, Türkiye’deki işçi sınıfı politik olarak geridir der. Bu mesela olumsuz anlamda teorik bir bakış, aşamacı bir bakış ama yüzde seksen insanın okuduğu kitaplar böyle. Şimdi böyle bir tarih yorumundan nasıl bir politik doktrinasyon çıkar?

Bir de şöyle şeyler de oluyor: Türkiye’de geleneksel yapılar var, mesela hemşehrilik ilişkileri, Türkiye’deki işçi sınıfının apolitik olması, Türkiye’de Osmanlı’dan beri varolan evlerde küçük üreticilik, ne bileyim Latin Amerika’daki gibi ticari yapıların olmaması, Türkiye’deki ücretlerin gelişmemesini sağladı falan görüşleri. Çeşitli böyle normatif işçi sınıfı yorumları okuduk. Burada tarihi duruş çok önemli, sizin biraz önce dediğiniz gibi, aslında bu tip şeyler işçi sınıfının deneyimlerini, mücadelelerini, yaşam biçimini belli formları belirliyor. Yani nasıl İngiltere’de pazar günleri eğlence ve festivaller belirliyorsa işçi sınıfının yaşamını, Türkiye’de de hemşehrilik dayanışması belirliyor; hemşehrilik, dayanışma gibi şeyler, insanlar birbirlerini grev yapmaları, grev yapmamaları, patronlarıyla altlı üstlü oturmaları gibi, onlarla akraba olmaları, onların çeşitli politik pozisyonlara geçmesini sağlıyor.  Bu işçi sınıfının apolitik olmasının geri kalmasının sebebi değil aslında.  Ama biz bu tarihsel dinamikleri Türkiye’ye özgü olan dinamikleri, yok bunlar geridir ya da ileridir diye gördüğümüzde politik hattımız da yanlış oluyor tabii. O yüzden tarih ve politika ilişkisini bu açıdan da çok önemsemek lazım.

   Bir soru sorayım mesela Teori ve Politika’ya.  Türkiye işçi sınıfına dair yazmak gibi bir değerlendirmeye girdiğinizde, mesela bunları nasıl değerlendirirsiniz? Yani, bir sınıf kategorisi, sınıfların determinasyonu, sınıfların örgüt ilişkileri, mesela bu sizin terminolojinizde nasıl duracak.

   İkinci nokta da; konjonktür meselesi, bence Teori ve Politika’nın en problemli alanlarından biri, ama aynı zamanda üzerinde en çok düşündükleri alanlardan da birisi. Biraz önce anlattığım gibi konjonktür, içinde politik öznelerin bulunduğu, ama bir yanıyla reel politik ilişkilerin domine ettiği bir alan. Bu alanda şöyle bir şey var: Bu alandaki iktidar ilişkileri, iktidar mücadeleleri; sınıf mücadeleleri olsun, dinsel bazda mücadele olsun, feminist mücadele olsun, hiç durmadan devam eden bir süreç, yani burada da bitmeyen, sonu gelmeyen bir süreç var. Fakat, burada hissettiğim, o açıdan da kayabilen bir alan, Bernsteincı bir revizyonizme benzeyen bir alan.

Bernstein da tam böyle bir momentte, kapitalizmin yapısal dinamiklerinin, sınıfsal dinamiklerinin değiştiğini, orta sınıfın yüzde 50 genişlediğini iddia etmiş ve buna müteakip yeni bir politika anlayışı çizmişti. Ve bu noktada, hareket her şeydir nihai hedef hiçbir şeydir demişti. Açıklamadıkları ve kendilerini ayrıştırmadıkları sürece bu eleştiri ile hep karşılaşabilecek Teori ve Politika.

   Değişen konjonktürde, dünyanın değişen dinamiklerinde tanımladıkları politik özne, yani konjonktürün öznesi, ezilenler kategorisi, bu kapitalizmin ve yeni dönemin devrimci politikasının belirleyici özelliği görülüyor Teori ve Politika’da.

   Bu özne tarihsel bir özne değil, bu özne −ilk önce avantajları söyleyeyim, politik taktiksel ve stratejik çeşitli avantajları var çünkü−, kapsayıcı bir özne. Belli esnekliklere ve genişlemelere, yani politik stratejik anlamda belirli ittifaklara imkân tanıyan bir özne. Bu açıdan ilk bakışta avantajlı gibi geliyor, ama şöyle bir şey var: Ezme-ezilme ilişkileri tek yönlü ilişki değildir, mesela devlet bile odak olmaktan çıkıyor, konjonktür oluyor çünkü politika konjonktürel ya.  Devletin karşısında ezilen oluyorsunuz ya da ne bileyim YÖK’ün karşısında ezilen oluyorsunuz. Ama siz tamamen ezilen olmuyorsunuz, başka bir anda da ezene dönüşebiliyorsunuz. Bir politik özne olarak kimliğiniz belirli bir kimlik değil. Siz mesela atıyorum, belli kolluk güçleri karşısında dayak yediğiniz anda o konjonktürde ezilen olabilirsiniz, ama eve gittiğinizde karınıza şiddet uyguladığınızda ezen oluyorsunuz.

Farklı farklı iktidar ilişkilerini içine alan bir formül var. Yani, hem bir anda sosyalist politika yapabilir, hem de aynı zamanda feminist bir politika üretebiliriz. Ama Teori ve Politika için şöyle bir sorun var. Bazı şeylerin alanını o kadar çok genişletebilirsiniz ki, açıklama gücü kazansın diye ya da belli bir güç kazansın diye. O genişletme o alanı bazen belirsizleştirir. Ve bu belirsizleşme size açıklama gücünü kaybettirir, anlatabildim mi? Teori ve Politika, konjonktürü ve politik özneyi esnek ve ittifaklara açık tanımlamak istiyor. İktidarın alanını coğrafi olarak ve siyasal olarak genişletiyor. Ama bu öyle bir genişleme ki iktidar odağını yitiriyor, zemini kaybolmaya başlıyor. Burada sakat bir durum var. Çünkü, burada emperyalizmin tezlerinden uzaklaşıp, İmparatorluk tezlerine kaymaya başlıyoruz. Devletler arasındaki çelişkilerin azaldığı, iktidarın mekanının belirsizleştiği oranda politik mücadelenin belirsizleştiği bir durum var. Zaten bu politik mücadelenin alanı belirsizleştiği için Teori ve Politika ekibi, “devrimci görev artık, devrimci proje yaratmak değil de, sadece istikrarsızlık yaratmaktır” diyorlar. İktidar odaklarınız müphemleşiyor, o alan belirsizleştiriliyor ve devrimci öznenin yapabildiği politikayı Marksizm aleyhine kısıtlıyor. Devrimci özne artık devrim yapamıyor, sadece istikrarsızlık yaratabiliyor. Çünkü, sistem artık o kadar çok girift ki, iktidar o derece yayılmış durumunda ki, bilfiil mücadele eden sizi içine almış durumda. Siz o iktidarın parçasısınız, hem ezen hem de ezilensiniz, bir yanınızla. O yüzden kurtuluş gücü, yani kurtarıcılık gücünden yoksunsunuz, devrimci özneliğiniz gidiyor, artık.

Göz gözü görmeyen bir ormanda gözü kapalı orman savaşçılarıdır ezilenler diyorsunuz. Ve bulunduğunuz politik konjonktürde, momentte, sisteme çeşitli molotof kokteylleri atıyorsunuz. Ama, bunu da yapabilme gücüne sahip bir sosyalist projenin önümüzdeki kurucu, yaratıcı rolünü bilerek, isteyerek, planlayarak tarihi dönüştürme gücünü haiz değilsiniz. Bu Marx’ın Komünist Manifesto’daki devrim meselesini anlatışından çok farklı. “Burjuvazi geldi, feodalizmi bütünü ile yıktı” diyor. Burjuvazi aynı zamanda kapitalizmi de kurdu, o bir sistem getirdi, o bir projeyi kurdu.

Devrimci özne hem projeyi yıkıyor, hem de birine kendi projesini getiriyor. Bu yaratıcı kurucu rolü Teori ve Politika’nın devrimci öznesinde yok. Teşekkür ederim.

 

ERCAN COŞKUN- Benden önce yapılan konuşmaları biraz toparlayarak, bir takım noktalara varmak istiyorum. İlk olarak Teori ve Politika’yla ortak yanlarımız var mı? Bence var, aramızda belli bir ortaklık var. Ama, aynı şekilde temelde ayrı bir noktamız da var. Teori ve Politika yola çıktığında bir kriz tespitinden bahsetmişti. Marksizm Leninizm’in bir krizinden söz etmişti. SSCB, Çin, Arnavutluk gibi birtakım sosyalist merkezlerin ortadan kalkmasıyla, devrimcilerin de sonuçta böyle bir merkezin ışığından yoksun kalmaları söz konusuydu ve devrimcilerin teorik politik sorunlara nasıl çözümler getireceği belirsizdi. Teori ve Politika ortaya çıktığında bahsettiği şey buydu. Aynı şekilde “Çerçeve Taslağında” devrimci örgütlerin siyasal alana müdahale etme noktasında da bir tıkanıklık içinde olduğundan bahsediyordu ve devrimci örgütlerin bunu aşma noktasında bütünlüklü olarak bir tıkanıklık yaşadığını ifade ediyordu.

Birtakım devrimci örgütlerin yanlış siyaset tarzlarından da aynı metinde bahsedilmişti. Devrimcilerin kendilerini kitlelerin yerine koyarak siyaset yapma anlayışı eleştirilmişti. Yani kitleleri siyasete katarak, onları öne çıkartarak, onları devlete karşı bir siyasal mücadeleye yönlendirmek yerine kendileri bizzat bu mücadeleyi ele almak istemeleri gibi… Veya çeşitli politika alışkanlıkları, örneğin dar grup eylemlerinin ötesine geçmemek, hayatın içerisinde somut siyasal mücadeleler yaratmaya çalışmamak, yaratamamak gibi, taktik bilmeyen bir politika yapış tarzı gibi, genel birtakım taktikler üretememek gibi… Hedefini bulmayan ajitasyon çağrıları, yani genel grev çağrıları, “işçi sınıfının hareketi yükseliyor” diyen ve bununla ne hedeflediği belli olmayan genel grev çağrıları yapmak gibi devrimci hareketin tıkanıklığına ilişkin kimi belirlemelerde bulunulmuştu.

Kısacası, Teori ve Politika’nın ortaya çıkışı belli bir kriz tespitiyle beraber oldu. Biz de bu kriz tespitini belli ölçüde elbette doğru buluyoruz, yani ortada kriz olduğu kesin. Asıl ayrılık noktası, bizim de bu kriz tespitine katılmakla birlikte, bu krizin nasıl çözüleceğine dair. Bu nokta bizi hem Teori ve Politika’dan ayırt ediyor hem de Maya’dan ayırt ediyor. Yani ortada devrimci hareketin bir krizi var ve buna nasıl müdahale edileceği noktasında ayrılıyoruz. Aslında Cem Bey de bu krizden bahsetti, ortada bir kafa karışıklığı olduğunu dile getirdi. Peki bu krizi belirleyen nokta teorik sorunlar mı? Yani, teorideki birtakım sorunların halledilememesi yüzünden mi böyle bir kriz yaşanıyor veya devrimcilere birtakım teorik müdahaleler yaparak mı bu krizi çözeceğiz? Asıl tartışma noktası buradadır. Burada Teori ve Politika’nın önerdiği gibi Marksizm’i baştan kurmak şeklinde, bunu en temel, en baştaki birtakım noktalara vardırarak, oradan başlayarak bu krize müdahale etmek gibi bir tercih de olabilir. Veya Maya’nın yaptığı gibi o kadar geriye gitmeye gerek yok da denebilir. Elimizde Bolşeviklerin kurduğu bir çerçeve var bunu tartışalım veya birtakım siyasal örgütlerle devrimci program gibi bir tartışma sürecine girelim ve asıl ele aldığımız konular bunlar olsun, bunları çözmeye çalışalım diyerek, krizi bu şekilde çözmeye çalışmak diye bir öneri de olabilir.

Her ikisi de tasfiyecilikle eşanlamlı hale geliyor. Yaşanan kriz bir yandan da bunu getiriyor. Mahallelerde işçi sınıfının en çok ezilen kesimleri arasında çalışmaktan, siyasette sorumluluk almaktan kaçmak gibi bir durumu da beraberinde getiriyor bu çözüm. Aslında, ele alınmayan nokta bu. Teorik konularda geriye düşüyor olabiliriz, ama bundan önemlisi devrimci siyasetin yeniden üretilmesi gibi bir sorun var; asıl burada geriye düşüyoruz. Bu konuda sorumluluk almak yerine, teorik birtakım arayışlar, teorik sorunlarla ilgilenme boy veriyor.

Devrimci hareketlerin kendi kendine yok olması, tarihe karışması gibi bir süreçle karşı karşıyayız. SSCB’nin aniden yıkılması devrimci hareketlerin saflarını karıştırırken, daha önce birbirlerine küçük burjuva diyen akımlar arasındaki ayrım noktaları silinirken, devrimciler aynı zamanda devrimci mücadeleye karşı da bir sorgulama sürecini, yapılan işin anlamlı olup olmadığına dair bir sorgulama süreci içine de girdi. Bunun sonucunda baktığımız zaman, birtakım tasfiye projeleri ortaya çıktı. Bunlardan biri ÖDP oldu, onun haricinde TDKP bir tasfiye süreci yaşadı. En son olarak da PKK’nın politik olarak kendini tasfiye etmeye başladığını görüyoruz.

Bu koşullarda, yaşadığımız topraklarda gerçekten devrimci bir özveri ile devrimci bir mücadeleyi sürdüren öznelerin bir problemi var. Devrimci hareket zor bir durumla karşı karşıya. Bir anlamda “teori sorunlarıyla ilgilenelim” diyenler de bu krize ister istemez bir katkı sunmuş oluyorlar. Asıl bizim önemsediğimiz bu bahsettiğimiz krizle nasıl mücadele edeceğiz. Bu krize nasıl müdahale edilir noktasına gelindiği zaman, bu kriz siyasal bir krizdir ve siyasal araçlarla müdahale etmek gerekir diyoruz, asıl bizim önemsediğimiz nokta bu.

Bize göre de kendimizin arkasında durduğu bir teorik çerçeve var, Komünist Enternasyonal’in ilk 4 Kongresi. Bu çerçeve bizim asla krizi çözdüğümüz anlamına gelmiyor. Bize göre sorunsuz bir Marksizm var aslında ve şöyle bir iddiada bulunabiliriz: Teori ve Politika’nın önemsediği sorunları çözdük ve aslında bakın, Marksizm budur diyebiliriz, ama bu bizi devrimci hareketin krizi sorunundan kurtarmış olmuyor. Devrimci siyasetin sınıfla bağlarını kurması gibi bir sorun hala ortada duruyor. İşte komünistlerin birliği perspektifi bu krize siyasal bir açıdan müdahale etme anlamını taşır.

Bugün siyasal konularda birtakım çizgiler çekilerek, ayrışma çizgileri çekilerek, devrimcilerin bir tarafa, devrimci olmayanların ve reformistlerin de öbür tarafa ayrılmasını sağlamak gibi bir görev koyuyoruz önümüze. Krize bir müdahale olacaksa, bir devrimci parti duruma müdahale edebilecekse, bu parti bahsettiğimiz ayrışmaların sonucunda ortaya çıkabilecek bir şey. O ayrım noktalarını çizmeye çalışıyoruz.

Savaş konusunda yapmaya çalıştığımız şeylerden biri bu, “savaşa hayır diyenler, savaşlar son bulsun, barış olsun, eski duruma geri dönelim” diyenler bir tarafa… Haklı haksız savaş ayrımını yapan, haklı savaşları meşru gören, kendi devletine karşı mücadele etmeyi önlerine koyanlar başka bir tarafa… Ulusal sorun konusunda sosyal şoven bir tutum takınanlar bir tarafa… “Kürtlere özgürlük” diyenler başka bir tarafa…Kooperatiflerde işçi sınıfının en çok ezilen sömürülen kesimleri arasına sorumluluk almaya niyetli olanlar bir tarafa ayrılsın… Sorumluluklardan kaçanlar veya siyaseti masabaşı, diplomatik birtakım işler olarak görenler başka bir tarafa ayrılsın diyoruz. F tipleri sorununu emekçilere taşımaya çalışan, emekçi semtlerinde bunun örgütlenme çalışmalarını yapmaya çalışanlar bir tarafa ayrılsın, bu sorunu kamuoyuna seslenerek ve burjuva diliyle anlatarak, aydınların peşinde bu sorunu çözmeye çalışanlar başka bir tarafa ayrılsın. Bir ayrışma yaratmak ve bu ayrışmanın sonucunda bir partinin ortaya çıkmasını hedefliyoruz. Bu parti teorik bir mücadeleyle ortaya çıkmayacak. Peki biz teorik sorunlara girmiyor muyuz, biz teorik sorunları küçümsüyor muyuz? Açıkçası, biz bu sorunların somut siyasal mücadelenin sorunları, hedefleri, amaçlarından bağımsız olarak ele alınamayacağını düşünmekteyiz.

Teori sorunlarını bu bağlamdan koparak ele aldığınız zaman, bunun sonu yok. Bunu başlı başına bir amaç, bir faaliyet olarak tanımladığınız zaman bunları çözemezsiniz. Konular gayet bizim de gündemimizde olan, devrimci program gibi şeyler olsa da durum farklı değildir. Çünkü birlikte siyasal sorumluluk almayanların bu sorunları tartışmasını da anlamlı bulmuyoruz. Asıl yapılması gereken birlikte siyasal sorumluluk alanların bu sorunları da tartışması. Önlerine çıkan pratik siyasal sorunları, teori sorunlarını da gündemlerine alarak çözmeye çalışmalarıdır.

Marks’la Lenin’e, “bu insanlar bu sorunu nasıl ele aldılar?” diye baktığınız zaman, teorik sorunlara özel olarak bir önem atfettiklerini görmezsiniz. Lenin iki defa teori sorunlarını gündemine almıştır bütün mücadelesi boyunca. O da partinin daha sağlam, daha devrimci bir parti olabilmesi için bu sorunları ele alıyor. Marksizm’in bir krizi olduğu için değil. İlk olarak Bogdanovcuların siyasi tutumlarını eleştirmek ve partinin izlemesi gereken rotayı ortaya koymak için ele alıyor. Bir de 1914’te Hegel’in felsefi çalışmalarıyla ilgilenerek teori sorunlarını ele aldığı zaman, “ben kendimi İkinci Enternasyonal’den nasıl ayırt ederim?” “Bu, Bolşevik partisi kendi İkinci Enternasyonal’den nasıl ayırt eder?” sorusunu yanıtlamak için bunları ele alıyor. Bu teorik çalışmanın sonucunda da «asıl düşman kendi yurdunda» gibi somut siyasal bir hedef ortaya çıkıyor. Bolşeviklerin başarısı da böyle bir siyasal hedefi izleyebilecek basirete sahip bir devrimci partilerinin olmasından ileri geliyor.

Aynı şey, Marx için de geçerlidir. Marx felsefeyle uğraştığı zaman, Alman İdeolojisi’ni yazdığı zaman, kendisini Sol Hegelcilerden ayırt etmek gibi bir kaygıyla hareket ediyordu. Kapital’i yazmasının nedeni, kendisini burjuva sosyalistlerinden ayırt etmek istemesiydi. Proletaryanın teorisi ne olacak? Teori amaçlı bir insan faaliyetinin bir aracı olmalı. Yani bizim için de bir uğraş, biz teori sorunlarını küçümsemiyoruz, ele alabiliriz, alırız da, ama siyasal amaçlarımızdan bağımsız olarak böyle bir alan açmayı doğru bulmayız.

Burada da değinmek gerekirse, bizim hiçbir şeye bakmadan, hiçbir teoriye ihtiyaç duymadan koyduğumuz birtakım siyasal hedefler var. Bunlar için gerekçe aramaya gerek yok. Varlık nedenimiz, ulaşmak istediğimiz toplum, komünist toplum diyoruz, sınırsız, sınıfsız özgür bir topluma varalım istiyoruz. Böyle bir topluma varmak için bir proleter devrime ihtiyaç var. Öyle bir proleter devrim olabilmesi için bir partiye ihtiyaç var. Siyasal sorunlar da bu parti hedefine tabi olarak gündemimize giriyor. Kürt meselesini gündeme aldığımız zaman biz bunu proleter devrime yol açabilecek, önderlik edilmesi gereken bir dinamik olduğu için önemseriz. Aynı şekilde, Cenova’daki hareketleri de böyle bir devrime asla yol açacak bir şey olarak görmediğimiz için eleştiririz. Birtakım hedefler koyduğunuz zaman, teorik sorunları ele almak bir anlam taşır. Birtakım alanlarda siyasal sorumluluk aldığınız zaman ve burada ilerlemeye çalıştığınız zaman, bu teori sorunlarıyla uğraşmak bir anlam taşır ve size bir katkı sağlar.

Yoksa kendi başına bir teorik çalışma bir anlam taşımaz. Marksizm için de geçerlidir bu. Marksizm’de de bir takım kavramlar da olgulardan çıkartılarak, siyasal mücadelenin içinden çıkartılarak Marksizm’in hanesine yazılmıştır. Örneğin “proletarya diktatörlüğü kavramı Paris Komünü’nden çıktı; Marks’ın masa başındaki teorik çalışmalarından ortaya çıkmadı.

İçinden geçtiğimiz dönemi bir gericilik dönemi olarak görüyoruz, bu gericilik döneminde teori ihtiyacı, teorik arayışlar, teoriye dönme arayışı yükseliyor ve kendi içinde bir tasfiyeciliği de barındırıyor. Yani, yapılan siyasal çalışmaları küçümseme… Buralarda sorumluluk almama… Nasıl olsa bunların bir anlamı yok asıl önemli olan teorik sorunları çözmek deniyor.

Sonuç olarak, teorik sorunlar olduğu yerde duruyor ve bunlarla ilgilenmememiz lazım demiyoruz. Bizim için teorik sorunları ele alma olanağı her zaman var. Ama bir kere teori sorunlarını çözme amacıyla yola çıktığınız zaman, tekrar siyasal mücadele içinde yer alamazsınız. Bir kere kendinizi teorik meselelerle tarif ettiğiniz zaman, tekrar buraya dönüp, siyasal sorumluluk almanız mümkün değil.

“Çerçeve Taslağı”nda olumlu bir şeymiş gibi bir arayış halinden de söz edilmişti. Yani bir arayış hali var; devrimcilerde bir arayış hali var. Ancak bunu olumlu bir şey olarak görmek de gerekmiyor. Çünkü bir yandan da devrimci hareketin liberal siyasetin etkisi altına girmesi gibi bir problem var ve yeniden devrimci hareketin oluşturulması gibi bir problem var. Bu soruna karşı ne yapacağız? Bu soruna bir çözüm getirmek istiyoruz ve burada bizim kendi ele aldığımız çerçeve de, herhangi birinin kafasından çıkan görüşler değil. Lenin’in kendi başarıları falan da değil. İlk dört kongrede ifade edilen görüşler bir komünist dünya partisinin, dünya boyutunda örgütlenmiş bir komünist partinin ortaya koyduğu ilkeler. Örneğin İkinci Kongre’de Lenin’in ulusal soruna ilişkin görüşü çok farklı olduğu halde, daha sonra Roy’un önerileriyle, Hindistan’daki komünistlerin önerileriyle bunlar değiştirilebiliyor. Burada asıl önemli olan dünya çapında bir örgütlenmenin sorunları bütünlüklü görebilmeyi sağlaması.

Burada tekrar toparlamak gerekirse, asıl problemin siyasal mücadele alanında olduğunu düşünüyorum. Siyasal bir alternatif geliştirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu alternatifi geliştirmek derken de, bunu biz kendimiz yapabileceğimizi düşünmüyoruz, yani bu sorunlar bizim tarafımızdan çözülebilir demiyoruz. Ama, bu sorunları çözecek bir parti ortaya çıkması için, birtakım siyasi noktalarda, birtakım ayrışmalara ihtiyaç var. Devrimci örgütlerde bir yandan proleter ve devrimci olanların bir yandan da burjuva ve reformist olanların bulunduğunu, birbiriyle bağdaşmayan çalışma tarzlarının bir arada bulunduğunu, bir yanda telgraf çekme, balon uçurma gibi eylemler yapanlarla, bir yanda kitle içinde örgütlenmeye çalışanların bulunduğunu ve bunların birbirinden ayrışması gerektiğini, bu ayrışmanın da asla teorik konularda birtakım ilkeler çıkartarak değil, somut siyasal araçlarla olacağını öngörüyoruz. Bu açıdan farklı bir konumda olduğumuzu düşünüyorum.

 

OTURUM BAŞKANI- Teori ve Politika adına buyurun.

METİN KAYAOĞLU (Teori ve Politika)– Benim dışımdaki konuşmacı arkadaşların ikisi üçüncü, ikisi de ikinci kez, Teori ve Politika üzerine görüşlerini ifade ediyorlar. Bizden de iki arkadaş var dinleyiciler arasında ve önceki toplantılarda da bulundular. Üç toplantıda da bulunan bazı arkadaşlar var burada ve verilen arada ulaştığımız ortak kanı, her bir sonraki toplantının öncesinden daha verimli olduğu şeklindeydi.

Bir de tabii bizim bir hilemizin payını unutmamak lazım! Üç toplantıdır, yani ne oluyor, en azından, ilk toplantıya hazırlığı da göz önüne alırsak bir ayı aşkın bir süredir bizi okuyorlar. Herhalde bunun da bir etkisi olsa gerek!

Önceki toplantılarda daha çok kendimizi tanıtmayı öne aldık. Ama şimdi herhalde bu tarz çok faydalı olmayacak. Çünkü konuşmacı arkadaşlar, eleştirel ret temelinde duran da eleştirel edinmeyi öne alan da, bizi çok iyi ifade etti.  Şu kadarıyla, Cem Özatalay, İbrahim Horoz, Esra Sarıoğlu, Ercan Coşkun’dan oluşan dörtlü, bize pek gerek olmayacak şekilde bizimle ilgili esaslı bir bütünlük ortaya koydu.

Bu kadar bile bize yeter gerçekten. O yüzden ben kendimizi anlatma işini gene arada yapmaya çalışarak, arkadaşlar açısından uygun olursa, doğrudan tartışmaya yönelmek, girmek istiyorum.

Marksizmi, bilim-felsefe-politika bileşenlerinden oluşan bir bütünlük olarak tarif ediyoruz. Bu üçlü bizce hem teorik olarak anlaşılmalı… O ne demek? Yani, teorik olarak ‘bilim nedir?’ sorusunun yanıtı üzerinden, teorik olarak ‘felsefe nedir’ ve ‘felsefede Marksizm nedir?’ sorusunun yanıtı üzerinden, teorik olarak ‘politika nedir?’ −politika uğrağı, politika düzlemi demek istiyorum− ve bu anlamda ‘Marksizm nedir?’ Sonra da bütün bunların alaşımından ortaya çıkan bütünlük, yani parçaların toplamı olmayan bir bütünlük, parçaları aşan, ama aynı zamanda içeren ‘bir bütünlük olarak Marksizm nedir?’ sorusunun yanıtı üzerinden yola çıkan, kimliklenişini bu şekilde tayin eden bir konumlanışımız var. Bu, meselenin, sözcüğün tam −epistemolojik− karşılığıyla, teorik kısmı.

Şu halde, üçlü hem teorik olarak anlaşılmalıydı, … hem de başka bir formda ya da tarzda, tarihsel denebilir, canlı bir bütünlük olarak algılıyoruz. Teori, politika, pratik üçlüsünden oluşan Marksizm.

Marksizm bizce; Marksist hareket, Marksist doktrin veya düşünce, Marksist politika, Marksist pratik, bunların hepsini içeren bir ifadedir. Marksizm, Marx ve Engels adındaki iki Almanyalının kendilerinin yeni bir şey yapıyor olduklarını hissettikleri veya bizim onların yeni bir şey yaptıklarını düşündüğümüz andan itibaren itibaren, −bu Komünistler Ligasıyla bağlandıkları zaman olabilir, başka bir şey olabilir, bunun tartışması var. “1844 El Yazmaları” olabilir, “Alman İdeolojisi” olabilir, “Komünist Manifesto” olabilir ya da Almanya’da barikatlarda dövüşen Engels’in bu pratiğinden itibaren olabilir, önemsiz değil ama tartışmalı olan− bir başlangıç momentiyle doğumu gerçekleşen…

İşte bizce Marksizm, ‘o an’dan bugüne, şurada-burada mücadele yürüten sıradan militanın yapıp-ettiğine, bir Marksist örgütün eylemi ve söylemine, ve bu salondakilerin hepsi Marksistse, bizlerin toplam varlığına kadar, teoriler, düşünceler ve pratikleri toplam olarak içeren bir bütünlüktür. Teorilerini, politikalarını, pratiklerini toplam olarak kapsayan bir bütünlük… Marksizmin bütünlüğü bizce böyle anlaşılmalı. Biz Marksizmi böyle anlıyoruz.

Bu sizlerde eğer yeterince bir çağrışım yaratıyorsa, ben genel olarak kendini Marksist kabul edenlerin hem Türkiye’de, hem de dünya ölçeğinde, meseleyi doğru anlamadığını, Marksizmden daha çok ‘teori’yi, ‘Teori olarak Marksizm’i, anladıklarını iddia ederek yanıtlayacağım.

Bizim tarz ele alışta bir özellik, bir özgüllük, bir ayrıcalıklılık var. Biz bu konuda özel bir yer işgal ediyoruz kanaatimizce –Marksizmi böyle anlamak anlamında. Bu anlayışı bir kez benimsediniz mi, Marksizmin bütünlüğüne daha hassas olmanız, bütünlüğün parçalanması ve bu durumda bütünlük karşısında görevler üstlenilmesi gibi hususlara ‘başka’ yaklaşmanız kaçınılmaz olacaktır doğal olarak. Bu, ayrıca, bizim önemsediğimiz ve kendimizi tarif ederken üzerinde durduğumuz bazı meseleleri açıklamak bakımından da olumlu bir tutamak noktası.

Marksizmin bilim-felsefe-politika bileşenlerinden oluşan bir bütün olduğunu savunduğumuzu söyledim. Marksizm felsefede yer almalı mıdır, felsefede Marksizm bir alan işgal etmeli, bir tutumu savunmalı mıdır?

Bazı Marksistlere, Marksist olduğunu iddia eden bazılarına göre, böyle bir şeye gerek yok. Marksizmin felsefeyle uğraşması gerekmiyor. O zaman, tartışmayı, sorunsalı bu düzlemde inşa etmek gerekiyor. Felsefede yer alması gerekiyor mu, gerekmiyor mu? Soru, şu ya da bu tarihten sonra, örneğin 1989-90’dan sonra, uğraşması gerekiyor ya da gerekmiyor diye yanıtlanabiliyor. Hayır; biz konuyu Marksizm açısından ‘geniş zaman’lı ele almak gerektiğini düşünüyoruz. Bir anlayışın, bir Marksizm anlayışının tartışılması lazım. Dolayısıyla biz, Marksizmin felsefede muhakkak bir konum alması gerektiğini savunuyoruz.

Marksizm öyleyse felsefede nasıl bir konum almalıdır? Arkadaşlar, bu konuda da Marksistler arasında ya da genel olarak Marksizm alanında ciddi problemler var. Biz bu kanaatteyiz. Ama bu gerçekte hiç de spekülatif bir kanaat değil; ampirik olarak görülebilir. Bazıları Marksizmin felsefede materyalist okulu izlemesi ve benimsemesi gerektiğini iddia ediyor. Bazıları Marksizmin kendisinin bir “praksis felsefesi” olduğunu iddia ediyor. Bunlar Marksizmin felsefede idealizm veya materyalizm gibi okulların dışına çıkması, praksis felsefesi olarak, üçüncü bir okul inşa etmesi gerektiğini söylüyor. Başka bazıları ise meseleyi ifrata vardırmakta sakınca görmüyor; Marksizmin felsefede ve her şeyde, doğrudan idealist olması gerektiğini iddia ediyor.

Dünyada bugün Marksizmle ilgili yazan-çizenler, Marksist olduğunu kabul edenler bu konuda olağanüstü bir karmaşa içerisinde. Biz Marksizmle ilgili bu meselenin de tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Öncelikle, Marksizmin teorik eseri içinde felsefi olanlar, felsefi kabul edilenler ne kadar yer işgal ediyor? Sayalım; hiç de az olmadığı görülecektir. Salt Marx, Engels, Lenin açısından söylemiyorum; sonraki Marksist tarihin tamamı açısından bakıldığında da azımsanmayacak bir yer işgal ettiği görülecektir.

Dolaysızca felsefi metinler dışında bir de felsefi görüşler yedirilmiş politik metinleri de hesaba katarsak felsefi duruşun tayininin üzerinden atlanacak bir mesele olamayacağı açık olsa gerektir. Ancak bütün bu meselelerde baştan ayağa bir tartışma ve karmaşa içinde Marksizm alanı.

Hal böyleyken, Marksizmin praksis felsefesi olduğunu iddia eden biri kalkıyor; “Biz tarihi bilincimizle dönüştürüyoruz; Marksizm de budur” diyor. Biz de, iddia ve ısrarla, “Hayır; sizin söylediğiniz Marksizm değil” diyoruz. Bu kadar ayrı ve karşıt iddiaların tartışılması zorunlu değil mi? Bu tür meseleleri tartışmak güç mü arkadaşlar? Biz baştan, Marksizmin felsefede materyalist olmak zorunda olduğunu, ayrıca tarihsel olarak materyalist de olduğunu söylüyoruz.

Ancak mesele burada kapanmıyor. Marksizmin felsefede materyalist olduğunu ve materyalist olmak zorunda olduğunu savunanlar arasında da ayrımlar görülüyor. Burada bizim, bağdaştırmacı, ikici, varlığı ikiye bölen, çifte ontolojist diye tarif ettiğimiz kesimler yaygın olarak yer alıyor. Yani, dünyada maddenin de bilincin de geçerli olduğu kısımlar vardır diyorlar. Böyle bir materyalizm olur mu?

Burada durayım, felsefe kısmını getireyim. Felsefe bileşkeni müthiş bir karmaşa içerisinde. Peki, bu baştan beri hep böyle miydi? Hep böyle değildi, baştan beri hep böyle değildi. Arkadaşların birçoğunun ısrarla vurguladıkları Komintern’in ilk dönemlerinde, böyle değildi. Biz zaten o dönemin bir kriz dönemi olmadığını, o dönemin özel bir bütünlük dönemi olduğunu kabul ediyoruz. Buna ilişkin ifadeler ta Taslağımızda var. Orada sorunların 1920’lerin ortalarında başladığı söylenir.

Marksizmin diğer bileşeni, bilim bileşeni, tarih bilimi bileşeni, hani genel olarak tarihsel materyalizm diye andığımız bileşen. Bu nedir? Bu bizce şudur: Marksizm tarih toplumsal gerçeğin niyetlerle, bilinçle yürümediğini, niyetlerin ve bilincin tarih toplumsal zorunluluk tarafından tayin edildiğini ve belirlendiğini iddia eder. Biz Marksizmin bunu söylediğini iddia ediyoruz. Biz Marksizmin bilim çalışmalarının temel argümanının bu olduğunu iddia ediyoruz.

Marksizmi, Türkiye’de ve dünyada bugün bu tanım üzerinden kabul edenler var mı? Evet var; ama çok az sayıda. Birbiriyle ilgisiz iki kesim… Arkadaşlar; bir biz varız, gerçekten tevazuya yer yok; bir de tarihin bu yürüyüşü karşısında “elimizi kolumuzu bağlamamız gerekir” diyen, arkadaşların genel olarak mahkûm ettiği −bizim de katıldığımız üzere−, “İkinci Enternasyonal Marksizmi” denilen akım ve şurada-buradaki sürdürücüleri var. Tarih zaten ilerliyor, tarihin ilerleyişini Marksizm komünizme doğru bir nedensel zorunluluk olarak tarif etmiştir. İnsan iradesine de burada yer yoktur, tersine insan iradesini bu tayin eder diyenler ve elini kolunu bağlayanlar var.

Üçüncü kısma geçeceğiz. Biz, İkinci Enternasyonalcilerin pozitivist Marksizm anlayışına sahip değiliz. Bunu inatla, ısrarla, iftiharla, özgüvenle söylüyoruz. Marksist literatürle şöyle-böyle tanışık birilerinin dahi, bu görüşlerimizin İkinci Enternasyonalcilerin bilimsel olarak pozitivist, politik olarak reformist Marksizmiyle görünüşte ya da asılda bazı benzerlikler taşıdığını görmemesi mümkün mü? Biz, İkinci Enternasyonal Marksizmiyle bu ‘benzerliği’n farkına varmadan 37 sayıya ve 10 yıla ulaşmış olabilir miyiz? Biz, bunu gözetmeyen, yani İkinci Enternasyonal Marksizmini görmezden gelerek, salt Marksizmdeki idealist, tarihsel idealist özneci akımları karşımıza alarak bir determinist ve materyalist konum inşa etmiş değiliz. Aksine, iki tarafla da vuruşarak ilerledik.

Marksizmin bileşeni tarih bilimine göre, tarih öznesiz bir süreçtir, altyapı üstyapıyı belirler.

Genel olarak ‘piyasa’da gördüğümüz yaklaşımlar, yani Marksizm alanındaki egemen görüş nedir? Altyapı üstyapıyı belirler, ama üstyapı da altyapıyı belirler derler.

Bizim görüşümüze göre bu Marksizm değildir; bu, Marksizmin bilim bileşeninin, tarih biliminin temel önermelerini reddetmektir.

Bu konuda uzun ve zorlu bir tartışma götürmek gerektiğinin farkındayız. Çünkü Marksizm alanında bu görüşler egemen. Marksizm diye ortaya sürülen yaklaşımlar bu karmaşalarla dopdolu.

Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya meşhur “Önsöz”ü vardır. Bu önsözde söz konusu mesele çok açık, çok nettir. Ama biz, Marx’ın ve Engels’in bütün bilim çalışmalarının temelinin bu olduğunu iddia ediyoruz. Alman İdeolojisi’nden itibaren altyapı üstyapıyı belirler, varlık bilinci belirler, bilinç varlığı değil. Özne maddeyi değil, madde özneyi yaratır ve belirler. Marksizmin tarih anlayışı budur. Peki, bu tarih anlayışında devrimci özneye yer yok mu? Evet, yok! Bu tarih anlayışında devrime elbette yer var, ama ‘devrimci öznenin yaptığı devrim’ denilen şeye yer yok. 

Bu tarih anlayışı ne diyor? Devrimci özneyi tarihsel zorunluluk bir şekilde hareket etmek zorunda bırakır; bir şekilde hareket etmek üzere iter, yaratır, kurar. Dolayısıyla, genel olarak anlaşıldığı üzere, ‘devrimci özne’ ile onun çekiştiği ve cebelleştiği ‘zorunluluk’ şeklindeki ikilik Marksizme özgü bir ikilik değildir. Fakat, Marksizmin bütün alanı bu görüşler tarafından işgal edilmiş durumdadır.

Bize göre, hayır, Marksizm bu görüşlere katılmadığı gibi, bu görüşler Marksizme özgü de değildir. Tam tersine, bu görüşler asıl başka anlayışların uhdesindedir, başka düşüncelerin tarih anlayışıdır. Marx’tan yüz yıl önce yaşamış İtalyan düşünürü, Yeni Bilim’in yazarı Vico var özel bir örnek olarak. Emin olun, bütün düşünce ve fikir tarihi bu görüşleri savunan kimselerle dolu –Marx’tan önce de sonra da…

Üçüncü kısma nihayet geldik; Marksizmin politika bileşeni.

Peki, bilimle, tarih bilimiyle ilgili söylediğim onca laftan sonra, Marksizmin politika bileşenine yer bulunabilir mi? Yani, madem her şey zorunluluk, özne işi, yani özgürlük alanında cereyan etmek durumunda olan politikaya nasıl yer açacağız? 

Eğer şu anda salonda bulunan bir arkadaş, “Kalkacağım, dışarıdaki çayhaneye kadar gidip çay alacağım ve tekrar gelip yerime oturacağım” diye düşünür ve bunu yaparsa, biz onun bir özgür özne olmadığını nasıl söyleyebiliriz? Bu arkadaş, kendi tarihini yapmış, ve çevresindeki tarihi de değiştirmiş olmuyor mu? Biz böyle bir özgürlüğü nasıl ve hangi gerekçeyle reddedebiliriz?

Hayır; reddetmiyoruz. Bize göre de arkadaş şu anda özgür bir özne olarak, nesnellikte kendine bir yer açtı ve özgür bir eylem yaptı.

Reddediyoruz. Psikoloji, bireyin davranışını nesne edinen bir bilim. Psikolojiye göre, bu arkadaş Allah bilir hangi zorunlu saiklerle böyle hareket etmiştir. Psikoloji bu olayı, arkadaşın varlığının nesnesi olduğu bir nedensel sürecin dinamiği içinde ‘gayet bilimsel’ bir şekilde açıklayabilir. Ama biz, şu anda bu olaya şahit olan bizler bunu bilmeyiz, ve onu özgür sanırız –zaten kendi de özgür olduğunun ‘bilincinde’dir. Psikolojiye göre ortada bir tarih yapma yoktur; belki olsa olsa tarihin yapması, yaptırması vardır.

Devrimler nasıl oldu, devrimleri ortaya çıkaran dinamikler, devrimlerde rol oynadığı düşünülen fikirler nasıl ortaya çıktı, hangi zorunluluklar o düşünceleri, o insanları, o militanları, o partileri, o hareketleri ortaya çıkardı? Tarih bilimi bu sorulara ‘gayet bilimsel’ yanıtlar verebilir ve veriyor.

Biz, şu anda çay alıp geldiğini tasavvur ettiğimiz arkadaşın hareketine maruz kalanlar, bunu bilimsel olarak mı ele almalıyız, hatta alabiliriz, onu özgürlüğünü esas alarak mı değerlendirmeliyiz? Arkadaşın hareketini istesek de zaten bilimsel olarak değerlendiremeyiz. Bize göre o özgür bir özne olarak hareket etmiştir ve bizden, özgür özneler olarak bizden gereken özne-işi yanıtı almalıdır.

Bu teşbih ne kadar sağlıklı olur bilmiyorum; ama biz, özneler arası ilişki ortamını politika alanına ait, konjonktüre ait bir hadise olarak görüyoruz. Arkadaş şu anda, hepimizin ortak olarak içinde bulunduğumuz anda özgür bir özne olarak hareket etmiştir.

Fakat, tekrar edeyim; şu anda bulunmayan, tanımı gereği şu anda bulunan şu anın dışında olamaz zaten, psikolojik bir bakış hadiseyi bir bütünsel dinamiğin içinde değerlendirir ve ortada özgür özne değil, olsa olsa zorunlu gereklere uygun hareket eden bir taşıyıcı görür.

Biz, “içinde bulunan anda özneler vardır” diyoruz. Özneler nasıl yaratılır? Gene mecaz olması anlamında söylüyorum. Bir televizyoncu düşünün, omzunda canlı yayına bağlı bir kamerayla arabada giderken, kaza oluyor. Bu kameraman, kendi kazasını canlı yayında televizyona aktarıyor. Politikanın dinamiği bizim anladığımız bu şekildedir. Bu televizyoncu, kendi kazasının analizini, soyutlamasını falan filan ne kadar yapabilir? O televizyoncunun iletişim fakültesinde aldığı bilgiler ne kadar katkı yapar içinde bulunduğu andaki davranışı ve ‘soyutlama’sına… İçinde bulunulan anda, bir başka ifadeyle konjonktürde bilimin rolü ve yeri bu kadardır bizce.

Biz şöyle diyoruz: Konjonktür içinde olunulan andır; bir öznenin içinde bulunduğu andır. Bu ne demek? Öznesine göre değişir. Bunu gene açmaya çalışırım. İçinde yaşanılan anda her özne –‘teknik’ ve fiziksel sınırların izin verdiği ölçüde– serbest hareket eder, bilinciyle hareket eder. Ama, bunu tarih bilimsel olarak anlamaya kalkışırsak, onun bilincinin de tarihte nedensellikler tarafından yaratılmış olduğunu teslim etmek durumundayız.

Teşbihlere devam edeyim. Tıp çevrelerinde bir doktrin tartışmasıymış. Bazılarına göre, hasta yok, hastalık varmış; ötekilere göre, hastalık değil, hasta varmış. Bizim anlayışımızı, tarih ve konjonktür ayrımımızı bu anlamda ifade edebiliriz. Bize göre, tarih bilimsel açıdan, hasta yoktur, var olan hastalıktır; konjonktürde, politik açıdan ise, hastalık değil hasta vardır.

Tarih bilimsel açıdan ya da politik bakımdan her ikisi de vardır, demenin bir anlamı bulunmuyor; boş bir önermedir. Aslında en yaygın yaklaşım bu, ama belki tam da bu yüzden, ‘boş’luğu fark edilmiyor. Bu yaygın anlayışa göre, hayat ve politika gayet basit bir uygulama ilişkisinden başka bir şey değildir. Hazır zaten elimizde her türden hastaya uygulanacak bilimsel reçetemiz var; bir insan-öznenin bunu en uygun bir tarzda edinmesi de gayet kolaydır.

Genel olarak Marksizmin felsefe bileşeni hakkında ve bizim bu konuda ettiğimiz laflara ilişkin pek bir tepki gelmiyor. Herhalde, kafayı felsefe gibi boş meselelere takmış iyi niyetli birtakım çocukların çok da suya sabuna dokunmayan meşgalesi olarak kabul ediliyor. Sadece, ettiğimiz laflar, kafalardaki devrimci özne imgesine dokunuyorsa, neredeyse kesin bir ortaklaşa tutumla karşı çıkıyorlar.

Biz de görüyoruz; genel olarak bizim Marksizmin dışında algılanışımız en çok bu bağlamda beliriyor. Süreç ile an, bilim ile politika arasında yaptığımız ayrım ve kuracağımız bağlantının niteliği, bizi genel olarak Marksizm alanındakilerin gözünde uzak bir yerlere yerleştiriyor.

Biz, süreçle an, bilimle politika arasında ‘epistemolojik bir ayrım’ vardır diyoruz ve bunda ısrarlı olmayı sürdüreceğiz. Sanılıyor ki, elimizde bir güzel ortaya konmuş Marksist bilim kitabı var, onu edinir –edinebiliriz de nitekim! – ve sokağa çıkarsak, hakkıyla uygularız; uyguluyoruz da… Zaten, Marksizmin kitabı da uygulamaya çok müsait; bir eylem rehberi olarak hazırlanmış bulunuyor. Çünkü o kitap gerçeğin ruhuna vakıf, gizine ulaşmış bulunuyor; buna uygun özneler olabilirsek, gerçekliği değiştirmek de çocuk oyuncağıdır, bir uygulama işidir, teknik bir meseledir.

Hayır; biz bu anlayışa karşıyız. Politika böyle bir şey değildir. Kautsky, zamanında “Marksizmin papası” kabul ediliyordu. Lenin, yaklaşımlarından birçoğunu Kautsky’ye dayandırmaya özen gösterir. Lenin, Kautsky’nin Birinci Dünya Savaşı başından itibaren başlayan ‘ihanet’inden epeyce sonra, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky kitabını yazdığı sıralarda, “Kautsky’ye Marksizm öğretmek bize düşmez” mealinde sözler ediyordu hala. Ama Marksizmi bu kadar bilen Kautsky, politikadan başlayarak Marksizmden uzaklaşmıştı. Politikada devrimcilik, politikada Marksist olmak bilmekle, bilgiyle ilgili değil.

Dolayısıyla, bir konjonktürde Marksist devrimci olmanın ön koşulu Marksizmin kitabını hatmetmek değildir. Genel olarak bize dönük eleştirilerin belli başlılarından biri, bizim, “teoriyi esas aldığımız”, “krizin ancak teoriden yola çıkarak çözülebileceği” ve hatta “bu işi ancak bizim başarabileceğimiz” şeklinde oluyor. Biz ısrarla başka bir şey demeye çalışıyoruz. Pratik-politik her zaman önce gelir; ancak kriz zamanlarında teorik faaliyet de öncel bir nitelik kazanır.

O halde yaptığımız işin anlamı ne? Tamamıyla, teorik bir gevelemeden başka bir şey değil mi? Şunu demeye çalışıyoruz. Biz başlangıçta Marksist devrimci bir örgütün içinde faaliyet yürütürken, yani bilfiil devrimciyken, –şimdi pratik devrimciler olmaktan uzağız, bunu her fırsatta ısrarla vurguluyoruz– Marksizme ilişkin politik bir gerekçeyle, Marksizmin ihtiyaçlarının bizim şu anda bulunduğumuz alanda bir ‘cephe’ açmayı zorunlu kıldığına kuvvetle inandık. Bu cephede herkesin bulunması gerekmiyordu, yani içinden çıktığımız örgütlerin varlığını muhakkak sürdürmesi gerektiğini Marksizmin bütünsel ihtiyaçları bakımından ileri sürüyorduk. Bugün ve başlangıçta 1993’te de her örgütü Marksist kabul ediyor değiliz, değildik. Bizim birçoğumuz Marksizmin pratik-politiğini yürüten akımlardan çıkıp geldi. Biz örneğin MLKP’yi önde gelen bir politik Marksist örgüt olarak kabul ediyoruz. TKP-K’yı politik Marksist bir örgüt olarak kabul ediyoruz.

Biz çıkarken, asıl işin teori olduğunu hiçbir şekilde ileri sürmedik. Bazılarının asıl işinin teori olması gerektiğini savunduk. Politik olarak Marksizmi yaşatan, sürdüren özneler var dünyada ve Türkiye’de dedik ve hala diyoruz. Net olarak söyleyeyim: Onuncu yılımızda da, Marksistlerin asıl işi teori sorunlarıdır, demiyoruz ve demeyeceğiz. Sadece, Marksizmin ihtiyaçlarının bu alanda da cephe açmayı gerektirdiğini söyledik ve söylüyoruz. Biz, kendini bu cepheyi açmakla yükümlendirmiş, bu işi üstlenmiş bir kollektifiz. Fakat, zinhar, herkesin bu işi üstlenmesi gerektiğini söylemedik. Adıyla sanıyla iki örgütü andım, onlar, Taslak metnimiz 1993’te yazıldı, 1993’ten beri mücadele yürütüyorlar politik Marksistler olarak ve niteliklerini yeniden-üreterek… 

İslamcılar arasında bir tartışma vardı. Çok sayıda İslami görüş var; aralarındaki farklar da gözden kaçırılamaz düzey ve derinlikte. Ama tartışılmaz kutsal kitap tek. Bu aynen Marksistlerin politikaya bakışları ve bilim politika ilişkilerinin kuruluşlarında da geçerli. Kuran var, Tanrı kelamı; gerçeğe tamamıyla vakıf. Her şeyi içeren ve onunla içsel bir ilişkiye girmiş olan bir dindar bugün toplum içinde mücadele yürütecek ve o toplumda Kuran’ın sözünü hakim kılacak. Peki, bu konuda birbirinden ayrı üç akım varsa, üç İslamcı örgüt varsa ve farklı şeyler söylüyorsa, bunun doğruluğunun kriteri nedir? Hepsinin tartışılmaz referansı Kuran mıdır onların arasındaki ‘doğru’yu belirleyen? Yok böyle bir şey; Kuran gelip ya da Allah gelip sensin demiyor. Artık bu düzeyde ilahi bir belirlenim olamaz. Karmaşık ve çıplak güç ilişkileri, gayet dünyevi ölçütler devreye girecektir burada.

Politik güç ilişkileriyle yola çıkarsanız, dünyevi kuvvet ve kudrete sahip olanlar, diğerlerini hakimiyet altına alır ve gerek görürse ezer de. Fakat bu iş bitmiş olmaz. Yani, ‘İslamın bugün yürütücüleri, İslamın gerçek cengaverleri, mücahitleri kimdir?’ sorusu Kuran’î anlamda hala yanıtlanmış olmaz. Marksizmin bilimi anlamında da, bu bağlamda, böyle bir soru yanıtlanmaz.

Biz burada ne yapıyoruz? Öznel, metafizik bir yöntem seçiyoruz, zaten başka bir şey de olamaz. Yani, kim kendi Marksizm anlayışının, kendi toplam varlığının hakiki Marksizmi temsil ettiğini iddianın ötesinde bir gerçek olarak ileri sürebilir? İddianın ötesinde bunun hakikat olduğunu kim söyleyebilir, kim kime inandırır? Gücünüzle kendinizi ve kendi görüşünüzü hakim kılarsınız, ama anlayışın kendi dünyasında bunun hükmü yoktur. Böyle bir şey yok. Bu sözlerimden safiyane bir düşünce özgürlüğü anlayışı çıkarılmıyordur umarım. Ben, İslami anlamda Kuran’î hakikatle dünveyi hakikat arasında bir ilişki olmadığını söylemek istiyorum.

Bolşeviklerin dünyada Marksizmi, Leninist Marksizmi hakim kılmaları, Leninist teoriden mi kaynaklandı? Hayır, böyle bir şey yok. Leninizmin politik gücünden kaynaklandı. Leninizm Ekim Devriminin gücüyle dünyada ezilenler hareketinde egemen oldu. Ama, biz şu açıklamaları yapıyoruz. Lenin’in yoludur Marksizmin izini süreceğimiz yol, diyoruz. Buna birtakım teorik gerekçeler getiriyoruz. Bu gerekçeler bizce uygundur, başkasınca uygun değildir.

Dediğim gibi, güç dışında, dışımızda bir kriter yok, hep içimizde, kendinden menkul. Yani bu anlamda, teori tarihe içkindir, tarihtedir, tarihe tâbidir. Ayrımlık şuydu: Tarihte teoriyle politika ayrı değildir, tarihte teori politikaya tâbidir.

Fakat, bir de bu anlamda tarih-dışı bir şey var. Nedir bu?

Bizim tarih bilimi anlayışımıza göre, örneğin, komünizm geleceğin konusu değildir; komünizmle feodalizm arasında gerçekleşmiş olma anlamında tarih bilimsel bir fark yoktur; ikisi de olmuş-bitmiştir. Bu bizce, Marksizmin temel nitelikte bir bilimsel önermesidir.

Komünizm olmuştur; bu ne demek? Şu demek: Marx’ın eserinde ve toplam olarak Marksizmin bilim bileşeninde, kapitalizmin nasıl zorunlu olarak yerini –bir geçiş döneminden sonra– komünizme bırakacağı ortaya konmuştur. Yani, komünizmin bir ütopya olduğu, ancak bizim mücadelemizle gerçekleşecek bir şey olduğu argümanının bilimsel bir değeri yoktur. Bu, hangi anlamlarda geçerli bir argümandır? Bu argüman politik anlamda, çoğu durumda ideolojik anlamda geçerlidir. Mesela yenilgi dönemlerinde genellikle ütopyaya sığınılır; ütopik eğilimler galebe çalar. Ama bunların bilimsel hakikatle karıştırılmaması lazım. 

Tamam, der yenilenler, tarih böyle diyor olabilir, ama bizim ütopyamız var ve biz ütopyamız uğruna zorunluluğa karşı savaşacağız.

Bu gayet güzeldir. Biz de böyle bir dönemde bu tür ütopyalarla aşık atarız. Fakat, politik düzlemde kalmak ve bunun ideolojik bir mesele olduğunun farkında olmak, bunu unutmamak kaydıyla. Marksizmin bilimi bu değildir. Tekrar ediyorum: Bilimsel anlamda Marksizm için komünizmle feodalizmin olmuş-bitmişlik anlamında bir farkı yoktur; ikisi de olmuş bitmiş şeylerdir. Kronolojik tarihle bilimsel tarih arasına bir ayrım çizgisi çekiyoruz. Öte yandan, kronolojik tarih bakımından da, eğer dünyaya örneğin bir kuyruklu yıldız çarpmaz ve dünyadaki yaşamı ya da ‘uygarlığı’ yok etmezse, yani tarih-toplumsal nedensellik zinciri, başka bir nedensellik zinciri tarafından geçersiz kılınmazsa, komünizm kesinlikle gelecektir. Fakat bu istihareye yatılacak bir vadeye bağlı algılanamaz. Wallerstein, biliyorsunuz, geçen yıllarda, “50 sene sonra kapitalizm çökecek” demişti. Marksizmin bilimsel yaklaşımının bu tür düşüncelerle ilgisi yok.

Dünyada da Türkiye’de de birçok Marksist, üçüncü bin yılın, hatta 21’inci yüzyılın, insanlığın tarih-öncesinden tarihe geçişine tanık olacağını ileri sürdü. Hikâye, kehanet; bunlar fala bakıyor. Fakat, bu falların, kehanetlerin bugün politik mücadelemize yararı varsa, bu konuda ortaksak, bizim hiçbir itirazımız yok; bu anlamda hiçbir itirazımız yok. Fakat, inanılarak bilimin gerçeği diye savunulursa, bu görüşlerin kesinlikle karşısındayız.

Arkadaşların eleştirilerine, özellikle de ayrı bir düzlemde Ercan’ın “daha çok politik meseleler, mevzular” diye benim ifade ettiğim, vurgularına karşılık bir şeyler söylemeye çalışacağım. İbrahim Horoz’un söylediği birkaç şey var. Bizim Avrupa-merkezlilik ilişkili sorunlarımız… “Arkadaşlar sörf yapıyorlar” dedi, “Avrupa-merkezli düşünceler arasında”…

Bunu kabul ediyorum, bu biraz doğru. ‘Biraz’dan şunu kastediyorum: Gerçekten, dışarıdan bakan bir gözün böyle bir şey görmesi bizim açımızdan meşru. Öyle görünür, haklısınız. Hatta görüntüden öte bazen gerçekten sörf yaptığımız da oluyor. Bu kusurumuzun mazeretlerini anlatmaya çalışacağım.

Düşmanın alanına giriyoruz, yabancı alana giriyoruz, muhakkak yabancı alana girmeli diyoruz. “Düşmanı tanımak için, düşmanın alanına girmek gerek” diye bir laf vardır. Gidiyoruz, bazen çok yakın dostlarımız bile bizi orada toz-duman arasında düşmanla, yabancıyla karıştırıyorlar; bazen de biz yabancı topraklarda esen ılık melteme kendimizi kaptırıyoruz. Bazen rüzgâr bizi çarpıyor; bazen de belki akademistik modalara kapılıyoruzdur. Bunlar da bu işin riski. Ama şu konuda net bir itirazım var. Biz politik Marksizmin tarihinde, Leninizmle birlikte, Lenin’in eserinden, Çin Devrimine, Mao’nun eserine geçen dinamiği çok önemsiyoruz. Bu bizi en başta politik olarak Avrupa-merkezciliğe karşı şerbetli kılacak nitelikte bir özellik.

1993’te yazdığımız temel metnimiz, bildirgemiz, şöyle diyor: “’Çin Devrimi, Stalin’in iradesine rağmen gerçekleşmiştir’ diyen ve bunda haklı olan Mao.” Samir Amin, Ekim Devrimi süreciyle Çin Devrimi sürecini karşılaştırıyor, bu arada Lenin’i de bu anlamda Avrupa-merkezlilikle bağlarını yeterince koparmadığı için eleştiriyor. Buna katılıyoruz. Çin Devrimini niye önemsiyoruz, Mao’nun eserini…? Sınıfçılığın dışına nihayet, anlayış bazında kategorik bir şekilde geçmenin pratiğini sergiliyor da ondan. Mao devrim yapmıştır ve Marksist olarak devrim yapmıştır. Şöyle bir genelleme yapabiliriz: Dünyada genel olarak Marksizm alanında, Mao, bu niteliklerinden dolayı Marksist görülmezken, biz, onu tam da bu niteliklerinden dolayı Marksist kabul ediyoruz. Çin’de Komintern’in direktifleri doğrultusunda ya da Troçki’nin yaklaşımına uygun bir şekilde, büyük şehirlerde ve işçi sınıfının içinde çalışma yapan komünistler, emperyalistlerin kontrolündeki ve Çin polisinin giremediği ‘korunaklı’ semtlerin ‘cafe’lerinde toplantılar yaparken, Mao’nun adına yazılan komünist devrimci tarz, kırlarda mücadele yürütüyordu…..

 

OTURUM BAŞKANI- Arkadaşlar da bu tür konularda görüşlerini ifade etmek isterlerse, tabii onlar ayrı bir vakit konuşabilirler. Birçok yerden işaret alıyorum, sizin anlattıklarınız heba olabilir.

 

METİN KAYAOĞLU- … Avrupalıların görüşlerini izleme meselesine birkaç sözle devam edeyim. Lenin’den sonra, teorik Marksizm adına, tarihte “Batı Marksizmi” dışında bir şey, Batı Marksizmi dışında elle tutulur bir eser yok. Varsa bulan söylesin, biz de izleyelim. Biz o yüzden “Doğu”ya bakarken İslam düşüncesine yöneldik. “Doğu”da, Asya’da, Güney Amerika’da teorik Marksizm yok. Batı Marksizmi içindeyse, İkinci Enternasyonal’den sonra, birbirinden derinden farklı iki ekol var. Bunların birini Lukacs-Gramsci çizgisi diye niteleyebiliriz; öteki Althusser’in adında belirginleşiyor. Bunların ikisi birbirinden dağlar kadar farklı. Ama arkadaşlara uzaktan, sisler arasından hepsi birbirine benzer görünüyor. Biz, Althusser’i Fransız Komünist Partisi adındaki reformcu partinin içinde yer aldığı için değil, sözünü ettiğim “teorik Marksizm”i temsil ettiği için önemsiyoruz. Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Ara veriyoruz.

 

İKİNCİ OTURUM

 

OTURUM BAŞKANI- Söz alabilirsiniz, fakat buna da bir süre koyalım. Soru ve görüş kısmı 1, 5 saati geçmezse diye iyi olur diye bir temennide bulunalım. Buyrun.

 

(SORU)- Bu toplantıların Ankara ve İstanbul ayağını duydum, İzmir’de olacağım dedim. Teori ve Politika’nın ilk sayısını hatırlıyorum. Merak etmiştim, ama sonra hiç takip edemedim. Benim teori denilince anladığım iki ayrım var. Bir burjuvazinin üretmiş olduğu teoriler vardır, bir de Marksist teori vardır. Biz Marksist teoriyi devrimci teori olarak kavradık, yani Marksist teoriyi, Marksist pratik, Marksist örgütlenme, devrimci örgütlenme olarak, tamamen bu şekilde kavradık. Gerçekten de Marksizm ancak bu şekilde gelişir. Böyle bir yaklaşım içerisinde olduğumuzu söyleyeyim.

Teorik üretimler, teorik merak vb. şeylerin belli bir yerden, belli bir dönemden uzaklaşmaya neden olduğunu düşünüyorum. Ben komünist değilim, benim kalkış noktam Marksist teoriyi örgütsel, politik ve siyasal anlamda geliştiren Bolşevizmdir. Ben Bolşevizmin Lenin dönemindeki ilk dört kongresini savunurum. Benim kılavuzum budur ve bunu dikkate almayan hiçbir siyasi hareketin gerçek anlamıyla teori üretmeyi gerçekleştiremeyeceğini düşünüyorum. Çünkü teori soyut bir şey olarak algılansa da öyle değildir, Marksizm adına geliştirilen teorilerin siyasal bir pratikten geçtiğine inanıyorum. Bundan bağımsız, eklektik bir şekilde masa başında oturularak, yani onlarca araştırmayı inceleyerek bir ihtiyacın giderilmesinin doğru olduğunu düşünmüyorum.

Dolayısıyla, gerçekten de Marksizm, Leninizm bizim için bir referanssa, bunun Marksizmin birikmiş boyutu olan Bolşevizm ışığında gelişeceğini düşünüyorum. Maya’dan konuşan arkadaş şunu söylemişti, “1915 yılında Bolşevikler İkinci Enternasyonal’den hangi açıdan kurtulamadılar?” Hangi açıdan peki? Yani enternasyonal anlamda mı kurtulamadılar, genel anlamda dünyadaki komünistler mi bundan kurtulamadılar, yoksa sadece Bolşevikler mi kurtulamadılar? Birincisi, bu sorunun cevabını almak isterim. İkincisi; birinci konuşan arkadaşın da “eski ideolojilere takılanlar var, bu eski ideolojiler geride kaldı” tarzında bir söylem içerisinde olduğunu düşünüyorum. Bence bu ideolojiler geliştirilmediği koşullarda eskide kalmış gibi algılanır ve bunun için gerçekten sorumluluk duymayanlar eski gibi görür. Ben bunu böyle yanıtlıyorum, ben eski olduğunu düşünmüyorum! Marksizm içinde tarihsel olarak, komünistlerin ileri tarihinden kılavuz olarak dikkate alınacak kalkış noktalarımız vardır.

Bolşevizm bizim için geçerli bir referanstır. Dolayısıyla, teori politikadan, politika siyasetten, siyaset de örgütten bağımsız değildir. İşçi sınıfı, hem bu topraklarda, hem dünya ölçeğinde yoğun bir saldırıya maruz kalıyor. Bunun yeni icatlarla, yeni birtakım teorik üretimlerle aşılacağını düşünen varsa yanılıyor. Varolan değerin politik verimliliğini artırma noktasında dışarıdan birtakım çabalarla teorinin gelişebileceğini düşünenlerin, ileride devrimci siyasetlere teori üretip yardımcı olacağını düşünenlerin anlayışının hayat bulmayacağını düşünüyorum.

Ben Marksist teorinin örgütsel anlamda, politik anlamda ve pratik anlamda mücadele geliştirdiği ölçüde ihtiyaçları gidereceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, teorik meselelerin gerçekten de bu anlamda çözüleceğini düşündüğüm için, ben bugün gerçekten de bu topraklarda Bolşevik tarzda bir devrimci partiye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. İki soruma cevap almak isterim.

(SORU)- Metin Kayaoğlu’nun konuşması esasen benim Teori ve Politika dergisi okumalarımın tümünde yaşadığım o hissi tekrar burada bana yaşattı. 2000’den bu yana Teori ve Politika’yı az ya da çok, derin ya da daha yüzeysel takip ediyorum. Yer yer bazı yazılarda devrimci konumlar aldığını da düşünüyorum. “Bizimkiler” yazısını özellikle hatırlatarak bunu söylüyorum.

Her defasında şu soruyla karşı karşıya kaldım. Derginin kapağını her kapattığımda, acaba Metin Kayaoğlu, orada yazar olan, o yazı koleksiyonunun içerisinde olan, orada kendini temsil etmeyi düşünen her kişi şöyle bir düşünce içerisinde mi? Pratik-politik devrimciler, pratik-politik insanlar ölecek, öldürecek, şehit düşecek, işkence görecek, tecavüze uğrayacak, ailesini kaybedecek, işini kaybedecek, hayat boyunca iki yakası bir araya gelmeyecek, ama onlar bir teori üretemeyecekler, bu bedelleri ödeyenler teorik bir şeylerle ortaya çıkıp bir önderlik yaratamayacaklar. Bunların dışında daha uyduvari bir biçimde duran bir entelijensiya, bunu özür dileyerek söylüyorum, evet bir entelejinsiya çıkacak ve bu arkadaşlar yapacak.

Ben uzun zamandır Atılım çevresiyle hareket ediyorum. Uzun zamandır, Teori ve Politika’nın çıktığı 1996 yılından beri hareket ediyorum. Büyük yenilgiler, büyük bedeller, büyük ihanetlerle büyüdük. Şunu her zaman doğru ifade etmek gerek diye düşünüyorum. Bugün bu topraklarda devrimi savunmak gündelik bir iştir. Sokağa çıktığın anda gündelik politikaya müdahale etmeni gerektiren bir iştir. Bugün Türkiye’de devrimcilik yapmanın bedeli ceza almaktır. Bugün Türkiye’de devrimcilik yapmak, kitap okumak dahi olsa, işkence görmeyi ve aynı zamanda ölmeyi, öldürmeyi göze almak demektir.

Sözlerim belki kaba gelir ama konuyu emekçilerin tüm sorunlarıyla bağlantılandırmaya çalışıyorum. Aydın, yarı aydın bir çevreden geldim, üniversite çevresinden… Kendim bir tür aydıncılıkla, bazı ayrıntılarla çarpıştım. Bir sonuca vardım ve bu sonuç da Teori ve Politika’yla yaşadığım ikilemi açığa çıkarttı. Ben, Metin hocama şunu sormak istiyorum: Gerçekten siz MLKP, DHKP-C gibi devrimci örgütlere, komünist denebilecek örgütlere ideolojik önderlik ettiğinizi mi düşünüyorsunuz, onların öncüsü mü olduğunuzu düşünüyorsunuz? Onların bugün pratik-politikayla elde edemediği bazı şeyleri sadece okuyarak, kapanarak elde edebildiğinizi mi düşünüyoruz? Bence bu soruyu yanıtlamalısınız.

Ben geçen yıl Okmeydanı’nda çalışma yürütürken, Teori ve Politikacı arkadaşlar da oradaydılar. Merak ediyorum, Teori ve Politika dergisinin okurları nasıl bir okur çevresidir, bunlar ne iş yaparlar? Yani, siz yazarlarısınız, bunu kabul ediyorum, amenna siz yola çıktınız… Peki okurlarınız nasıl bir teorik özgüllükle sizle bağdaştılar, size angaje oldular ve bunlar nasıl bir yol alacaklar? Bu durum bile, yani sizin okurlarınızın olması durumu bile bir tasfiyecilik yaratmaz mı?

Şunu sormak istiyorum: Bugün Türkiye’de şu gerçeklik üzerine tartışmak gerektiğini düşünüyorum. İşçi ya da emekçi kesimin içinde düşünerek, sebatla, azimle her gün onların günlük sorunlarıyla çarpışarak onlara önderlik etmeye, onların önderliğini yaratmaya çalışarak, aynı zamanda Marksizmin ya da komünist hareketin kriziyle mücadele etmek mümkün değil mi? Her iki hattan da yürümek mümkün değil midir ki bunları birbirinden ayırıyoruz? Teşekkür ediyorum.

OTURUM BAŞKANI– Bu paneli yönetme görevi bana düştü. Biz burada yaptığımız her söyleşinin, seminerin başında bir açıklama yapıyoruz. Tüm kitle örgütlerinde olması gerektiği gibi; kooperatifte de farklı siyasal görüşler olabilir ve buralarda herkes kendi siyasal görüşlerini kendi siyasal kimliğiyle söyler. Aynı zamanda da kurumun çalışmalarına ortak bir şekilde katılır. Özellikle, paneli yönetecek olduğum için, böyle bir açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Çünkü konuşulan konular hakkında bildireceğim görüşler; benim politik görüşlerimdir. Özgür Yaşam Kooperatifi’nin ortak görüşleri değildir. Önce bu konuda bir açıklama yapmış olayım.

Ben soru sormayacağım, çünkü Ankara’daki paneli izlediğimde, epeyce soru sormuştum. Bu soruların çoğuna cevap alamamıştım. Ankara’da zaman sorunu vardı, dil anlaşmazlığı oldu ve birbirimizi çok anlayamadık. Sorduğum soruları düzeltmek durumunda kaldık.

Ankara’daki paneli izledikten sonra, burada panel başlamadan önceki konuşmayı yapma ihtiyacı duydum. Üniversitede öğrenciyken, birinci sınıfa başladığımda, esasında şöyle bir arayış içindeydim. Devrimci olacağız, kim önce bildiri veriyor, ona gidelim. Merkezi Öğrenci Derneği var, ona katılayım falan gibi bir arayış vardı. Bir taraftan da kafamda bir ton soru vardı.

Özgür Üniversite diye bir şey kurulacakmış, burada ben bunları anlayabilirim, politika öğrenirim, felsefe öğrenirim, sosyalizm öğrenirim, diye düşünmüştüm. Aynı zamanda da devrimci olmak istiyordum fakat neye göre hangi siyaseti seçeceğimi belirleyemiyordum. Türkiye Devrimci Hareketler tarihi çalışması ile öğreniriz diye düşündüm. Sonra şunu fark ettim ki, esasen teorik olarak bunu yapmak mümkün değil.

Bir kere teori ve politika, ikisi, tek başlarına yan yana durabilen şeyler değil. Yani, teori ve politikayı bir arada tutuğunuz zaman, ortada aslında ilişkisi kopmuş iki kelime duruyor. Bunların birbiriyle ilişkisini kuracak bir özne olmadığı takdirde olmuyor.

Komünizm, Marksizm, Sosyalizm konularını tartışırken bile; teorik tartışma, öğrenme ve dünyayı anlama süreci, ömür biter bu süreç bitmez noktasına gelmişti. Dolayısıyla, böyle bir yolda anlamaya çalışmanın dünyayı kavramamı engellediğini düşünmeye başlamıştım.

Marksizm’de ideolojiyi tartıştığımız zaman bile, konuyu oturup önümüze koyduğumuzda, bu konuda kitaplar okuyup tartışmaya başladığımızda, ortada birçok Marksist olduğunu görüyoruz. Çeşit çeşit Marksist var. Bazıları üniversite hocası ya da tescilli bir liberal ya da bir işletmede müdür. Ankara’daki tartışmada, bence Ercan çok önemli bir ayrım noktasına işaret ediyordu. Marksist’im demek bir ayrım noktası olmuyor. Ne zaman? Esasen bunu bir amaçtan, hedeften, komünizm hedefinden, komünizm hedefine nasıl ulaşacağımızdan bağımsız olarak tarif ettiğimiz zaman…

Esasen, Marx’ın da, Engels’in de, Lenin’in de çeşitli dönemlerde, bazı konular hakkında farklı görüşleri olmuş. Onların bu görüşlerini belirleyen süreç aynı zamanda sınıf mücadelesidir. Bazı dönemlerde yanlış görüşleri olduğunu düşünüp görüşlerini değiştirmişler. Lenin’in ulusal sorun hakkındaki görüşleri Komünist Enternasyonalin İkinci Kongresinde Roy’la tartışmasından sonra değişti. Dolayısıyla, bu insanların tek tek görüşleri değişmiş olabilir, bunların hepsini benimsemek zorunda değiliz. Amaçlı siyaset yapanlar için bunların hepsini benimsemek, zaten hiçbir şey yapamamak demektir. Teorik olarak doğruluğunu ispat etmek için teorik bir tartışma alanında sabah akşam fikirleri tartışmak fikir kulübüne dönüşmekten başka bir şeye yaramaz.

Politikayla ilgilenme iddiasını ve devrimci olma iddiasını taşıyanlar farklıdır. Teori ve Politika, biz varız, bir de devrimciler var. Onlar Marksizmin bütünsel krizini çözemezler. Biz onlara yapacakları işlerde miğfer sunacağız, diyor. Biz de “siz zaten miğfer sunamazsınız” dedik. O miğferi sunmak için, önce Bolşevik tarzı bir parti lazım. Yani, devrimci örgüt olmadan, devrimci siyaset olmaz. Devrimci siyaset ancak devrimci teoriyle beslenebilir ve devrimci teori de devrimci siyasetin sorunu olduğunda tartışılacak bir şey. 

Marksizmin bütünsel krizi konusunda tartışmak üzere yan yana oturuyoruz, fakat tarih ve Marksizm hakkındaki görüşlerinizi ifade ettiğinizde, anlık olarak, bunu bile manasız görmeye başlıyorum. Çünkü, “özne mi nesneyi belirler, nesne mi özneyi belirler” tartışmasında siz “nesne özneyi belirler» derken; devrimcilerin de «özne nesneyi belirler» görüşünü savunduğunu iddia ediyorsunuz. Esasen, Marksizm tam da bu yanlış iki bakış açısının alt üst ederek ortaya çıkmıştır. Özne ve nesne arasındaki diyalektik ilişkidir belirleyici olan. Marx Alman İdeolojisi’nde olgularla değil, onlar arasındaki ilişkiyle ilgilendiğini söyler. Marksistlerin ilgileneceği ve bakacağı yer de burasıdır. Marx, özne ve nesne arasındaki diyalektik ilişkiyi kurmuştur. Bunu aynı zamanda varlık ve bilinç arasındaki diyalektik ilişkiyle tamamlayarak; varlık ve bilinç arasındaki ilişkinin ise ancak tarihin öznesi olan insanla kurulabileceğini söyler. Teori ve politika arasındaki ilişki de, ancak ve ancak özne-nesne; yani varlık ve bilinç arasındaki ilişki gibi kurulabilir. Nasıl ki varlık ve bilinç arasındaki ilişki ancak organik bir varlık olan insanla kurulabiliyorsa ve o olmadan bu iki olgudan söz edemiyorsak, teori ve politika arasındaki diyalektik ilişki de ancak bir devrimci partiyle kurulabilir.

Dolayısıyla, bütün bu bağlamın dışına çıktığınızda, bir taraf eksik, diğer tarafı şaşmış, elinizde karman çorman bir teori yığını kalır.

Özgür Üniversite Forumu da, Teori ve Politika gibi yıllardır çıkıyor. Esasen böyle baktığınız zaman, bir sürü aydın, çevre bu işleri yapabilir; üstelik sizinki gibi iddiaları da yok. Sizin asıl olarak savunduğunuz iddia, aslında aynı zamanda gerçekleştiremediğiniz iddiadır. Bu nedenle 10 yıldır sadece dergiyi çıkarabiliyor olmakla yetinmeniz ya da bununla övünmeniz doğru değil.

Bunu çok uzatmak ve tartışmak mümkün, Ankara’da da aynı şey olmuştu. Tarih konusunda sizinle anlaşmak mümkün değil. Siz “komünizm kesinlikle gelecektir hatta feodalizm gibi o da yaşanmıştır” diye bakıyorsunuz, bunlara hiç girmek istemiyorum. Hakikaten başka türlü bakıyoruz ve aynı dili bile konuşmuyoruz.

Bize göre siyaset, güç ve çıkarlarla ilgili bir şeydir. Güçler ve çıkarlar arasındaki çatışmayı; dünyayı belirleyen sınıflar mücadelesi belirler. Sınıf deyince sadece işçi sınıfı anlaşılmasın, işçi sınıfından önce de sınıflar vardı. Sınıfların, çeşitli çıkar gruplarının çatışmalarının sonucudur tarih. Tarihte yenenler, yenilenler; yenilenlerin tarafında yer alanlar, almayanlar var; galipler ve mağluplar var, bunun arasındaki mücadele var. Öyleyse bunun sonucu neyse, tarihi bu belirliyor. Bundan sonra da bu belirleyecektir.

Siz böyle bakmadığınız için, birbirimizi anlamamız bile çok zorlaşıyor diye düşünüyorum. Marksizmin başka türlü bir yorumunu savunuyorsunuz. Evet bu kesinlikle doğru. Siz İkinci Enternasyonal Marksizminin yorumunu savunuyorsunuz. Fakat onları en azından o zaman somut olarak eleştirmek mümkündü, kimseye miğfer vermekle yetinmek gibi niyetleri yoktu.

Zaten bu yoldan kimse, kimseye miğfer veremez. Yeteri kadar miğfer var etrafta. Biz miğfer vereceğiz diye yola çıkmışsınız, fakat Ekim Devrimiyle taçlanmış ve Komünist Enternasyonalle sosyal şovenlerden, şovenlerden, burjuva sosyalistlerinden yolunu ayırarak somut olarak konmuş ilkelerle ilgili bile değilsiniz. Küçümseme niyetiniz olup olmadığını tartışmıyorum. Böyle bir niyetiniz olmasa bile pratik olarak küçümsemiş oluyorsunuz.

Diğer konuşmacılarla ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum. Cem Bey konuşması içinde üç problemden bahsetti. Ne dedi? Birincisi; Marksizmin itibarı düşmüştür, bu moral bozukluğu yaratıyor. İkincisi; esnek üretim, taşeronlaştırma ve benzeri gelişmeler var; dünya bir fabrikaya dönüştü; üretim ilişkileri, işçi sınıfının karakteri değişiyor. Üçüncüsü; işçi sınıfı içinde sosyal şovenizm yaygınlaştı, Seydişehir’de işçiler şovenist sloganlarla sokağa çıkıyor. Bununla ilgili Enternasyonalde bir şey bulunamayacağını söyledi.

Ben de diyorum ki; “biz bulduk”. Bulduk dediğim, orada duruyordu zaten. Bulduktan sonra aynısını şablon gibi koyup uygulamak mümkün değil tabii ki. Bunun için denemek, tartışmak, yanılmak ve yeniden yapmak gerekir.

Birinci konu ile ilgili bir şey söylemek mümkün değil; Marksizmin itibarı ancak komünist siyaset yaygınlaştığı ölçüde yükselebilecektir.

İkinci konuya gelince; biz diyoruz ki, madem bugünkü üretim süreciyle beraber, sendikasızlaştırma – sigortasızlaştırma artmıştır. İşçi sınıfı içindeki en dinamik kesimler, en ezilen kesimler buralardadır. Buralarda örgütlenmek için araçlar yaratmak gerekir. Kooperatifler de tam bu işe yarar.  Sendikaya üye olamayanlar, tüketim kooperatifine gelip, ucuz pirinç alabilirler. Pirinci nereden nasıl alacaklarına birlikte karar verirler. Kendi kararlarını almayı, kendilerini denetlemeyi öğrenirler. Kooperatiflerde buluşup birbirine güvenenler, sendikalarda da buluşurlar, başka alanlarda da.

Üçüncü problemle de bağlantılı şunu söylemek lazım: Ucuz pirinç almaya Kürt’ü de gelir, Laz’ı da gelir, Çerkez’i de gelir; bir araya gelmişken birlikte hareket etmeyi öğrenebilir ve şovenist duygu ve düşüncelerden arınabilirler. Bu sene olduğu gibi; İzmir’deki dayanışma kurumları: Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifi, Umut Tekstil İşçileri Kooperatifi, Kondularda Yaşam Tüketim Kooperatifi, Limontepe Derneği 1 Mayıs’a hem “Yaşasın Eylemli Sınıf Dayanışması”, hem de “Eşitlik ve kardeşlik için Kürt ulusuna özgürlük” diyerek çıktılar.

Seydişehir işçileri bugün “vatan burasıdır, vatan bölünmez” derken, buradaki kooperatiflere pirinç almaya gelen kadınlar, işçiler; buradaki kooperatife üniversiteye hazırlık çalışmaları için gelen öğrenciler 1 Mayıs’a, sosyal şovenizme ve şovenizme karşı tutum alarak çıktılar. Onlar, halkların kardeşliği falan da demediler; kardeş olmak için bile önce Kürt ulusu özgürleşmeli dediler. Seydişehir işçilerinin bu tutumu ise; “Seka halkındır satılamaz” diyen sosyalistlerin de eseridir.

İşçi sınıfının gündelik sorunlarına, kısmi sorunlarına çözümler üreterek emekçiler arasında güven tesis ederek, emekçilerin devrimcilere güvenini ve devrimcilerin de onlara olan güvenini yeniden yaratmak gerekir. Kısmi ve ulusal mücadeleleri işçi sınıfının birleşik örgütlü mücadelesini yaratmak üzere; bütünsel ve uluslararası mücadelelere sıçratmak gerekir. Bugün bunu yapabilecek bir devrimci parti yoktur. Bu parti ideolojik bir tartışma ve netleşme süreci sonunda değil; tam da bugünden bunları yaparak yaratılacaktır. Bizim önümüzde duran, burjuva sosyalistlerinden, liberalizmden ayrışarak, komünistlerin birliğini gerçekleştirip; devrimci partiyi kurmaktır.

İhtiyaç duyduğumuz devrimci partinin yokluğu; örgütsüz siyaset yapmaya da neden olamaz. Çünkü örgütsüz siyaset diye bir şey olmaz. Devrimci örgüt olmadan, devrimci siyaset olmayacaktır diye bakıyorum.

Cem Özatalay’ın, cevabı olmayan sorular olarak ifade ettikleri tamamen cevapsız değildir. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresine bakmanız yeterli. Üçüncü kongrede, komünistlerin, kooperatiflerde-sendikalarda nasıl çalışacağı konusunda karara bağlanmış tartışmalar var. Bunları biz icat etmedik, biz bunları tarihten öğrendik. Ama hangi tarih diye baktığınızda; bu Komünistler Birliğinde yakalanan kızıl ipin, Komünist Enternasyonal’de nasıl en üst noktasına sıçratılabildiğini anlatan tarihtir.

Bu tarihi incelerken de taraflıyız. Dolayısıyla, biz bunları aslında hak ettiği gibi eleştirmeden bırakmayız. İkinci Enternasyonal de sizin için Marksizm alanı içinde olabilir, fakat biz karşı devrimci, sosyal şoven tutumları dolayısıyla eleştirir, mahkum ederiz.  Marksizm alanı diye tarif edip, onun da aslında orada bir kıymeti var demek, bizim için abesle iştigaldir.

Bir de şu “yeni arayışlar” konusuna gelmek istiyorum. Eskileri işimize yaramıyor yenisini icat etmek lazım diyenler var. Eskiler gerçekten işimize yaramıyor mu? Bunlar işimize yaramıyor diye onlara sırtımızı mı dönmeliyiz? Örneğin, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresine sahip çıkan başkaları da var. Fakat bunlara ilkesel olarak sahip çıkmak, pratikte ve siyaseten aynı şeyleri yapmak anlamına da gelmiyor. Dolayısıyla eskiler işimize yaramaz derken, neyin yarayıp yaramadığını iyi ayırt etmek lazım. Eskiler bizim işimize yarıyor ve tabii ki bunları yeni zamanda uygularken üstüne başka şeyler ekliyoruz.

Örneğin, bugün diyoruz ki, “İşçi sınıfından öğrenmeyenler, işçi sınıfının kitle örgütlerinde proletaryanın kendi demokrasi okullarını yaratamayanlar, yarın devrim olduğunda yeniden Sovyetler, komünler kurulduğunda ne yapacağını bilemez. O yüzden, madem ki bunu öğrenmek lazım; gelin, işçi sınıfının kitle örgütlerinde birlikte çalışalım; gelin mahallelerdeki kooperatiflerde birlikte çalışalım. Nerede ucuza pirinç buluruz, nerede iyi matematik dersi anlatılır, aynı zamanda bunları yapalım. Bu yaptığımız işler aynı zamanda Marksizmi öğrenmeye, tartışmaya engel olan şeyler değil. Ya da bu kitle örgütlerinde birlikte çalışmak için aynı partide buluşmak ya da aynı siyaseti benimsemek de gerekmiyor.

İşçi sınıfının mücadelesine küçük de olsa bir katkımız olsun diyenler, yüzlerini bu tarafa dönmek durumundadır diye düşünüyorum. “Felsefe alanında birtakım tartışmalar yürüteceğiz, burada sonuçlar çıkartacağız, sonra bu çıkarttığımız sonuçlara geri dönüp bakarak pratik politika yapacağız” diyenlerin işçi sınıfının tarihsel kurtuluşuna pek müdahalesi de olmayacaktır.

Hareket noktası için ihtiyaç duyulan, felsefe alanında bir tartışma değil. Zira Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresi bu işi görüyor. Geriye dönüp tarihe bakmak için de; ileriye gitmek için de kılavuz oluyor.  Kılavuzsuz siyaset olmaz. Bu kılavuz yetersiz olabilir, yetmediği noktada siyasal birtakım problemler olarak karşınıza geldiğinde bunu tartışırsınız.

Bunu yapacak, bunu denetleyecek, devrimci teoriyi denetleyecek, nereden çıktık, nereye gidiyoruz, amaçlarımız ve hedeflerimiz neydi, bunları gerçekleştirirken nelerle karşılaştık; neye tosladık… tüm bunları yapacak organize bir şey lazım: devrimci parti.

Ve, evet, toslayacağız, bunda bir şey yok, yıllardır devrimciler tosluyor ve sonra yeniden toparlanıyor. Eğer ki toparlayacak bir örgüt yoksa o zaman toparlanmak mümkün değil.

İbrahim Horoz, Marx ve Engels’in Komünistler Birliğini kapatıp teorik çalışmalar yapmalarının iyi olduğunu söyledi. Bu çok tehlikeli bir görüş. Marx ve Engels’in yaptığı gibi, eğer ki Komünistler Birliği kapatıldıysa; Birinci Enternasyonal Amerika’ya taşındıktan sonra kapatıldıysa; ortada hesap soracak Bolşevik Parti gibi bir parti yoksa; o zaman bütün bu yapılan işler nihai hedefine ulaşamayacaktır. Eğer, Lenin de, İbrahim Horoz’un dediği gibi, Marx ve Engels’in yaptığını yapsaydı, bir Bolşevik Devriminden bahsedemezdik.

Biz demiyoruz ki, Kapital’in yazılması gerekmezdi. Fakat, bu ne demek? Bu işler için devrimci örgütlerin sürekliliğine gerek yok demektir. Tasfiyeci bir bakış açısıdır.

Nisan konferansında parti içindeki tartışmalarda Lenin’in tek başına kaldığını ve birçok önerisinin kabul edilmediğini hepimiz biliyoruz. Ne o zaman, ne de Birinci Dünya Savaşında İkinci Enternasyonal çöktüğünde Lenin’in devrimci örgütten vazgeçmediğini biliyoruz. İkinci Enternasyonal’in çökmesi dahi onu yeni bir dünya komünist partisi örgütlemeye sevk etmiştir.

Marx’ın ve Engels’in Komünistler Birliğini kapatmasını, Birinci Enternasyonal’in tasfiye sürecine yönelmesini olumlu görmek, tasfiyeci ve tehlikeli bir bakış açısına işaret eder. Komünist harekette bugün yaşanan problem tam da bununla ilgili bir şey. 

Komünist Enternasyonal’in kapatılması da aynı bakış açısıdır. Eğer olsaydı, belki de birileri kalkıp; biz 10 yıldır yanlış yapıyoruz, 30 yıldır yanlış yapıyoruz, 5 yıldır yanlış yapıyoruz deyip müdahale edebilirlerdi. Fakat, elimizde devrimci örgüt yoksa; tartışacak, müdahale edecek, hareket edebilecek bir organizma yok demektir. Hiçbir şeyi değiştiremeyiz, sadece olanlar karşısında ah vah edip, birtakım teorik açılımlarda bulunabiliriz. Bu da kimsenin işine yaramaz diye düşünüyorum.

Son olarak şöyle bağlamakta yarar var: Esasen bütün bu sorunların çözümü, Bolşeviklerinki gibi bir partiyi dünya çapında inşa etmekten geçiyor. Buna eskisinden daha çok, bu kadar yanılsamanın olduğu bir dönemde, daha fazla ihtiyaç var. Bunu için de bütün ülkelerin komünistleri birleşip, dünya komünist partisini inşa etmelidir, diye düşünüyorum.

(SORU)- Buradaki toplamın büyük çoğunluğundan farklı bir siyasal yelpazeden ve gelenekten geliyorum, özellikle bunu ifade etmek istiyorum. Biz Marksizmin krizinden bahsetmiyoruz. Biz uluslararası komünist hareketin bir krizinden bahsediyoruz. Siz bunu beğenmiyor ya da kullanmıyor da olabilirsiniz. Ama, bir özne olarak kendinizi ortaya koyup komünistlik payesini dağıtmaya başladığınızda, yani “bunlar komünist” dediğiniz zaman, ister İstemez bir doktrinercilik, bir programcılık, bir şekilcilik ortaya çıkar, buna dikkat çekmek istiyorum. Teşekkür ediyorum.

YALÇIN…- Yıllardan beri partiler var, örgütler var. Geçmişten bugüne işçi sınıfıyla ilgili, ama aleyhinde, ama lehinde kuralları ortaya koymuşlar. Biz, Marksizm dendiğinde ne anlarız? Dünyada deneyimler var, onları anlarız… Mesela komün var, burjuva devrimleri var, Avrupa’daki aydınlatıcı devrimler var, Ekim Devrimi var.

Bizim ne yapmamız gerekiyor? Biz biliyoruz, herkes biliyor. En ileri programı, devrimci programı, enternasyonali biliyoruz. Benim anlamadığım neden insanlar hâlâ program arıyor?

Peki sizlerin bir programı var mı? Somut bir şekilde ben bu durumdan rahatsızım. Ben ne yapmak istiyorum, ben kavga etmek istiyorum, bu durumdan rahatsızım. İşçi bunu anlar. Neden siz varoşlarda yapmıyorsunuz da, neden böyle kapalı alanlarda soyut bir şekilde tartışıyorsunuz bunları?

(SORU)- Kimileri Marksizmin bir krizde olduğunu söylüyor, kimileri Marksist hareketin bir krizde olduğunu söylüyor. Kimileri Marksizmin en başından başlanarak yeniden yorumlanması gerektiğini söylüyor. Teori ve Politika yola çıkarken, devrimci militanlar için, savaşçılar için miğfer yapacaktı. Hiç değilse bu miğferi yapmaları lazım. Hiç değilse savaş konusunda yapsalardı bunu, hiç değilse ulusal terör konusunda yapsalardı bunu ya da işte başka konularda yapsalardı.

Aslında böyle bir şey bekleyenler baştan yanılgıya düşerler. Maya’yı da kendilerine referans aldıkları yerden dolayı bu kategori içine sokabiliriz. Bunlardan doğru, düzgün bir miğfer yapmasını bekleyemeyiz. Beklenmemeli, çünkü bunu yapamazlar.

Her gün işçi sınıfının sorunlarıyla boğuşuyoruz, onun gündelik sorunlarına cevap vermeye çalışıyoruz. “Mahallelerde kitle örgütleri yaratma, bunları yaşatma, oralarda mevziler oluşturma yolunda ne yapılabilir?” gibi soruları da bu düzlemde anlatırsanız seviniriz. Gerçi derdi bu olmayanlardan cevap alamazsınız.

Komünistlerin birliğini sağlayan bir komünist olarak dünyada proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirecek bir komünist partinin varolmadığını düşünüyorum ve proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirmek için önce bunun yaratılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun yaratılması için çalışıyoruz. Dolayısıyla, böyle bir parti ya da böyle bir özne yaratılacaksa, bunu ancak bunun için çalışanlar, bunu önüne koyanlar, bunun için çabalayanlar yapabilir.

Biz bunu önümüze koyduk, bunun eksikliğini hissediyoruz, bunun için çalışıyoruz. En son şunu söyleyeceğim: Aslında bu toplantılara katılmamızın bir amacı da ayrım çizgilerini çekmek, bu çizgileri koyulaştırmak. Teori ve Politika’daki arkadaşlar ayrı yerdeler ve orada kalsınlar. Ama şunu söyleyerek bitirmek istiyorum: Bir gayemiz de komünistlerin tek bayrak altında toplanmasıdır. Varolacak bir parti böyle yaratılabilir. Teşekkür ederim.

(SORU)- Aklıma geldi, açıkçası Kari Marx izleme olanağına sahip olsaydı, bunları dinleseydi, herhalde “benim adıma bu tarz konuşmalar yapma hakkınız yok” derdi.

Söyleyeceklerimin bir kısmını arkadaşlar söylediği için geçiyorum. Öncelikle şunu söylemeliyim, ideoloji, politika, örgütlenme ve pratik arasındaki bağı koparamazsınız, bunları birbirinden kopardığınız zaman sorun oluşur.

Teori ve Politika’yı çok izleyemedim ama şunu söylemeliyim, sanırım mücadelenin içinde yer alanlar kendi hesaplarını da yaparlar.

Aynı zamanda bir başka nokta var: 10 yıllık süreç az bir süreç değil, yani 10 yıllık bir dönemi değerlendirdiğiniz zaman adına hareket ettiğiniz kesimlere (adına ezilenler ya da işçi sınıfı deyin, benimsediğiniz terminoloji neyse), sizler için 10 yıl içinde şunu şunu yarattık diyebilmelisiniz. Sizlere şu mevzileri yarattık, şöyle kazanımlarımız var diyebilmeniz lazım. Tartışmanın da o noktada olması gerekir. Eğer, o noktada yer almazsak, bunu tartışmazsak, genel olarak Türkiye devrimci hareketi oluşmazsa bir yere varamayız. Yani, bizim bugün bu noktayı merkeze koymamız lazım.

Seydişehir’i alın, Beykoz’u alın, Tekel’i alın, Sümerbank’ı alın, yani bunların hepsi bizlere bir harekettir. Biz ne yaptık? Bizim yaptıklarımız toplumsal olarak nasıl bir sonuç getiriyor?

Son vurgulayacağım nokta şu; Marksizmin sürekli krizinden söz ediliyor. Marksizmin krizi falan söz konusu değil, bu egemenlerin çıkarttığı bir şey ve biz de buna alet oluyoruz diye düşünüyorum. Bu Marksist olamayanların kendi krizleridir. Marksist olamayanların ve egemenlerin yarattığı bir şeydir. Marksizmin sistemi bellidir, hedefi bellidir, dolayısıyla niçin kriz olsun. Onun temel referanslarını alırsınız, günümüzün koşullarında ne olması gerekiyorsa onu yaparsınız. Teşekkür ederim.

ALİ OSMAN ALAYOĞLU- Benim Sorum Cem Özatalay’a… SDP içindeki Bedreddini Hareket’in geçmişini, daha önce gerçekleştirdiği PTT direnişini biliyoruz. Genel olarak bünyesinde emekçilerin, işçilerin en alt, en ezilen kesimlerinin, işsizlerin olduğunu da biliyoruz. Peki, o en alt, en ezilen kesimlerdeki insanların bulunduğu bir örgütte bulanan bir kişi olarak, Teori ve Politika’nın dedikleriyle niye ilgileniyorsunuz? Oysa en ezilen kesimlerle teorinin ilişkisizliği burada ısrarla dile getirildi. Ama sizin dediklerinize bakılırsa bir türlü ilişki var. Siz tüm bu arkadaşlara katılmıyor musunuz? Mesela Teori ve Politika olarak bizim aydınlanma karşıtı teorik tavrımızla sizin otantik ideoloji tanımınız arasında olumlu bir buluşma bulunuyor. Bunu en ezilen kesimlerle ilişkinizle, en ezilen kesimlerden militanlarınızla nasıl bağlantılandırıyorsunuz? Bunları açarsan, bizler için de, bu tartışma için de verimli olur. Kısaca söylemem gerekirse, arkadaşların bahsettiği sorunlarla ilgilenen, ihtiyacı olanlara pirinç bulma çabası içinde de olan, gerektiğinde pirinç taşıyan bir arkadaş olarak bu tür sorunlarla niye ilgileniyorsun?

 

 

 

 

İKİNCİ TUR KONUŞMALARI

 

CEM ÖZATALAY- Ben de aslında bu ilişkiyi nasıl kurduğuma dair bir çerçeveyi sunmaya dönük bir konuşma yapacaktım. Soru iyi oldu. Aslında burada bu masanın etrafında bulunan ve Teori ve Politika’yı temsil eden Metin Kayaoğlu’nun dışında kalan konuşmacıların hepsinin bağlantılı oldukları siyasi çevreler iyi kötü, alanlarda, mahallelerde, işyerlerinde, semtlerde zaten birtakım çalışmalar yapıyorlar.

Gerçekten biz de 5-6 yıldır enformel sektör işçileri içinde, işsizler içinde, taşeron işçiler arasında sendikal faaliyet yürütüyoruz. Bunda da kısmi başarılar elde ettiğimizi düşünüyorum. Ancak bizim çalışmamızdan daha kapsamlı ve daha sebatlı çalışmalar da yürütülüyor Türkiye’de. Örneğin ESP’yi ve aynı görüşü izleyenleri ele alalım. Radyoları, kültür merkezleri, sanat dergileri, haftalık siyasi gazeteleri, mahallelerde, sendikalarda çalışmaları vb. var. Çeşitli mücadele biçimlerini bir arada kullanabilme yeteneğine sahipler. Arkadaşlar çok da ciddi emek vererek çalışıyorlar. Ancak sonuçta, harcadıkları çabanın pek azının karşılığını alabiliyorlar. İşte krizin, içinde olduğumuz krizin somut görüntüsü budur.

Kriz tespiti yapıldığı vakit şöyle bir psikoloji doğuyor. Krize işaret edenler, yılgın, bezgin olarak değerlendiriliyor. Buradan bir kamplaşma tesis edilmeye çalışılıyor. Açıkçası ben ne böyle bir yılgınlık ne de bezginlik içindeyim. Tam tersine durumu olduğu gibi, olanca gerçekliğiyle ortaya koymak gerekiyor ki, neyle uğraştığımızı ve neyi aşmaya çalışacağımızı doğru tespit edebilelim.  Kriz varsa vardır. İstemesek de, hoşumuza gitmese de durum böyledir.

Köz çevresinden arkadaşların kooperatif çalışması elbette olumlu bir çabadır. Bunu kesinlikle küçümsemiyorum. Ama 3,5 milyonluk İzmir’de kaç kişi 1 Mayıs’a geliyor? Kooperatif kortejinde kaç kişi yürüyor? Bu soruların cevaplarıyla yüzleşmek durumundayız. Kuşkusuz bu duruma bakarak, moralimizi bozmamamız gerekiyor.  Tarihte benzeri süreçleri defalarca yaşadı devrimciler. Ama, moralimizi bozmamak için kriz yoktur demeye gerek yok. Tam tersine bunu yaptığımızda kitleler üzerinde inandırıcılığımız yitirdiğimizi görelim.

Örneğin yine Köz çevresinden arkadaşlar yaşanan sorunu tek başına komünistlerin birliğinin sağlanamamasına bağlıyorlar. Bunu 1990’lardan beri söylüyorlar. Sorunun bu kadar basit olmadığını kendi tarihlerini incelediklerinde bile görebilirler. Teorimizin de sorunları var. Yenilenmeye ihtiyacı var. Bu nedenle yalnızca pirinci emekçilere nasıl götüreceğimizin ötesinde tartışmalara, teorik tartışmalara ihtiyacımız var. Bu tartışmaları yapmak içinse işçiye pirinç bulmaktan vazgeçmemiz gerekmiyor. 

Biz mesela “Ekmek Davası” diye bir gazete çıkarıyoruz. İşçilerin dilinden konuşmaya çalışan popüler bir emekçi gazetesi bu. Bir yandan bunu yaparken bir Marksist, bir yandan da teorik, felsefi, bilimsel tartışmalara girebilir. Biz burada neyi tartışmak üzere buluştuk? Teori ve Politika’yı, ama aynı zamanda teorinin ve politikanın sorunlarını tartışmak üzere buluştuk. Sapla samanı birbirine karıştırmamamız gerekiyor. Teori tartışırken “bu dili işçiler anlamıyor” demek doğru bir argüman olmuyor. Kapital’i, Anti-Dühring’i, Materyalizm ve Ampiriokritisizm’i kaç işçi anlayabiliyordu ki? 

Her zamankinden fazla yüklü görevlerle karşı karşıyayız, bunu görelim, bunu yerine getirelim. Böyle bir düzlemdeyken, parti meselesi söz konusu olduğu vakit, mesela Teori ve Politikacılarla, Maya’cı arkadaşlarla, EHP’li arkadaşlarla, Köz’cü arkadaşlarla biz kendimizi kelimenin geniş anlamında aynı partide hissediyoruz. Kelimenin geniş anlamıyla derdimiz aslında aynıdır. Teori ve Politikacı arkadaşlarımızın da aynı dertleri var ki gelip burada bizle konuşuyorlar; benzer dertleri var ki, devrimcilik yapan, mahalleye giden, orada bildiri dağıtan insanla konuşmayı istiyorlar.

Belki çok kısmi bir yanıt oldu. Ama demeye çalıştığım şu; bizim derdimiz dünyayı dönüştürmek, yoksa sadece birtakım taşeron işçisini örgütlemek, onlara eylem yaptırmak falan değil. “Marksizm ölmüştür” diyorlar. Buna itiraz ediyoruz. Marksizm vardır, Türkiye’de burada bu paneli izleyen kadar Marksist kalmış olsa bile Marksizmin varlığının kanıtı olurdu. Ancak bu durumda olmadığımızı da biliyoruz. Sadece bir kriz içindeyiz diyoruz. Teorik yenilenmeye ihtiyacımız var diyoruz. Hepsi bu.

İdeoloji meselesinde sorulan soruya gelirsem; arkadaş, eski ideolojimizi terk etmeyi önerdiğimi kast ederek buna karşı çıktı. Burada şöyle bir farklı bakışımız var. Biz teori ile ideolojiyi ayırıyoruz. Teorimizin ana dayanaklarından vazgeçmemek konusunda kesin bir hükme sahibiz. Ha keza, teorinin zaman ve mekan ötesi bir açıklayıcılığı konusunda da netiz. Mesela, teorinin felsefe ayağını alalım. Materyalizmden bahsedeceksek, materyalizm her yerde materyalizmdir. Materyalizmin özgüllüğü, hani yere konuma ve tarihe özgü değişen bir yönü yoktur. Eğer materyalistseniz maddenin bilinci her yerde ve her zaman belirlediğini kabul etmeniz gerekir. Keza teorinin bilim ayağında da determinizm böyledir. Üretken güçlerin gelişimi üretim ilişkilerini belirler diyorsanız, bu ülkeden ülkeye değişiklik göstermez. Dönemden döneme değişmez. Yani, teori aslında şu anlamda değişir, gelişir: Varolan gelişmeleri ve olguları açıklamak üzere kendi kavramlarını günceller; kendi kavramlarına belki yeni kavramlar ekler. Verili temeli üzerinde kalarak kendisini yetkinleştirir.

Ama, ideoloji böyle bir şey değildir. İdeoloji zamana ve mekana duyarlıdır. Bir ideolojinin oluşumunda o kadar çok sayıda faktör devreye girer ki… O ülkede o andaki iktidar yapısı, devrimci ve karşı-devrimci dinamiklerin durumu, kültürel, dinsel faktörler, ülkenin mücadele tarihi vb. Bunların hepsinin ideolojinin üretiminde etkisi vardır. Bir ülkede ezilen halkın olması o ülkedeki Marksistlerin ideolojisinin içeriğini belirleyici bir faktördür örneğin. Kuşkusuz dünya konjonktüründeki gelişmeleri hesaba katmayan bir ideolojiye sahip olamazsınız.  

Teorik kalkış noktası aynı olan Marksistler, Almanya’da farklı, Çin’de farklı, Kongo’da farklı ideolojiye ve politik taleplere sahip olabilirler. Bunlar tarihsel dönem değişikliklerine göre değişime açıktırlar. İdeolojiye sabitleyemezsiniz.

Biz şunu söylüyoruz: bugünün dünyasına, bugünün Türkiye’sine, bugünün üretim ilişkilerinin biçimlenişine uygun bir Marksist ideolojiye ve mücadele taktiklerine ihtiyacımız var. Çünkü biz üzerinde yaşadığımız ülkeye yabancıyız. Örneğin; Marksizm eğitimi alan birçok arkadaşımız, Sovyet devriminde başrolü oynamış, etkili olmuş isimleri bilirler. Keza Paris Komününün nasıl kurulduğunu, bu sırada kimin nasıl tutum aldığını bilirler. Ama aynı oranda kendi tarihini bilmeyen bir kadro yapısıyla karşı karşıyayız. Milli mücadele döneminden resmi tarihe referans vermeksizin üç isim sayabilecek kaç kişi var? Birinci Mecliste kimler vardı, nasıl kutuplaşmalar vardı? Hele Cumhuriyet öncesine geldiğimizde tamamen cahiliz. Kemalizmin tarih yazımının ötesinde bir ufka sahip değiliz. Bizim tam da bu anlamda, ideolojinin yerel olması, otantik olması, kendine özgü olması gibi bir iddiamız var.

(?)- Bolşevikler yeni bir tarih yazdılarsa, entelektüel anlamda komünistlere birtakım miraslar bıraktılarsa ve bu çizgi doğruysa, ben bunu benimsiyorum. Bu toprakların özgünlüğü başkadır, bu topraklarda herkes örgütlenme yapar, bu siyaset ideolojiyi kavramaz; yani işçi sınıfı örgütünü kavramaz.

Kendi otantik tarihimizi görmezlikten gelmiyoruz. Mustafa Suphi’lerden biz zaten el alıyoruz ve miras olarak onu kabulleniyoruz.

CEM ÖZATALAY– Ben şuna kaniyim, Bolşevik devrimine sonuna kadar sahip çıkmamız gerekiyor. Çünkü teori, politika, pratik bütünlüğünün bu denli güçlü kurulduğu başka bir örnek de yok. Ama biz bu deneyimi Türkiye için edinirken, Rus Marksistlerinin izlediği yöntemi almalıyız; yoksa o dönem çıkarttıkları gazete modelini, kullandıkları dili almamız bir işe yaramaz. Çünkü bugün 1917 Rusyası’nda yaşamıyoruz. 2005 Türkiyesi’ndeyiz. Gerçekten üzerinde yaşadığımız ülkenin tarihiyle ve toplumsal, kültürel dokusuyla ilişkilenmeyi başaran ve aynı zamanda da dünya konjonktürünün yarattığı kamplaşmalara uygun bir ideolojiye ihtiyacımız var. Ben ideoloji meselesine dair olarak sözümü bitiriyorum, teşekkür ederim.

İBRAHİM HOROZ- Ben konuşmamın ikinci bölümünü iki soru üzerinden ele almak, düşüncelerimi ortaya koymak istiyordum. Birincisi gerçekten de kriz varsa kiriz karşısında ne yapılmalı sorusu? Teori ve Politikanın kriz karşısında tutumunu eleştirdik, ama gerçekten ne yapılmalı? En azından bundan ne anlıyoruz?

İkincisi de; yine bununla bağlantılı olarak Teori ve Politika’nın işçi sınıfı kavrayışı ve özne kavrayışı üzerinde durmak isterdim, ama bu 15 dakikada çok fazla bunlara girme olanağı olmayacak.

Şunu söylemek istiyorum: Aslında buradaki tartışmalara, sorunlara bakarsanız, buradaki tablonun gerçek anlamıyla krizin kendisi olduğunu görürsünüz. Yani, krizin kendisi, körün fili tanımlamasına benziyor, herkes tuttuğu yerden bu sorunu tarif etmeye çalışıyor. Yani, Teori ve Politikaya bakıp sorunları parçalayarak ele alıyorsun eleştirisini yaparken, burada da garip değerlendirmeler yapılıyor. Yani, buradaki kriz öyle bir tanımlandı ki, -buradaki arkadaşlardan söyleyenler oldu, Ercan’ın söylediğinde benzer değerlendirmeler vardı- aslında söylendiği gibi derin bir kriz yok. Ercan, “kriz aslında politik anlamdadır, politik alanda mücadele ederek pekala da bu krizi çözebiliriz” dedi. Eylem, benzer şeyler söyledi. Sorun esas itibariyle, işçilerin kooperatifleşmesi için çalışmakla, işte üniversiteye gidecek öğrencilerin üniversiteye hazırlıklarına katkı yapmakla çözülür gibi değerlendirmeler yapıldı. Bunlar bence tek tek bakıldığında, önemsiz değil. Kooperatifle arkadaşlar kendi çapında bence anlamlı işler yapıyorlar. Ne var ki, krizin tartışıldığı yerde, bugünkü koşullarda bunun gündeme gelmesi bile, krizin anlaşılmamasıdır. Bu bir yana, bu kavrayış gerçek anlamıyla bence krizin tam kendisidir. Bir yanıyla, bugünün koşullarında teori önemli mi, önemsiz mi tartışmasının kendisi, “cenaze alayına gözünüz aydın” demeye benziyor.

Bir kriz var, hem de dünya çapında Marksist hareketin krizi var. Komintern’in 4. Kongresi sonrasında tüm dünya komünist hareketinin krize girdiğini düşünürsek neredeyse 80 yıllık bir süredir ortada bir kriz var. Böyle bir durumdayken kriz politik alanda, bu alanda görevleri yerine getirirsek krizi çözebiliriz dersek ya da kriz, “işçilere gidip onlara ucuz pirinç sağlayarak” veya ne bileyim, “üniversite öğrencilerine ders vererek giderilebilir” gibi şeyleri gündeme getirirsek, sadece son derece krizin anlaşılmadığını ve son derece yanlış bir zeminde durulduğunu, yani toplam olarak hepimizin, sorunu bir yerlerinden parçalayıp tuttuğumuzu, sorunu bütünsel ele almada sorunlar yaşadığımızı göstermiş oluruz.

Ben önce şunu belirteyim: Konuşmalarda da söylendi, Teori ve Politika’cıların bilinçli bir tercih olarak, “biz zaten pratik, politik faaliyet içerisinde olmuyoruz” gibi bir tutumu benimsemelerini bir kenara bırakırsak, burada konuşan herkes, belki kooperatiflerde ucuz pirinç satmıyor, ama kendi çaplarında işçi sınıfının mücadelesini geliştirmek için, örgütlemek için, yapılabilecekleri yapmaya çalışıyorlar. Burada hep teoriyle iştigal olanlar, yatıp kalkıp teoriyle uğraşanlar ve öbür taraftakiler, Közcüler pratikle uğraşanlar gibi bir ayrım yapılması da mümkün değil.

İkinci olarak söylenecek nokta şu: Bu topraklarda en azından 40 yıllık bir sürece baktığımızda, herkes, zaten kriz tespiti yapsın yapmasın, sıkıntısını hep pratik-politik alandan çözmeye çalıştı. 1971 devrimci hareketi yenildi; yenilgiyi açıklamaya çalışanlar 1971 devrimci hareketi pratik-politik alanda zaafları nedeniyle yenildi, gereksiz bir şekilde silaha sarıldılar, birleşmediler, maceracı oldular dediler. “Biz maceracı olmaz, dağa çıkmazsak, bu kriz çözülür” denildi. Kitlelerle kaynaşarak, pratik alana yoğunlaşarak krizi çözmeye çalıştılar. Bunun nasıl bir kriz çözme olduğunu yaşayarak gördük, 70’ler böyle geçti.

12 Eylül öncesinde, her özne, büyüklü küçüklü herkes, yarın ya da öbür gün gelecek iktidarın hesabını yapıyordu, hatta bakanlıklara kimin geleceği hesaplanıyordu sohbetlerde. Ama, 12 Eylül geldi, bir darbe yedik ve 12 Eylül’ün arkasından yine şok yaşandı. Şokun arkasından, devrimci hareket, “biz aslında şurada şöyle örgütlenmeseydik yahut da 12 Eylül’ün geleceğini görseydik, şunu yapsaydık, şu pratik önlemleri alsaydık, bu krizi çözebilirdik, şimdi böyle çözeceğiz” diyerek yol almaya çalıştı. O günden bugüne gelen süreç nasıl yol alındığını ortaya koyuyor. Bugün palyatif önlemlerle, pansuman önlemlerle, Aspirin tedavisiyle krizi çözmeye soyunmak kadar abes bir şey olamaz.

Elbette, işçi sınıfıyla ilişkilenmeden, işçi sınıfıyla devrimci bir etkileşim içerisine girmeden, işçi sınıfının yüzde 90 kesimini oluşturan, sigortasız, sendikasız kesimlerin örgütlemesine yoğunlaşılmadan, ne kriz çözülebilir, ne komünistlerin birliği sağlanabilir. Elbette bu konularda anlaşanların, ideolojik bakımdan, politik bakımdan, örgütsel bakımdan anlaşanların birliği sağlanmadan, kriz çözülemez, bunlar çok önemli. Bunların gerçekleşmesi için de, krize küresel ölçekte, bütünsel bakmanız ve krizi çözmeye çalışmanız ve oradan yol almanız gerekiyor.

Buradan ne yapmamız gerekir sorusuna yanıt verilebilir. Kısaca yanıt vermek istiyorum. Birincisi; Teori ve Politika’daki arkadaşların, teori alanını özerk bir sorun olarak alma ve kendi başına çözülebilir bir alan diye tarif etmesi, ne kadar yanlışsa, “teoriyle politika yan yana olmaz, teoriyi önemseyerek politika önemsenemez” diyen yaklaşım da aynı ölçüde yanlış ve sakat bir bakış açısını ortaya koyar. Bugün olan şey şudur: Teori alanını kendi başına özerkleştirerek teorik çözümler üretmek, politika alanını özerk bir alan alarak politik alanında çözümler üretmek, pratik eylemler üzerinden giderek yol almak. Bugün, sayılan, sayılmayan tüm alanlarda her türden mücadele biçimlerini, araçlarını, aynı anda kullanan, değerlendiren mücadelenin ihtiyaçlarını gözeterek uyumlu bir şekilde ele alan bir özneye ihtiyaç var. Böyle bir özneyi yaratma iddiasında olanların da, bu yöndeki gayretlerini olabildiği ölçüde ortaklaştırmaya, yan yana gelmeye, aynı zeminlerde mücadele etmeye ihtiyacı var.

Hareketin toplam olarak son 25 yılına baktığımızda, sürekli olarak güç kaybeden ve zayıflayan bir hareket görürüz. Güç kaybeden ve zayıflayan bir hareketin, devrimci olarak, Marksist olarak, komünist olarak ayakta kalmaya çalışan, bunun için uğraşan, bunun için ölen, bunun için öldüren, bunun için işkence gören, bunun için aç kalan, bunu için işinden atılan insanlar olarak, tüm bu birikimi değerlendiren, onun en ileri ve bilinçli olanlarını bünyesinde toplayan, devrimci mücadelenin tüm işlevleri aynı anda yerine getirebilecek, tam da o sık sık bahsettiğimiz, ama zaman zaman da unuttuğumuz Bolşevik parti gibi, bir parti geleneğini, pratiğini yaratabilecek bir özneye ihtiyacımız vardır bugün.

O Bolşevik parti ki, onun yöneticileri emperyalizm konusunda, felsefi konularda teorik araştırma yaparlar; ama aynı zamanda onlar işçi sınıfının her alandaki eylemini örgütlerler, hepsi önderlik örgütünün içerisinde yer alırlar. Bize gerekli olan böyle bir partidir. Bu parti yaratılmış değildir, bugünkü pratikler, böyle bir bütünselliği kapsamamaktadır, ama bizim ulaşmamız gereken böyle bir bütünselliktir. O bakımdan, bir taraftan, mevcut birikimi, enerjiyi daha fazla heba etmeden toparlamak gerekiyorsa, bir taraftan da saflaştırmalı, ama saflaştırırken bile, devrimci zeminlerde ortak faaliyetin içerisinde saflaştırmalı. Öbür taraftan da bunu gerçek anlamıyla yaşama geçirecek belirli kanallara, ortak araçlara ve yöntemlere ihtiyacımız var. Bu anlamda, devrimci bir teorik çalışma da çok önemlidir, devrimci bir örgüt çalışması da çok önemlidir, devrimci bir sınıf çalışması da çok önemlidir. Bunların hiçbirisi, kendi başına, düşündüğümüz anlamda bütünsel özne yaratılmadığı sürece dışlayabileceğimiz unsurlar değil ve bu bakımdan da dışlamaya hakkımızın olmadığını düşünüyorum.

Burada, sohbet sırasında da söylemiştim, bir noktayı yine belirterek geçiyorum. Teori ve Politika’daki arkadaşların, yazdıklarına, konuşmalarına baktığımda, anlaşılabilirlik, anlaşılır bir dil kullanma gibi sorun olduğunu görüyorum. Konuşma tarzımızı belki de değiştirme ihtiyacımız var. Örneklerimizi verirken hedef kitlemizi dikkate almak durumundayız. Ben bile örnekler verirken, bilinen ortak değerimiz olan Bolşevik gelenekten veriyorum veya ne bileyim bir başka Batı Marksist hareketinin argümanlarını kullanıyorum. Ama, bu topraklarda faaliyet yürüten devrimci özneler olarak, biz Sovyet yerine meclis, gerektiğinde burjuva diktatörlüğü yerine, ne bileyim Haramilerin saltanatını yıkacağız gibi, halkın da anlayabileceği bir söylem geliştiremiyoruz.

Metin’e de söyledim, “Metin, sizin yazdıklarınız, buradaki konuştuklarınız çoğunluk için bir kuş dilidir”. Yani, anlaşılmayan bir sürü kavram var, birçok insan bunlar ne demek istiyor diye düşünüyor. Buradan bakarak, aslında iki sonuçtan birine ulaşmanız kaçınılmaz görünüyor. Birincisi; “bizim anlattığımızı insanlar anlamıyorlar, öyleyse bunlarla uğraşmaya gerek yoktur” dersiniz ve dolayısıyla, birbirinin dilinden anlayan insanlar olarak kendi içinize daha fazla kapanır, bir mezhep geliştirirsiniz. İkincisi ise, ortak referanslardan hareket ederek, muhatap kitlenin anlayacağı bir dil ve söylem geliştirerek, mevcut dilinizi, referanslarınızı değiştirirsiniz. Söylemek istediklerinizi, muhataplarınızın anlayacağı tarzda bir üslupla, kavramlarla açıklamaya ihtiyaç var. Orada da söyledim, sizin ifade ettiğiniz gibi Marksizmin krizini gündemimize alıyorsak bile, onun kendi kavramlarından hareket etmeye gereksinim var. Örneğin, Lenin bir yerde “marksizm’in krizi” tespiti yapıyor, ama bunu Marksizmin üç bileşeni ve ögesi gibi bir kategorizisyon üzerinden açıklamaya çalışıyor. Herkes bakmıştır, “Karl Marks’ın Doktrini” diye geniş bir makalesi var, orada sistemin bütünselliği içinde sorunları ele alıyor. Siz neden aynı kategoriler üzerinden derdinizi anlatmıyorsunuz?

Bunlar sorunları anlatmaya, çözmeye yetmiyorsa o ayrı, yani Lenin’in, Marx’ın kategorileri krizi anlamaya yetmiyorsa, o zaman farklı bir zemin tanımlayalım. Bu da kargaşayı önleyecek meşru bir adım olur.

Sonuç olarak ben şunu söylemek istiyorum: Bizim yapmamız gereken, körün fili tanımladığı gibi, krizi orasından burasından çekiştirmek değil, olabildiği ölçüde bütünsel bir kavrayışa, bütünsel bir eylem çizgisine, bütünsel bir hareket planına ihtiyacımız var. Bu noktada ciddi olanlar, teori alanında sözü olanlar aynı zeminlerde, politik alanda sözü olanlar ve iş yapanlar benzer zeminlerde, örgüt alanında sözü olanlar da ne yapabiliyorlarsa, olabildiği ölçüde örgüt alanında, bu devrimci zeminlerde, o düşündüğünüz devrimci, komünist öznenin, partinin yaratılması için ortak bir bakış ve hedefe dönük iş yapmayı başarmak zorundadır.

Birbirimize laf yetiştirmeye değil, birbirimizi anlamaya, birbirimizle ortak zeminlerde iş yapmaya çalışmalıyız. Farklılıklarımızı bir arada olarak da tartışabileceğimizi bilip buna kafa yormamız, bu soruna daha fazla eğilmemiz gerekir kanısındayım. Bunu yapmazsak, olan oluyor ve böyle gitmeye de devam eder.

Komünistlerin birliği kimlerle sağlanacak, komünist örgütler, özneler Türkiye’de kimler? Bir arkadaş böyle bir soru sordu, ona kısa yanıt vermek istiyorum. Diğer bir soru da, Bolşeviklerin Batı merkezli düşünceden nerede kopup kopmadığı idi. Bunlar uzun bir tartışma konuları, ama şunu söylemek istiyorum: “Bolşevikler” diyorsunuz, eğer Bolşevikler dedikleriniz, birinci emperyalist savaşın arkasından, İkinci Enternasyonal’e karşı bir sistem geliştirdilerse, bu İkinci Enternasyonal Marksizmiyle köklü bir şekilde kopuş anlamına geliyorsa, ve eğer bu Bolşevikler, Lenin’in ölümüyle birlikte 4. Kongre’den sonra, tüm önde gelenleriyle bu sistemden kopuyorlarsa, burada bir problem var demektir. Burada, o sistemin kavranışında Bolşevik hareketin kendi içinde sorunların olduğunu, kavrayışta Lenin’le diğerleri arasında dengesizlikler olduğunu görmemiz lazım, bir de bunu tartışmamız lazım.

Lenin öldü, Bolşevizm bitti olamaz. Belki pratik olarak böyledir de, o zaman bu Bolşevizmin önceden ne kadar koptuğunu, ne kadar sistematize edildiğini, kendi içerisinde kristalize edildiğini, ortak kavrayışa dönüştürüldüğünü ortaya koymak lazım. Demin örnek verdim, “Lenin Ne Yapmalı’da “Alman Sosyal Demokrat Partisi bizim modelimiz olabilirdi” diyor. Ama, bir kere bile, sonraki tüm yazılarında, “Ne Yapmalı’da bunu söyledim yanlış söylemişim” demiyor. Ama, başka söylediklerinin yorumlayarak yanlış gördüğünü biz tespit edebiliyoruz.

Diğer bir örnek söyleyeyim, daha önemli bir şey: Bu biraz da üslupla ilgili bir sorun olsa da, önemli bir sorun. Komintern yöneticileri Doğu Hakları 1. Kongresine geliyor, delegelere seslenirken “Biz Avrupalılar olarak, Macar partisi, İspanya partisi, Rus partisi olarak sizleri emperyalizme, kapitalizme karşı dayanışmaya, birlikte iş yapmaya çağırıyoruz” diyorlar. Bu nasıl bir şeydir, Komintern ne zaman Avrupalıların partisi oldu? Bolşevikler niye 1. Doğu Hakları Kongresi’nde Doğu halklarının temsilcilerini topladıkları halde, orada Kongre’yi her yıl toplama kararı aldıkları halde ikincisi toplanamadı? Bunlar ciddi olarak tartışılması gereken konular.

Bizim yapmamız gereken, Marksizmin, daha doğrusu Bolşevizmin, daha genel ifadeyle komünizmin siyasal, teorik, felsefi bütünlüğünü doğru kavramaktır. Bu bir kalıp değil, bugün bu kalıptan hareket ederek, bu kalıbın üzerinden, onu doğru şekilde anlamamız olanaklı değil. Sorunu yaratıcı bir şekilde kavramak, elbette Bolşevizmi temel alarak, Bolşevizmi aşmak gerekiyor. Elbette bu salt teorik alandaki çabalarla olacak bir şey değil, ama düşünsel faaliyetin önemini göz ardı etmeden hareket etmeliyiz, o eksikliği, o zaafları, o yetersizlikleri de bilince çıkartmalıyız.

Ben, Bolşevik partinin ne kadar Bolşevikleştiği sorusu üzerinden sorunların kapsamını genişletmenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. O anlamda, yeterince o parti Bolşevikleşemediği için, Lenin’in kavrayışını bir bütün olarak partinin kavrayışı haline getiremediği için, Lenin’in ölümüyle birlikte, önceden aşılan aşamalı devrim stratejisi, üretici güçler teorisi vb. konular, yeniden tüm Bolşevik önderler tarafından gündeme getirilebiliyor. Burada bir gariplik var ve bu gariplik, o kopuşun sınırlılığıyla ve bazı ortak zaaflarıyla ilgilidir diye düşünüyorum.

METİN KAYAOĞLU- Ben Ercan’a konuşmasına başlamadan kısa bir soru sorabilir miyim? … Önceki toplantılarda da oldu, Közcü arkadaşlar kendilerini “Komünistlerin birliğini savunanlar” diye ifade ediyor. Bu söz onlar için belli ki çok önemli. O halde, bugün Türkiye’de birleşmesi savunulan komünist özneler kimlerden, hangi örgütlerden oluşuyor?

ERCAN COŞKUN- Biz devrimci hareketin bir krizi yoktur demiyoruz. Devrimci hareketin krizi yoktur değil vardır, hatta Teori ve Politika’nın “Çerçeve Taslağına” birtakım göndermeler yaparken, bunu biz de doğru buluyoruz, benimsiyoruz diye anlattım. Bu orada da bahsedildiği gibi «devrimci örgütlerin kendi dışına siyaset yapamaması, kendi bulunduğu alanlardaki kitleyi harekete geçirememesi» ve «siyasetin birtakım belli ilkelerin propagandasından ibaret kalması, «siyasal mücadele içerisinde bunların somutlanmaması, devrimci siyasetin marjinalleşmesi, gittikçe küçülmesi, daralması» bütün bunlar bizim de benimsediğimiz şeyler.

Böyle bir kriz var, biz krizi küçümsemiyoruz, aksine önemsiyoruz. Önemsediğimiz için buraya bir müdahale etme amacını taşıyoruz. Devrimci hareketin bir krizi var, biz buna olumlu anlamda bir müdahale yapmak durumundayız diye kendi önümüze bir görev koyuyoruz. Kendimiz için de devrimci kalabilmek için yapmamız gereken şeyler var. Bu sadece birtakım işlerle meşgul olmak değil, işçi sınıfıyla yeniden bir ilişki içine geçmemiz, onlara somut öneriler sunabilmemiz, onu kendi sorunlarına muhatap edebilmemiz, bu sorunlara karşı örgütlenebilmesini sağlamamız gerekiyor. Bu bizim açımızdan devrimci olarak kalabilmenin bir kriteri ve önemsiyoruz. Hatta o kadar önemsiyoruz ki, konuşmamda da şunu söyledim: Devrimci siyasetin gitmesi, ortadan kalkması gibi bir seçenek de yok mu? Yani, “biz teorik sorunlarla ilgileniyoruz, birtakım çözümler üretiyoruz ve siyasal mücadele içinde olanlara bir miğfer öneriyoruz” diyorsunuz ama miğfer önerecekleriniz de ortada kalmayabilir. Böyle bir durumda, yani böyle siyasetin dışında durarak teorik meselelerle ilgilenince buraya bir katkı sunmuş olmuyorsunuz, problem burada. Teori ve Politika’da, politikayla ilgili yazılar da var elbette, sadece teoriyle ilgilenilmiyor, sadece teorik meseleler ele alınmıyor, politik birtakım meseleler de var. Ama bunların da yeni alternatif bir politika oluşturduğunu düşünmüyoruz. Zaten var olan siyasete bir şekilde belki birtakım düzeltmeler yapılıyor olabilir, ama asıl olarak bir eleştiri sunulmuyor, esasta bunlar tartışılmıyor. Bunların olduğu şekliyle yapılmaya devam edilmesi gibi bir sonuç çıkıyor. O yüzden krize bir müdahale anlamı taşımıyor.

Şunu da söyledik: Burada birtakım programatik meselelerin ele alınması, bu krize bir müdahale anlamı taşımayacak. Bizim kendimizce doğru bulduğumuz bir çerçeve var, mesela şöyle düşünmüyoruz, bu çerçeve krize çözüm olur diye bir düşüncemiz yok, aslında siyaset sahnesinde bir kriz var ve buraya bir müdahalede bulunmak gerekiyor.

Şunu da görmek lazım: Devrimci hareket günden güne siyasi hattından ve devrimci siyasi hattından uzaklaşıyor. Yani, Kürt sorununu tutun, devrimci hareketin bütününde yaygın olan sosyal şoven eğilime baktığınız zaman, eskiye göre bir geriye düşüş var. Kaypakkayaların gerisine düşüldüğünü söylüyorum. Kemalizm’i direkt faşist diye damgalayan ve Kürt sorununa kayıtsız şartsız kendi kaderini tayin hakkını, ayrılma hakkı olarak belirleyerek savunan bir İbrahim Kaypakkaya’dan bugün geriye düşülmüştür. Yani, siyaset sahnesi bizim bıraktığımız şekliyle durmuyor. Bir yandan merkezler yıkılırken, bir yandan da liberalizmin etkisi artıyor, liberal siyaset tarzı, liberal eylem biçimleri, devrimci harekete sirayet ediyor. Düşünülebilir miydi ki, on sene önce 1995’te devrimcilerin birtakım sembolik eylemler yapacağı, balon uçurma, telgraf çekme, böyle şeyler yapacağı, o zaman akla gelir bir şey miydi bu? Bugün böyle şeylerle karşı karşıysak, bu anlayışları reformistlerden düşünmeden, üzerinde kafa patlatmadan devraldığımız içindir. Bu siyasi anlayışta bir sorun var ve buraya bir müdahale gerekiyor.

Açıp okuduğunuz zaman, KÖZ bu krizden en çok bahseden, döne döne bahseden ve kendini de içine katarak bahseden bir çizgiye sahip. Beğenmediğimiz eylemlere katılmamak gibi bir tutumumuz yok, bütün eylemlere katılıyoruz, ama yanlış olduğunu da söylüyoruz, yanlışlıklar eksiklikler olduğunu söylüyoruz. Örneğin “Çerçeve Taslağı”nda şöyle bir eleştiriden bahsediliyor: Ben öyle anladım, ortak bulduğum bir şey. Devrimciler kendi içlerinde idari olarak kendilerine bağlı insanları harekete geçirebiliyorlar, ama küçük de olsa kendi dışlarındaki bir kesimi harekete geçiremiyorlar, onları öne çıkartamıyorlar, onlara dönük bir politika yapamıyorlar gibi bir şey çıkardım o yazıdan.

Köz’de de buna benzer bir şey dile getirildi. ESP’nin İzmir’de işçi kurultayı oldu, buradaki arkadaşlar işçi kurultayına dair şöyle bir eleştiri dile getirildi. Bir işçi kurultayının sınıfın çalışmadığı bir saatte, işçilerin çalışmadığı bir saatte yapılması gerektiği, asıl onların katılması gerektiği, işçi kurultayının ESP’nin zaten militanları olanlarla sınırlı bir çalışma olarak düşünülmemesi gerektiği gibi pozitif önerler içeren, yani bu kurultay bir dahaki sefere yapıldığı zaman böyle yapılsa daha ilerletici bir şey olur diye bir eleştiri getirildi. Bu eleştiri getirilirken, buradaki arkadaşlar çevrelerindeki bütün işçileri de oraya kattılar, katmaya çalıştılar, bu kurultayı asla «ESP’nin kendi malıdır» diye görmediler. Buraya katılırken, kendi tebliğlerini de sundular, buradaki işçilerin sorunlarını taşımaya çalıştılar. Anlatmak istediğim mesele bu, “Çerçeve Taslağında” kıymetli olan şeyler var, yani taslağa baktığımız zaman, en azından nelerin yapılmaması gerektiği söyleniyor ve birtakım sorunlara işaret edilmiş. Ben Teori ve Politika’nın hâlâ bu kaygıyı, «devrimci politika» kaygısını taşıyıp taşımadığını sormak isterim. Gerçekten bir devrimci politika için çünkü taslakta böyle ifade ediliyor: Teoriye asıl bir devrimci politika için ihtiyaç var, asıl amaç bu, bizim bununla ilgilenmemiz, meşgul olmamız gerekiyor ve bunu çözmemiz gerekiyor diye bir anlayış var. Bu gerçekten hala böyle mi? Çünkü şimdi baktığınız zaman varolan politikalara destek sunan bir pozisyonu var, Teori ve Politika’nın. Ben böyle görüyorum, bu birbiriyle bağdaşmıyor.

Biz bugün devrimci hareketin bütününün parçalı bir yapıya sahip olduğunu düşünüyoruz. Aynı örgütlerin içerisinde bir yandan proleter devrimci kanatların olduğunu ve bu tarzların sürdürüldüğünü, ama bir yandan da burjuva liberal eylem tarzlarının sürdürüldüğünü düşünüyoruz. Bu örgütler içindeki proleter ve burjuva kanatları siyasal meseleler bağlamında ayrıştırmaya çalışıyoruz.

Hedeflediğimiz onların merkezinde duran, bu işlere, teoriye kafa yoran insanlar değil. Mesela, sizlerden öyle bir farkımız olduğunu da ben düşünüyorum. Asıl mahallelerdeki devrimcileri önemsiyoruz. Önce onlarla ortaklaşmaya çalışıyoruz, siyasal mücadele içinde bir araya gelmeye çalışıyoruz. En küçük ortak yapılabilecek şeylerden başlayarak, birtakım siyasi tutumları birlikte almak gerektiğini söylüyoruz ve bu tutumlar bizim çok da yeni olarak ortaya koyduğumuz şeyler de değil, eskiden izlenen birtakım devrimci tutumların hâlâ yürürlükte kalması, bunlardan vazgeçilmemesi, yerine başka şeylerin konmaması gerektiğin söylüyoruz. İbrahim Kaypakkaya’nın Kürt meselesindeki tutumu böyle bir şey, bunun yerine başka bir şey koymayalım, bu doğruydu diyoruz.

Komünistlik, sonuçta bu kitlelerin bize vereceği bir paye. Bizim söylediğimiz şey ise ortada: Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde ortaya konan bir çerçeve var, biz bunu komünist olarak görüyoruz; buna uygun olarak hareket etmeye çalışıyoruz. Buna uygun olarak hareket edilmiyorsa komünizmden uzaklaşılmıştır diyoruz. Asıl olarak bu çerçeveyi siyaset içinde yaratmaya çalışıyoruz, bu çerçeveyle birlikte siyasal sorunları düşünmeye çalışıyoruz. Devrimci örgütlere de böyle bir siyasi müdahale yapmaya çalışıyoruz. Bir takım mevzilerden geri düşmüşsek bile en geri çekilebildiğimiz yere kadar çekiliyoruz. Yani emekçi semtlerindeki birtakım mevzilerin gerisine düşmüyoruz.

Sizin bu çerçeve taslağında da bahsettiğiniz gibi, SSCB, Çin, Arnavutluk yıkılmadan önce TKP-ML Hareketi, TDKP, TİKB gibi “komünist akımlar” bu konuda ne diyordu? “Arnavutluk komünisttir” diyorlardı. Bunun dışındaki akımlara da “küçük burjuva” diyorlardı. Böyle merkezler yok, baktığınız zaman bunlar yok, ortadan kalktı. Hâlâ da bugün komünist olup olmamayı orada kalan ayrımlara göre mi belirleniyorsunuz? O zamanlar Arnavutlukçu olanlar hâlâ bugün komünist midir? O zaman ona göre yapılıyordu bu ayrım. Bugün bunun ötesinde yeni bir tespit var mı? Burada da taslakta da aynı şey var. Komünist olarak görülen akımlar Arnavutlukçu olan akımlardı. Bu ortadan kalktı, o zaman komünist olarak kabul edilenler hala komünist olmaya devam eder mi? Örneğin TDKP, tabi varsa eğer böyle bir parti, komünist olmaya devam eder mi? Burada bizim için Çin veya Arnavutluk falan gibi birtakım merkezler yok, hiçbir zaman da olmadı. Komünistlerin birliği bir şekilde bu ve benzeri örgütlerden koparak gelen devrimcilerin oluşturduğu bir platform. Ama biz şunu söyledik: Bugün böyle bir merkez olmasa bile Komünist Enternasyonal’in İlk 4 kongresi gibi bir merkez hala var. Biz bu merkeze göre değerlendirdiğimiz zaman, MLKP komünist olamıyor. İzlenen siyaset bu çerçeveye uygun değil. Burada önemli olan bizim ayrıca komünist olup olmamamız da değil. Bunun çok da önemli bir şey olduğunu düşünmüyorum. Biz şunun eksikliğini üstümüzde taşıyoruz. Biz kendimizi devrimci hareketin krizine müdahale etmeye çalışan bir platform olarak nitelendiriyoruz ve yeterli olmadığımızın farkındayız. Bu platformun komünist olup olmaması, açıkçası çok da benim için gündemde değil. Yani, ortada birtakım problemler var biz buna ne kadar müdahale edebiliyoruz, ne kadar yol alabiliyoruz? ben ona bakıyorum.

Şöyle bir şeyi doğru bulmayız; yani “birtakım insanlar teoriyle uğraşıyor, birtakım insanlar siyasetle uğraşıyor, birtakım insanlar örgütle uğraşıyor, bir partinin bütün bu yetenekleri kendisinde barındırması gerekir.” Elbette bu doğrudur, ama bu parti amaç ve ilkelerde olduğu gibi, önceliklerde de bir araya gelmiş insanların bir birleşimidir. Mesele, öncelikler meselesi, yani önceliklerimiz aynı değilken biz nasıl aynı partide yer alacağız? Metin Kayaoğlu’yla ben örneğin. Yani öncelikle “teorik meseleler var, bugün bu sorunları çözmek lazım, bunları ben önüme koydum” diyen birisiyle, “hayır bugün asıl sorun siyasal mücadele ve bütün bizim yapacağımız işler buna tabii olmalı, buna göre şekillenmeli” diyen ben aynı partide yer alamayız. Yani, İbrahim Horoz’un atladığı nokta da burasıdır…

İBRAHİM HOROZ- Teoriyle politika yan yana bulunmaz gibi bir kategorileştirmeye karşı söyledim.

Benim demek istediğim şu: Şu anda herkes birleşsin demiyorum, bir parti, hem teorik alandaki sorunları çözebilir, hem politik alandaki, hem de örgüt alanındaki sorunları çözebilir, bunları birbirinin karşısına koyunca bir şey olmaz. Bugünkü örgüt yapıları bütünselliği karşılamıyor olabilir, ama biz biliyoruz ki, Lenin’in partisi bunu karşılıyor. Yani, teoriyle politika yan yana gelirse günah işlenir diye bir şey yoktur. Yahut da önceden söylediğim gibi, “teori alanıyla bir süre ilgilenenler bir daha politikaya dönemezler” denilemez. Nasıl olur, birileri bir dönem yanlış tercih yapsa bile, niye politikaya dönemesin? Yani, günaha girdikten sonra bir daha arınamazsın mı diyeceğiz?

ERCAN COŞKUN- Ben konuşmamı bitireyim. Son olarak da şu noktaya vurgu yapacağım: Hep “Ne Yapmalı”dan bahsediliyor bu teorik meseleler gündeme geldiği zaman, “Cenaze alayına gözünüz aydın demek” cümlesi hatırlatılıyor ve Lenin’in “devrimci teori olmadan, devrimci politika olmaz” sözüne gönderme yapılıyor. Orada Lenin ideolojik birlikten bahsetti diye, devrimcilerin ideolojik birliğinden bahsetti diye oraya bir gönderme yapılıyor. Ama “Ne Yapmalı”nın asıl içeriğinin bir türlü burada ortaya konmadığını düşünüyorum. Yani oradan birkaç şeyi alıp değerlendirirseniz bu sonucu varırsınız. Ama, “Ne Yapmalı” niçin yazılmıştı? “Ne Yapmalı”nın başlıkları nelerdi? Bunlara baktığınız zaman, Bir “Eleştiri Özgürlüğü ve Dogmatizm” İkincisi; «Sosyal demokrat siyaset, Trade Unioncu Siyaset»tir. “Ne Yapmalı”da devrimcilerin amatörlüğünden, ekonomistlerle siyasal ve örgütsel olarak ayrım noktalarından bahsedilir. Yani somut siyaset sorunları, örgütlenme sorunları vardır “Ne Yapmalı”da. Orada, Lenin ideolojik meselelerle ilgili Bemstein’ın programıyla ilgili bir takım noktalara vurgu yapmıştır. Ama «doğrusu şöyle bir programdır» diye uzun uzun bir şey de yazmamıştır, bununla ilgili sadece bir paragraf bulursunuz bütün kitapta. Orada madde madde “Bernstein’ın ortaya koyduğu program devrimci bir program değildi, reformist bir program benimsedi, sosyal demokrat siyaseti liberal bir harekete dönüştürdü” diye bir paragraf vardır. Ama Lenin’in asıl orada mücadelesini verdiği, pratikte kendisini ayrıştırmaya çalıştığı ekonomist siyasettir, ekonomist siyasetle bulaşık olan sosyal demokrat siyasetin kendisini bundan ayırt etmesini, ayrım noktalarını çizmesini hedefler ve bunu bir parti hedefiyle, devrimci bir partiye ulaşmak için yazmıştır.

Sonundaki 5. madde de tüm Rusya’yı kapsayacak bir gazete planından söz eder ve bu parti de bu gazetenin etrafında örgütlenerek ortaya çıkacaktır. Yani, orada da Lenin’in ele aldığı mesele, birtakım teorik meseleler değildir, parti için çözülmesi gereken siyasal ve örgütsel sorunlardır. Bunların önemsenmesi gerekiyor. Elbette bunları ele alırken, zaman zaman ideolojik sorunlara da değinmektedir, zaman zaman «özne kendiliğinden harekete nasıl müdahale eder, edemez mi?» türünden teorik sorunlara da değinir. Bunlara da uğrayarak ama asıl halkayı elden bırakmayarak, devrimci partinin ortaya çıkması sorununu bir kenara bırakmayarak ele almıştır. “Ne Yapmalı”ya değinirken de buna dikkat etmek gerekir.

METİN KAYAOĞLU- Şuradaki tartışmaya dikkat çekmek istiyorum. Tutarsızlık var, ve tutarsızlık üzerinden yürüyen bir şey var burada. “Komünistlerin birliğini savunanlar” demek, Köz Gazetesinin lejantına, “Bütün ülkelerin komünistleri birleşin” yazmak, benim dışımda komünistler var demektir önsel olarak. Eğer kendi dışınızda komünist tanımıyorsanız, komünistler zaten birleşmiş demektir ve “komünistler birleşin” şiarına da gerek yoktur.

ERCAN COŞKUN- Komünistlerin birliği bir platform olarak tarif ediliyor. Dolayısıyla, bunun da içinde birden fazla birleşen var demektir. Bugün, dünyada yeni bir komünist enternasyonal lazım diyerek, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin ilkeleriyle yola çıkarak, tüm dünya komünistlerini birleştirme çağrısını yapan ve fiili olarak da Kominist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin ilkelerine göre yolunu çizen bu platformdan başka kimse yok.

Sadece Türkiye’de değil; dünyada da bunu yapan ve söyleyen bir tek biziz. Türkiye devrimci hareketi eşitsiz ve parçalı bir gelişme göstermiştir. Biz siyaset yaparak, Türkiye devrimci hareketi içindeki diğer siyasal akımlar ve devrimci hareketler içinde bir ayrıştırma yapma iddiasını taşıyoruz. Bolşevik bir ayrıştırma yaratma iddiasını taşıyoruz. Yani ayrılar gayrılar ayrışsın ve ayrışarak bileşilebilinir diyoruz. Bu da ancak pratik politik bir mücadeleyle mümkündür; bu konularda tartışarak değil. Şunlar az komünist, bunlar çok komünist gibi bir konumuz yok. Bu platformun dışında komünistler vardır demeyiz. Ancak bolşevik bir ayrışma sonucu yaratılacaktır ve böylelikle de platformun muhatabı haline gelecektir. Bu ayrışma da ancak pratik alanda olur. Örneğin tekstil işçileri arasında ya da deri kundura işçileri arasında kimlerle karşılaşırsak, onlarla ortak çalışma yaparken de olabilir bu.

METİN KAYAOĞLU- Arkadaşlar; şunu takdirinize sunuyorum. Bizim yaklaşımlarımız tasfiyeci bir nitelik taşımakla eleştirildi. Komünistlerin birliğini savunduğunu ifade eden arkadaşlar, sadece ve gerçekte kendilerinin birliğini savunuyorlar. O yüzden de şunu demeye getiriyorlar: MLKP merkezci bir akımdır, içinde komünist birtakım öğeler barındırıyor. Dolayısıyla, MLKP’nin tasfiye olması ve içindeki komünist yönelim taşıyan kişilerin bize gelmesi lazım.

ERCAN COŞKUN- Buna girmeye gerek var mı?

METİN KAYAOĞLU– Buna girmeye şunun için gerek var Ercan. Tasfiyecilik önemli bir ifade değil mi; bunu kabul ederiz. Ben de tasfiyecilik topunu aldım, size doğru atıyorum. Buna hakkım var; öyle değil mi arkadaşlar?

Burada gecenin ilerleyen vaktine kadar bu tartışmayı sürdürebiliriz. İlgili süre içerisinde ayarlayalım. Biz şunu yaptık: MLKP politik Marksist bir örgüttür, ama teorik Marksizm misyonunu üstlenemeyen bir örgüttür. Politik Marksist örgütlerin bütünsel Marksizm açısından eksikleri vardır, biz ayrı bir misyon oluşturuyoruz. Bir tamamlayıcılık, önderlik değil, bir tamamlayıcılık ilişkisidir; bizim söylediğimiz bu.  

Tasfiyecilik meselesiyle ilgili İbrahim Horoz’un da konuşmasında bir ifadesi vardı. Biz on yıldır “teori teori…” diyoruz. On yıldır “teori teori” diyen ve hâlâ tasfiyeci olmayan, hâlâ devrimcileri işaret eden bir örnek yok. Böyle bir şey yok. Dolayısıyla, bizim bu eleştirinin muhatabı olmamız kabul edilemez, diye düşünüyorum.

Bir de şu “miğfer” meselesi… Arkadaşlar, bunu hakikaten miğfer olarak anlıyorlar. Pratik politik bir komünist var, biz onun kafasına miğfer koyuyoruz, atılan taşlar değmesin diye. Arkadaşlar; biz böyle demiyoruz, farklı bir şey ifade etmeye çalışıyoruz. Burada mecazda sizin anlamanızı zorlaştıran birtakım yönler olabilir, o zaman geri çekeriz, çok önemli değil. Anlatmak istediğimiz başka bir şey.

Ben sorularla ilgili kısımdan başlayayım, mümkün mertebe kısa bitmesi için. Atılımcı arkadaş, “devrimi iyi savunmak gündelik bir iştir” dedi. Aynen böyle olduğu için biz şunu söylüyoruz: Devrimciler mücadele yürütüyor, biz pratik devrimci değiliz. Biz pratik devrimci olduğumuzu iddia edersek, devrimciliğin komünizm hedefini ortaya koymak olduğunu savunursak, TKP de devrimci olur, biz de… Aslında birçoğu devrimci kabul edilmek zorunda olur. Bu durumda, MLKP gibi Marksist devrimci, DHKP gibi devrimci örgütlerin ayrıcalığı kalmaz. Yani, komünizm iddiasını ileri süren herkes, bu hedefini koyan ya da programı olan herkes komünist olur.

Özel olarak politik Marksist olmak, devrimci olmadan mümkün değildir, pratik devrimci olmadan mümkün değildir. Pratik devrimci de tam ifade ettiğiniz gibi ya da ifade etmek istediğiniz gibi anlaşılmalıdır. Biz böyle anlıyoruz.

Bu arada şunu söyleyebilirim: MLKP’de gözden kaçırılamaz bir yenilenme perspektifi var. Arkadaşa, sorduklarıyla ilgili olarak, Hasan Polat’ın dergimizin son sayısındaki, 37. sayısındaki yazısını okumasını öneririm.  Hasan Polat, hapishanelerle ilgili açıklamalarda MLKP davasından bir tutsak olarak imzası bulunan bir komünist devrimci.

MLKP’de bir yenilenme çabası var, ancak bu bizim beklediğimiz üzere çelişkili bir süreç olarak ilerliyor. Örneğin, bu örgütün literatüründe, zaman zaman “devrimin güncelliği” deyişine rastlanıyor. Bilindiği gibi, Lukacs’ın, Devrimin Güncelliği alt başlığıyla yayınlanmış bir kitabı var. Anlaşılan arkadaşlar bunu okumuşlar, ve bu ifadeyi, klasik literatürde olmayan bir yenilik olarak almakta sakınca görmemişler. Lukacs’ın, bu kitabı yazdığı yıllar da dahil, Lenin tarafından da eleştirildiği, bir “solcu” dönemi var. Devrimin güncelliği ne demektir? Lukacs, o dönemde, bir devrimci durum olduğunu savunuyor ve bu sözü onun için telaffuz ediyor. Ama bu söz Lukacs’ın idealist Marksizm anlayışına da gayet uygun. MLKP bugün ve yakın geçmişte devrimci durum olduğunu savundu mu hiç? MLKP, bir yenilik olarak, birtakım kaynaklara el atıyor, onlardan bir şeyler buluyor, devrimin güncelliğini buluyor; mücadelenin öznel boyutu için güzel bir deyim haline getiriyor bunu, ama aynı zamanda bir anlayış olarak da, bir öznel ve idealist Marksizm anlayışı olarak da bu yavaş yavaş yerleşiyor.

MLKP literatüründe, örneğin post-modernizmle ilgili bir tartışma yürütülür ve arkadaşlar birtakım argümanlara ihtiyaç duyarlar. Post-modernizmle ilgili Marksizm alanında epeyce bir eleştiri birikti. MLKP’li arkadaşlar, post-modernizmle ilgili eleştiri argümanlarını hemen oradan alırlar ve bir TKP’linin post-modernizm eleştirisiyle MLKP’linin eleştirisi arasında hiçbir ciddi ayrım görülemez olur…

(SORU)- SİP demek istiyorsunuz herhalde…

METİN KAYAOĞLU- Hayır; tam da bugünkü mevcut TKP diyorum. Bu parti, adını hak ediyor; “50 yıllık revizyonist, reformist TKP”nin hakkıyla devamıdır bu parti.

İşte bir eleştiride TKP ile bir ayrım görülemiyorsa, bizce, bizim burada devreye girmemiz lazım. İşte, ‘teorik Marksizm’e burada ihtiyaç var. Neo-liberalizm eleştirisinde de, post-Marksizm eleştirisinde de aynı şey vardır…

Şundan özellikle imtina etmek istiyoruz. Biz, teorik önderlik gibi bir misyonu özellikle reddediyoruz. Bizimki, bir tamamlayıcılık ilişkisi arayışı. Bakın, tarihte özellikle silahlı peygamberler önder kabul edilir. Büyük dinler aklıma geldi. Marksist hareket genel olarak, keşke büyük dinler gibi bir model ortaya koysa, çok zengin ve güzel olur. Peygamberler önder kabul edilir, onların arkasında kimler yer alır? Mücahitler, pratikte mücahitler yer alır, ikincisi filozoflar yer alır; filozoflar da peygamberin arkasında yer alır. Bu bir modeldir; bir anlamda teori ile pratiğin birleştiği alaşım yerinde ortaya çıkar önderlik. Başka bir şey, yani bizim derdimiz başka bir şey.

Pratik-politik Marksist bir örgüt olarak MLKP, aynı zamanda teorik meselelerle uğraşabilir mi? Biz, geniş anlamda, partiler ve politik örgütler teorik sorunlarla uğraşamaz demiyoruz. Biz, dünyada bugün yaşanan atmosferde, Türkiye’dekiler de dahil, Marksistler politik faaliyet yürütürken teorik meselelerle hakkını vererek uğraşamıyorlar diyoruz. Yarın uğraşamazlar da demiyoruz. Geçmiş on yıldır böyle olduğunu savunuyoruz.

Eylem, aynı dili konuşmadığımızı, tarihi düşünüşlerin belirlediğini söyledi. Biz bu anlayışı Marksist görmüyoruz. Marx’tan önce de idealist filozoflar aynı şeyi söylüyordu. Yani doğru, bambaşka dilleri konuşuyoruz.

Ancak başka bir konuyu daha somut olarak ele alabiliriz. Sizler nasıl, bir fikri, teorik süreç sonucu kooperatiflerde üstlenmek gerektiği sonucuna ulaştıysanız, biz de benzer bir süreç sonucu şu yaptığımız işi yapmaya karar verdik. Siz pirinç çuvalı taşıyorsunuz, biz başka bir tür çuval taşıyoruz. Buna biz teori-işi diyoruz. Ama başta geçilen süreç kategorik olarak aynı; fikri bir süreç…

Arkadaşlar Leninizm yerine Bolşevizm demeyi daha uygun buluyor. Ama bize bu pek ikna edici gelmiyor; eğer özel olarak Rusya’daki politik mücadelenin tarihinden bahsedilmiyorsa, Leninizm ifadesi, dünya karşısında konumlanmak için çok daha dolu bir içerik ve kapsama sahip.

Bizce, Marksist hareketin evveliyatını özellikle Fransız devrimciliğinin Aydınlanmadan mülhem kökenlerine bağlamak gerekmiyor; bu çok yetersiz. Biz ezilenlerin devrimci geleneği nereye kadar giderse, çizgimizi oraya kadar uzatmalıyız diye düşünüyoruz. Bu, Marksizmin toplam tarihinde Lenin’den geçmiş ve Mao’ya uzanarak bugüne taşınmıştır. Avrupa’da Babeuf – Blanqui devrimciliğinin izlenmesi, Türkiye’de, “modern” Türkiye tarihinde 1971 devrimciliğine ulaştırır. Arkadaşlar; modern Türkiye tarihinde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya’dan önce bağlanacağımız bir devrimcilik yok; bir tek TKP’nin 3-4 aylık tarihi sembolik bir tarihtir, önemli değildir, sembole önem vermek gerekirse veririz. Ama semboliktir, bunu bilelim. Kaypakkaya’ya geldiğinizde ise artık adını Marksist olarak koyacağınız bir örnek var olmalıdır karşınızda. Birtakım Marksist görüşler ifade etmiş biri olarak değil, bir Marksist olarak…

Daha önce Türkiye tarihinde devrimcilikler arıyorsanız, Patrona Halil’e gidin, Şeyh Bedrettin’e gidin, Babailere gidin, bazı Celali başbuğlarına gidin. Biz Marksizmin devrimci çizgisini modern denilen tarihle kesmiyoruz, kesmemek gerektiğini kabul ediyoruz ve bunun çok önemli olduğunu iddia ediyoruz.

Eylem, “gelin işçi sınıfının örgütlerinde birlikte çalışalım” diyor. Şaka yapıyor, ben şaka olarak alıyorum. Arkadaşlar; lütfen, siz bir çalışma yürütüyorsunuz, biz size böyle şakalar yapmıyoruz, siz de bize yapmayın. İşçi sınıfının kitle örgütlerinde, kooperatiflerde birlikte örgütlenelim? Biz vallahi böyle bir sorun varsa, sizi düşünmeyiz bile. Devrimci mücadele yürüten, sıkı pratikleri olan örgütler var, onlara gideriz.

Arkadaş; Marksistler arası çatışmadan bahsettiniz dedi. “Devlete karşı da bir şey ayırdınız mı?” diye sordu. Bu da güzel bir şaka. Yani, şöyle söyleyeyim: Ben gerçekten gönlüm akarak sizi dinliyorum, ama gerçekten başka bir şey demek istiyoruz. İnanın ki, biz de burjuvazinin aldanmalarına kanmış saf adamlar değiliz.

İbrahim Horoz’un söylediklerine rahat yanıtlar veremeyeceğim, ayrıca vermeye çalışırım. Ama, bence şu önemli: Dediklerimizin çok fazla anlamlı olmadığını; program, strateji falan gibi meselelerle uğraşmamız gerektiğini; o zaman, zaten dediğimiz birtakım şeylerin anlamsız olduğunu anlayacağımızı söylüyor.

Eğer biz yarın politik örgütlenme vakti geldiğini düşünürsek ya bir politik örgüte katılırız ya da kendimiz bu konuda bir şey yapmaya çalışırız. Program, strateji gibi meseleler o zaman gündemimize gelir. Biz burada dururken, mücadele verenlere program strateji falan öneremeyiz. Biz bunun anlayış olarak yanlış olduğunu düşünüyoruz. Mücadele içindekiler, bizzat içindekiler bu işle ilgilidir. Bizim bu anlayışımız, rastgele, tesadüfen ulaştığımız bir sonuç değil. Kendimizce çok düşünmüş olduğumuz bir şey.

Dünyada yaprak kıpırdatan her harekete duyarlı olmaya çalışmamız ve devrimcileri hep desteklememiz bu yüzden. Biz devrimci değiliz, ama devrimcileri destekliyoruz diyoruz. Bu çok önemli bir ayrım. Biz devrimci olarak, devrimcilerle birlikte mücadele yürütüyoruz demiyoruz arkadaşlar?

Esra Sarıoğlu “ezilenler” anlayışımızın iktidar ilişkilerini belirsizleştirdiğini söyledi. Biz, yazdık; “Marksizmin ezen-ezilen ayrımındaki temel ekseni, devlet ve ezilenlerdir” diyoruz. Ezme aygıtı devletin kendisidir. Devletle ailedeki ezme-ezilme ilişkisini kategorik olarak bir tutan anarşizan yaklaşımlarla Marksizmi kategorik olarak bu noktalarda ayırıyoruz. Bu konuda yazdık çizdik, onun için söylüyorum.

İbrahim Horoz, teorik çalışma yürüten bir ekibin politik alana yönelmesinin mümkün olmadığını söyledi. Elbette katılmıyorum, ama vaktimiz çok fazla yok, bir şey söylemiyorum. Bu bizim için önemli bir iddia. Bir de, aklınızda kalsın diye söylüyorum. Proletarya diktatörlüğünün Marksist yazına Paris Komünü sayesinde girişi bir kazadır. Bu terimi daha önce Blanqui kullanmıştı. Bu terimin bilimsel bir kavram olmasında Paris Komününün etkisi dışsaldır. Ayrıca Blanqui’nin kullanımı göz önüne alındığında da önemsizdir. Bunlar Marksizmin toplam tarihini anlamadaki yanlışlara örnekler arasında yer alıyor.

Teşekkür ederim. Tahammül ettiniz, sağ olun.

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar