Ana SayfaArşivSayı 39Hilafete Karşı Komintern, Kemalizm ve Emperyalizm İttifakı mı?

Hilafete Karşı Komintern, Kemalizm ve Emperyalizm İttifakı mı?

 

 

Hilafete Karşı Komintern, Kemalizm
ve Emperyalizm İttifakı mı?

 

Hanefi Demirci

Egemen sınıfların ve mazlum halkların görüntüde aynı, özde farklı ideolojisi İslam, belli bir eşikten sonra ağırlığını ezilenlere yöneltmeye başlamış ve egemenler de onu artık ‘mani-i terakki’ sayarak ihtiyaç duyulduğunda demagoji malzemesi yapılabilecek bir nesneye çevirmişlerdi. Dinlerin ilerlemeye engel olması düşüncesi gibi, bu ülkedeki ‘laik-dinci’ gibi bir zıtlaşma da aslında başka bir zıtlaşmanın perdelenmesidir. Müslüman halkların ilkel zihniyetli, geri kalmış kitleler olarak horlanması -tabii bunu her zaman açıkça belirtmezler- onları medenileştirmeye çalışanların sürekli kullandıkları bir propagandaydı ve bu bugün de sürmektedir.

Avrupa ve ABD’de halkların dini inançlarını siyaseten istismar edenler -Hıristiyan Demokratlar ve Evangelist Cumhuriyetçiler en meşhurlarıdır- her daim başı çekip ‘medeni’ olurken biçare Müslümanların cılız sesleri hem yerli hem yabancı egemenlerce zorla kesilmekte, ‘halk için halka rağmen’ düsturu bu ‘iğrenç popülizme’ legal mücadele alanı bırakmamaktadır. Türkiye’deki oto-kolonizasyon öylesine derin bir sosyal deprem yaratmıştır ki halkın tutunabileceği tek şey gelenekleri ve tabii dini olmuştur. Kendi halkından, onun kültüründen utanan, Batı’ya karşı devamlı bir aşağılık kompleksi duyan ve ona benzemeye çalıştıkça hiçbir şeye benzememeye başlayan hakim sınıflar ve onların sözcüleri için halk elbette ‘gerici’ olacaktır. Devletin ideolojik aygıtlarına düşen görev de, İslam’ın kontrol dışına çıkmasına mani olmak, bunu başaramadığında da 28 Şubat (1997) örneğinde görüldüğü üzere ‘balans ayarı’ yapılmasına meşruiyet sağlamaktır.

***

Türkiye’de devletin üç büyük düşmanı olmuş, devlet bunları ezip yok etmeyi tek amaç bilmiştir. Zaten devlet, istihbaratını da ordusunu da hep yurt içinde kullanmaktadır. Üç düşman; Komünistler, Kürt Hareketleri ve İslamcılardır. Kürt Hareketleri İslam’la etkileşimde gayet tecrübeli bir konumdayken Marksistler (diğer komünistler şu an bizi ilgilendirmiyor) için tam tersi söz konusudur. Bu, subjektif faktörlerin mi bir neticesidir, yoksa çok daha köklü, ideolojik faktörlerin mi? Böylesine devasa anlamlar taşıyan bir soruya cevap verebilmek bu kısa yazının sınırlarına sığamaz fakat, artık geçmişe malolmuş bir olay vasıtasıyla en azından bir önfikir getirebilir. Biz simdiye kadar Marksist cenahtan bu konuya dair aykırı kalem oynatan birine rastlamadığımızdan karanlıkta el yordamıyla ilerlemenin zorluğunun ve meçhul diyarlara yürümenin tehlikesinin farkındayız, ama bu artık yapılabilmeli ve Marksist hareket aldığı mirasla hesaplaşmayı başarabilmelidir.

***

Marksistlerin, ‘şeriat’ adı geçtiğinde hemen akıllarına ‘feodal hukuk’ gelmektedir. Oysa feodal hukukun oluşması peygamberin ölümünden sonraki Dört Halife Devri’nde başlar. Yapılan, Kur’an ve Sünnet’in toplumun evrimine göre yorumlanmasından ibarettir. Bugün artık kapitalizmin de ötesine geçilebildiği öne sürülürken ‘çağdaş’ bir olgu olan İslam’ı salt kapitalizm öncesi yorumuyla algılamak hangi yaklaşımın ürünüdür? Ezilen halkın sesi olmuş Ebu Zerr El-Gifari gibi bir sahabeye sahip olan İslam’ın şeriatı ile bugün iktidarda bulunanların şeriatı bir olabilir mi? Nikaragua’da Marksistler ve devrimci Hıristiyanlar Sandinist hareket içinde omuz omuza çarpışmayı bildiler zira ‘Kurtuluş Teolojisi’ denen, Hıristiyanlık’taki eşitlikçi devrimci öğelerin öne çıkarılması düşüncesi onları birleştirebildi. Yeni emperyalizm “tarihin bilinçsiz aleti” olarak, Müslüman halklara baş düşman gözüyle bakmakla ak koyunla kara koyunun belli olmasına hizmet ediyor. “Sam Amca’nın yeğeni İslam”, artık metafizik solcuların laklakiyat argümanı olarak değerlendirilmelidir. Nasıl Hamas, İslami Cihad vs. ile “medeniyetler uzlaşması” arayışındaki İslamcı çevreler bir değilse 1. Paylaşım Savaşı’ndaki hilafet ile Vahdettin’in hilafeti de bir değildir. Sözün özü hangi hilafet?

İslam’daki devrimci damarı tespite çalışma uğraşında, ben de yakın geçmişe uzanarak, modernistlerce ‘şeytanın avukatlığı’ suçlamalarını göze alacak ve İslam’ın devletlü yorumunun en üst mercii konumundaki hilafetin tarihte ezilenlerin eline geçebilecek olduğunu iddia edeceğim. Batılı, entellektüel sol için baştan nafile addedilecek bir çabaya girerek, ‘sultanlığın ilgasından sonra devrimci bir önderlik elinde hilafetin muazzam bir güce sahip olma imkanı vardı’ diyeceğim; zira bu makamın yarı sömürge ülke padişahında olması başka şeydi, anti emperyalist bir politik öznede olması başka olacaktı. Mevcut hilafet kurumu, İslam toplumlarını sömürgeleştirmeyi meşrulaştırma vazifesine koşulmuş, gerektiğinde -ki bu çok sık olmaktaydı- ezilen Müslümanlara karşı kullanılan ideolojik bir silahtan ibaretti. ‘Gavur’ emperyalistlere uşak olmuş bir ‘önder’ yerine neden mazlum Müslümanları temsil edecek bir önderlik olmasındı?

Sünni İslam, feodal monarşinin 1 Kasım 1922’de tarihe karışıp ‘anti-emperyalist’ TBMM’nin kontrolüne girdiğinde yine devrimcileşmedi, üstüne üstlük tüm mazlum Müslümanların umudu olmasına rağmen, hilafet ‘gerici odak’ suçlamalarıyla ilga edildi. Yeni Türkiye’nin programı sayılabilecek Lozan Antlaşması’ndaki ‘ev ödevleri’ gereğince üst yapının kapitalizme tam uyumu uğruna devasa bir silahtan vazgeçildi. O dönemde, Türkiye’de yarı sömürge Bonapartizmine, İslam dünyasındaysa işgalci emperyalistlere meydan okuyabilecek tek güç İslam idiyse biraz durup düşünmek gerekecek.

***

Soru: Hilafetin kaldırılmasının manası neydi, Marksistlerin buna tepkisi nasıl oldu?

Cevaplara geçmeden önce İslam’da hilafetin anlamı, görevleri ve niteliğine değinmek gerekecek. İslam alimlerine göre hilafet, İslam’ın tatbikinde ve müminlerin din ve dünya işlerinin idaresinde peygambere vekalet etmektir.[1] Bu yorumun dayandığı kaynak olan Kur’an’da “Ey Davud! Şüphesiz ki biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet” denmiştir.[2] O halde halife sadece ruhani değil dünyevi otoriteye de sahiptir. Başka bir ayette de, “Ey iman edenler: Allah’a ve Resulüne ve sizden olan ulul’emre itaat ediniz” denir.[3] Ulul’emr, halife, yönetici vs. manasındadır ve yukarıdaki ayeti tamamlayan bir özellik gösterir. Öyleyse imamet ve yöneticilik tek öznede toplanmaktadır, birbirlerinden ayrılamazlar. Peygamberin de konuyla ilgili hadisleri vardır ve Buhari’nin aktardığına göre kendisinden sonra peygamber değil halifeler olacağını bildirmiştir. Kur’an ve Sünnet’te hilafete dair söylenenler bundan ibarettir.[4]

‘Hulefa-i Raşidin’ denen ilk dört halife devrinde uygulamalar başlar ve bu makama geçmek için iki yol tercih edilir. İlkine seçim, ikincisine vasiyet metodu denebilir. Vasiyet metodu yani saltanat Muaviye ile başlar. Zira feodal bir sosyoekonomik formasyon olmaya ilerleyen Arap ekonomisi merkezi bir devleti şart koşmuş ve çeşitli mücadelelerden sonra Mekke aristokrasisinden Ümeyyeoğulları, hanedanı kurmuştur. ‘Mülk Allah’ındır ama bu artık kitapta kalmıştır. Seçim yöntemine gelince, seçiciler tabii ki sahabelerdir ve tam manasıyla seçim sadece Ebubekir ve Ali için yapılandır. Ömer vasiyetle, Osman ise Ömer’in seçtiği kurulca seçilmiştir.

‘Mülk Allah’ındır’ sözü, ilkel komünal mülkiyetin kalıntısının ters okumasıdır. Ama üretici güçlerin gelişmesiyle ‘şeytan’ araya girmiş ve Müslümanları saptırarak devlet, özel mülkiyet, dünya malına tamah vesaireye bulaştırmış, Kur’an’ı geçersiz kılmıştır. İslam’ı ihya amacını güdenler meseleye bu eksende bakarlarsa kanımca uygun olur. Marksistlere gelince, Batı’dan kopya çekerek dinin sosyal rolünü görmezden gelmeyi bırakıp kendi halklarının kültürel kodlarına ezilenlerin menfaatlerine göre bir tavır koymalıdırlar ortaya. Kemalizm’de ilerici bir şeyler bulmaya çırpındıkları kadar biraz da İslam tarihine baksalar politikalarındaki daralmadan şikayet edip durmazlardı.

Tanzimat Fermanı’yla netleşen Türkiye’nin “muasır medeniyete erme” gayreti, daha önce birçok araştırmacı tarafından ‘kendini sömürgeleştirme’ olarak zaten tanımlanmıştı. 2. Mahmut’un ve ardıllarının komprador-tefeci sermayeyle beraber monarşinin restorasyonu gayretleri Müslüman köylülerce “gavur padişah” diye anılmalarına sebep olmuştu. Tepki, sömürgeleşmeye ve onun günlük yaşama yansıyan zorluklarına idi. Seçilen simge ‘fes’ti. Tıpkı Cumhuriyet devrindeki şapka ve türbanda olduğu gibi. Feodal-burjuva devlete karşı ezilen halkların tek muhalefet teması elbette İslami olacaktı. Egemenler de haliyle İslam’ı kendi menfaatlerine uydurarak halkın elindeki bu tehlikeli silahı almaya gayret edecek, bu da olmazsa halkı ‘mürteci’ sayacaktır. İslam’ın önderi halife ayrıca monark da olduğundan ondan ancak düşman olur. İslamcılar tarafından hararetle savunulan 2. Abdülhamit’e de değinmeden olmaz. Zira halife unvanını uzun bir aradan sonra yeniden kullanıma açan odur. Dört bir yandan emperyalistlerce bağlanmış bir ülkenin çürümüş devletinin başındaki bir monark anti-emperyalist olamazdı. Abdülhamit’in dış siyasette, emperyalistler arası mücadelelerde birini öbürüne karşı oynamaya çabalamaktan başka icraatı yoktur. İç siyasette de ezilen Müslümanların öfkelerini gayrimüslim ulusların üstüne sevk etmek için İslam’ı kullanmış, halkı afyonlamak maksadıyla dini gericiliği körüklemiştir. Böyle bir İslam’ın savunulur yanı olamaz elbette. O zaman hilafetten ümidi kesmek mi gerekecek? Hayır!

I. Paylaşım Savaşı’na Alman emperyalizminin yanında giren Osmanlı, tüm Müslümanları İtilaf Grubuna karşı cihada çağırdı. Her ne kadar Alman emperyalizminin etkisiyle ilan edilse de, fetva ile büyük bir fırsat belirmiştir. Osmanlı’nın askeri-ekonomik acziyeti muazzam bir ideolojik çıkışla kapatılmaya çalışılmış, Teşkilat-ı Mahsusa -Osmanlı kontrgerillasıdır- işgal altındaki Müslümanları ayaklandırmak için faaliyetlere girişmiştir. Tehdit öylesine büyüktü ki ezilen Müslümanların baş düşmanı sömürgeci İngiliz emperyalizmi Mısır ve Hindistan’da çok sert tedbirler almak zorunda kaldı, Sudan ve İran’da ise İngiliz karşıtı ayaklanmalar gerçekleşti. Artık halife Hain Albian (İngiltere) için en büyük düşman olmuştu. Tıpkı Sam Amca ve Bin Ladin örneğinde olduğu gibi. Bu yüzden İngiltere, menfaatine uygun milliyetçilikleri körüklemeye başladı ve Şerif Hüseyin’i satın aldı. Hüseyin bir yana, zamanın sömürge ve yarı-sömürgeleri istedikleri kadar milliyetçilik taslasınlar, milli bir burjuvazi -orta burjuvazi ile karıştırılmasın- hiç varolmadığından kapitalizm tercihi daha baştan mevcut formasyona kuvvet aşısı yapmak anlamına geliyordu. 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra işgalden kurtulan ülkelerde gelişen Bonapartizmlerin atası olan Kemalizm’i bu açıdan değerlendirmek gereklidir. Kemalist Türkiye yeni sömürgeciliğin dünyadaki ilk örneğidir. Ekonomik bağımsızlık izlenimi vermesinin nedeni de emperyalizmin yapısal bunalımıdır. Savaşla beraber bunalım atlatılmış, ilişki aslına rücu etmiştir. Bunlar sürece ilişkin bilgiler, biz konjonktüre dönelim. Komintern, beklenen Alman Devrimi gerçekleşmeyince taktik nedenlerle de olsa Doğu Halkları Kurultayı ile beraber yüzünü Müslüman coğrafyaya çevirmiş, bu sırada Anadolu’da da Milli Mücadele başlamıştır. Hedef işgalden kurtulmak ve hilafet-saltanatı kurtarmaktır. İşgalci ‘gavura’ karşı İslam her zaman geçer akçe olduğundan, Müslümanların birliği, Kürtler Ermenilerle, diğer gayri Türk Müslümanlar da Rum-Pontus’la korkutulup sağlanabilirdi; bulunulan konjonktürde laik bir Türk devletinin amaçlandığının söylenmesi uygun düşmezdi.

Kemalizm önce işgalci emperyalistlerle baştan uzlaşan sultanlığı, hilafetten ayırıp kaldırdı; sonra da bunların aslında ayrılamayacağını belirterek hilafeti de ilga etti. Meselenin aslına girmeli ve 3 Mart 1924’de olanların büyük bir stratejinin parçası olduğunu göstermeliyiz. İşgalcilere yaltaklık eden feodal monarşinin tasfiyesi pek büyük bir problem çıkmadan gerçekleşirken hilafetin de aynı akibete maruz kalması TBMM’de büyük tepkilere sebep oldu. Öyle ki karar tehdit ve gözdağı ile alınırken halifenin sarayı da askerlerce kuşatılmıştı. Sonradan gerçekleşecek olan inkılaplara engel olabilecek tek muhalif potansiyel güçten kurtulmak şarttı tabii. ‘Çağdaşlaşma’ denen yarı sömürgeliğin ‘devrimci’ tarzda derinleştirilmesi çabası, haliyle üstyapı kurumlarının artık güdükleşmiş dahi olsa İslami referanslara değil laik, modern ve aslında kendi zıttına dönüşmüş bir milliyetçiliğe dayanmasını farz kıldı. Emperyalizmden kurtulup, Mazlum Doğu’ya örnek olduk teraneleriyle bugün de sahip çıkılan Lozan Antlaşması için bizzat M. Kemal’in bir mebusu –siz memuru anlayın- şöyle yazmaktadır:

[Türklerin medenileşemeyeceği konusunda] muarızlarımızın zahiren dayandığı sebepler şunlardı:

1. Türk milleti askeri bir millettir. İyi harp eder. Fakat medeni kabiliyeti noksandır.

2. Türkiye’nin idari ve siyasi usülleri ilahi kanunlardan mülhemdir. Onun zihniyeti asri hayata uymaya, asri usul ve kaideleri kabule musait değildir.

3. Türkiye’de emniyetsizlik, asayişsizlik asıldır. Onun için ecnebilerin ve gayrimüslim azınlıkların hayatını orada hususi ahkam ile teyit etmelidir.

4. Türk adliyesi eldeki kanunlarla mutlak bir adaletin teminine kadir değildir. Orada muayyen hususlar için uluslararası karma mahkemelerin bir tür kaza hakkının olması lazımdır.

5. Bütün bu esaslar dikkate alınınca Lozan’da bundan dört sene evvel iddia ettikleri vech ile Türk milletinin medeni hukuk ve hürriyete mazhar olabilmesi için behemehal bir değişme ve hazırlık devresi geçirmelidir. Yani birkaç sene daha esaret ve tahakküm altında yaşamalıdır.”[5]

Bu alıntıdan anlaşılıyor ki emperyalistler bu konularda Kemalistlerden yeterince sağlam teminatlar aldılar ve ‘esaret ve tahakküme’ gerek duymadılar. Lozan’dan sonra peşpeşe gelen medenileşme hamlelerinin bu açıdan ele alınması haklı olarak antiemperyalizmi emperyalistlerin isteklerine uyum sonucuna götürür. Bu durumda Taner Timur’un ‘Milli mücadele sadece anti-sömürgecilikti’ mealindeki tespitine katılmamız gerekir.[6] Hatta Türkiye hiçbir zaman sömürge olmadığından anti-işgalcilik tanımlaması daha uygun düşer.

Modernist Sol’un Kemalizm’in inkılaplarını savunurken temel argümanı, sultanlık ve hilafetin kaldırılması örneğiyle ifade edilen, üstyapıdaki feodal etkinin kırılıp kapitalistleşmeye uygun düzenlemelerdir. Kapitalizm daha ileri bir formasyon olduğuna göre feodal ideoloji sayılan İslam’ın direnişi mahkum edilerek tarihselci bir tavır alınabilmektedir. İlk bakışta uygun bir politik tavır olmasına rağmen aslında çok sakat bir siyasi çizgidir. Elinizdeki derginin ‘çifte ontoloji’ tanımlamasına somut bir karşılık olarak nitelenebilir. Tarihsel materyalizmi politika alanına taşımak ‘şimdi’yi ihmale, öznesini de eylemsizliğe götürür. Özcesi, kapitalizmin tarafını tutan Marksizm, yani Struvecilik. Kapitalizmin -yani emperyalizmin- ihtiyaçlarına cevap vermeyen ve hilafetin temsil ettiği İslam kalıntıları bir darbe şeklinde ortadan kaldırılmış böylece dikensiz gül bahçesi kurulmuştur. Oysa ezilenlerin Marksizmi, İslam’ın emperyalizmle çatışan özelliğini veri kabul ederek onu halkların mücadelelerinde simge yapabilirdi. Hilafet konusunda emperyalizmle aynı makamdan türkü söylemek Marksistlerin işi olmamalıdır. Son zamanlarda bazı İslamcıların yeniden savunduğu gibi hilafetin tüm ezilen Müslümanlarca seçilerek devrimci önderlik olması tezini o devirde TKP Marksist bir düzlemde yapabilmeliydi. Dinin kafir addedilen bir devletin kontrolüne alınıp neredeyse tüm ezilen halkın Müslüman olduğu bir ülkede karşı devrimci bir raya oturtulması Marksistlerin hiç umurunda olmadı. Zaten din afyon değil miydi sadece, yanlış bilinç formundan kurtulmak lazımdı. Fakat yeter; Marksizm burjuvazinin sekülarizm-laisizm ideolojilerinin hamallığını yapacak bir meşrebe sahip olamaz.

Dinin siyasete ‘bulaşması’ kendini Marksist sayanların pek çoğunun daimi kabusudur. Din (bilhassa İslam) bir ideoloji olması hasebiyle tabii ki siyasete karışacak ve biz yapmasak da birileri bunu yapacak ve ezilenlerin öfkesini kaldıraç gibi kullanarak sisteme kuvvet aşısı yapacaktır, tıpkı Kemalist hareketin Milli Mücadele’de ‘gavura karşı İslamı koruma’ sloganı gibi. Bugün sol çevrelerde hala devrimci sayılabilen bir feodal-burjuva önderi taktik amaçlarla cihad propagandası yapabiliyorken dönemin Marksistleri “Doğu’nun sosyal orijinalitesi”ni bilmemek ve II. Enternasyonal’in Avrupa-merkezci modernist mirasıyla hesaplaşamamaktan dolayı olayların akışına seyirci kalıyor ve tabii emperyalizmin modernleşme dayatmasının soldan destekçisi oluyordu. İşte böylece, İslam toplumlarının biricik ideolojisi İslam’ın Kemalist burjuva-feodal devletin meşruiyet aracı haline getirilmesine karşı koymayan, devrimcileşmeye başlayan İslam’ın atılımını gericilik olarak peşinen reddeden ve İslamın emperyalizmin kayıtsız şartsız maşası olduğu dogmasının savunuculuğunu yapanların bu coğrafyada devrim yolunda bir adım ilerlemediği pratikleriyle her an kanıtlanmaktadır.

Hilafetin tasfiyesini dolayısıyla laikliği çekincesiz onaylayıp alkışlamak, devrimi pratiki bir mesele olarak görmesi gereken Marksistlerin neden işi olsun. Onların işi bu kurumun ezilen Müslüman halklar için bir devrimci önderlik olma ihtimalini düşünmek ve bunu gerçekleştirmeye çalışmak ve tabii Kemalizm’in laikliğini teşhir etmek olmalıydı. Bilhassa İngiliz emperyalizminin tezgahladığı oyunların bir ürünü olan Mısır’daki Hilafet Kongresi yerine ezilenlerin kendi kurultaylarını toplamasına çalışmak ve devrimci İslam’a sahip çıkmak, Doğu Halkları Kurultayı gibi bir yönelimin özneleri için hiç de fantezi değildir. Hilafetin tamamen egemenlerin İslamına terk edilmesi, Müslüman mahallesinde Batılı burjuva salyangozu satmaktır.

Kemalizm İslam’da bir reforma imza atmış değildir. Yarı sömürge bir ülkede devletin yapacağı reform, hedefte daima, ezilenlerin sesi olan İslam olmakla beraber feodallerin İslamını sermayenin İslamına inkılap ettirmektir. Buna, İslam’da devletçi Protestanlık kurma gayreti diyebilirsiniz. Mesela Nakşibendi tarikatı İskipli Atıf ve Şeyh Sait’ten bu yana epeyce çağdaşlaşmış, devlet ve hükümet başkanları çıkartabilmiştir. Özal ve Erdoğan’ın bu büyük ve etkin tarikatla bağları artık herkesin malumudur. Yaman laiklerimiz buna karşı, devrim yasalarının geçersiz kılındığı mazeretini öne sürebileceklerdir. Fakat unutulmamalıdır ki inkılapçı TBMM’de tarikat şeyhleri de az değildir. Bu durumda da tek fark Müslüman ülke olmakla övünen ve bunu ideolojik ihraç metaı yapmaya koşullanmış Türkiye’yi yeniden düşünmek gerekeceğidir.

Kemalist tarihçilerin Nutuk’a dayanarak hilafeti yeniden kurmaya çalışmakla suçladığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası eğer bunda samimi idiyse amaç hasıl olduğunda bu makamın işlevinin ne olacağı malumdur. Ezilenlerin öfkesi demagoji malzemesi yapılacak ve emperyalizmin onaylayabileceği sanal bir hilafet kurulacaktır. Ama o devirde Hain Albian henüz “medeniyetler uzlaşması” tezini bilmediğinden buna pek sıcak bakmayacaktır. Tek ‘Marksist’ politik öznemiz TKP tüm bunlar olup biterken ne alemdedir? İşte bir örnek olay: Şeyh Sait önderliğinde gerçekleşen İslami içerikli Kürt ayaklanmasında TKP, “İrticanın başında Şeyh Sait değil, derebeylik duruyor, irticaa karşı mücadelesinde halk hükümetledir” diyebilmektedir.[7] Hem ulusal soruna hem de ezilenlerin sesi İslam’a karşı bu tavır ancak Şefik Hüsnü ve şürekasına yaraşırdı zaten. M. Kemal de kendisine teşekkürlerini Takrir-i Sükun’la iletmiştir.

“TKP zaten revizyonizmle malul bir partidir” diyor ve aslolan Komintern’in fikirleridir’ diye düşünüyorsanız, yanıldınız. İşte bir örnek: M. N. Roy’un hilafetin ilgasına dair yazısı. Roy makalesinde halifeliğin kaldırılmasını “büyük bir devrimci adım” diyerek selamlamakta ve 240 milyon Müslümana rağmen böyle bir eylemi cesur bir adım saymaktadır.[8] Cesur bir adım olduğu konusunda şüphemiz yok, sömürgelerdeki Müslümanların aklı ve kalbi “küffar”a karşı bağımsızlık için çarpışan Türkiye halkıyla beraberdir. Ve onlar için halifelik, istediğiniz kadar eleştirin, yargılayın, umuttur, önderliktir. Bu olguya rağmen hareket etmek yürek ister; doğrudur. Roy’a göre; Kemalistler, “antiemperyalizmi hilafet şiarıyla sürdürürlerse emperyalist destekli karşı devrimci saray kliği ve mollaların egemenliğine gireceklerini” görmüşler.[9] İşte dananın kuyruğunun koparıldığı yer tam da burasıdır. Hilafetin saltanata ait olduğu dogmasının saçmalığını en başta vurgulamıştık. Ne Kur’an ne sünnette böyle bir şey vardır. Mülk Allah’ındır, monarkın değil. Ayrıca halife, mücahidlerin de başında olmalıdır. Ama bunları belirteceğine, ezilen Müslümanların kutsal saydığı bir makamın hedef edilmesine alkış tutmak Komintern’in de yapmaması gereken şeydir. İşbirlikçi saray ve gerici mollaların hilafetine elbette karşı çıkılmalı ve teşhir edilmelidir ama bunlara kızıp oruç bozarak değil. Roy ayrıca; “Türkiye, Müslüman dünyasının öncülüğüne dini misyonlarla değil, dış saldırılara ve gericiliğe karşı tavrıyla talip olmuştur” diyebilmektedir.[10]

Türkiye’nin Müslüman dünyasından bir öncülük talebi hiçbir zaman vuku bulmamıştır, yüzü sürekli Batıya dönük bir ülkede asıl kimlerin gerici olduğu da tartışmalı bir mevzudur. Anadolu’da işgale karşı mücadele verilirken adıyla sanıyla İslamcılık yapılmıştır, yoksa dünya Müslümanları Türkleri niye desteklesin? Milli Mücadeleye pek çok din adamı silahlarıyla katılmış, çeteler kurmuşlardır ve Roy’un kastettiği gericiler arasında bunlar da vardır ama onun mantığıyla bu tezatı açıklayamayız. Roy’un hilafeti ve İslamı feodalizme ve emperyalist sisteme ebediyen mahkum bir kurum sayması, politikada ideolojist bir tavır alıştır ve toptan reddedilmelidir.

Emperyalizmin maşası olmaya mecbur sayılan halifeliğin kaldırılmasına emperyalistlerin verdiği tepkiyi görmek yerinde olacaktır. Önce halkların baş düşmanı Hain Albian’ın sesi Daily Telegraph’a bakalım. Gazete, Türkiye’nin hilafeti kaldırmakla çağdaşlaşamayacağını, artık üçüncü sınıf bir devlet olduğunu ve en büyük kozunu feda ettiğini vurgulayarak, “Türkler kendi bindikleri dalı kesmişler, İngiltere için mükemmel bir şey olmuştur” sözleriyle “antiemperyalist eylemi” desteklemiştir![11] İngiltere’nin Türkiye büyükelçisi de “Laik Türkiye artık tehdit değil, yakın ilişkiler menfaatimizedir” mealinde raporlar yazar.[12] Fransız emperyalizmi de Türkiye’yi sevinçle desteklemektedir. Ayrıca İngiltere’nin, bu belirsizlik ortamında hegemonyasına aldığı Müslümanlara peşlerine takılmayı salık verdiği halifesi hazırdır zaten: Şerif Hüseyin tabii. Fransa da boş durmamış, buna karşı Fas Sultanını halife yapmak istemiştir. Fransız emperyalizmi Petit Journal kanalıyla dile gelerek, “Türkler tarafından işlenen ve bir çeşit dini intihar olan bu karar bizim açımızdan kötü olmayacak gibi gözüküyor” demekte ve Kemalistlere teşekkür etmektedir.[13] Türkiye’nin ezilen Müslümanlar nazarındaki muteber konumunu daha da sarsmak için provokatif çıkışlar da oldu tabii ki. Onlara, ‘örnek aldığınız ülkenin haline, yaptığına bakın’ yollu mesajlar da verildi. Gelişmelerin seyrinden de öngörüleceği üzere, ‘anti-emperyalist’ Türkiye bunlara hiç cevap vermedi ve Doğu’yu, ezilen din kardeşlerini yok saydı. İsmet Paşa bunun izahatını çok önceden vermişti zaten: “Hanedan ve halifenin ortadan kaldırılması, İngilizlerin panislamizm şüphesini yok ederse ulusal meselelerde bize fazla güçlük çıkarmazlar.”[14] Yukarıdaki paragrafa göre hilafet emperyalizm için en az Komintern kadar tehlikelidir, çünkü takatten düşmüş de olsa bir İslam önderliği potansiyel tehdittir. I. Paylaşım Savaşı’nda yaşananlar unutulmamış, bir kenara yazılmıştır. Hilafetin merkezi İstanbul işgal edilerek önce İslam’ın onuru çiğnenmiş, sonra bu kurum, işgale direnen halka ve Bolşevizme karşı maşa yapılmış ve tüm küçük düşürme kampanyalarından sonra TBMM tarafından emperyalizme kurban edilmiştir; olan budur. O halde ortaya şöyle bir soru atabiliriz: Lozan’a giderken saltanat, Musul sorununda da hilafet kaldırıldı, acaba bu gelişmelerin nedeni İsmet Paşa’nın yukarıdaki sözlerinde saklı olabilir mi?

Tüm bu yazıp çizdiklerimizden sonra anlaşılıyor ki Komintern, emperyalistler ve Kemalistler hilafete karşı örtük bir ittifak kurdular. Komintern’de, kararı eleştirmeye, aleyhte tavır almaya ilişkin en küçük bir belirti yoktur. Anti-emperyalist halk hareketlerini destekleme kararı almış bir örgütün sömürgelerdeki Müslümanların umudunun, önderliğinin “medeniyet denen tek dişi kalmış canavar” uğruna harcanmasına onay verip İslam coğrafyasında devrim beklemesi son derece trajiktir. Ama bunun bir sebebi vardır ve bu, bugüne kadar ezilen Müslümanlarla Marksistlerin birbirlerinden neden uzak olduklarını açıklar. Sebep, Marksizmin sadece Batılı toplumlarda varolabileceği düşüncesidir. Öyleyse Doğu’nun ezilenleri de Batılı olmaya çalışmalı, toplum kapitalistleşmeden Marksistlik yapılmamalıdır. ‘Önce modern proletarya oluşsun, pre-kapitalist yapı kırılsın, ondan sonra Marksist politika başlasın’ zihniyetiyle sömürge tipi Struvecilik yapılabilir. Marksizmin Müslüman ülkelerde neden Batılı bir ideoloji olarak algılandığının gerekçesi budur ve bunun vebali Marksistlerin boynunadır. Marksizm doğululaştırılmalıdır. Bunu ilk başaran Mao’dur, Ekim devrimi ise maalesef sınıfta kalmıştır. Öyleyse bize politikada Müslüman coğrafyanın bir Mao’su gerek!

***

Monarşinin devrilmesi hususunda kimse makul bir muhalefet gösteremez. İttihat ve Terakki sultasından beri şeklen varolan, işlevsiz bir kurum olduğundan onun vadesi çoktan dolmuştur. Onu artık meşrutiyet bile kurtaramazdı. 1920-22 arasında TBMM, siyasi iradeyi temsil eden tek otorite olarak sultanın varlığını fiilen fuzuli kılmaktaydı. Demek ki 1 Kasım 1922’de yapılan resmi bir uğurlamaydı. Hakim sınıfların menfaatlerinin korunması için artık demode olmuş sultanlığa ihtiyaç yoktu, zira yeni bir aygıt kurulmuş ve otoritesini sağlamıştı. Ama konu hilafet ve tabii İslam’a geldiğinde hakim sınıflar arasında da çelişkiler baş gösterdi. Liberaller ile feodal sınıf temsilcilerinin bir kısmı sansür yüzünden en azından TBMM içinde muhalefet yaptılar. Ezilen Müslüman halka gelince, onlar henüz sessiz ve savaşın getirdiği yıkımdan kurtulma derdindedir. Dolayısıyla tepkilerini göstermek için şapka inkılabını ve Şeyh Sait’i bekleyeceklerdir.

Öte yandan, mevcut yapısıyla hilafetin savunulacak yanının olmaması Marksistlerce tamamen gözden çıkarılmasına vesile olamaz. Bu kurumdan şikayetçiysen, ezilen Müslümanların kültür ve hissiyatını rencide etmeyecek şekilde nasıl devrimcileştirileceğini araştırır, buna göre politika yürütürsün. Yok, ‘Bu feodallerin siyasi aletidir’ diyorsan 240 milyonluk sömürge Müslümanlarının hilafete bakışını öğrenirsin; sanırız onlar ’emperyalizme karşı dövüşen feodallerin’ peşinde değildir! Bu coğrafyanın mazlumları çoğunlukla dinlerine bağlı olmuşlar, her zaman tepki ve öfkelerini dine dayanarak meşrulaştırmışlardır. Marksizm tarihsel şartlar gereği Batıdan öğrenilmiş, ama Doğu’ya gelindiğinde sosyo-ekonomik formasyonun özgüllüklerini kavrayamamış ve politika ayağı tarih biliminden devşirme, topal kalmıştır. Bu zihniyete göre, Müslüman halklar ve tabii Marksistler, kapitalist formasyonun gelişmesine ses etmemeli, hatta onaylamalı, zinhar engel olmayalar! Üstyapı unsurları (hukuk, siyaset vs.) da Bonapartizmin -aslında Bismarkizm daha uygun düşer- direktiflerine göre acilen ‘medenileştirilmeli’, geri bir millet olmadığımız, ulusal gururumuzun gereği olarak emperyalizme gösterilmelidir. İşte Türkiye’de milliyetçiliğin gelip dayandığı nokta tam burasıdır. O zaman bir soru yöneltilebilir: Milli Görüş mü yoksa devletlü Kemalistler mi daha tutarlı milliyetçidir?

Tüm bu tezlerden sonra, ‘hilafetin ilgası’nın esasında emperyalizme teslimiyetin bir belirtisi olduğunu söyleyebiliriz. Marksistler bu konuda Kemalistlerin tarafını tutmayı ve Batı toplumlarının evriminden kopya çekmeyi bırakmalıdır.

Ezilenlerin Marksizmi için maziye intikal etmiş bir olaydan kenar notları çıkarmaya çalıştık. Umarız ki konu bir de bu açıdan değerlendirilir. 

 



[1] Aktaran Hasan Gümüşoğlu, Osmanlı’da Hilafet ve Halifeliğin Kaldırılması, 2. Baskı, İstanbul 2004, Kayıhan Yay., s.15

[2] Sa’d, 26

[3] Nisa, 59

[4] Gümüşoğlu, a.g.e., s. 17

[5] Mahmut Soydan, “Türk Milletinin İstihkakı”ndan (29.7.1927) akt.: Mustafa Sabri, Hilafet ve Kemalizm, İstanbul 1992, s.387

[6] Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara 1998, İmge Yay., s.25

[7] Akt.: Melih Pekdemir, Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük 2, Ankara 1997, Doruk Yay., s. 240

[8] M. N. Roy’dan (14 Mart 1924) akt.: Komintern Belgelerinde Türkiye-2, (Der.: Doğu Perinçek), 3. baskı, İstanbul 1999, Kaynak Yay., s.19

[9] A.g.e., s.23

[10] A.g.e., s. 24

[11] Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara 1978, s.309-310

[12] A.g.e., s.307

[13] Gümüşoğlu, a.g.e., s.127

[14] Kürkçüoğlu, a.g.e.., s. 306-307

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar