Ana SayfaArşivSayı 77 - 78Kapitalizmin Uygarlık Misyonu Savunuculuğu

Kapitalizmin Uygarlık Misyonu Savunuculuğu

 

Kapitalizmin Uygarlık Misyonu
Savunuculuğu

Vedat Düşküner

Kapitalizmle barışık bir sol

Modern sol hareketin açık ya da örtük argümanları, kapitalizmin uygarlaştırıcı misyonunu savunmak üzerinden oluşmaktadır.

Modern sol hareketin geneli, bireyin evrensel boyutta ve tüm yönleriyle gelişimini oldukça önemsemektedir. Sol harekete göre, kapitalizm, bireyin tam da bu doğrultuda gelişimini sağlamıştır. Girdiği her yerde eski ilişkileri silip süpürürken, insani açıdan yıkıcı ve yabancılaştırıcı sonuçlar yaratmıştır, ne var ki aynı zamanda evrensel modern bireyin gelişimine zemin sunmuş olmak gibi bir olumluluğa da sahiptir.

Sol harekete göre uygarlık misyonu iki boyut içeriyor: Üretici güçler yoluyla dünya piyasasını geliştirerek insanların yeteneklerini bütün yönleriyle geliştirmesine ortam sağlaması, ve kentlerde ve fabrikalarda bir araya getirilen insanların ufuklarını açıp bilinçlerini yükseltmesi. Sıradan insanlar, ilk kez kapitalizmle birlikte toplumsal ve siyasi yaşama sokulmuşlardır.

Hal böyle olunca sol hareketin ideo-politik faaliyetinin yönü de belirlenmiş oluyor. Kapitalizmin uygarlaştırıcı misyonunun insan üzerindeki yıkıcı ve olumsuz etkilerini eleştirmek, fakat insani yetenek ve becerileri geliştirdiğinin hakkını vermek. Kısacası kapitalizmin uygarlık misyonuna sahip çıkmak ve onun savunucusu olmak.

Sol hareket ilerlemeci bir tarih anlayışına sahiptir. İlerlemeci tarih anlayışının sunduğu modelde, tarihte bir sonraki aşama, bir öncekine kıyasla her zaman daha yüksek ve gelişkindir; bu bakımdan tercihe şayandır. Buna uygun biçimde sol harekete göre, kapitalizme kadarki tarihte üretim tarzlarının eşitsizlik sorununu çözmesi mümkün olmamıştır. Çünkü üretici güçler eşitlik sorununu çözecek düzeyde gelişmemiştir. Üretici güçlerin yetersiz de olsa ileriye doğru bir gelişme eğilimine sahip olması, uygarlığın gelişimi için de zemin hazırlamaktadır.

Geleneksel, yani kapitalizm öncesi toplumlarda insanlar tanımların içine tutsak edilmiş biçimde, birbirleriyle feodal bey ve kul olarak bağlantıya geçiyorlardı. Bireyin toplumdaki yeri, etkinliği, rolü ve yeteneği bu pozisyonlar tarafından belirlenmiş ve sınırlanmıştı. Marx’ın ifadesiyle bir soylu her zaman soylu, halktan birisi de her zaman halktan biri olarak kalırdı. Oysa, 18. yüzyılda, kapitalizm ve onun dayattığı piyasa ilişkileriyle birlikte yeni bir bireysellik biçimi gelişti. Bunlar toplumun sabit hiyerarşisini ve kimlik biçimlerini giderek zayıflattı. Üretim araçlarından yoksun bırakılan her emekçi, “özgür birey” olarak işgücünü piyasada satabilir hale geldi. İşte tüm bunlar, sol hareket için, kapitalizmin ilerici oluşunun gerekçeleridir. İlerlemeci tarih anlayışına göre, kapitalizmin feodalizmden kopuşu ilerici ve devrimcidir. Kapitalist toplum perspektifinden, feodal toplum payelerden ve ayrıcalıklardan oluşan katı hiyerarşisiyle baskıcı ve adaletsiz görünür.

İlerlemeci tarih anlayışının kurmuş olduğu bağdaştırmacı ve ilişkisel mantığa göre, ilkel toplumlardaki ilişkiler “toplumsal sözleşme” ürünü değildir; ilişkiler daha çok alışkanlık ve görenek halini almış etkinlik biçimleri tarzındadır. Bunlar çoğunlukla, insan denetiminin ötesinde ve bilinçsizce ortaya çıkan oluşumlardır. Geçirilen evrimsel dönüşümler sonucunda, insanın iradesi ve uygulama yeteneği gelişmiştir. İnsanlar toplumsal yaşamlarını yöneten güçleri fark ederek onların insafına kalmayı reddetme ve onları denetleme yeteneği kazanmışlardır. Dolayısıyla, gelinen düzeyde, insan iradesi ve bilinçli seçimi toplumsal ilişkilerde tayin edici bir rol oynamaktadır. Çünkü kapitalizm, insanların yaşamlarının koşulları üstünde bilinçli ve akılcı denetim kurmalarını mümkün kılmıştır; aynı biçimde, modern üretim güçlerine egemen olarak onları ortak denetime tabi kılmamızın olanaklarını da sunmaktadır.

Sol hareket, kapitalizmi, gelişiminin erken aşamasında yarattığı tüm sefalete rağmen, sıradan emekçileri kamu dünyasına ve siyasi yaşama sokmasıyla olumlu bulur. Ona göre, sınıf, kapitalizm sayesinde, devrim etkeni olarak tarihin içine çekilmiştir. Bu, onların bilinçlerinin ve etkinlik alanlarının, dolayısıyla gerçek özgürlüklerinin görülmemiş biçimde gelişmesi anlamına gelmektedir. Yaşanan sefalet ise, ilerlemeci tarih anlayışı için, kaçınılmaz olarak değerlendirilir; kapitalizmin, feodal dönemden devralınan geri üretim güçlerini geliştirerek adil bir toplum için gerekli olan düzeye yükseltmesine kadar, sömürüye ve bilumum olumsuz uygulamaya başvurması zorunludur. İlerleme olmaksızın adil bir düzenin kurulması mümkün değildir. Ayrıca, kapitalizmin gelişmesinin erken aşamalarında, alt sınıf, oluşan zenginlikten faydalanmamış olsa da, sanayi, kendine yeterli köylü yaşamını yıkarak insanların kırsal yaşamın değişmeyen kalıplarından çıkarılmasını sağlamıştır. Bağların ve ilişkilerin geleneksel kalıplarını dağıtarak insanları serflik prangasından özgürleştirmiş, toprak ağasına kölelikten kurtarmıştır. Modern sanayinin etkisi yalnızca geleneksel ilişkilerin dağılması anlamına gelmemektedir; sanayi, daha gelişmiş ilişki kalıplarının yaratılmasına da yol açmakta, insanın kendini gerçekleştirmesine gerekli zemini sunmaktadır.

Modern sanayinin üretici potansiyeli insanın özgürleşmesi için muazzam imkanlar sunar. Kapitalist sistem bunları yeterince akılcı bir biçimde harekete geçiremediği için, üretim güçleri, kapasitesinin çok altında bir ilerleme gösterir. Oysaki akılcı bir biçimde örgütlenmiş bir toplumda bu potansiyel bütünüyle gerçekleşecektir, üretim düzeyi yalnızca temel gereksinmeleri karşılamakla kalmayacak, insanca çalışma koşullarının yaratılmasını da sağlayacaktır.

Sol hareket, kapitalizmin uygarlaştırıcı misyonunu savunmayı, Hegelci tez, anti-tez, sentez diyalektiğiyle açıklamaktadır. Ona göre, diyalektik gelişime uygun olarak, ilerleme hem olumsuz hem olumlu yönleriyle gelişmektedir. Mesele, olumlu yönlerini geliştirerek onu tutarlı mantıksal sonucuna götürmektir. Felsefi dayanağın varlığı sayesinde, sol hareket, uygarlığın asıl savunucusunun kendisi olduğunu gönül rahatlığıyla ileri sürebilmektedir. Her yeni ‘olumlu’ gelişmeyle birlikte, sol, bu düşüncenin derinliklerine daha da fazla çekilmektedir.

Bu ilerlemeci tarih anlayışının ideo-politik karşılığı da evrimci sosyalizm olmaktadır. Evrimci sosyalist yaklaşım serfe karşı ücretli köleliği, düşük ücrete karşı dolgun ücreti, uzun çalışma saatlerine karşı insana kendini çeşitli yönleriyle geliştirmesi için boş zaman tanıyan kısa iş saatlerini savunur. Uygarlıktan yaşam standartlarının düzeltilmesini talep edebilir. Bağdaştırmacı ve ilişkisel diyalektik mantıktan kapitalizmin uygarlaştırıcı misyonunu savunmayı çıkarsar.

Mevcut sistem ne kadar haksız ve adaletsiz görünürse görünsün, insanı insanlıktan ne kadar çıkarırsa çıkarsın, bu durum, ezilenlerin ve sömürülenlerin iktidara yürümesini haklı çıkarmaz. Çünkü üretici güçler henüz onların iktidarı alması için yeterince gelişmemiştir. Kapitalizme, uygarlığı geliştirebileceği noktaya kadar geliştirmesinde destek olmamız gerekir.

Görünüme aldanan işçi, yıkıcı etkilerini ahlaki açıdan kınadığı kapitalizmi yıkarak sosyalizmi kurmaya çalıştığında, nesnelliğin azizliğine uğramaktan kurtulamaz. Çünkü kurmayı düşlediği sosyalizm için maddi koşullar henüz oluşmamıştır. “Reel sosyalizm”, bu türden yanılsamalardan uzak durulması gerekliliğini öğretmiştir. Her şey zıddına dönüşüyor gibi görünse de koşulları oluşmadan bir şeyin karşıtını oluşturmaya çalışmamak gerekir. İktidarı hedeflemek yerine zenginliği burjuva içeriğinden arındırmalı, onu tüm insan güçlerinin gelişimi olarak sunmalı, Batılı modern toplumların yaratılmasında işçinin de payının olduğunu söyleyerek kendimize pay çıkarmalıyız. Bu tarihsel kazanımlar her ne kadar burjuvazinin adına yazılmış olsa bile tüm insanlığın ortak evrensel değerleridir ve pekâlâ biz de söz konusu uygarlığı kendi adımıza sahiplenebiliriz.

Kapitalizmin ilk aşamalarında, gelişmenin nimetlerinden burjuvazi yararlanırken sıradan emekçiler pek faydalanamamış olabilir. Bu yüzden ahlaki bir öfkeye kapılıp kapitalizmin uygarlaştırıcı misyonunu sahiplenmekten vazgeçmemeliyiz. Aksine, yeteneklerimizin gelişmesini sağladığını sağduyulu bir bilinçle teslim etmeliyiz.

Kapitalizmin mezar kazıcısı olan işçi sınıfının eşitliğin ve özgürlüğün sağlanması için yapması gereken şey, ilerlemenin önündeki engelleri aşmak ve gelişmeyi hızlandırmaktır.

Toplumsal gerçekliği bu şekilde ele alan sol için kapitalizm, günümüze kadarki uygarlığın bir sınıf uygarlığı olmaktan ileri gidemeyeceğini açık hale getirmiştir. Çünkü tarihsel açıdan üretici güçlerin gelişim düzeyi uygarlığın ancak bir sınıf uygarlığı olarak kurulmasına olanak tanıyordu. Bu açıdan bakıldığında, tarihsel değişim süreci, her biri diğerinden farklı ve birbiriyle kıyaslanamaz aşamalardan geçen bir gelişme ve ilerleme olarak kabul edilir. Her aşama önceki aşamanın sağladığı temel üstünde daha gelişmiş bir biçim oluşturur. Bu aşamaların her birinde çelişkiler daha açık hale gelir. Tarihsel gelişme açısından kapitalizm, çelişkileri açık hale getirmenin yanında, insani olanın belirleyici olduğu aşamaya geçmenin koşullarını bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Kapitalist gelişme yalnızca burjuvazi için değil çalışan insanlar için de nihai olarak ahlaki ve siyasi ilerlemeye yol açmıştır.

Bu anlayışın, devrimci bir politika öngörmesi mümkün değildir.

Marx-Engels’in rolü

Bu görüşler temel dayanaklarını Marx ve Engels’in eserlerinden almaktalar. Eğer Marksizmi, Marx ve Engels’in bilincinde beliren temaların bütünü olarak kabul edersek, daha doğrusu buna indirgersek, onların eserlerindeki evrimci unsurları en fazla çalışmalarının geri kalanıyla tutarlı olmamakla eleştirebiliriz. Ama eğer Marksizmin kategorik olarak başka bir şey olduğunu savunuyorsak, o zaman bu görüşlerin Marksist olmadığını, ve Marx ile Engels’in yanıldığını yine Marx ve Engels’e dayanarak söylememiz gerekiyor. Bu durumda, yaygın ya da bazı örneklerde “resmi Marksizm” anlayışının dışına çıkılmış olmaz mı? Evet, kopuşu savunmak, Marksizmi, genel olarak benimsenen Marksizm anlayışının dışına çıkmayı göze alarak inşa etmek ve bu Marksizmi, bizatihi Marksizmin temel kaynaklarındaki ters akıntılarda temellendirmekle mümkün oluyor.

Hiç kimsenin, Marksizmi, feodaller karşısında burjuvazinin konumuna indirgemesine izin verilmemelidir. Bir Marksist, köleye karşı serfi, serfe karşı ücretli köleyi ideo-politik olarak savunamaz. Marksizm, egemen burjuva ideolojisiyle ilişkisini kopararak kendi ideo-politik konumlarını inşa eder ve burjuva ideolojisi ile kendi ideo-politik konumları arasındaki uzlaşmazlığı yeniden ve yeniden üretir. Eleştirel biçimde de olsa burjuvazinin konumlarını sahiplenmek, burjuva ideolojisinin sorun ve çözümlerini Marksizm adına düşünmek anlamına gelir.

Teorik ve politik olarak Marksizm, sadece Hegel’in tarihselci sorunsalına değil aynı zamanda Comte’çu pozitivist geleneğe de bütünüyle ters düşer. Pozitivist nesnellik olguyu esas alırken, Marksizmin nesnellik ilkesi süreci esas alır ve olayın kendisini değil sürecin zorunluluğunu savunur. Nesnel zorunluluk, Marksistin her durumda ideo-politik onay ve destek vereceği anlamına gelmez. Bilim ve politikayı nesnelerinin farklılığını göz önünde bulundurarak ayıran bir Marksist, tarih bilimsel nedenselliği ve zorunluluğu amasız fakatsız savunur. Fakat Marksist, tarih bilimsel vargıyı politik tutumunun gerekçesi yapmaz. Tarih bilimi için, kölecilik karşısında yeni bir üretim tarzının taşıyıcısı olmak bakımından feodal sınıf devrimcidir, aynı şekilde üretici güçleri yeterince gelişmemiş kapitalizmde devrimci olan işçi sınıfı değil, burjuvazidir. Bunlar tarih biliminin vargılarıdır. Bu anlayışta değer yargılarına yer yoktur, kapitalizmin gelişirken insanları yoksulluğa ve sefalete mahkûm etmesinin bilimsel açıdan hiçbir önemi yoktur.

Tarih bilimi açısından kapitalizmin olgun aşamasından önceki bütün ezilen hareketleri tarihsel gelişmenin ana doğrultusuna karşı hareketlerdir, dolayısıyla yenilmeye mahkumdurlar. Bu bilimsel saptama doğrultusunda bir ideo-politik tutum, ezilenlerin nihai kurtuluşu için mücadeleyi ertelemeyi, tarihsel ileriyi temsil eden özneyi desteklemeyi, tarihin ana doğrultusuna yönelik akışı bozacak erken girişimlerin bilimsel ileriyi temsil eden özne tarafından bir an önce ezilmesini gerekli görmeyi gerektirir. Bilim ile politikanın ayrıştırılmasına karşı çıkan bu yaklaşım, tarihte “kara gücü” temsil eden ezilenler hareketinin burjuvazinin demir yumruğuyla bastırılmasını savunur. Burjuvaziyle kozlarını sonradan paylaşacağını deklare eden bu yaklaşım için ezilenlerin başarısızlığa mahkûm hareketleri sadece üretim güçlerinin ilerlemesini sekteye uğratmaya adaydır. Politikayı bilimin uygulanması olarak gören bir Marksistin, burjuvazinin konumlarını benimsemekten başka, ezilmenin insanlık dışı koşullarına yalnızca ahlaki düzeyde karşı çıkmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.

Marksizmin genel alanında kendine yer bulan bu yaklaşımın köklerinin Marx ve Engels’in çalışmalarında bulunduğu cesaretle söylenmelidir. Marx ve Engels, bilimsel bilgiyi politik bir dille politik ortama aktarırken bir tür ideolojinin oluşumuna da ön ayak olmuşlardır.

Marx ve Engels, tarihsel ilerlemeye yol açmanın ne kadar önemli ve bu gidişin önünde durmanın ne kadar beyhude olduğunu ortaya koymuş ve kapitalizmin uygarlaştırıcı misyonunu desteklemişlerdir. Cehaletin mazeret olamayacağını ifade eden Marx ve Engels, böylece tarihselci pozitivist anlayışın ideolojisinin biçimlenmesine katkıda bulunmuşlardır. Bilim ve politika arasında kurulan felsefi temsil ilişkisinde, tarihselci pozitivist yaklaşım bilim ve politikayı kendi yorumuna tabi kılmıştır. Bunun sonucu, burjuvazinin desteklenmesi ve kapitalizmin uygarlaştırıcı misyonunun savunulması olmuştur. Marx ve Engels’ten sonraki sosyalist düşünce ortamında bu fikrin işlenmesine devam edilmiştir. İdeo-politik yaklaşımlarını ilerlemeci tarih modeline göre belirleyen tarihsel solcular için, önceki tarihsel dönemin kalıntısı olan ezilenlerin geriyi yansıtan ideolojik ve kültürel evrenleri politikanın inşa edilmesine olanak tanımaz. Devrimci politika ilerici burjuvazinin sunmuş olduğu ideolojik ve kültürel zeminde oluşabilir.

Bu yaklaşım Marksizmin bütünselliğini ve işlevselliğini karartmaktadır. Bu haliyle söz konusu yaklaşımın Marksizmin eşiğini geçemediğini söyleyebiliriz.

Kapitalizmin uygarlaştırıcı misyonunu savunmanın iktisadi karşılığının, işçi ile kapitalistin elbirliğiyle üretim güçlerini geliştirmek için uğraşmasını savunmak olduğu açıktır. Sol için, elverişli koşulların oluşması uygarlığın gelişimine paraleldir. Bu gelişmenin sınıfçı ideoloji için anlamı, sermayenin mümkün olduğunca hızlı büyümesi, üretici güçlerin piyasa ilişkileri aracılığıyla gelişmesidir. Manifesto’da bu tarihsel dönüşümden övgüyle bahsedilir. Modern sanayinin, kendisini toprağa bağlayan zincirlerden ve geçmişten miras kalmış tüm ayak bağlarından kurtulmuş, kentlerde bir araya gelmiş ve nihayet sömürüyü sonlandırma gücüne erişmiş bir proletarya yarattığından bahsedilir.

Ancak burjuva uygarlığı alanında kurulan işçi-burjuva ilişkisi, egemenlik-tabiyet ilişkisinden başka bir şey değildir. Övgüyle bahsedilen proletaryanın gelişimi, burjuvazinin tarihi içine yerleştirilerek anlatılmaktadır. Bu ilişkide egemene tabi olanın konumu ve rolü de söz konusu tarih tarafından belirlenir. Bu ilişkide roller değişebilir, ilerici olan gericileşebilir ya da gerici olan ilerici işlevler yerine getirebilir. Fakat söz konusu tarih modelinin kendisi değişmez. Aynı kurgu içinde bütün mesele uygarlığın değerlerinin gerçek savunucusunun kim olduğunu belirlemekte düğümlenir. Geri bölgelerde ileriden yana uygarlık misyonerliği yapmak, burjuvazi adına yazılmış ilkelerin bütün insanlar için gerçekleşmesini istemek; burjuva ideolojisinin sorun ve çözümlerini kendi adına üstlenmek ve burjuva ideolojisinin mantığıyla düşünmek anlamına gelir. Oysaki Marksizm bu bakış açısını reddederek bu hümanist ideolojinin dışına çıkmak zorundadır.

Şiddeti devlete devreden sözleşme

Kimi sol ve sosyalist kesimler, kapitalizmin uygarlık misyonuna eleştirel yaklaşıyor; fakat reddiye gerekçeleri Aydınlanmanın sorunsalı içinde kalmaya devam ediyor. Aydınlanmanın klasik iktisatçıları ve bireyci filozofları, geleneksel topluluğun yıkılmasını, özerk kabul ettikleri bireyin özgürleşmesi yolunda ileri bir gelişme olarak kabul ederken, Aydınlanma karşıtı kabul edilen Toplumsal Sözleşme’nin yazarı Rousseau söz konusu gelişmeyi, çağdaşlarının çoğundan farklı olarak toplumun tahrip edilmesi ve modern toplumun öz çıkarlarını güden birbiriyle savaş halindeki ayrı bireylerin bir araya getirilmesinden oluştuğunu ifade ediyordu. Ancak Rousseau ve benzeri düşünürler, kapitalizmi yalnızca olumsuz bir toplumsal etkiye sahip olarak gelenekseli dağıtıp toplumu atomik bireylerin toplamına dönüştürdüğü için eleştirmiyorlardı, onlar kapitalizmin yıkıcı etkilerinden ziyade, öz çıkarları için birbiriyle savaşan insanların şiddet kullanma hakkından vazgeçerek, şiddet kullanma hakkını devlete devretmeleri gerektiğini savunuyorlardı. Ama bu savunmayla birlikte insanın konumlandırıldığı alan da değişmiş oluyordu. İnsan kavramı artık felsefe alanında ele alınıp tartışılmaktan ziyade hukuk ideolojisinin tamamlayıcısı olarak ele alınıyordu; artık insan denildiğinde anlaşılan hukuk ideolojisinin öznesiydi. Bu görüşün etki gücü burjuva hukukunda görülür. Felsefenin insan modelinin hukuki özne modeline dönüşmesi, felsefe alanından eski kategorileri dışlama değildir. Onlar işlevlerini hâlâ icra ediyorlardı, fakat artık hukuki özne modelinin içeriğine bağlıydılar.

Burjuva hukukuna göre, her insan bireyi hukuken öznedir ve belli, tanımlanmış hak ve yetkilere sahiptir. Sahip olmak, her şeyden önce mülk sahibi olarak, sahip olduğu şeyleri ticari değiş tokuşta başkasına devretme yetkisine sahip olmak anlamına gelir. Ama bunun için, yani kendi mallarına sahip olması için, önce kendi iradesine sahip olması gerekmektedir. Bilinçli ve özgür bir varlık olarak birey, devletle yaptığı sözleşmeyle, şiddet başta olmak üzere bazı haklarından feragat eder. Bu sözleşme sonucunda taraflar arasında kurulan ilişkide, devlet dışındaki varlıkların şiddeti düzensizlik ve kaosla özdeşken, devletin şiddeti düzenleyici kabul edilir. Bu ön kabulden hareketle devlet, şiddet kullanma hakkını yalnızca düzenin bekası için elde etmez, aynı zamanda şiddeti bizatihi kendi varlığının temeline oturtur.

Birey ve devlet, devlet şiddeti ile bireylerin şiddeti arasında kurulan ilişkide, bu ilişkinin taraflarının bir ve aynı düzen içinde birbirleriyle sözleşme aracılığıyla kurdukları ilişkide ve bu ilişkinin hiyerarşisinde yer aldıkları konum, yerine getirmekle mükellef oldukları görev ve sorumluluklara bakıldığında bir ezme ve ezilme ilişkisinin olduğu görülüyor. Çünkü birey ya da devlet dışı oluşumlar şiddet kullanma hakkından önce bilfiil şiddetin kendisinden vazgeçme konumundadırlar. Egemen ve tabi olan arasındaki ilişkinin koşulu ezilme konumunda olanın duracağı yeri bilmesidir.

Kapitalizmin gelişim aşamasında Roma hukukundan esinlenilerek oluşturulan hukuk ideolojisinde özgürlük herkesin özgürlüğü olduğundan bütün insanlar hukuk karşısında kendi aralarında eşittirler. Bu hukuki ortamda, özne olan insanı ‘vicdanen’ normlara uymaya zorlamak, hatta ona söz konusu normları zor kullanmadan kabul ettirmek daha kolaydır. Örneğin, bir bireyin ‘mülkiyetinde’ bulunan işgücünü satması, kendi başına ele alındığında haksızlık ve adaletsizlik anlamına gelmez. Ancak kapitalist işçiye işçi olarak değil de ‘sözleşme’ye aykırı olarak bir köle gibi davranırsa ortada bir haksızlık olur ve o zaman işçinin bu haksızlığa isyan etme hakkı doğar. İşçi soyut olarak bir hak talebinde bulunamaz; o, verili ilişkiler ortamında egemenin, oyunu kurallarına göre oynamasını, hak talebinin gerekçesi olarak kullanır. Bu, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, ücretin artırılması, çalışma saatlerinin kısaltılması vb. şeklinde gerçekleşir. Bu talepler, egemen ideoloji ve verili düzen sınırları içinde ileri sürülebilir ve karşılanabilir.

Ahlakın hukukun tamamlayıcısı olması gibi, ‘insan’ da, burjuva ideolojisinin felsefi tamamlayıcısıdır. Çünkü sınıflı toplumsal formasyon ‘kendisinin bilincinde insan’ anlayışına ihtiyaç duyar. Bilinç tarafından donatılmış birey, burjuva ideolojisinin istediği devleti ve milletiyle bölünmez birliği, manevi bir biçimde yaşamak zorundadır.

Bilincin insan doğasına sokulmasıyla birlikte, şiddet insan doğasının dışına atılmış oluyor. Şiddet böylece gayri insani kabul edilir. İnsan doğasıyla örtüşmeyen şiddetin, tarihsel olarak becerilerini geliştiren insanlığın dünyasında azaldığını kabul etmek kaçınılmazdır.

Şiddet tartışmasını yürütenler, devletin şiddet kullanma hakkı olduğu ön kabulünden hareket ettikleri için, devleti tartışmanın dışına yerleştiriyorlar; onların şiddet olarak tartıştıkları şey esasında devlet dışı oluşumların kullandığı şiddet oluyor. Sorunsallaştırdıkları şiddet, ezilenlerin kaba şiddeti oluyor. Teknik gelişmeyle birlikte aşırılaşan şiddet kullanımını eleştiriyorlar, fakat aslında koşullu da olsa devletin şiddet uygulama hakkını sorgulamıyorlar.

Doğanın ya da dünyanın bir düzeni varsa, bu düzenin işlemesi için uyulması gereken kuralları da vardır. İnsan toplumlarında da egemenler bir düzen kurmuş, ona uygun kurallar koymuşlardır. Haksız, adaletsiz yönleri düzen sınırları içinde, kuralların dışına çıkmadan dile getirme hakkı da tanınmıştır. Kuralların dışına çıkıldığında devletin şiddetiyle karşılaşmak kaçınılmazdır.

Devlet şiddete başvurma hakkını dışarıdan bir yerden almaz, o, bu hakkı kendi varoluşundan alır. Aynı mantık içinde şöyle ifade edebiliriz: Devlet kendini eylemiyle gerçekleştirir. Modern sanayideki çalışmanın toplumsal örgütlenmesinden tutalım çalışma faaliyetinin düzenli bir şekilde devam etmesine kadar her aşamada devlet somut kurumsal yapısıyla kritik ve merkezi bir yer tutar. Mecburiyetin olmadığı yerde çalışma (iş gücünü satma) olmaz. Çalışma ilişkileri devletin zoruyla insanlara kabul ettirilir. Zorlamanın olduğu yerde, ezme ve ezilme ilişkisi devreye girmiş demektir. Çalışma ilişkilerinin zorunluluğu, devletin şiddeti olmadan kurulamaz. Bacon’ın ifadesiyle, insanlara boyun eğdirilerek hükmedilir. Hükmedilen konumda olmak, şiddete maruz kalmaktır. Şiddet olmadan, ezen de ezilen de olmaz. Şiddetin olduğu yerde, devlet vardır.

Şiddet bağlamında insani ile gayri insani karşıtlığı üzerinden yapılan tartışmalarda, şiddetin medeni toplumlarda azaldığını ifade edenler, siyasal faaliyetin gerekçesini, kapitalistin işçiyi sömürmesi olarak gösteriyorlar. Kapitalist ile işçi arasındaki ilişkiyi, devleti dışta tutarak, sömürü ve emek çerçevesinde kuruyorlar. Sömürünün son bulması için, kapitaliste karşı yapılan mücadeleyi kabul ediyorlar, fakat devlete karşı mücadeleyi, dolayısıyla şiddeti gerekli görmüyorlar. Politika dışı bularak şiddeti reddediyorlar.

Sömürünün bilimsel analizini siyasetin gerekçesi yapan bir yaklaşım, devrimciliğin uzağında konumlanır; böyle bir yaklaşım sermaye-emek, sömüren-sömürülen ya da ilericilik-gericilik karşıtlıkları ekseninde anladığı siyasal faaliyetin gerekçesini uygarlık misyonunda bulur. Uygarlık misyonuyla donanmış hiçbir politik özne, sorunlarını şiddetle çözmez, şiddeti siyasal faaliyetlerinin gerekçesi yapmaz. Çünkü ona göre, şiddetin yerini artık insanın yaratıcı becerileri almıştır. Çakraları açılmış, estetik algıları gelişmiş insan, Kuzuların Sessizliği filminde kurbanının kafatasını kesip beynini pişiren Hannibal’ın şiddetini sanatsal estetik açısından bir değer yaratımı olarak kabul eder, fakat, Germinal filminde kendisine acıyıp yardım eden burjuva kızını boğarak öldüren yoksul işçinin hıncını ve insanlıktan çıkmış halini yadırgar. İnceltilmiş şiddete pek laf etmese de, işkembesi kaba saba şiddeti kaldırmaz. Bu tarz şiddetin azalması, insan toplumlarının uygarlaşması bakımından umut vericidir ona göre.

Şiddet ayıracı

Bu tarz hayallerin aksine, politik faaliyet için ezen-ezilen ilişkisini esas almak ve ısrarla bu ilişkinin temelinde devleti ve devletin şiddetini görmeye devam etmek gerekiyor. Ezilenler dünyasından uygar dünyaya yönelen her saldırı Marksizm tarafından sahiplenilmelidir. Marksizm, politika bileşeninin karşılığını ezilenlerin devrimci girişiminde bulur. Marksizm nesnel olarak, ezilenlerin devrimci politikasında var olur. Varsın ezilenler bu esnada uygar dünyanın dışına düşmüş olsun. Varsın sırça köşklerde oturanlar böylesi bir yorumu Marksizmin bayağılaştırılması olarak kınasın.

Devleti hedeflemekten vazgeçmek, Marksizm dışına çıkmak anlamına gelir. Özellikle iktidardan uzağa düştüğümüz bu dönemde, ezilenlerin devrimci şiddetine yönelik tavır, Marksist olanı ve olmayanı ayırma konusunda başvuracağımız temel bir ayıraçtır.

Ezilenlerin uygarlığı yıkma girişimlerinin izinde olmayı, uygar dünyanın solcularıyla birlikte eşiğin berisinde uygarlık misyoneri olmaya tercih etmek, Marksist politik devrimciliğin doğasının zorunlu gereğidir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar