Ana SayfaArşivSayı 42-43Öncü Kurucu Olarak Hz. Muhammed

Öncü Kurucu Olarak Hz. Muhammed

Öncü Kurucu Olarak Hz. Muhammed

Cahiliyeden Asr-ı Saadete, Çöl Bedeviliğinden Arap İmparatorluğuna

 

 

Kılıçlar savaş ateşini canlandırdığında,

insanın en kötü silahı gözyaşı dökmektir.[1]

Ebu-Saad el-Haravi

(Şam Mollası-Başkadı)

İraklis Gökoğlu

Giriş

2006 yılının başlarında birbirini takip eden iki olay cereyan etti. Birincisi, ABD işgal koalisyonunda bulunan İngiliz askerlerinin, Bağdat’ta, gözaltında tutulan çocuklara yaptığı içler acısı işkencenin televizyona yansıyan görüntüleriydi. Bu görüntüler, İslam dünyasında, sızlanmaların dışında, siyasal gösteriler ve protestolar gibi hiçbir sonuç yaratmadı. İkincisi ise, Danimarka’da, Kurt Westergaard adlı gazetecinin Muhammed’in suretini (onun Batı’daki insanların zihnindeki çağrışımını) karikatür vasıtasıyla kamuoyuna sunması oldu. Bu karikatürden sonra İslam dünyası ayağa kalktı. Danimarka’nın bazı konsoloslukları öfkeli kalabalıklar tarafından basıldı. Günlerce süren protesto eylemleri yapıldı. Olaylar, 135 kişinin ölümü ve yaralanmalarla sonuçlandı.* Protestolar anti-emperyalist kitle hareketine dönüştü. Danimarka Başbakanı, Muhammed’in karikatürünü basın özgürlüğü çerçevesinde değerlendirdiği için, özür dilemeye yanaşmadı. Sanat eseri olarak değerlendirilemeyecek olan çizim, bir karikatürde olmayacak denli açık anlamlar içeriyordu. Muhammed, fitili tutuşmuş bombası, alnındaki Arapça yazı ile birlikte tipik bir Müslüman’ı anlatan simsiyah kavuğu, uzunca sakalı, insanı ürküten bakışları ve şehvetli, suç işlemeye hazır görüntüsü ile, herkesin çok kolay algılayabileceği gibi, bir terörist olarak resmediliyordu.

Necip Fazıl Kısakürek, Muhammed Hamidullah’ın Hz. Muhammed’i** anlattığı kitabındaki bazı anlatımlardan hareketle, yazarı “delalet kumkuması” diye itham eder. “Allah’ın sevgilisi ve insanoğlunun en güzelini düztaban diye vasfeden” yazarın, “burnunun üstüne kadar uzayan kaşları kavisli idi. Bacakları ince idi” diyerek ona karşı saygısızlık yaptığını söyler. Bu anlatımıyla yazarın, Muhammed’i umacıya benzettiğini söyleyerek ağır eleştirilerde bulunur. Kendisi ise, Muhammed’i “Allahu Teala, bütün güzellikleri sevgili peygamberinde toplamıştı. Mübarek kolları ve baldırları iri ve kalın idi. Hilal kaşlı, çekme burunlu ve uzun kirpikli idi”[2] diye anlatarak, yazarı gerçeğe sadakat göstermeye çağırır.

Kahramanlıklar çağının bir sonucu olarak, insanların zihnindeki kurtarıcının, uygun bir fiziksel yapıya sahip olması gerekliydi. Tarih yazımı, genel olarak gerçeklere sadakat göstermeyebilir. Fakat, büyük tarihsel şahsiyetler, yaptıkları fiillerle anımsandıkları için, büyük eylem adamları olarak mutlaka güçlü, iri olmalı ve tabii ki fiziksel güzellik de taşımalıdırlar. Muhammed’in sureti, nitelik olarak, elbette ki Hıristiyanlarca Müslümanlardan çok farklı algılanacaktı.

Kusurlu algının kusursuz teşbihleri

Katolik dünyasının temsilcisi Papa 16. Benediktus, emperyalist koronun sözcülüğüne soyunarak, “Muhammed’in yeni diye getirdiği, şer ve insanlık dışı şeyler”dir diye buyuruyor. Bush’un “İslamofaşist” değerlendirmesinin desteklenmesi demek olan bu açıklama tesadüf olarak algılanamaz. Bu durum aynı zamanda, Hıristiyan dünyasının eski gelenekleri, yeni biçimlerde sürüyor anlamına da gelmektedir.

Hıristiyan ilahiyatçısı Şamlu St. Jon’a (675-749) göre, “İslamiyet itke ve karakterleriyle acınacak olan kişiler tarafından uydurulmuş ve kılıçla yaygınlaştırılmıştı.”[3] Batılıların yaygın inanışına göre, Muhammed bir sihirbazdı. “Büyücüydü. Bildiklerini bir Hıristiyan rahipten öğrenmişti. Sapkınlığı, şiddet yoluyla cinsel başıboşluğu Tanrı’nın onayladığı vaadiyle yayılmıştı.” “Muhammed’in kılıcı ve Kur’an; ‘uygarlık, özgürlük ve doğruluğun şimdiye kadar tanıdığı en inatçı düşmanı’dır.”[4] Defalarca evlilik yapan şehvet düşkünü biri. Hatta bir bütün olarak İslam, yozlaşan Hıristiyanlığa karşı Tanrı’nın bir cezalandırması, bir kırbacı, onu ıslah etmeye yarayan bir itkiydi.

Karen Armstrong’un aktarımına göre, Batılıların zihninde Muhammed, iğrenç yalanlarının içinde yüzen bir sapıktı ve takipçilerinin de aynı şeyi yapmasını istiyordu. İnsanları kılıcının gücüyle dinlerinden döndürmüştü.

Kudüs’ün fethinden sonra, Müslümanlar kutsal yerlerden temizlenmesi gereken haşereler olarak addedildi. Haçlıların onlar için kullandığı resmi tabir, “pislik”ti. D’Herbelot, Muhammed için, “Bizim adına Muhammedan dediğimiz kafir dininin kurucusu ve yaratıcısı olan ünlü sahtekar” diyordu. Pek değişmiş gibi gözükmeyen bir anlayışla, Muhammed’in, “asırlar boyunca dini ruhun bir antitezi ve saygın bir uygarlığın düşmanı …”[5] olduğu düşünüldü.

Karşıtları nasıl yaklaşıyor olursa olsun, Müslümanlar bu konuda hemfikirler. Muhammed’e yakın bir dönemde yaşamış olan İslam tarihçisi Taberi’ye göre, İslam’ın peygamberi Muhammed şöyle betimleniyor:

“Hazret-i Ali’ye peygamberimizin vasıfları sorulduğunda şöyle dedi:

Orta boylu, kara gözlü, buğday renginde kızıl benizli, ak sakallı, kıvırcık, berrak ve değirmi çehreli idi. Kılları ziba, bıyığı güzel, saçı kara ve uzundu. … Yürüyünce, kuvvetle, yokuştan iner gibi hızlı hızlı yürürdü. Yüzü o kadar gökçek (güzel) idi ki karşısında bulunan bakmağa doyamazdı. … Saçlarını kimi zaman çözer, kimi zaman örerdi. Kimi zaman da sarığının altına devşirir, toplardı. Kimi zaman da sarkıtırdı.”[6]

İslam, doğuşundan günümüze kadar, Hıristiyan dünyasının en önemli rakibi ve düşmanı oldu. Tarih, İslam dünyasının, 11. yüzyılda Haçlı Seferleri ile yanıtlanan, yeniden yükselişine tanıklık etti. 19. yüzyılda, Şark huzur ve dinginliğine geri dönmüştü.[7] 21. yüzyılda, İslam ve onun kurucu önderi Muhammed, savunma pozisyonunda da olsa, yeniden tarih sahnesine çıkmış bulunuyor.

Aradan yüzlerce yıl geçtikten sonra Muhammed’in fiziksel varlığının tartışma konusu yapılıyor olması, onun hala siyasal çatışmanın merkezinde durduğunu gösteriyor. Düşmanlarında korku ve nefret uyandıran, büyük bir değişimin öncüsü olan Muhammed’i ve kurucu önderliğini yaptığı İslam gibi son derece geniş bir konuyu işlemek ya da bu konuda yeniden fikir oluşturmak gibi devasa bir işe soyunmak, bu makale ile altından kalkılabilecek iddialar değildir.

Burada, anlatım İslam’ın kuruluşu ve Muhammed’in ölümüyle sınırlandırılacak ve dönemi karakterize eden bazı önemli olayların aktarılmasıyla bu makalenin çerçevesi çizilecek. Böylece, dönemin asgari ölçülerde anlaşılabilmesi için gerekli veriler sunulmuş ve Muhammed’e duyulan yüksek sevginin ve aynı orandaki nefretin nedenleri ortaya konmuş olacaktır.

Muhammed ve İslam’ın doğduğu coğrafya

Muhammed’in kurucu önderliğini üstlendiği İslam’ın doğduğu Arap Yarımadası, Hıristiyan Batı için, bazen 200 metreye varan kum tepeleriyle kaplı, coğrafi olarak ulaşılması imkansız uçsuz bucaksız bir çöl durumundaydı. Dönemin imparatorlukları, çadırlarda “vahşi insanlar”ın yaşadığı Arabistan’a fazla ilgi göstermiyorlardı. Atlarla ve develerle seyahat eden bedevi Arapların attıkları çığlıklar, “medeni” toplumların bireyleri için son derece ürkütücüydü.

Mekke ve Medine gibi, ticari ilişkilerin ve nüfusun yoğunlaştığı, Şam-Hicaz-Yemen arasındaki kervanların hareket kattığı şehir devletlerini saymazsak, Arap Yarımadası, Roma-Bizans ve Pers imparatorluklarının sınır karakollarının bulunduğu bölgelerde başlıyordu. Yapılan bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlanmış ve Şehirlerin Anası (Ummu’l Kura) hiçbir dönem yabancıların egemenliği altına girmemişti.

Muhammed doğduğunda, Kusay önderliğindeki Kureyşlilerin yerleşik hayata geçmelerinin üzerinden, henüz iki asır gibi, insanlık tarihi için son derece kısa denilebilecek bir süre geçmişti. Araplar, herhangi bir devlet düzeninin klasik yasalarıyla yönetilmiyorlardı. Onların yönetimi, kandaş kabile örgütlenmeleri, gelenek ve göreneklerin doğal yasaları ile sınırlandırılmış ve salt kültürel anlayış düzeyindeki, bu koşulların belirlediği de facto kurallara bağlanmıştı.

Özellikle kurak geçen yıllarda, yerleşim yerlerini talan etmek Arapların yaygın alışkanlıklarıydı. Düşmanı yenmek ve onun mallarını çapul etmek, bazı toplumlarda olduğu gibi, Araplarda da gayri ahlaki bir davranış sayılmazdı. Herhangi bir ölüme sebebiyet vermeden, başkalarının malını zor kullanarak almak da normal karşılanır ve ayıplanmazdı. Arap kabileleri, her biri bir kabileye ait olan 360 putun açıkça yansıttığı, bir parçalanmışlık içindeydiler. Nüfus, Şehirlerin Anası diye nitelendirilen ve Araplar tarafından da dünyanın merkezi olarak görülen Mekke ile, onunla yaklaşık olarak aynı nüfusu barındıran, Medine’de ve daha çok Mekkeli zengin Kureyşlilerin topraklarının bulunduğu, Taif vadisinde yoğunlaşmıştı. Bu iki şehirle ilişki içerisinde olan, çoğunlukla Yahudilerin bulunduğu kaleler ve silahlanmış askerlerle korunan yaygın küçük yerleşim yerleri de bulunuyordu.

İslam’dan önceki dönem olan Cahiliye Devrini Ali Bulaç şöyle karakterize ediyor: “Arap, Yahudi, Hıristiyan, Habeşli, İranlı, Rum vb. her türlü dinden ve ırktan insanlar, aşiretler… Kabile savaşları, çapulculuk, ahlaki çöküntü, ırkçılık, sınıfsal zorbalık, dini hurafe ve sapmalar, aşiret anlaşmazlığı, utanç verici kölelik, sosyal ve iktisadi ayrıcalık fikri, zihni gerilik…”[8]

Bu anlatım, Pers yöneticilerinin, Muhammed’in isminin kendilerininkiyle aynı yerde ve kendilerininkinden de önce anılmasına sinirlenmesi ve bunun sonucunda Müslüman elçinin getirdiği mektubun yırtılmasından sonra, bir biçimde tekrarlanır. Elçi soğukkanlılıkla, “evet” der, “ama bu Muhammed’den önceydi.” “Şimdi, yüce Allah, Muhammed vasıtasıyla elini uzatmış”, onları yukarıda tanımlanan korkunç sefaletten çekip çıkarmıştı. Müslümanların makus talihleri değişmiş, adeta başları göğe erişmişti:

“Yeni inançlarıyla ateşlenen Müslümanlar Batı Arabistan’dan taşmışlar ve birkaç yıl içinde, Akdeniz ve Batı Asya dünyasının uzun zamandır yerleşip oturmuş siyasal coğrafyasına yeni bir şekil vermişlerdir. 634 yılına gelindiğinde, Arabistan’ın geriye kalan bölgeleri de fethedilmişti, İslam ordusu Filistin’e giriyordu. Sekiz yıl sonra, Müslümanlar kuzeydeki büyük Bizans ve Pers imparatorluklarını yendiler, Suriye, Irak, Batı İran ve Mısır’ın denetimini ele geçirdiler. 656 yılında, üçüncü halife Osman öldüğü zaman, Müslüman orduları batıda Kirenaike’ye, kuzeyde Kafkaslar’a, doğuda Amuderya Nehri’ne ve Hindukuş Dağları’na gelmişlerdi. Ondan sonra yayılım biraz yavaşladı; fakat 711’de Müslümanlar doğuda Sind’i işgal etmişler, 712’de Taşkent’e varmışlar ve Orta Asya’yı İslamlaştırmaya başlamışlardı –751’de Talas Nehri Savaşı’nda Çin kuvvetlerini yenilgiye uğratmaları, bu başarıyı pekiştirdi. Batıda Kuzey Afrika’nın fethini 709’da tamamladılar ve İspanya üzerinden Fransa içlerine yürümeye başladılar. Kuzey yönündeki genişlemeleri, ancak 732 yılında Franklar tarafından Poitiers’de durduruldu. 8. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, İslam halifeleri Şam’daki başkentlerinde oturup, doğuda İndus Vadisi ve Taşkent’ten batıda Atlas Dağları ve Pireneler’e kadar uçsuz bucaksız bir imparatorluğu yönetmekteydiler. … Müslümanlar tarihe yön verdiklerini hissetmişlerdi.”[9]

İnançlarla gerçeklerin kesiştiği yerde politika ve hareket yer alır. Tarihin akışı politikayı, örgütü ve önderleri önemsemez. Adeta “olacak olan olur.” Tarihsel gelişim, toplumsal olgunlaşma düzeyi değişime ihtiyaç duyduğunda örgüt ve önderlere gereksinmez, sadece onlara “rol” verir. Muhammed, bu rolü layıkıyla üstlenecek, büyük bir değişimin öncülüğüne soyunacaktı.

Kur’an ve İslam inanışlarına göre Arapların kısa tarihi

Adem Peygamber tarafından yapıldığına inanılan ve dünyadaki ilk ibadet merkezi olan Kabe,[10] anahtarı Kureyşlilerde olmasına rağmen, bütün Arapların ortak mekanı durumundaydı. Kutsal kabul edilen Kabe’de, her biri bir kabileyi temsil eden 360 tane put bulunuyordu. Bu putların yanı sıra, Kabe’nin duvarlarını, İbrahim Peygamber’in, Hıristiyanların ve Musevilerin inandıkları meleklerin, Bakire Meryem’in, İsa’nın resimleri de süslüyordu. Müslümanlar tarafından halen İslam’ın beş şartından biri olarak ziyaret edilen, hac mekanı durumunda olan ve değişik peygamberlerce aynı yerde yeniden inşa edilen Kabe, Arapların inancı ve Kur’an’ın da tasdik etmesiyle Allah’ın yeryüzündeki “ilk evi”dir.

Hac geleneği ile sürdürülen ibadet şekillerinin çoğu, İbrahim Peygamber’le ilgili anlatıların bir devamı, onun fiillerini anlatan ritüeller bütünlüğüdür. Hatta, dönemin inançlarının bir yansıması olarak, Muhammed’in söylediği (ya da söylemek zorunda kaldığı) ve Kur’an’da Tanrı kelamı olarak kayda geçen şekliyle, Araplar, kendilerini, Yahudilerin (daha doğru bir tanımlamayla İsrailoğullarının) üvey kardeşleri olarak görmektedir. İbrahim, Mısır melikinin kızı olduğu söylenen cariyesi Hacer’den olan oğlu İsmail’i, karısının kıskançlığı sonucunda Kabe’nin bulunduğu yere getirmiş ve bu, yerleşik hayatın da başlangıcı olmuştur. İbrahim’in karısından olan oğlu İshak Yahudilerin atası, cariyesi Hacer’den olan oğlu İsmail de Arapların atası olarak kabul edilmektedir.

İleride değinilmeye çalışılacağı gibi, Arap İmparatorluğu’nun örgütlenmesinin ideolojik temeli olan İslam’ın en zayıf ve zaaflı yanını da bu inançlar bütünü oluşturmaktadır. Arap birliğini sağlamanın yolu olan bu inançlar bütünlüğünün izlenmesi, başarılı olmanın imkanlarını sunuyor, buna karşılık, bu nesnel zeminin üzerine İslam düşüncesinin inşa edilmesi, vurgulamaya çalıştığım zaafın koşullarını yaratıyordu. Muhammed ve Müslümanlar, kendilerine inanmayanlara da inanıyor ve böylece, kendilerine ilerleyebilecekleri bir yol açarken, aynı zamanda bu kesimlerle uzlaşma zeminleri de yaratmış oluyorlardı.[11] Bu durum İslam’ın içsel bir zafiyetidir. Muhammed, beklenilenin dışında tümüyle farklı bir din getirmiş olsaydı, —ki bunun imkanları tartışılabilir— siyasal amaçlarına ulaşıp, güçlü bir imparatorluğun örgütlenmesinde başarılı olabilir miydi? Bu soruyu sormak ve yanıtını aramak boş ve totolojik bir çabadır.

Temelini Tevrat’tan alan Hıristiyan ve İslam kaynakları, Adem’den Muhammed’e 4981 yıl geçtiğini,[12] Dünya’nın Tanrı tarafından altı günde yaratıldığını ve —Muhammed’le (Hâtem’ül Embiya) son bulacak olan— peygamberlerin sayısının da 124.000 olduğunu söylemektedir. Temel olarak altı büyük peygamberden söz ediliyor: Adem, Nuh, İbrahim, İsa, Musa ve Muhammed. Adem, cennetten kovulan ve dünyaya indirilen ilk insan olarak, Nuh da, tufandan sonra insanlığın soyunun sürdürücüsü olarak tüm insanoğlunun ataları durumundadır. Daha önce de değinildiği gibi, İbrahim’in oğullarından biri olan İshak’tan İsrailoğulları, İsmail’den ise Araplar türemişlerdir. Kur’an bunu Tanrı kelamıyla tasdik ediyor ve ebedileştiriyor: “Gerçekten Allah, Adem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu alemler üzerine seçkin kıldı. Bir zürriyet olarak birbirinden gelmişlerdir.”[13]

Muhammed’in peygamberliğini ilan ettiği dönemde, kahinlerin ve rahiplerin yönlendirmesiyle, Yahudiler ve Hıristiyanlar da “Mesih”in gelmek üzere olduğuna inanıyorlardı. Elbette onlar, gelen peygamberin, öncelleri gibi, seçilmiş kavim İsrailoğullarından olacağını sanıyor/bekliyorlardı. Güneyde Habeşistan ve kuzeyde Suriye, yaygın olarak Roma/Bizans’ın etkisiyle, Hıristiyanlığı benimsemişti. Roma/Bizans’ın etkinlik kuramadığı Mekke ve Medine’de, putatapar Arapların yanı sıra, Museviler de bulunuyordu. Muhammed, Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitaplarının çarpıtılmış olduğunu düşünüyor, bu dinlerin önermelerinin gerçek özünü İslam’ın yansıttığını iddia ediyor ve onları düzeltmeye soyunuyordu! Muhammed’in söylediğine göre, Tanrı katında bulunan Lehvi Mahfuz’da (muhafaza edilen levha) bütün dinlerin orijinali kayıtlara geçirilmişti ve bunlar peygamberler vasıtasıyla insanoğluna kendi dillerinde sunuluyordu. Adem cennetten kovulunca, koltuk altında, işini kolaylaştıran teknik bilgileri de içeren, bu kitabın bir nüshası da bulunuyordu!

Muhammed’den sonrakiler gibi, ondan önce peygamberlik iddiasında bulunanların da neredeyse tümü, İbrahim Peygamber’in düzenini vaat ediyordu. İnsanlar geçmişlerini, olduğundan çok daha mükemmel olarak tasvir etmiş ve “altın çağ” olarak kolektif bellekte resmetmişlerdir. Batı’nın yarı tanrı kralları, Doğu’nun ise peygamberleri vardır. Antik Yunan’ın kralları yarı tanrıdır. Kadim Orta Doğu’nun kralları ise Tanrı’nın temsilcileri durumundaki peygamberlerdir.

Kureyşli bir öksüz

Muhammed 571 yılında Mekke’de doğdu. Kureyş’in Haşimi Kabilesi’nden olan babası Abdullah,[14] Muhammed doğmadan, henüz yirmi beş yaşında, Suriye’den dönen kervana eşlik ederken rahatsızlanıp kısa süre içinde ölmüştü. Babası ona, beş deve, birkaç koyun ve bir kölenin dışında hiçbir şey bırakmamıştı. Altı yaşındayken de annesi Emine’yi kaybetti. Böylece ailenin tek çocuğu olan Muhammed, hiç unutmayacağı gibi, yoksul ve öksüz kalmıştı. Bakımını üstlenen dedesi Abd-ül Muttalib’i de iki yıl sonra kaybedecekti.

Taberi’nin aktarımına göre, Mekke’nin ileri gelenleri, gelenek ve görenekler gereği, küçük çocukları sütanneye (dayeye) verirlerdi. Muhammed henüz bebekken, Arapların bu geleneğinden hareketle, çöl koşullarında çelikleşmesi için, yoksul bir ailenin yanına verildi. Arapların inançlarına göre “şehirler bozulma yerleriydi.” “Soyluluk ve özgürlük birbirinden ayrılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü.”[15]

Havazin Kabilesi’ne bağlı Beni Sa’d Klanı’na mensup kadınlar birer çocuk edinmişken en yoksul anne çocuksuz, en yoksul çocuk da sütannesiz kalmıştı. Halime ve eşi, Muhammed’i almakta tereddüt ediyordu. “Bu bir baba öksüzüdür. Sütanaya, çocuğun babasından fayda gelmeyecek olunca ne yapalım. Bize kendi yoksulluğumuz yeter!”[16] diye düşünüyorlardı.

Anlatıma göre, sütanne zayıf ve çelimsiz atından dolayı kervanın en arkasında kalmış, o Mekke’ye gidene kadar seçkin ailelerin çocukları dayeler tarafından çoktan kapışılmıştı. Son anda karar vererek bu yoksul çocuğu almışlardır. Fakat, dönerken Muhammed’in mucizesi gerçek olmuş ve kervanın başına yerleşmişler, süt vermeyen sığırların memeleri sütle dolmuş, yedikleri bütün şeylerin bereketi artmıştı.

Belli bir yaştan sonra Mekke’ye dönen Muhammed, kendi ailesinin gereksinimini bile karşılayamayan, babasıyla ikiz olan amcası Ebu Talib’e teslim edilmişti. Muhammed küçük yaşta, Mekkelilerce pek de hoş karşılanmayan bir işe, çobanlığa başlayarak amcasının bütçesine katkıda bulunuyordu. Kur’an, Muhammed’in geçmişini şöyle anlatmaktadır: “O seni yetim bulup da barındırmadı mı? Seni yol bilmez bulup yola iletmedi mi? Seni yoksul bulup zengin etmedi mi? Öyleyse sakın yetimi ezme. Dilenciyi de azarlama.”[17]

Bir dönüm noktası: Hatice ile evliliği

Muhammed, erken yaşta olgunlaşmıştı. Çevresinde güvenirliğiyle bilinirdi. Lakabı “El Emin”di.[18] Çocukken katıldığı Şam’a giden kervandan, papazın beklenen peygamberin vasıflarını taşıdığını fark etmesi sonucu, Yahudilerin öldürme ihtimali göz önüne alınarak geri döndürüldüğü efsanesi dışta tutulursa, Muhammed hiçbir zaman kutsal topraklar olan Kudüs’e gitmemişti. İki kez evlenmiş ve eşlerini kaybetmiş olan zengin dul Hatice’nin kervanlarının başında bulundu. Zorlu ve sorunlu bir kervan yolculuğundan, beklenenden daha iyi bir sonuçla dönmesi, Hatice’nin takdirini ve ilgisini kazanmasına yetmişti.

Muhammed, amcaları sayesinde, iyi ok atıyor, kılıç kullanıp güreş tutabiliyordu. Güçlü kuvvetli biriydi ve bir savaşçıda olması gereken düzgün bir fiziğe sahipti. Bu özellikleri Hatice’nin de dikkatini çekmiş olacak ki, arkadaşlarından birini göndererek Muhammed’in evlilik konusundaki fikrini öğrenmesini ister. Muhammed, maddi imkansızlıklar yüzünden evlenemeyeceğini söyler. “Peki” diyen gayriresmi elçi, sorusunu şöyle yineler: “Bu imkanları sağlayan biri olursa evlenir misin?” Bu koşullarda benimle kim evlenmek ister ki, diyen Muhammed, Hatice ismini işitince, bunun olanaksız olduğunu düşünür. Çünkü hem zengin hem de güzel bir kadın olan Hatice, Kureyş’in önde gelenlerinin evlenme tekliflerini defalarca geri çevirmiştir.

Geleneklere göre, Muhammed’in amcası Hatice’yi amcasından istemeliydi. Fakat, emindiler ki, amcası Hatice’yi Muhammed’e vermeyecekti. Bunun için, Hatice’nin organize ettiği küçük bir hile yapıldı. Amcasına içki içirildi ve yeterince sarhoş olduğu anlaşılınca, Muhammed’in amcası kızı istedi. Geleneklere göre, tören edasıyla hazırlanan yatağından kalkan amcası, sabah duruma itiraz etti. Hatice, verilmiş bir sözden dönmek bize yakışmaz diye ısrar edince, Muhammed’in evliliği gerçekleşmiş oldu. Evlendiklerinde Muhammed yirmi dört, Hatice ise kırk yaşındaydı. Muhammed, sadece nitelikli bir eşe kavuşmamış, aynı zamanda, bir savaş çıkması durumunda on bin kadar savaşçı çıkarabilecek olan Huza Kabilesi ile de birinci dereceden akraba olmuştu.

Hatice, Muhammed’e inanarak Müslüman olan ilk insandı. Devamında, bakımını üstlendiği kuzeni Ali ve azat edildiğinde ailesine dönmeyip Muhammed’le kalmayı tercih eden, manevi oğulluğu olan eski kölesi Zeyd Müslüman olmuşlardı. Ardından, gerçek adı Abdu’l Lat (bir adı da El-Rabba olan tanrıça Lat’ın kulu) olan (Daha sonra, Muhammed tarafından ilk adı Abdullah [Allah’ın kulu] olarak değiştirildi) Teymoğullarının lideri konumundaki Ebu Bekir de Müslüman olmuş, ancak uzun süre bu durumu gizlemek zorunda kalmıştı.

Hatice’nin Nevfel oğlu Varaka adında Hıristiyan bir kuzeni vardı. Tevrat ve İncil’i ezbere bilen Varaka, bu iki dinin önermelerinin yanı sıra ibadet ritüellerine de son derece hakimdi. Okumaktan gözlerine perde inmiş ve uzun süredir okuyamaz olmuştu. Ancak sınırlı bazı hesapları yapabilen, okuma yazma bilmeyen Muhammed’in bu durumu, bilgi hazinesi edinmesine engel değildi. Bu hazinenin kaynaklarından biri, bahsi geçen Nevfel oğlu Varaka’dır.

İktidar okun ucundadır!

Bir tür şehir devleti olan Mekke’nin yönetim kademeleri Kureyş Kabilesi arasında taksim edilmişti.[19] Bu yönetimin dinsel görevleri ve tapınak sorumlulukları, Muhammed’in mensup olduğu Haşimi sülalesine aitti. Burada, konumuzun dışına çıkmadan, önemle altını çizmemiz gereken bir nokta var. Mekke kuşatılmadan Müslüman olmayan Emeviler (Uhud Savaşı’nda Muhammed’in amcası Hamza’nın ciğerini yiyen Hind ve kocası Ebu Süfyan, Muhammed’e suikast[20] girişiminde de bulunan Emevilere mensuptur), dört halifeden sonra, Abbasilere kadar İslam İmparatorluğu’nu yönetmelerini, askeri örgütlenmeden sorumlu olmalarına borçluydular. Kur’an’da, “Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın” denilirken kastedilen iki erkek ve dört kadından biri Hind idi. Hind, Müslüman olduğu için affedildi. Mekke fethedildikten sonra Ebu Süfyan’ın kızlarından biri ile evlenen Muhammed, bu sülale ile ittifakını da ailesel bağla güçlendirmişti.

Ali, halifeliği döneminde, egemenlik savaşı anlamına da gelen Sıffîn Savaşı’nı, kazanacakken, Muaviye’nin mızrağa takılan Kur’an’ın hakemliğinde sorunu çözmeyi önermesiyle kaybetmiştir. Bu yenilgi de aynı sebebe dayanır. Sabahlara kadar namaz kılan ve günahlarının affedilmesi için Allah’a yakaran Haşimi sülalesinden adalet timsali Ali ile, hiçbir zaman İslam’ın özünü tümüyle benimsemeyen Muaviye arasındaki bu çatışmanın galibi neredeyse başından belliydi. Bu durum Ali’nin oğlu Hüseyin için de geçerlidir. Kur’an’ın önermelerini ortodoksça kabul eden biri asla imparatorluğun başına geçemeyecektir. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’dan sonra, neredeyse mecburen, oluşmakta olan İslam İmparatorluğu’nun başına iteklenmiş olan Ali, kısa süre sonra iktidarını yitirecekti. Sıffîn Savaşı’nda Muaviye’nin düzenlediği savaş hilesine kanan Ali’yi terk eden, birtakım tecrübesiz, akılsız, anarşist dâîler olarak görülen, en yoksul kesimlerden teşekkül eden ve “İslam yolunun dışına çıkanlar” anlamında Hariciler denilen çevre de esas itibariyle Ali taraftarlarından oluşmuştur. Bir buçuk asır yaşayan, altı kral ve altı vezirin ortaklaşa yönettiği, hoşgörü ve eşitliğe dayanan “sosyalist” Karmati[21] devletinin kurucuları ile Hasan Sabbah ve İsmaililerin kökeni de bahsi geçen Haricilere dayanır.

İlk temas, son peygamber

Mekke’deki dini törenlerin yönetilmesinden sorumlu olan Haşimi sülalesinin önde gelenleri, dönem dönem Mekke’nin eteklerinde bulunan Nur Dağı’nda (Cebel-i Nur=Hira Dağı)[22] inzivaya çekilirdi. Muhammed’in dedesi Abdulmüttalip de, genellikle ramazan aylarında Nur Dağı’na çekilir, zamanının bir bölümünü orada geçirirdi. Dedesinin gözdesi olan ve kabile reislerinin bir araya geldiği Dar’ul Nedeve’deki toplantıları küçük yaştan beri büyük bir ilgi ile izleyen Muhammed, bu geleneği de sürdürdü. Muhammed otuz sekiz yaşında, Nur Dağı’nda, ilk vahiyleri almaya başladı. İlk seferinde çok heyecanlanan Muhammed, söylenenlere bir anlam veremedi. Hatice’nin danıştığı Nevfel oğlu Varaka, olayı ayrıntılarıyla dinlediğinde, bu ziyaretçinin kutsal kitaplarda bahsedilen Cebrail’den başkası olamayacağını söyledi.

Kur’an’da, Muhammed’in Cebrail ile iki kez yüz yüze konuştuğu söyleniyor. Fakat, hadis ve İslam kaynaklarındaki anlatımlara göre, Muhammed defalarca Cebrail ile yan yana gelmiş, birlikte namaz kılmıştır. Hatta miraç yolculuğu esnasında, Cebrail, Muhammed’e rehberlik ederek, onu ayrı katlarda bulunan, büyük peygamberlerle tanıştırır. Muhammed’in Allah’la konuşacağı bölüm olan, göklerdeki kutsal mekan Sidretül Münteha’ya yaklaşınca Cebrail Muhammed’den ayrılmıştır. Allah, peygamberine Ebu Bekir’in sesini andıran bir sesle hitap etmiştir. Hadis kaynaklarının aktarımlarına göre, Muhammed, Adem’in önerisiyle, namazın günde kaç rekat olacağına dair Allah’la üç kez pazarlık yapmıştır! Allah’ın ilk emri olarak, Müslümanlara elli vakit namaz kılmaları farz olunmuştu.

Allah, Muhammed’in ihtiyaç duyduğu şeyleri açıklıyor, bazen direkt, bazen de bir üçüncü şahıs gibi konuşuyor. Muhammed’in evlilik sorunlarına müdahil olduğu gibi, Ayşe ve genç komutan Safvan hakkındaki dedikoduları on iki ayetle yalanlayabiliyor. Bir yandan, Muhammed’e ne zaman ve ne kadar misafir olunabileceğini anlatıyor, diğer yandan, “düşmana karşı her türlü savunma tedbirlerini alınız. Onlara karşı ya küçük birlikler halinde hareket ediniz veya topyekün seferber olunuz”[23] diyerek savaş taktikleri verebiliyordu. Bazen, “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın”[24] diyerek tavsiyelerde bulunurken, bazen de, Tevrat ve İncil’den bazı bölümleri tekrarlayarak, yemin ederek de olsa her koşulda Muhammed’i onaylıyordu:

“İnmekte olan yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı, azmadı. O, hevâdan (arzularına göre) konuşmaz. O(nun konuşması kendisine) vahyedilenden başkası değildir. Onu, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti, (ki o) akıl ve görüşünde kuvvetli (bir melek)dir. Hemen (gerçek meleklik şekliyle) doğruldu. O, en yüksek ufukta idi. Sonra (Cebrail ona) yaklaştı ve (aşağıya doğru) sarktı. Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar, yahut daha az kaldı. (Allah), kuluna verdiği vahyi verdi. Onun gördüğünü kalb(i) yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu bir kez daha görmüştü. Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında. Ki Cennetü’l-Me’vâ onun yanındadır. Sidre’yi kaplayan kaplıyordu. (Peygamberin) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.”[25]

Allah’ın emriyle liderlerin de önderi!

Cerahat ekleyip başlak kesecek,

Yürekler dağlayıp kanlar dökecek![26]

Muhammed, ilk vahiy geldikten sonra, yaklaşık üç yıl Cebrail ile temas kuramadı. Vahiyler, bazen çıngırak sesine benzer bir sesle, çoğu zaman da Cebrail’in insan suretine bürünmesiyle geliyor ve Muhammed’in iyicene bellemesi için birkaç kez tekrarlanıyordu. Peygamberliğini ilan ettikten sonra, Mekke’nin önde gelenleri, kendini bilmez diyerek onu ciddiye almadıkları gibi, dalga geçmeye de başladılar. Kureyşliler başta olmak üzere, özellikle seçilmiş kavim Yahudiler Muhammed’e inanmadılar. “Mademki Hak Teala peygamber göndermek istedi, neden bir ulu kişi göndermedi de senin gibi bir öksüzü yolladı?” diyerek onu küçümsüyor ve olmadık sorularla onu sıkıştırmaya çalışıyorlardı.

İçinde Yahudi bilginlerin, başında da Ebu Cehil’in bulunduğu bir komisyon, Muhammed’e, Tevrat’tan, bir peygamber dışında hiç kimsenin bilemeyeceği tam yirmi sekiz soru yöneltmişti. Çok zor durumda kalan Muhammed, on beş gün bu soruları yanıtlayamadı. Ebu Cehil ve yandaşları onu küçümseyerek alaya almaya başladılar. Cebrail geç de olsa gereken bilgileri getirdiğinde Muhammed’i azarlamış ve ne zaman olursa olsun “bilirim” demeyeceksin, “Allah’ın izniyle bilirim” diyeceksin diyerek uyarmıştı.

Cebrail’in Muhammed’e getirdiği cevapların ilki, İhlas Suresi’nin 1-4. ayetlerindeki gibiydi: “Kul hüvellahü Ahad. Allahü’s-Samed. Lem yelid ve lem yüled ve lem yekün kul-lehu küfüven Ehad.” Söylenenler şu anlama geliyordu: Ey Muhammed! De ki: O Allah ki bir’dir, ortağı yoktur. O, yemez, içmez. O kimseyi doğurmadı ki mülkünü miras vere! Hem de kimseden doğmadı ki babası olup ona miras kala. Ona benzer kimse yoktur ki ululukta, üstün gelebilsin. Felsefi yanıtlar da içeren Kur’an’daki yüzün üzerinde ayet bu komisyonun sorularıyla ilgilidir. Örneğin, Dünya yaratıldıktan sonra, yedinci gün dinlenmek hususunda Yahudilere şöyle karşı çıkılır: “Biz gökleri ve yerleri ve bunlarda olan her şeyi altı günde yarattık! Ve bize ne yorgunluk, ne de uyuşukluk arız oldu.”[27]

Kureyşliler ve Yahudiler için bu soruların yanıtlanması yetmemiş olacak ki, “bu nasıl bir peygamber ki, hiçbir zaman kutsal topraklara ve Kudüs’e hac ziyaretinde bulunmamış” diyerek dedikodularını sürdürdüler. Kısa süre sonra Cebrail geldi ve şöyle dedi: “Ya Muhammed! Hak Teala sana selam etti. Ve seni davet etti.” Cebrail, o gece Muhammed’in kalbini çıkardı, altın bir leğenin içinde yıkadıktan sonra tekrar yerine koyup mühürledi. Bir anlatıma göre, Burak vasıtasıyla miraç yolculuğu başladı. İlk önce bütün peygamberlerin bulunduğu Kudüs’e gidildi. Cebrail, orada hazır bulunan bütün peygamberleri takdim etti ve Muhammed’e “siz imamet ediniz” denmesiyle, birlikte namaza durdular. O anda Allah’ın emri ve Cebrail’in aracılığıyla, Muhammed bütün peygamberlerin imamı/önderi durumuna yükselmişti.

Oradan, sema-i dünyanın (yani yere en yakın semanın, gök kubbenin) birinci katında kapıyı çalarlar. Adem, “Kim o!” diye sorar. Cebrail, Muhammed’le birlikte geldiğini ve davetli olduklarını bildirir! İkinci katta İdris ve ardından sırasıyla Musa, İsa ve altıncı katta İbrahim peygamberler ziyaret edilir.

Karşıtları yaşananlara inanmaz. Muhammed’in Kudüs’ü ayrıntılı şekilde anlatmasını özellikle isterler. İnananlar için ise anlatılanlar fazlasıyla inandırıcı ve tatmin ediciydi. Bu durum aynı zamanda, bütün peygamberlerin Muhammed’in arkasında saf tutmuş olmaları anlamına geliyordu. Böylece, şeytanın dışındaki bütün meleklerin Adem’e secde etmesindeki insanı yüceltme durumu, farklı bir şekilde yinelenmiş ve Muhammed’in bütün peygamberlerin önderi durumuna gelmesiyle, İslam ve o bir kez daha yüceltilmiş oluyordu. Muhammed, Allah’ın mekanına yaşayan bir varlık olarak davet edilen ilk insanoğlu olmuştu.

Muhammed, artık fazla olmaya başlamıştı. Onu karşılarına aldıkça, o geri adım atmıyor, daha fazla ileri gidiyordu. Kureyş’in önde gelenleri amcasını çağırarak, Muhammed’i uyarmasını istediler. Haşimilerin önderi konumundaki Ebu Talip açıkça İslam’ı kabul etmiyor, fakat Muhammed’i korumaktan da vazgeçmiyordu. Bunun arkasında, Kureyşlilerin imza atarak dahil oldukları, Hılf’l-Fudul denen bir teşkilatın sağladığı güvence yatıyordu. Bu teşkilat sadece imzacıların kendi aralarındaki sorunların çözümü ile ilgilenmiyor, haksızlığa uğramış yabancılara da başvurma hakkı verebiliyordu. Anlaşma metninin bir bölümü şöyleydi:

“Allah’a hamdolsun ki biz hepimiz, zulmeden zulmettiği kişiye hakkını geri verinceye kadar, zulmedene karşı zulme uğrayanla birlikte tek bir el gibi olacağız; bu birlikteliğimiz, denizin bir kıl tanesini suya batırmaya güç yettirebileceği zamana kadar, Hira ve Sebir dağları yerlerinde kaldığı sürece ve zulme uğrayanın maddi durumunda tam bir eşitlik sağlanıncaya kadar devam edip gidecektir.”[28]

Bu anlaşma ve Haşimilerin girişimlerine rağmen, belli bir noktadan sonra Kureyşlilerin baskısı dayanılmaz olmuştu. Haşimilere karşı boykot uygulanıyor, kervan yasağı konuyor, ticari ilişkiler de donduruluyordu. Öyle ki, Ebu Bekir’in 40.000 dirhemlik sermayesi 4000 dirheme kadar gerilemişti. Müslümanlar açlıkla yüz yüze gelmişlerdi. Bazı geceler, yiyecek maddeleri, katırlara yüklenerek ambargonun uygulandığı mahallelere taşınıyordu.

Habeşistan’a yapılan göçten sonra Mekke’de baskılar son bulmamış, tam tersine ayyuka çıkmıştı. Müslümanlar tek tek yakalanıyor, bayılıncaya kadar işkence ediliyordu. Müslüman olan Bilal, efendisinin emri ile yediği dayaklardan sonra, göğsünün üzerine bir taş konularak, bayılıncaya kadar saatlerce sıcak güneşin altında bekletilirdi. Öyle bir duruma gelirdi ki, oturduğu zaman dik duramaz, olduğu yere yığılırdı. Bu tür işkenceler onu ve inananları inançlarından döndürememiş, tam tersine öfkelerini bilemişti.

İslam’ın yayılmasının önüne geçemeyen Kureyş’in önde gelenlerinden Ebu Süfyan’ın önerisiyle, Muhammed’in öldürülmesine karar verilir. Muhammed, gece ablukaya alınan evden, kendi yatağında Ali’yi bırakarak, Ebu Bekir’le birlikte çıkar ve dağlara çekilir. Muhammed için Medine sürgünü başlar.

Asi, kaçak ve lider

Nüfusu yaklaşık on bin olan Medine’deki başlıca kabileler şunlardı: Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kureyza, Hazreç ve Evs. Bunlardan ilk üçü Yahudi, son ikisi Arap kabilesiydi. Aynı aşirete mensup olan Hazreç ve Evs kabileleri arasında anlaşmazlık vardı ve Hazreç, Nadir ve Kaynuka kabileleri ile, Evs ise, Kureyza Kabilesi ile ittifak halindeydi. Bu bölünmeden dolayı, bir türlü Medine’nin yöneticisi belirlenemiyordu. Bu yönetim boşluğunda, Muhammed Medine’ye hicret etmiş ve kendisini, Medinelilerin yönetimini üstlenmiş doğal bir önder pozisyonunda bulmuştu. Belki de kendisi bu yönetim boşluğundan yararlanarak göçü organize etmişti. Kureyşlileri ziyaret eden Uvre adlı bir gezgin, onlara Muhammed’in liderliğini gördüğünde yaşadığı şoku anlatmış ve onları şöyle uyararak savaş konusunda işlerinin ne kadar zor olduğunu izah etmeye çalışmıştı: “Eğer tükürse tükürüğünü yüzlerine ve dudaklarına sürerler. Ben, Acem’den, Bizans’tan, Habeş’ten çok beyler görmüşümdür. Ama, Muhammed gibi heybetli bir bey görmüş değilim.”

Ellerinden kaçırmaları yetmemiş gibi, Muhammed’in Medine’nin doğal lideri konumuna yükselmesi, muarızlarını rahatsız etmiş, Ebu Süfyan önderliğindeki Kureyşliler, Medine’nin önde gelenlerine şu mektubu yazmak zorunda kalmışlardı: “… fakat siz içimizden çıkmış olan ve en soylu ve en yüce bir mevkide (gerçekten de öyle) bulunan birine yardım etmeye kalkıştınız ve ona sığınacak bir yurt verip onu savunuyorsunuz. Sizin için gerçekten utanılacak bir durum ve bir lekedir…

“Sizler (firardaki) bir arkadaşımıza kucağınızı açıp sığınma hakkı verdiniz. Allah’a yemin ederiz ki, eğer onunla mücadele etmez ya da onu şehrinizden sürüp çıkarmazsanız, savaşçılarınızı öldürmek ve kadınlarınızın iffetini çiğnemek için üzerinize yürüyeceğiz.”[29]

Tehditler Muhammed’i yolundan alıkoymamıştı. İlk iş olarak, karargah işlevi görmesi için Medine’de bir cami inşa ettirmiştir. Bizzat kendisinin de inşaatında çalıştığı caminin bitişiğinde, Muhammed’in barındığı bir bölüm ile konukların karşılandığı ek bir bölüm de bulunuyordu. Müslümanlar artık namazlarını birlikte kılıyor, minberin ilk hali olan yüksek bir platformdan, siyasal hedefleri ve Tanrı’nın buyruklarını dinliyorlardı. Cami bittikten sonra, cemaati ibadete davet etmek için hangi yolun izlenmesi gerektiği tartışıldı.

İlk önce Hıristiyanlar gibi çan çalınması önerildi, kabul görmedi. Sonra bazıları bir boru ile cemaatin çağrılabileceğini söyledi. Bu öneri de kabul görmedi. Sonra, ilk defa Ebu Bekir’in Ömer’den satın alıp azat ettiği siyahi Bilal’in okuduğu, ezan, cemaati camiye davet yöntemi olarak benimsendi. Bilal, caminin çatısına çıkarak, kalın sesiyle herkesi camiye davet eden ezanı okumuştu: Tanrı uludur. Tanıklık ederim ki Allah’tan başka Tanrı yoktur. Tanıklık ederim ki Muhammed onun peygamberidir. Haydi namaza. Haydi başarıya, yengiye, kurtuluşa.

“Allah… yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaş…”[30] yapma önermesindeki gibi safları sıkıştırılmış bir cemaatle kılınan namaz, büyük bir sevap sayılmaktadır. Tanrı ile kul arasındaki aracı görevini hoca ifa etmekte, ancak Müslümanlar herhangi bir mekanda tek başlarına namaz kılabilmektedir. Bu, Tanrı ile kulun, ibadetle de olsa, karşılıklı teması olarak kabul edilebilir.

Kureyş ile olan sürtüşmeden dolayı, Medine’deki caminin bir taşla simgelenen minberi, o günün bir gereği olarak Mekke’nin ticari önemi ve kutsallığına halel getirmek için Kudüs’te bulunan Beyt-i Makdis yönünü göstermekteydi. On altı ya da on yedi ay Müslümanlar Kudüs’e dönerek namaz kıldılar. Daha sonra ise, —kuşkusuz Mekke’nin fethine dönük politikalar somut gerçeklik halini aldıktan ve Yahudilerle ipler kopma noktasına geldikten sonra— şaban ayında gelen, Allah’ın “Kıbleyi Kabe’den yana et!” emriyle bu durum düzeltildi ve kıblenin yönü tekrar Kabe’ye/Mescid-i Haram’a çevrildi. Güney yönünü gösteren taş alınarak, Mekke yönünü gösteren caminin kuzey duvarına konuldu.

Bu değişikliğe dönük eleştiriler de şu sözlerle yanıtlanıyordu: “İnsanlar içinde bir kısım beyinsizler takımı, ‘Bunları bulundukları kıbleden çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: ‘Doğu da, batı da Allah’ındır’…”[31]

Mülk Allah’ın, ganimet ise zafer kazananındır!

Hayatta kalsam eğer, öyle bir savaşa çıkarım ki

Ya ganimet toplar veya şerefli bir ölüm[32]

İslam kelimesinin etimolojik kökeninin barış olduğu biliniyor. Esas itibariyle, aynı anne ve baba soyundan gelen insanların birbirleriyle savaşmaları caiz görülmez. Savaş, esas itibariyle bir zorunluluk halinde başvurulan bir fiildir. Hatta, insanları Müslüman olmaya zorlamak da caiz değildir. Muhammed, “Allah isteseydi herkesi Müslüman yaratırdı, size ne oluyor da zorluyorsunuz!” diye sahabelerini ve savaşçılarını uyarıyordu. Haksızlık edenin haksızlığa uğraması ve zorbaların aynı zorbalıkla yanıtlanması da bir zorunluluktur. Muhammed Mekke’de iken, “izin ver de onlara gereken şekilde yanıt verelim” diyen sahabelerini teskin etmiş, “henüz harbe mez’un değilim” diyerek yatıştırmıştır.

Sürgünden hemen sonra Medine’deki Müslümanlar için zorlu bir dönem başlar. Muhammed’in yakın sahabeleri açlıktan sararmışlardı. Öyle günler olmuştu ki, neredeyse hurma yiyerek ve su içerek geçiriliyordu. Muhammed Medinelilerden, bir kişilik yemeği olanın bunu iki kişi ile, iki kişilik yemeği olanın ise bunu dört kişi ile paylaşmasını istiyordu. Açlık sınırındaydılar ve bu durum daha fazla süremezdi.

Muhammed’in, düşmanlarınız sizi bu şekilde görmemeli, “dinç ve sağlam görünmelisiniz” diye uyarılarda bulunduğu dönemlerde Tevbe Suresi’nin ilgili ayetleri nazil oldu. “Şu haram aylar bir çıktı mı artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılıp zekat verirlerse onları serbest bırakın. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

Bu ayetlerin inmesinin ardından, Muhammed “Kafirlerin kervanlarını vurun” diye emir buyurdu. Müslüman askerler de onları vuruyor, mallarını Müslümanlar arasında paylaştırıyordu. Hatta o kadar ki, Mekke yakınlarına kadar asker gönderildiği oluyordu. Bu gelenek yaygınlaştı. Muhammed sancağı çıkardı ve Hazret-i Hamza’ya verdi. Deniz kıyısına gitmesini ve Şam’dan gelen Kureyş kervanını vurmasını istedi.

Yine bir seferinde Kureyş kervanı vurulmuştu. Bu savaşta, Al-i İmran Suresi’nin 124. ayetine göre üç bin melek de taraf olmuş ve Müslümanlara yardım etmişti. Ebu Süfyan, Safvan ibn Umeyye ve diğer kervan sahipleri kaçmış, bütün mallar Müslümanların eline geçmişti. Son derece zengin kervandaki yükler arasında 100.000 dirhemlik külçe altın da bulunmaktaydı.

Kureyşliler Mekke’den dışarı çıkamaz olmuşlardı. Üstelik, Arap geleneği olan kutsal günlerde asla savaş yapılamaz ilkesi Muhammed tarafından ihlal edilmişti. O, Arap geleneklerine karşı gelmesi dolayısıyla kınanıyordu. Mekkeliler, çevre kabilelerden müttefik buluyor ve bu fiilinin cezasız kalmayacağını bildiriyorlardı. Öfkeden kuduruyor, onu ellerinden kaçırdıkları için hayıflanıyorlardı. Muhammed’in yandaşlarının da kafaları karışmıştı.

Bakara Suresi’nin konuyla ilgili ayeti ile Tanrı, bu yapılanların hiç de yanlış olmadığını söylüyor ve Müslümanların içini ferahlatıyordu:

“Ey Muhammed! Sana haram aydan ve o ayda savaşmaktan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak, büyük bir günahtır. Bununla beraber Allah yolundan alıkoymak, O’nu inkar etmek, insanları, Mescid-i Haram’dan menetmek ve halkını oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyük bir günahtır ve fitne, öldürmekten daha büyük bir vebaldir. Onlar, güçleri yeterse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.”[33]

Kureyşlilerle daha büyük savaşlar patlak vermeden önce tacizler başlar. İlk hamleler, Hürran Olayı, Ebva Seferi, Buvat Seferi, Zü’l-Aşire Seferi ve Birinci Bedir Gazası ile olur. Sonra Bedir, Uhud ve Hendek savaşları gibi ciddi savaşlar başlar. Bunlardan Uhud Savaşı, tam kazanılacakken, ganimet toplamak için bulundukları alanı terk eden okçular yüzünden yenilgiyle sonuçlanır.[34] Müslümanların burunlarının ve kulaklarının Kureyşlilerin boyunlarını süslediği bu savaşta, Ebu Süfyan’ın karısı, Kureyşli kadınları etrafına toplayıp, tef çalarak şunun gibi savaş şarkılarını söyler: “Biz Tarık’ın kızlarıyız / Onun yıldızlarıyız! / Uçarız rüzgar gibi, / Güleriz bahar gibi.” Ebu Süfyan’ın karısı, boynundaki altınlara karşılık, kölesi Vahşi’den Muhammed, Ali ya da Hamza’yı öldürmesini istemiştir. Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan Müseylimetul Kezzab’ı[35] da öldürecek olan Vahşi, Hamza’yı öldürmeyi kabul eder ve bunu gerçekleştirir. Sonradan “dünyanın en hayırlısını da en şerlisini de ben öldürdüm” diyecektir. Muhammed ciddi şekilde yaralanır. Kureyşliler öldüğünü sanarak geri çekilir. Müslümanlar ise, büyük bir dağınıklıktan sonra ölülerini toplamak için geri dönerler. Sonra Muhammed’i kan revan içerisinde, ağır yaralanmış bir savaşçıyı dizlerinin üzerine yatırmış olarak bulurlar.

Kur’an’da askerlerin, komutanlarını dinlemedikleri için, Allah tarafından cezalandırıldıkları anlatılır: “Peygamber sizi arkanızdan çağırıp dururken, siz boyuna uzaklaşıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bundan dolayı Allah, size gam üstüne gam verdi ki, ne elinizden gidene, ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz.”[36] Ardından bununla ilgili, Arapların mal-mülk peşinde koşmalarını ağır şekilde eleştiren Enfal Suresi’nin ilgili ayetleri gelir: “İşte o zaman Allah size iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birini vaad ediyordu ki, sizin olacaktı. Siz ise arzu ediyordunuz ki, şanı ve şerefi olmayan şey (kervan) sizin olsun. Halbuki Allah, âyetleriyle hakkı yerine oturtmak ve kâfirlerin arkasını kesmek istiyordu.”

Kureyşliler, içlerinde paralı askerlerin de bulunduğu on bin kişiyi aşkın bir güç toplayarak Medine’nin üzerine yürüme kararı aldılar. Azat edilmiş köle Salmani Farisi’nin önerisiyle, Medine’nin etrafına geniş bir savunma hendeği açıldı. Atlı bir askerin aşamayacağı genişlikteki hendek, Muhammed’in kendisinin de bulunduğu coşkulu bir kalabalık tarafından kısa bir süre içerisinde yapılmıştı. Kureyşliler hendeği görünce öfkelenip, Araplara yakışmayan bu savaş hilesini kınadılar ve hendeğe küfretmekten başka bir şey yapamadılar. Üç haftalık kuşatmadan sonra geri çekilmek zorunda kaldılar.

Kureyşlilere diz çöktürülünce, Yahudiler sıranın kendilerine geldiğini düşünmeye başlamışlardı. Siyasal dengeler değişmişti. Medine Sözleşmesi’nde bulunan, “herhangi bir saldırı karşısında birbirlerine yardım edeceklerdir” maddesi Yahudiler tarafından ihlal edilmişti. Yahudiler, Uhud Savaşı’na katılmadıkları gibi, Belazuri’nin anlatımına göre, Hendek Kuşatması’nda Kureyşlilere yardım ederek düşman saflarında da yer almışlardı. Müslümanlarla zaten gergin olan ilişkilere bir de cinayet eklenince iş çığırından çıkmıştı. Medine’deki işlerin ve ticari girişimlerin neredeyse tümü Yahudilerin elinde bulunuyordu. Müslüman bir kadın, Medine’deki alışveriş merkezinde, bir dükkana giriyor. Otururken, Yahudi gençlerinden biri muziplik olsun diye onun eteğini bir yere bağlıyor. Ayağa kalkarken üstü açıldığı için öfkelenen kadın, yaşadığı rezaletten dolayı bağırıp çağırmaya başlayınca, oradan geçen bir Müslüman savaşçı olayı öğreniyor ve kılıcını çekerek bu duruma neden olan Yahudi’nin kafasını kesiyordu. Bu olay, Medine’deki Yahudilerin sonunun başlangıcı anlamına da geliyordu. Bir süre devam eden kuşatmadan sonra, yapılan anlaşmayla Medine’yi terk etmeleri sağlanıyordu. İç çatışmadan sonra sürgün yavaş yavaş başlatılıyordu. Medine dışında birçok kalesi bulunan Yahudi yerleşimleri de, bazen bir suikast ile[37] bazen de direkt işgal edilerek yağma ediliyordu. Kureyzaoğulları Yahudilerinin sonu bir katliamla gelmişti. Yahudiler kısa bir kuşatmadan sonra teslim olmuş, kuşatma esnasında yaralanan Sa’d ibn Muaz’ın hakemliğinde varılan kararla, ergenlik yaşına gelmiş erkeklerin tümü (yaklaşık 800 kişi) öldürülmüş, kadın ve çocuklar silah karşılığı köle olarak satılmış, mallar ise Müslüman savaşçılar arasında paylaşılmıştı.

Savaşarak elde edilen ganimetler savaşçılar arasında paylaşılırdı. Savaşmadan ele geçen ganimetler ise, Halife Ömer’in söylediği gibi, tümüyle peygamberin oluyordu: “Beni Nadir’in malları, Allah’ın Peygamberine verdiği şeylerden olup, Müslümanlar bunun için ne at ve ne de deve sürmediklerinden dolayı yalnız Hz. Peygamber’e aittir.”[38]

Sınıf mücadelelerinin asli unsuru, zenginlikleri ellerinde bulunduranlarla, bu zenginlikleri yaratıp bundan yoksun olanların, bu temel sorunu çözmeye yönelmeleri olduğuna göre, ganimetin cihadı tetiklemesi, hatta neredeyse bu konuda temel bir unsur olması gayet anlaşılabilir bir olgudur. Bu konuda Mevdudi’yi dinleyelim: “Araplar silahını kuşandı mı ilk olarak ganimetten en büyük payı almanın, düşmandan mümkün olan en çok sayıda cariye almanın yollarını arardı. Çünkü ticaret yahut çalışıp çabalamak yoluyla elde edeceği malın onun nazarında hiçbir değeri yoktu. Hakiki güç ve şeref ise, savaş meydanında düşmandan zorla aldığı bu güzel malı elde etmekle ölçülür.”[39]

Ganimet paylaşımında, Muhammed’in her zaman adaletli olduğu söylenemez. Altı bin kadın, sayısız deve ve koyun ile dört bin okka gümüşü de içeren Huneyn ve Hevazin ganimetleri paylaştırılırken, Temim Kabilesi’nden Zülhuveysıra adlı bir savaşçı, “Ya Resulullah, adalet et! Bu taksim, Allah rızası kasd olunarak yapılmış bir taksim değildir”[40] diye itiraz etmişti.

Sınıf farklılıklarını koruyan, onu derinleştiren uygulamalar sadece bu tür paylaşımlarla sınırlı değildi. Müellifetil Kulüb denilen organizasyonda yer alan her on kişiye bir deve, önde gelen isimlere (Ebu Süfyan oğlu Muaviye, Hakem bin Haram, Nadr ibni Haris, Ala Bin Haris, Haris bin Hişam [Bu şahıs, İslam’ın en büyük düşmanı olan ve Kur’an’da defalarca beddua edilen Ebu Cehil’in kardeşidir], Safvan bin Umeyye, Sehl Bin Amr, Huevlit bin Abdül’Uzza, Ayine ibn Hasin) ise yüzer deve verildi ki bu kişiler henüz İslam’ı benimsememişti. Bütün bu ganimetler, “gönüllerinde Müslümanlığın şirin olması” dileği ile Muhammed tarafından bizzat verilmiştir.

Son olarak, tarihe Kadisiye olarak geçen olayı aktarmayı, konumuz açısından son derece yararlı görüyorum. Taberi’nin anlatımına göre, “Orada o kadar çok mal yığılır ki dünyada eşi emsali görülmez. O yerin adı Bağdat’tır. … Kılıçlarını çekip iki bin kişiyi kılıçtan geçirip öldürdüler. Sağ kalanlar kaçtılar. Bin deve yükü türlü mallardan ve kumaşlardan yüklettiler. Ve yerlerine döndüler. Yine Sevad’a geldiler. Alınan ganimet malları Müslümanlar arasında paylaşıldı. Beşte birini Hz. Ömer’e gönderdiler.”[41]

Hz. Ömer döneminde İslam toprakları Kuzey Afrika’ya dayandı. Ganimetler ve haraçlar alabildiğince çoğaldı. Roma-Bizans ve Pers imparatorluklarının bütün hazineleri Müslümanların eline geçmeye başlamıştı.[42] Ömer döneminde, bütün Müslümanlar maaşa bağlanmış, çocuklara bile hükümet kasasından ödenekler ayrılmıştı. Osman döneminde ölen sahabelerden Zubyr, 400.000 dinar, 1000 kısrak ile 1000 cariyeyi mirasçılarına bırakıyordu.

Esas itibariyle ganimetler çoğaldıkça, Müslümanların hem örgütlülük düzeyleri yükseliyor, hem de ganimetin paylaşılmasıyla ilgili ayetler geliyordu. Daha önce, savaşmadan ele geçirilen ganimetlerin tümünü, savaşarak elde edilenlerden ise istediklerini, Muhammed alıyordu. Artık ganimetin paylaşılması kutsal kelamla kurallara bağlanmıştı:

“Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da peygambere ve ona yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Allah’a iman etmiş, hak ile batılın ayrıldığı o gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği o (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman getirmiş iseniz bunu böyle biliniz. Ve biliniz ki, Allah, her şeye kâdirdir.”[43]

Şu yeryüzünde zaferler elde edinceye kadar[44]

Muhammed’in ayırt edici özelliği, kısa da olsa bu yazıda anlatmaya çalıştığım gibi, ilk savaşını Kureyşlilere karşı vermiş olmasında karakterize edilir. Savaşın şiddetinin boyutu ise, o günkü düşünsel alandan kopuşu ile ölçülebilir. Allah, Şura Suresi’nin 214. ayetinde Muhammed’e kesin emrini şöyle bildiriyor: “Ya Muhammed! Sen önce yakınlarını inzar et, korkut.” Sahabelerden biri şöyle söylüyordu: “Ya Resulullah! Babamı öldürmek istiyorsan ben öldüreyim! Eğer, babamı başka bir kişi öldürecek olursa babama acıyıp sonra o kişiyi ben öldürmeyeyim. İslam’dan öyle bir kişi olmayayım!” O zamanın Müslümanları, siyasal amaçları doğrultusunda, öz babalarını hedeflemekte tereddüt etmiyorlardı.

Kureyş dize getirilip iktidar kazanılmadan, ikinci adımın atılıp siyasal yönelimde başarılı olunamayacağını Muhammed çok iyi biliyordu. İlk hedef, Kureyş’in etkisiz hale getirilip Mekke’nin fethedilmesiydi.

Bir suikasta kurban gitmeden, ölümle burun buruna gelerek, bir asi, bir yıkıcı olarak Mekke’yi terk etmesinin üzerinden yedi yıl gibi kısa bir süre geçmişti ki, uzun bir direnişin ve kısa bir iç savaşın ardından, Muhammed Mekke’yi fethediyordu. İç savaş bir devrimle taçlanmıştı. Arapları kabilelere bölen putlar yerle bir edilmiş, birliğin en yüce simgesi olan Allah, gökyüzünün yedinci katına yükseltilmişti.

Muhammed, bizatihi bulunduğu savaşlarda komutanlık vasıfları ile Tanrı’nın ilhamını birleştirebiliyordu. Ganimet sevdasıyla dağılan ordusunun yol açtığı Uhud Savaşı’ndaki yenilgi dışta tutulursa, bütün savaşlarda galip geliyordu. Kazanılan zaferler, Müslümanlarca Tanrı’nın bir hikmeti olarak kabul görüyordu.

Şair Abdullah bir şiirinde şöyle sesleniyor: Gidin ey küffar yolundan siz onun, / Hem, gelen müminlerin Sultanıdır! / Sıyrılın buradan, O hayrın başıdır, / Öğrenin siz, canların ol canıdır! / Şahidim ben ol Resul-i Hakdır, / Onu sevmek, ben kulun imanıdır! / Kessin artık boynu parlak süngüler, / OL MUHAMMED, Rabbimin burhanıdır! / Hem getirdik kavline iman onun, / Kavli, zira, Rabbimin fermanıdır.[45]

Savaş ortamında yetişmiş Arap kabileleri, kandaş örgütlenmelerinde genellikle askeri savaş biçimini gözeterek örgütlenmek zorundaydılar. Bu zorunluluk gereği, kabileler, her zaman yetenekli, savaş kabiliyeti yüksek ve kabileyi selamete eriştirebilecek yetkin önderler tarafından yönetilirlerdi. Muhammed de bu geleneği sürdürdü. Şam’a gidecek askerlerin örgütlenmesiyle ilgilenirken, sızlanmalara aldırmadan, henüz azat edilmiş olan Seydoğlu Usame’yi askerlerin başına komutan olarak atamış, bu durumdan rahatsız olanları uyarmış ve onun askeri yeteneklerine güven duyulması için kesin talimat vermişti.

Yaklaşık 200.000 kişilik Bizans ordusunun karşısına çıkan 3000 kişilik Müslüman ordusunun şiarı şuydu: “Ya biz düşman basarız, bu, en büyük nimettir! Ya da şehid oluruz, bu iyi alamettir!..”[46]

Muhammed, Mekke’yi aldıktan ve bölgesel etkinliğini güçlendirdikten sonra, diğer krallıklara mektuplar yazmaya başladı. Kesin bir talimatla, ya İslam’ı seçip zekat vermelerini ya da cizye (haraç) vermelerini istiyor, bunlardan birini kabul etmezlerse, onlarla savaşacaklarını belirtiyordu. Bütün çevre krallık ve beylikleriyle bu çerçevede önemli anlaşmalar imzalandı. Bu anlaşmaları kabul edenlerin tümü eski pozisyonlarını sürdürdüler. İçerik olarak neredeyse birbirinin tıpatıp aynısı olan bu anlaşmalardan biri olan Hıristiyan Necranlılarla yapılan anlaşmanın metninin aktarılmasıyla, savaş/barış ikileminin arka planının daha iyi kavranacağını sanıyorum:

“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!

“Bu, Resulullah Muhammed’in üzerinde yetkili kılındığı Necran ahalisi adına bütün meyve (mahsulleri), bütün sarı ve beyaz (altın ve gümüş para), bütün köleler konusunda yazıp tespit ettiği bir belgedir. Kendisi cömertlik göstererek, bütün bunları, 1000 tanesi her yılın recep ayında, diğer 1000 tanesi ise her yılın sefer ayında teslim edilmek üzere (her biri bir ons [ûkiye] ağırlığında) 2000 zırhlı elbise karşılığında onlara terk etmiştir. Ayrıca her zırhlı giysi başına bir ons (ûkiye) ağırlığında gümüş de verilecektir. (Diğer bir okuyuşa göre giysilerin her biri bir ons değerinde olacaktır.) Belirlenen vergi (haraç) miktarının üzerinde olan ya da gümüş miktarından eksik olan kısım, hesaplama sırasında göz önünde bulundurulacaktır. …

“Allah’ın himayesi ve Resulullah Muhammed’in zimmeti, onların gerek malları gerek canları ve gerekse dini inançları yerine getirmeleri konusunda, hazır bulunanların ve bulunmayanların, ailelerini, mabetlerini, ve az ya da çok ellerinin altında bulunan her şeyi kapsayacak şekilde, Necranlılar ve çevresindeki müttefiklerine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi dini görev yeri dışına, hiçbir keşiş, içinde yaşadığı manastırından başka bir yere, hiçbir papaz, görevli olduğu kilisenin dışına gönderilmeyecektir.”[47]

Muhammed’in ölümü ve ric’at

Hicretinin on birinci yılında Muhammed’in ölmesinin ardından, onu temsil edecek halifenin seçimi sırasında yaşananlar, gelecekteki ayrılıkların ciddi boyutlarda olacağını ve Muhammed’in Veda Haccı’nda yaptığı konuşmadaki uyarıların çok haklı ve isabetli olduğunu gösteriyordu. Ensar başta olmak üzere Müslümanlar, Muhammed’in biz diye adlarını andığı, amcasının oğlu Ali veya Ömer’in halife olmasını istiyorlardı. Ancak kabileler arasındaki dengeler, bu iki isimden birinin halife olmasına uygun değildi. Ali ve oğulları Hasan ile Hüseyin, Muhammed’in cenaze merasimiyle ilgileniyorlardı. Uzun tartışmalar sonucu sürüncemede kalan halifelik seçimini Ömer sonuca bağlar. Adaylıktan feragat eden Ömer, Ebu Bekir’e bey’at eder ve “bugün, kim ki imama bey’at etmeyip gecelerse, o kişi asi olur” diyerek, orada bulunanları tehdit eder. Ertesi gün herkes Ebu Bekir’e bey’at etmiştir. Ali’nin ise kırk gün sonra bey’at ettiği söylenir.

Muhammed hasta yatağında iken orduyu Şam’a sefere gönderdiği için, Mekke savunmasız kalmıştı. Bu durum, bazı kabilelerin İslam’dan dönmesini kolaylaştırmıştı. Maslama gibi birçok insan peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmış, Muhammed’in ölümünü başkaldırı vesilesi yapmışlardı. Amr İbni Ma’di Kerb, isyan edip kendi kabilesinin beyini öldürmüştü. Tuleyha ise, namazı ve zekatı kaldırarak birçok yandaş kazanmıştı. Esedoğulları, Tayyoğulları, Gatafanoğulları, Fezaroğulları, Havazinoğulları ve Sakifoğulları kabileleri toptan mürdet olmuşlardı. Esved’ül Kezzab önderliğinde, üç ay süren bir beylik bile kurulmuştu. Kısacası, Mekke, Medine ve Taif dışında yaşayan bütün kabileler isyan etmişti. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlere ses çıkarmayan isyancıların esas hedefi “zekat”tı. Yani, merkezi hükümete vergi vermek istemiyorlardı. Ebu Bekir, halifeliği esnasında esas olarak bu sorunlarla boğuştu.

Halife seçimlerinin tümü sorunlu geçti. Seçimler esnasında Dar’ul Nedve’de kavgalar çıktı. Ebu Bekir, ölmeden önce kendi yerine Ömer’in halife olmasını istedi ve herkesin ona bey’at etmesini emretti. Ömer, vergisini yüksek bulan ve bundan şikayetçi olan azatlı bir köle tarafından, şikayetini dinlemediği ve kendisine değirmen yapmasını istediği için öldürüldü. Beni Ümeyye sülalesinden olan Osman da, İslam devletinin yönetim kademelerini kendi akrabalarına paylaştırmasından, iltimastan, alt tabakaların beklentilerinin tersine hareket etmesinden dolayı, isyan eden dört yüz kadar Müslüman askerin evini kuşatmasıyla, beş yüz tane korumasıyla birlikte öldürüldü. Askerler bu sırada, devletin kasası olan Beyt’ül Mal’ı da yağmaladılar. Ali’nin arabuluculuğu[48] Osman’ı kurtaramamıştı. Çözüm üretmek ve yıkmak yerine uzlaştırmayı esas alan Ali de, yine bu ikilemin pençesinden kurtulamadığı için, bir Harici’nin kılıcıyla öldürülmüştü. Ali’nin öldürüldüğü cuma günü, Haricilerden biri Muaviye’yi, bir diğeri de Mısır emiri Amr ibn As’ı öldürecekti. Muaviye yaralandı. Amr ibn As o gün camiye gitmediği için, onun yerine bir başka imam öldürüldü.

Sonuç

Efsaneler “hakkında sorulması gereken doğru soru, onun ‘gerçek olup olmadığı’ değil, ‘onunla ne yapmak niyetinde olunduğu’ sorusudur”[49] diyor, Samuel Henry Hooke. Muhammed’in mitolojik efsanelerle harmanlanmış görüşlerine dair, “dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir”[50] diyorlardı. Bu itirazlara karşın Muhammed, toplumun beklentileriyle uyumlu hale getirdiği efsaneleri, somut, yaşanılabilir bir gerçeklik haline dönüştürmeyi başararak siyasal hedeflerine ulaşmıştır.

Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Arap dini ile Türk dini birbirlerine dost ve müttefik ellerini uzatmış durumda idiler. İki taraf ta, İlkel Sosyalist gelenek ve görenekleri yaşıyorlardı”[51] diye göklere çıkardığı Hulafe-i Raşidin, büyük bir yanılsamadan ibarettir. Kıvılcımlı’nın iddiasının aksine, bırakın Türklerin İslam’ı benimsediği dönemi, Muhammed dönemine gelmeden üç bin yıl önce, “ilkel komüna” tarihe karışmış, Habil ile Kabil’in[52] savaşları çoktan başlamıştı. Kız çocuklarının öldürüldüğü,[53] kardeşin kardeşi boğazladığı ve çalmanın/yağmanın bir erdem olduğu, köleciliğin son, feodalizmin başlangıç aşamasındaki, Arabistan’da ilkel komüna aramak boş bir çabadır.

Kısaca sunduğum Muhammed’in yaşamıyla sınırlı İslam’ın doğuş koşullarının özeti de gösteriyor ki, Asr-ı Saadetin bu çeyrek yüzyıllık zaman dilimiyle sınırlı olduğunu kabul etmek gerekir. Hatta, bu saptamayı İslam’ın önermelerinin kitleleri harekete geçirdiği dönem ile, kurumlaşmanın başladığı devlet düzeni arasındaki zaman dilimini de hesaba katarak yapmak gerekiyor. Tohumları serpilerek oluşan bu durumun, Halifeler Döneminde çıplak olarak su yüzüne çıktığını görüyoruz.

Kuşkusuz, bu İslam’ın ideolojisi ile ya da onun “gerici” niteliğiyle alakalı bir olgu da değildir. Aradaki nitelik farkı, egemen sınıflara yönelik silahlı halk örgütlenmesinden, statükoyu korumak/büyütmek zorunda olan bir devlet örgütlenmesine geçmenin doğal/kaçınılmaz bir sonucudur. Adeta, “olacak olan olmuştur.” İslam devleti, tarihsel gelişim düzeyinin izin verdiği son noktaya kadar ilerlemiştir. İslam, yozlaşmış Roma-Bizans ve Pers imparatorluklarının çürüyen düzenine karşı, alternatif olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Bu imparatorluklar uzun süren bir Karanlık/Orta Çağ’ı yaşarken, daha ileri bir toplumsal formasyonla “Yeni Çağ”ı yaşayan İslam, uzun yıllar bu niteliğini korumuş, ancak onların yaşadığı sondan kurtulamamıştır.[54]

Devlet düzenine geçişle birlikte, İslam devletinin kutsal ideolojik mirası, daha öncesinden devam edegeldiği şekilde Kureyş Kabilesi’nin Haşimi sülalesinden Ali’nin elinde, devlet mekanizması ise, silahları elinde bulunduran, sonuna kadar “kafir” kalmakta ısrar eden, Emeviler olarak hüküm sürecek olan Ümeyye sülalesinden Harboğlu Ebu Süfyan’ın elinde kalmıştır. Kur’an, düşmanları direnemeyecek ve karşı koyamayacak noktaya kadar geriletin ve daha ileri gitmeyin diye emrediyor.

Yahudiler, Medine Anlaşması’nın maddelerine, Ali’nin kendi el yazmalarına ve Muhammed’in bizzat imzaladığı sözleşmelere dayanarak Ömer’in sürgün cezasından kurtulmaya çalışıyor, bunun için Ali’ye başvuruyorlardı. Muhammed, küçük ve tehlike arz etmeyen Yahudi kabilelerine dokunmamıştı. Fakat Ömer, “Arab beldelerinde iki din olmaz” diyerek bütün Yahudileri Arap Yarımadası’ndan sürmüştür. Ömer halife ilan edilince Mısır seferini örgütlemekte zorlanmış, onu son derece zor bir durumda bırakacak şekilde, askerleri onu dinlememiştir. Dolayısıyla, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, ideolojik ve askeri önderlikte büyük bir kapasiteye ve kapsayıcılığa sahip olan Muhammed ölünce büyük bir otorite boşluğu doğmuş, İslam’ın söylemlerinin bile kale alınmadığı, doğal bir sürecin ardından imparatorluğun inşası gerçekleşmiştir.

Devlet mekanizmasına, “eski”ye takılıp kalan, İslam’ın söylemlerine göre hareket eden Ali değil, devlet örgütlenmesinin gereklerine göre hareket etmesinin doğal diyalektik sonucu olarak, yeni duruma uygun siyasal önderliği üstlenebilecek olan, Muaviye egemen olmuştur.[55]

Muhammed, Veda Haccı’nda, “Eğer başkan olarak size burnu halkalı kulağı kesik bir Habeşi köle de seçilmiş olsa, Allah’ın kitabına uygun hareket ettiği müddetçe onu dinleyin ve ona itaat edin” diye emretmiştir. Bu emir, o gün Müslümanların bütünlüğünün korunması için önemliydi. Fakat Müslümanlar, o konjonktürün bu gereğini eksik şekilde anlamış ve bu emri sonsuza dek geçerli saymış gibi görünmektedirler.

Sosyalizm cephesinin yenilmesiyle, yığınlar büyük oranda, emperyalizmle mücadelede bir adım öne geçen Müslümanların yürüttüğü savaşımın büyüsü altında bulunuyorlar. Carlos, “İslam sürekli bir devrimdir. Tek çıkış yolu görünmekte; (o da) kapitalist mantığın demir halkasını kırıp, insanoğlunun ruhani bir devrim yaşamasını sağlamak”tır diyor ve şöyle devam ediyor: “Avrupa için bir fırsattır. Sosyalizmin başarısızlığı bu şansı daha da belirgin hale getiriyor.”[56] Bu önerme, bu büyünün bir yansımasıdır. Tarih tekerrürden ibaret olmadığı için, Carlos’un sözleri gök kubbede hoş bir sadadır. Somut gerçeklik ne olursa olsun, İslam cephesinden sürdürülen anti-emperyalist savaşın ihtiyacı, sosyalizm cephesinden alkış almak değildir. Bu savaşımın ihtiyacı, onunla dirsek temasının kurulabileceği politik praksisin bir halka olarak yakalanmasındadır.

 
 


[1] Amin Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, Telos Yayınları, İstanbul Nisan 1998, 2. Baskı, s. 12.

* Daha vahim olanı, arefe günü Saddam Hüseyin’in asılmasını, El Kaide’nin “şiddetli” tepkisi bir yana, bir bütün olarak İslam dünyası trajik ve utanç verici bir sessizlikle karşıladı.

** Bu yazıda geçen neredeyse bütün isimlerin bir ön eki ve bir de son eki olduğu için, bundan sonra “Hz.” eki kullanılmayacaktır. Müslümanların inancına göre, peygamber isimlerinin geçtiği her yerde, Arapça sayın anlamına gelen Hazret-i ön ekinin yanı sıra “S.A.V.” (Sellallahu Aleyhi Vesellem=Allah ona selat ve selam eylesin) son ekinin, halifelerin isimlerinin geçtiği yerlerde ise “R.A.” (Radiallahu Anh=Allah ondan razı olsun) son ekinin kullanılması gerekiyor.

[2] Kutatgubilig, Felsefe-Bilim Araştırmaları, Sayı 9, Mart 2006-04-14, Ek-3, Simsarlar, s. 262-263.

[3] Aktaran: Albert Hourani, Batı Düşüncesinde İslam, Çeviren: Celal Kanat, Babil Yayınları, İstanbul 2001, 2. Baskı, s. 19.

[4] Aktaran: Francis Robinson, İslam Dünyası – Atlaslı Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi, Cilt 1, Çeviren: Mete Tunçay, İletişim Yayınları, İstanbul 1986, s. 12-13.

[5] Daha geniş bilgi için bak.: Karen Armstrong, Hazreti Muhammed (S.A.V.) – İslam Peygamberinin Biyografisi, Çeviren: Selim Yeniçeri, Koridor Yayınları, İstanbul 2005.

[6] Ebu Cafer Muhammed Bin Cerir’üt-Taberi, Tarih-i Taberi, Cilt 3, s. 317. Bundan sonra yazarın ismi Taberi olarak kısaltılacak.

[7] Bak.: Albert Hourani, a.g.e., s. 44.

[8] Ali Bulaç, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Cilt 1, Beyan Yayınları, İstanbul 2006, s. 308.

[9] Francis Robinson, a.g.e., s. 18.

[10] İslam kaynakları, Kabe’nin insanoğlunun atası olan Adem tarafından yapıldığını iddia ediyor. Muhammed, ilk mescidin Kabe (Mescid-i Haram) olduğunu, Mescid-i Aksa’nın ondan kırk yıl sonra inşa edildiğini söylüyor. Yapılış tarihi bir yana, Araplar oraya yerleşmeden çok önce, İbranilerce Kabe’ye hac törenleri düzenlendiği biliniyor.

[11] “Deyiniz ki, biz, Allah’a iman ettik ve bize ne indirildiyse İbrahim’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına ne indirildiyse, Musa’ya ve İsa’ya ne indirildiyse ve bütün peygamberlere Rablerinden ne verildiyse hepsine iman ettik. Biz onların arasında fark gözetmeyiz ve biz ancak O’na boyun eğen Müslümanlarız.” (Kur’an-ı Kerim, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, sure 2, ayet 136. Bundan sonra sadece sure ve ayet numaraları verilecektir.)

[12] Taberi, Tevrat’ta verilen rakama göre, Muhammed doğduğunda Dünya’da yaklaşık 6200 yıl geride kalmıştı, deyip kıyametin kopmasına 1000 yıl olduğunu söylüyor. Sokrates’e göre ise, Dünya’nın yaratılmasından sonra geçen süre 500.000 yıldır.

[13] Kur’an, s. 3, a. 33-34. İmran, Zekeriya’nın bacanağı ve İsa’nın annesi olan Meryem’in babasıdır.

[14] Abdullah babası ile eve dönerken, bir kadın yaklaşarak onunla birlikte olmak istediğini söylüyor. Abdullah önce Emine’ye gidiyor, sonra kendisi ile birlikte olmak isteyen kadının kapısına varıyor. Kadın, Abdullah’ı reddediyor. Neden olarak, Abdullah’ın yüzündeki nurun gittiğini, kendisine gelmeden önce birlikte olduğu kişideki nurun ona geçmiş olduğunu söylüyor. Bu efsanevi anekdotu aktarmamın nedeni, bunun Araplardaki anaerkil kalıntıların bir belirtisi olarak gösterilebilecek olması. Kabe’deki, Lat, Menat ve Uzza gibi önde gelen putlar da tanrıçaları simgeliyordu. Hatta, Heredot, Perslilerin tanrıçalara tapmayı Araplardan aldığını, Arapların tanrıçası Alilat’ın Perslilerde Mitra olduğunu söyler.

[15] Martin Lings (Ebubekir Siraceddin), Hz. Muhammed’in Hayatı, Çeviren: Nazife Şişman, İnsan Yayınları, İstanbul 2006, s. 29.

[16] Taberi, a.g.e., s. 11.

[17] Kur’an, s. 93, a. 6-10.

[18] Efsahül Arab: Arapların en düzgün, yanlışsız söz söyleyeni. İsimlerinden biri de “Nebiyyü’l-Melhame”, yani cenk eden/savaşan peygamberdir.

[19] “Cahiliye döneminde Kureyşlilerin üstlendikleri büyük rütbeler şunlardı: Sikaye: Su verme, sulama. İmare: Mabedin avlusunda hacılara nezaret etme. Ukab: Kartal, sancak. Refade: Vergiler. Sedane: Mabedin korunması. Hicabe: Mabedin kapısının korunması. Nedve: Şehir meclisi (parlamento). Liva: Bayrak. Meşveret: Teknik danışma. Eşnak: Tazminat ödemeleri. Kubbe: Tahtırevan. A’inne: At dizginleri. Sifare: Tam yetkili siyasi temsil. Eysar: Kahin olarak oklara başvurma. Hüküme: Tahkim, para cezası (?) Emval: Muheccere (koruma altına alınmış kutsal eşyalar).” (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Çeviren: Mehmet Yazgan, Beyan Yayınları, İstanbul 2004, s. 701)

[20] Bak.: Kur’an, s. 8, a. 30. Bu ayetin rivayetine göre, Mekke’nin önde gelenlerinin toplantısında Ebu’l Bahter, “Muhammed tutsak edilmeli, bir delikten yemek verilmeli ve ölünceye kadar da orada tutulmalıdır” önerisinde bulunmuştu. Buna karşılık Ebu Cehil ise, her kabileden birer genç onu öldürmeli, böylece Haşimilerin Kureyş’e karşı kan davası gütmelerinin önüne geçilmelidir, demişti. Neticede Ebu Cehil’in önerisi kabul gördü. Bu gelişme üzerine Cebrail, Muhammed’i uyarmış, o da Mekke’yi terk etmiştir… Rivayeti aktaran ve ayete atıf yapan Buhari… Bak.: Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Cilt 10, Mütercimi: Kamil Miras, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 9. Baskı, s. 83. Bundan sonra Sahih-i Buhari olarak geçecek.

[21] Bak.: Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri, Cilt 2, Simurg Yayınları, İstanbul Haziran 1997, s. 139-140.

[22] İnsanoğlu dağları her zaman kutsamıştır. Zeus, Olympos Dağı’nda ikamet eder. Musa, Rab ile Sina Dağı’nda konuşur. Strabon’a göre ana tanrıça Kybele’nin ismi Kybelon Dağı’ndan gelmektedir. Hatta secdeye durulan Kıble’nin etimolojik kökeninin de Kybele olduğu söylenmektedir.

[23] Kur’an, s. 4, a. 71.

[24] Kur’an, s. 49, a. 2.

[25] Kur’an, s. 53, a. 1-18.

[26] Kureyşli şair Abdullah Ebu Abbas’tan aktaran: Taberi, a.g.e., s. 49.

[27] Kur’an, s. 48, a. 38. Ayrıntılı bilgi için bak.: Taberi, a.g.e., Cilt 1, s. 19, 86.

[28] Muhammed Hamidullah, a.g.e., s. 60.

[29] Aktaran: Muhammed Hamidullah, a.g.e., s. 185-186.

[30] Kur’an, s. 61, a. 4.

[31] Kur’an, s. 2, a. 142.

[32] Bir başka şiirde şöyle deniyor: “Kimi zaman da kardeşlerimize Bekiroğullarına baskın yaparız / Kardeşlerimizden başkasını bulamadığımızda” (Arap şairinden aktaran: Mevdudi, Cihad – İslam’da Savaş Hukuku, Arapça’dan çeviren: M. Beşir Eryarsoy, Şafak Yayınları, Ocak 1992, s. 214)

[33] Kur’an, s. 2, a. 217.

[34] Aynı nedenden dolayı bir bozgun da Huneyn Savaşı’nda yaşanmıştı. Geniş bilgi için bak.: Sahih-i Buhari, a.g.e., Cilt 8, s. 316.

[35] Kezzab’ın peygamberlik iddiası Muhammed’den öncedir. Fakat başarısızdır. “Zira tarihin adil olmak için zamanı yoktur. Tarih soğuk bir kronikçi olarak sadece başarıları kaydeder, ahlaki kriterleri pek kullanmaz. Gözü sadece muzaffer olanın üzerindedir, yenileni gölgede bırakır; bu ‘meçhul askerler’ unutulmuşluğun o büyük çukuruna düşüncesizce atılırlar.” (Stefan Zweig, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce, Çeviren: Seyla Kaya, Çiviyazıları Yayınevi, İstanbul Kasım 1998, s. 29)

[36] Kur’an, s. 3, a. 153.

[37] Nadiroğulları hurmalığındaki kalesinde bulunan Eşref oğlu Kaab, bir suikast sonucu öldürüldü. Kale kapısına varan sahabeler hakkında Taberi şunları anlatıyor: “Medine’de yiyecek az! Buğday almaya geldim… Selkan, Ashabın yanına yaklaşınca Kaab’ın üstüne sıçradı. Onu tuttu. O beş sahabe de Kaab’a kılıç sallayıp öldürdüler. Başını kestiler. Sonra o başı alıp Hz. Muhammed’in huzuruna getirdiler.” (Taberi, a.g.e., s. 172-173)

[38] Bu anlatım Kur’an, s. 59, a. 6-7’de tekrarlanıyor. Ayrıca bak.: el-Belâzurî (Ahmet b. Yahya b. Cebir b. Davud el-Belâzurî), Fütûhu’l-Büldân (Ülkenin Fetihleri), Çeviren: Mustafa Fayda, T.C. Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri, Ankara 2002, 2. Baskı, s. 26.

[39] Mevdudi, a.g.e., s. 213.

[40] Sahih-i Buhari, a.g.e., s. 439.

[41] Taberi, a.g.e., Cilt 3, s. 421.

[42] Bak.: Mevdudi, a.g.e., s. 162.

[43] Kur’an, s. 22, a. 41. Ganimetlerle ilgili ayrıca bak.: Kur’an, s. 3, a. 161; s. 4, a. 94; s. 8, a. 1, 69; s. 9, a. 42; s. 33, a. 50; s. 48, a. 15, 19, 20, 21; s. 59, a. 6-7 ve s. 61, a. 11.

[44] Kur’an, s. 8, a. 67.

[45] Taberi, a.g.e., s. 242.

[46] Aktaran: Taberi, a.g.e., s. 249.

[47] Aktaran: Muhammed Hamidullah, a.g.e., s. 518.

[48] Ali’nin arabuluculuğu ile Mısır’a dönmek üzere yola çıkan isyancılar, dinlendikleri esnada Osman’ın arkalarından gönderdiği elçiyi görür ve onu yakalarlar. Elçinin üzerindeki, “gelenler isyankardır ve hepsinin boynunu vurun” emrini görünce de geri dönüp Osman’ı öldürürler.

[49] Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, Çeviren: Alaeddin Şenel, İmge Kitabevi, Ankara 2002, 4. Baskı, s. 13-14.

[50] Kur’an, s. 8, a. 31.

[51] Hikmet Kıvılcımlı, Dinin Türk Toplumuna Etkileri, Diyalektik Yayınları, Ekim 1994, s. 57. Türklüğü ve İslam’ı yücelten Kıvılcımlı’ya göre, Yahudiler ve onların peygamberi Musa farklı bir karakterdeydi: “Yahudi, yalnız 20. yüzyılda emperyalizmin Arap dünyasının belkemiğine soktuğu bir kama değildir. Yahudi, binlerce yıl ötelerden beri, Nemrut ve Firavun İmparatorlarının elinde türlü oyunlara gelmiş İsrail oyuncağıdır.” (Hikmet Kıvılcımlı, a.g.e., s. 7)

[52] Sümer mitolojisinden alınan bu hikaye, Tevrat’ın yaratılış bölümünde “Kayin ile Habil” olarak geçmektedir. Orijinal hikayede, krala halef olan biri hayvancılıkla, diğeri tarımla uğraşmaktadır ve aralarında kavga ederler.

[53] “Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler…” (Kur’an, s. 6, a. 140) Kur’an’da ayrıca, kız çocukları olunca yüzleri kömür gibi simsiyah olan kişilerin, tanrıçaları simgeleyen putlara tapması eleştirilir.

[54] Geniş bilgi için bak.: Reinhart Pieter Anne Dozy, İslam Tarihi, Gri Yayın, İstanbul Ağustos 2006, 11. bölüm.

[55] “Eylemlerin erekleri istenmiş ereklerdir, ama bu eylemleri gerçekten izleyen sonuçlar istenen sonuçlar değildir, ya da başlangıçta gene de güdülen amaca uyar gibi görünse de, sonunda istenmiş olanlardan bambaşka sonuçlara varırlar.” (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 46)

[56] Ilich Ramirez Sanchez Carlos, Devrimci İslam, Çeviren: Simla Ongan Kocaoğlu, Elips Yayınları, Ankara Ocak 2004, s. 43-44.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar