Ana SayfaArşivSayı 77 - 78Stalin ve Materyalist Dilbilim Sorunu

Stalin ve Materyalist Dilbilim Sorunu

 
 
  http://crisiscritique.org/ccmarch/tomsic.pdf
“No, it is not true!”: Stalin and the Question of Materialist Science
of Language, Crisis&Critique, Volume 3, issue 1, ss. 399-408 /
29-03-2016

Stalin ve Materyalist Dilbilim Sorunu

 

Samo Tomsic
Çeviri: Jülide Yazıcı

Stalin’in, Marksizm ile dilbilim arasındaki ilişkiyi ele alan ve Gürcü filolog Nicholas Marr etrafında toplanan dilbilim okulunu kınamaya dayanan sürpriz kısa metni, yıllar süren aralıksız sessizlikten sonra ilk kamusal müdahalesidir. Eğer metni o zamanın küresel politik gerçekliği ile birlikte düşünürsek, bu hamle daha da aşırı bir hal alır: Aynı günlerde (25 Haziran 1950) dünyayı nükleer bir çatışmanın eşiğine itecek biçimde Kore savaşı patlak vermiştir. Stalin’in metni Pravda gazetesinde bu politik olayın ortaya çıkmasından sadece beş gün önce yayınlanmıştır. Stalin’in dilbilimsel meselelere olan ilgisi bununla da kalmamıştır. 4 Temmuz ve 2 Ağustos’ta başka cevaplar da gelmiştir. Bu politik fırtına sürerken Stalin, dilin doğası ile ilgili soruları cevaplamak ve dilbilime Marksizmi doğru bir şekilde uygulamanın ana hatlarını oluşturmak amacıyla ofisine çekilmiştir. Durum bir hayli absürttür. Bunun yanında, Stalin’in dilbilimsel konumunun kendisiyle ilgili, bir sürpriz daha vardır: Stalin, enternasyonalizmi gittikçe Sovyet emperyalizmiyle değiştiren Stalinist çizgiyi takip ederek, komünist politikanın ruhuna aykırı biçimde, ulusal dillerin değerini vurgulamıştır.

Metnin kendisi oldukça basittir ve dilbilime katkısının koca bir hiçten ibaret olduğu söylenebilir. Metindeki en önemli unsur muhtemelen Stalin’in jestidir: “Hayır, bu doğru değil!” Marrizm salgınının ortaya çıkışından beri Sovyetler Birliği’nde dilbilimin gelişiminin önünü tıkayan polemikleri bıçak gibi kesen bir cevap niteliğindedir. Ne var ki, Stalin’in “hayır”ı bağlamına yerleştirildiğinde ve manasıyla düşünüldüğünde, dilbilimsel görüşlerinin hiçbir şekilde devrimci olmadığı ve Marr ile takipçilerinin idealizm ve soyut formalizme eşdeğer olmakla suçladığı yapısal dilbilime çok uzak olduğu açığa çıkmaktadır. Marristlere göre, yapısalcılık dilbilimdeki anti-toplumsal ve anti-tarihsel eğilimleri güçlendirmiştir. Hemen, bunun gerçeği yansıtmadığı, zaten Saussure’e göre dilin toplumsal bir fenomen olduğu yönünde itirazlar yükselecektir: Saussure’un teorisi dilin esasında toplumsal bir bağ oluşturduğunu söyler; dil, soyut düzeyde, elbette gösteren zinciri kavramı altında bir araya getirilmiş farkların bir bağıntısıdır, fakat aynı zamanda tarih ve diyalektiğe de yer verir. Artsüremli eksen, ve dolayısıyla dildeki tarihsel değişimler, toplumsal karakterlerinden bağımsız olarak düşünülemezler. Gerçekten de ‒devrimci gelişmelerin ve diğer önemli toplumsal sarsıntıların bir biçimde tarihin o verili anında güncel olarak konuşulan dili değiştireceği tezini reddetse de‒ Stalin’in cevabı, büyük oranda, dilin tarihsel gelişimi ve artsürem problemi etrafında şekillenmiştir. Stalin’in metninin Saussuryan tonu, Stalin’in metnin hakiki yazarı olmadığı şeklinde spekülasyonların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Her halükarda, metnin orijinalitesi hakkındaki tartışmalar asıl noktayı ıskalar. Önemli ve aynı zamanda tartışmasız olan nokta, Stalin’in yapısalcılığın ana iskeletini oluşturan konumları olumlayışıdır; bunun üzerine hiçbir şey yazmamış olsa da Marrizmi kast ederek “hayır, bu doğru değil” demiş olmasının kendisi, yapısalcılığa başlı başına bir katkıdır.

Peki, Marrizmin, politik bir liderin müdahalesini gerektirmiş olan asıl günahı nedir? Stalin, şu noktaları sıralar: temeldeki her özsel değişimi, değişimi yaşayan toplumun dilinde özsel bir değişimin takip edeceğini söyleyen Marrist “dil üstyapıdır” tezi, Marksist olmayan formüllerin ilkidir. Sovyetler Birliği’nin durumu, bu tezi açıkça çürütür. Bu sebeple Marrizmde ısrarın, tehlikeli bir mantıksal sonucu vardır: devrim başarısız olmuştur, mevcut dilde herhangi bir dönüşüm gerçekleşmemesi, başarısızlığın göstergesidir; eski hakimiyet ilişkileri, eski dilin devam eden varlığında, sinsice dolanmayı sürdürmektedir. Stalin, “Bu ne saçmalık!” der. Bu, basitçe, kendisinin bütün güç aygıtı tehdit edildiği için değil; her şeyden önce, dilin üstyapıyla ilişkilendirilmesi, dili basit bir kurgu olarak kabul ettiği içindir. Her ne kadar, kullanışlı bir kurgu olsa da, bu, bir kurgudan fazlası asla değildir; buna göre dil rastgele ve istenildiği gibi değiştirilebilir. Marr’in, yeni dillerin mevcut iki ayrı dilin semantik olarak iç içe geçmesi yoluyla oluştuğunu söyleyen Japhetic teorisi, bu basite indirgenmiş ‘kurgucu’ çizgiyi takip eder. Ona göre tek anomaliyi, diğer tüm dillerin anası olan, tarih öncesi devirlere ait Ur dili oluşturur. Ayrıca, bu teoriye göre, komünizmin küresel ölçekte zafer kazanacağı kestirilemez bir gelecekte küresel bir dil ortaya çıkacaktır, ve bu, var olan dilbilimsel Babil’in sonu olacaktır. Sonuç olarak, dil kalabalığının kaçınılmaz sonucu olan insanın yabancılaşması tersine çevrilecektir. İnsanlık, bu kaba dilbilimsel spekülasyona göre, komünist üretim biçiminden doğan tek bir devrimci –komünist‒ dilde birleşecektir. Açık ki, bu spekülasyon Kremlin’deki efendi için aşırı kabadır.

Marr’in ve takipçilerinin marifeti olan diğer bir hatalı ve Marksist olmayan formülasyon da bir dilin sınıfsal karaktere sahip olduğu tezidir. Oldukça tuhaf biçimde, bu tez ve “üstyapı tezi” Marksist formüller olarak kabul görebilmişlerdir; halbuki bunlar yalnızca aşırı vulgar bir Marksizmden beklenebilecek formüllerdir.

Son kertede, Stalin’in Marr’in teorisinden 20 yıl sonra gelen müdahalesi, mantığın tepkisi olabilir. Marr’in fantastik ve taşkın kurgularına öfkelenen Stalin, “yeter artık” demiş olabilir, ki Marr’in etkisi düşünüldüğünde bunu yalnızca o diyebilirdi. Ne var ki, mantığın Aristotelyan dil konuştuğunu biliyoruz. Bu yüzden, Stalin dilbilimi normalleştirmekten fazlasını yapmıştır, onu Marr’in sayıklamalarından arındırırken, aynı zamanda devrimci karakterinden de mahrum bırakmıştır. Stalin’in epistemolojik ve dilbilimsel meselelerde neden Aristotelyan olduğuna dair iki temel sebepten bahsedilebilir. İlk olarak, Stalin dili yalnızca, soyut insan kullanıcısıyla ilişkisi içinde, bir iletişim aracı olarak düşünmüştür. Böylece, dili insandan koparan ve dilbilimi Galileyan bir bilim olarak kurmayı amaçlayan Saussuryan dilbilimin (veya daha genel olarak göstergebilimin) devrimci iç görülerini tersine çevirmiştir. Saussure, kavramı ve dilbilimsel varlığı izole ederek, insan bilimlerinde bir epistemolojik devrim tetiklemiştir. Saussure, kesinlikle dilbilimin Galileo’sudur. Veya Lacan’ın söylediği gibi söyleyecek olursak, Saussure ve Prag Dilbilim Çevresiyle birlikte, gösteren, mutlak özerkliği içinde izole edilmiştir, ki bu da dilin onun insan kullanıcılarından bağımsız ele alınması demektir. Stalin ise, insanı (ve ulusu) dilbilime tekrar dahil etmiştir. Böylece, yapısalcı dilbilim tarafından başlatılmış anti-hümanist devrimi tersine çevirip dilbilime hümanizmi (ve hatta milliyetçiliği) yeniden enjekte etmiştir.

İkinci olarak, Stalin Aristocudur, çünkü onun için dil üretim açısından düşünülemez ve düşünülmemelidir. Dilin bir konvansiyon ürünü ve iletişim aracı olduğunu söylemek, dilin hiçbir şey üretmediğini söylemektir, ya da (yine Lacan’ın deyişiyle) onun ‘gerçek’te hiçbir etki sahibi olmadığını söylemektir. Bu, dili, özellikle istikrarsızlığın içkin formları ‒Saussure’de artsürem ve taihsel dinamik, Jakobson’da çocuk dili ve konuşma yitimi [afazı], Lacan’da bilinçdışı‒ açısından inceleyen yapısalcılığın ruhuna aykırıdır. Sonuç olarak, materyalist bir dilbilim, dili, bir araçtansa, bir üretim alanı olarak kavramsallaştırmalıdır. Fakat bir de Stalin’in üretim hakkında söylediklerini dinleyelim:

“Dil ve üretim araçları arasında radikal bir fark vardır. Bu fark, üretim araçları maddi zenginlik üretirken, dilin hiçbir şey üretmemesinde ya da yalnızca kelimeler ‘üretme’sinde yatar. Daha açık biçimde söyleyecek olursak, üretim araçlarını elinde bulunduranlar, maddi zenginlik üretir; fakat aynı insanlar bir dile sahipse ve üretim araçlarından yoksunsa, bu durumda maddi zenginlik üretemez. Eğer diller maddi zenginlik üretebiliyor olsaydı, kuşkusuz gevezeler yeryüzünün en zengini olurdu.” (Aktarmalar Stalin’in “Marksizm ve Dilbilim Sorunları” yazısından yapılmaktadır.)

İyi bir Marksist, dil kullanımının değerin üretiminde herhangi bir etki sahibi olmadığını söylemeden önce iki kez düşünmelidir. Her durumda, Stalin’deki en Aristocu moment, araç nosyonuyla değil, daha çok dile üretken sapmaları yasaklayan ve böylelikle onun özerkliğini bastıran normatif söylemle ilgilidir. Kelimeler üretmek, hiçbir şey üretmemeye eşdeğerdir. Aristo, sofistler hakkında benzer bir şey söyler: onlar yalnızca keyif için konuşurlar, ve bu dilin çarpıtılması olarak düşünülürse, etkinlikleri dramatik hiçbir gerçek sonuç üretmiyor demektir. Tüm bunlar, kelimelerin üretimini daha geniş bir libidinal ekonomi içinde gömülü olarak kabul eden psikanalizle birlikte değişmiştir, ki bu libidinal ekonomi, güncel tarihsel uğrakta, kapitalist üretim tarzı ile aynı mantıksal mekanizmaları sergiler. Bu sonuç, doğrudan, dilin ne altyapının ne de üstyapının bir parçası olduğu gerçeğinden çıkarsanır. Stalin için durum böyle değildir, dil iki uçta da karşımıza çıkar; altyapıyı belirleyen ekonomik koşullardan bağımsızdır, fakat aynı zamanda üstyapıyı (ideoloji) belirleyen ekonomik koşullara bağlıdır. Dil aşkındır, aşkın olduğu için de üretken değildir. Stalin’in metni, yapısalcılığın ve psikanalizin aşina olduğu epistemolojik ve ontolojik skandalları azaltacak biçimde, dilin evcilleştirilmesini örnekler. Gerçekten de, bu skandallardan biri, Stalin’in kendisi tarafından da skandal olarak tanımlanmıştır, çünkü diyalektik materyalizmin en temel yönelimini ilgilendirir:

“Düşüncelerin, sözlü olarak ifade edilmelerinden evvel, insan zihninde oluştuğunu; dilbilimsel bir maddeyle sarılmaksızın, çıplak bir formda ortaya çıktığını söylüyorlar. Fakat bu kesinlikle yanlıştır. İnsan zihninde hangi düşünceler hangi anda oluşursa oluşsun, yalnızca dilbilimsel maddenin, yani dilin terimlerinin ve tabirlerinin temelinde oluşabilir ve var olabilir. Dilbilimsel maddeden, dilin ‘doğal madde’sinden bağımsız çıplak düşünce diye bir şey yoktur. ‘Dil, düşüncenin dolaysız gerçekliğidir’ (Marx). Düşüncenin gerçekliği dilde tecelli eder. Yalnızca idealistler, dil olmadan düşünmekten, dilin ‘doğal madde’sinden bağımsız bir düşünceden bahsedebilir.”

Stalin burada Marx’tan alıntı yaparken ne ileri sürmektedir? Stalin, materyalizme göre, dilin nedensellik gücüne sahip olduğu gerçeğinin tanınması gerektiğini söyler. Dil, her şeyden önce düşüncelere yol açmasından ileri gelen bir nedensellik gücüne sahiptir. Düşünceleri dilden koparıp almak, bizi ‘saf hayaletler’ evrenine, spiritüalizm ve haliyle idealizm evrenine fırlatıp atar. Yalnızca düşüncelerin dile dayandırılmasıyla materyalist olunabilir. Ne var ki, bu, dilin üretken olduğu anlamına gelir, daha genel bir ifadeyle söyleyecek olursak, ekonomik üretim –Marx’ın üretim tarzı dediği ve Lacan’ın söylem nosyonuyla tercüme ettiği‒ bir dizi sembolik mekanizmaya dayanır. Üstelik, bu üretim tarzlarının tarihini düşünmek, en başta, tarihi kesintili bir süreç olarak okumayı ve Stalin’in diyalektik materyalizm yorumunu reddetmeyi gerektirir. Burada, Lacan’ın XVII. Seminer’deki savını hatırlayabiliriz, bu sava göre yalnızca bir duygulanım vardır, o da tam olarak düşünmektir; ya da Adrian Johnston’ın ifadesiyle, “duygular gösterenlerdir”. Fakat dil, düşünmeye sebep olduğu için, basit bir araca indirgenemez –Aristo’ya ait olan ve dili iletişimsel araç (organon) olarak kullanan psişe ya da ruh hipotezine, veya onun modern ve görünüşte rasyonalize edilmiş versiyonu olan bilinç hipotezine başvurulamaz. Psikanaliz, fakat aynı zamanda Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi, gösterenin nedenselliğine dayanan materyalist tezden yola çıkar; bu, düşünmeyi esas olarak yabancılaşmış ve merkezsizleştirilmiş kabul ederken, dili de kurucu yabancılaşmanın (constitutive alienation) bir formu olarak kabul eder. Bu bakımdan, Marx ve Freud’un ikisi de, dili kurucu yabancılaşma olarak düşünen ve, en azından bu bakımdan, dilbilimde diyalektik materyalist yönelimin kurucusu olan Hegel’in mirasçılarıdır.

Psikanalizin diyalektik materyalizmle bağlantısına Lacan birçok kez dokunmuştur; örneğin, erken 1970’lerde yazılmış şu pasajında, Stalin’in, bir diyalektik materyalisttense, alttan alta bir nominalist olarak karakterizasyonuna rastlarız:

“Şu açık ki ben bir nominalist değilim. Bir ismin gerçek üzerine yerleştirilmiş bir şey olduğu fikrinden yola çıkmıyorum. Eğer biri nominalistse, diyalektik materyalizmi feda etmek zorunda kalır. Kısacası, benimki gibi bir söylemin içinde yeşerebilecek tek idealizm tehlikesini oluşturan nominalist gelenekten çok açıkça kaçınıyorum.”

Jean-Claude Milner’e göre, Lacan, Tarih (büyük T ile) nosyonunu reddetmekle, zaten, “dil bir üstyapı değildir” diyen Stalin’in teoreminin ötesine geçmiş olur. Stalin için dilde devrimlere yer yoktur. Saussure içinse dil sürekli devrimdir, ki bu Stalin’in aksine dilin evrim olmadığını söylemektir. Bu sebeple, materyalist tarih nosyonu tekrardan, uygun biçimde, konumlandırılmalıdır: “Lacan, büyük kopuşları kabul etse de, Tarihe inanmaz”, oysa Stalin tam da büyük kopuşları teleolojik-evrimci modele dahil ettiği için Tarihe inanır. Aslında bu, tarihsel kopuşların ve süreksizliklerin, Tarihsel Zorunluluğun pozitif varlığından ziyade, Tarihin yokluğunu ve tarihsel hareketin merkezsizleştirilmesini gösterdiği, tuhaf bir “Stalinizm”dir. Fakat belki de, Lacan’ın Stalin karşısında aldığı pozisyon gayet anlaşılır niteliktedir; çünkü aslında onun yaptığı sadece Marx’ın siyasal iktisat eleştirisinin yıkıcı pozisyonunu benimsemek ve Stalin’in diyalektik materyalizm yorumundaki hatayı ortadan kaldırmaktır.

Lacan, nominalizm hakkında konuşmadığını belirtir, Ortaçağ’a ait tartışmalardan bildiğimiz üzere, nominalizm, evrensellerin realizmini ileri sürer. Eski nominalizmin, mistik bir biçimde olsa da, gösterenlerin statüsünün gerçek olduğunu, gösterenin gerçeğe dahil edilmesi gerektiğini ileri sürdüğü için daha materyalist olduğu söylenebilir. Ama eski nominalizm, Lacan’ın dilin teorizasyonuna şu katkılarında bulunan materyalist özü içermez: dil ve üretim arasındaki bağlantı; ve yalnızca, sembolik düzenin (imlem, anlam, performativite, …) içinde kalan fenomenlerin üretimi değil, aynı zamanda –her ne kadar nominalistlerin düşündüğü gibi olmasa da‒ semboliğin ötesine geçerek onu gerçeğe dahil eden, gerçek etkilerin üretimi. Haz [jouissance], bilinçdışını hareket ettirir. Tüm bunlar, gösterenin nedenselliğini, yani psikanalizin asıl icadını, ön plana çıkaran gerçek söylemsel etkilerdir. Bu öyle bir icattır ki aynı zamanda psikanalizin ve siyasal iktisat eleştirisinin buluşma noktasıdır.

Lacan’ın yorumunun düşünce akışı takip edilecek olursa, nominalizm tarifini kimin için yaptığı, onun için çağdaş nominalistin kim olduğu kolayca saptanabilir: eski adaequatio doktrinini yeniden üreten ve Aristotelyanizmi günümüze getiren mantıksal pozitivistler. Nominalizm, materyalist bir dilbiliminin inşasının önündeki engeldir, dahası, modern dilbilimin inşasının önünde de bir engel oluşturmaktadır. Seçim yapmak zorunludur: ya Saussure ya Aristo. Saussure’un gösterdiği yol, materyalist bir dilbilimin yolunu açar, oysa ki Aristo (ya da modern nominalizm) modern öncesi dil teorilerine geri dönüşü, yani Marx’ın, Freud’un ve Saussure’un emeğin doğası, düşünce ve konuşma hakkındaki içgörülerinin devrimci çıkarımlarını ortadan kaldıracak biçimde iletişimsel modeli önerir. Stalin’in Marksizm ve dilbilim üzerine metni öyle gösteriyor ki; Stalin, Marr’in hezeyanlı ve mitik “dilbilim”ini, Aristotelyanizme geri dönüşün başka bir türünü ileri sürmek için reddetmiştir.

Performativizm teorisi de daha az nominalist değildir. Dilbilimde materyalist yönelimin de ortaya koyduğu gibi, soruyu “Sözcüklerle ne yapmalı?” diye sormaktansa, “Sözcükler özneyle ne yapar?” ya da (Lacan’ın geç dönem dersleri boyunca tekrarladığı gibi) “Sembolik, nasıl gerçek içinde bir delik açar?” şeklinde sormak daha doğrudur. Bu son formülasyon doğrudan, dilin ortaya çıkışının “gerçek”te bir tür boşluk ürettiğini söylemektedir. Ne var ki bu durum, “gerçek”i eksik ya da ulaşılmaz kılmaz. Daha çok, gerçekteki boşluk, semboliğin gerçekte nasıl mevcut olduğunu gösterir. O, semboliğin gerçeğidir. Basitçe gerçekliğin üstüne yerleştirilmiş olmaktan çok başkadır. Gösterenin ortaya çıkışı, biyolojinin, fiziğin vs. gerçeğiyle aynı epistemolojik statüyü gerektiren, fakat biyoloji, fizik ya da herhangi başka bir gerçekle homojen bütün oluşturmayan, yeni bir gerçek üretir. Gerçekteki sembolik, bir boşluğa çöktüğü için; başka herhangi bir gerçeği kavrayabilir, manipüle edebilir, ve son kertede, matematiksel formalizasyonda, genetik kodlamada vesairede olduğu gibi, onu semboliğe tercüme edebilir. Fakat özne için, gösteren, gerçekle her sorunsuz ilişkiyi imkansızlaştıran bir rahatsızlık yaratır: kelimelerin ve şeylerin, semboliğin ve gerçeğin arasında doygun bir ilişki kuran idealist (nominalist) senaryoya asla benzemez. Sembolik hiçbir zaman saf biçimde sembolik değildir, hiçbir zaman, onun iletişimsel etkilerine eşlik eden gösterenin nedenselliği olmadan ortaya çıkmaz. Sembolik ve gerçek arasındaki ilişki esas olarak bir ilişkisizliktir [non-relation], ve bu ilişkisizliği düşünmek materyalist bir dilbilimin öncelikli görevidir.

Marr’in dilbilimi, kendisine öncelikli inceleme nesnesi olarak, Saussuryan dilbilimin reddettiği ve kurgusal statüsünü ortaya koyduğu iki şeyi, dilin kökenini ve ereğini alır. Bu ikisi, bilimin artık sayıklamaya başladığı noktalardır. Stalin onları reddetmez, yalnızca onların görünüşte rasyonalize edilmiş formunu, dilin pragmatik amaçlar için icat edildiğini ve kullanıldığını söyleyen, kökene ve ereğe dair standart Aristocu versiyonu sunar. Halbuki uygun bir materyalist çıkarım, dilin kökeni ve ereğine dair konuşmanın yasaklanmasıyla birlikte, dilin iletişiminin ve yararlılığının kesin karakterinin yiteceği ve problematik hiptezlere dönüşeceği yönünde olmalıdır. Dilin hiçbir erek gözetmediğini söylemek, iletişimsel fonksiyonunun tesadüfi olduğunu söylemektir. Dil, tesadüf sonucu iletişir, sözcükler gerçeği tesadüf sonucu karşılar, anlam tesadüfen üretilir; bu, Lacan’ın Saussure’un rastgelelik nosyonundan, ve aynı zamanda Stalin’in dili üstyapıdan koparmasından çıkardığı sonuçtur. Lacan, 1965 yılında felsefe öğrencilerinin “Marksizm ne tür bir dil teorisi ima eder?” sorusuna verdiği yanıtlarda, şöyle der:

“Marksizmden çıkarsanacak tek dil teorisinin, bilinçdışının yapısı olarak yalnızca benim teorim olduğu söylenebilir; tabii eğer en güncel mantığımızı tatmin eden materyal çıkarımdan daha talepkâr değilseniz, eğer Marksizmin kifayeti ne olursa olsun benim dil teorim doğruysa, ve eğer Marksizm için hangi arızaya sebep olursa olsun, Marksizmin ona ihtiyacı varsa. Marksizmden mantıksal olarak çıkarsanabilecek dil teorisi için bu kadar yeter. Peki, onun tarihsel çıkarımı? Onun için size Stalin’in Marrizmin muzipliklerine son vermiş olan otuz sayfadan başka bir şey öneremem. Marksistin, dile ve özellikle dilin üstyapı olmadığına ilişkin basit sağduyusal önermeleri yakınsayan/paralel tutumu, yine de mantıksal pozitivistlerinkinin çok ilerisindedir. Benim dil teorimde sizi ilgilendirmesi gereken nokta ise onun materyalist olduğudur. Gösteren, kendini dile doğru aşan bir maddedir.”

Lacan’ın mantıksal ve tarihsel çıkarım arasındaki farkı gözettiğini görürüz. Marrizm Marksizmin çocuğudur, daha net konuşacak olursak, Stalin’in diyalektik materyalizmi vulgarize etmesine paraleldir. Bu sebeple Lacan, Marrizmin Sovyet dilbilimindeki hegemonyasına son veren Stalin’in buyruğunun mantıksal pozitivizmin ötesinde olduğunu söylerken, eşzamanlı olarak “Marksistler, Aristocudur” diye yazar. Stalin’in temel içgörüsü doğruydu, fakat dilin üstyapıdan koparılmasından çıkardığı sonuç yanlıştı. Zizek’in deyişiyle, Stalin, doğru bir adımı yanlış yönde attı: doğru adım, dilin üstyapıdan koparılmasıydı; yanlış yönse, modern nominalizmin yeniden canlandırılmasıydı. Sonuç olarak, hiçbir gerçek ilerleme kaydedilmedi, Stalin’in hamlesi boşa çıktı. Yineleyelim, dilbilimsel meseleler üzerine yapılan güncel materyalist polemik şu mevzuyla ilgilidir: Dil, “varlığın evi” midir (Heidegger), yoksa bir haz imalat alanı mıdır? Dilin alanında, tam olarak gösterenin kendini dile doğru aşan bir madde olduğu içgörüsüne bağlı olan bir üretim var mıdır?

Bu içgörü diyalektik materyalisttir, çünkü Marx’ın, metanın kendisini meta diline, değişim değerinin diline doğru aştığı yönündeki eleştirel içgörüsüyle aynı modele yaslanır. Buna paralel olarak, aşma edimi –bu aşma edimi, Saussure’un dilin her zaman‒ halihazırda bir zincir ve bir sistem meydana getiren katışıksız farklardan yapılmış olduğu fikrine tercüme edilebilir-  üretkendir ve en az iki gerçek sonuca sahiptir: (1) bilinçten radikal biçimde ayrık olan bir özne (Marx’ın terimleriyle konuşacak olursak, emek gücü ampirik emekçiden radikal biçimde ayrıktır, ya da proleter, sınıf bilincinden radikal biçimde ayrıktır); ve (2) ampirik nesneden aynı biçimde ayrık olan, ve gösteren tarafından referansta bulunulduğu varsayılan bir artı-nesne [surplus-object] (yine Marx’ın terimleriyle, artı-değer belirli bir meta olan, değerin nesnesinden radikal biçimde farklıdır).

Materyalist bir dilbilim tüm vurguyu nedensellik üzerine koyar, böylece dili ontolojik bir probleme, hatta ontolojik bir skandala çevirir; tıpkı, matematik ve geometrinin, Platon için ontolojik bir skandal oluşturması gibi. Platon’un, onların nesnelerini idealar ve görüngüler arasına yerleştirmek için her türlü sebebi vardır: onlar ne idealdir (kurgusal, soyut ya da manevi değillerdir), ne de ampiriktir (vulgar, dolaysız ve duyumsal maddesellik oluşturmazlar). Onlar ne varlık ne de hiçliktir. Ne var ki bu onların ne objektif ne sübjektif olduğunu söylemektir, tıpkı nedensel boyutu açısından ele alınan dilin ne bir insan icadı (sübjektif bir konvansiyon) ne de evrimin doğal bir ürünü (insan beyninin biyolojik gelişiminin objektif bir ürünü) olması gibi. Sonuç olarak, nominalizme düşmeden, ontolojinin tüm haritasını yeniden çizmeye, bütün ontolojiyi yeniden icat etmeye ihtiyaç vardır. Stalin’in ontolojisi ve epistemolojik volontarizmi söylemsel üretimin epistemo-ontolojik skandalını bastırır ve böylece devasa bir epistemolojik geriye gidişe sebep olur. Üstü örtülmemesi gerekeni tekrar edelim: Stalinizm, idealizmdir. Dilin yalnızca iletişimle ilgili olduğunu söylemekten daha idealist hiçbir şey yoktur.

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar