Ana SayfaArşivSayı 58S. M. Tura ile Bir Tartışma: Bilimsel-Metafizik, Ama Nasıl?

S. M. Tura ile Bir Tartışma: Bilimsel-Metafizik, Ama Nasıl?

S. M. Tura ile Bir Tartışma

Bilimsel-Metafizik, Ama Nasıl?*

 

Vefa Saygın Öğütle

Öncelikle, bu metnin içeriğine vakıf olmak için, Saffet Murat Tura’nın Madde ve Mana (2011) adlı eserinin okunmuş olması gerektiğini söylemek durumundayım. Tura, bu eserinde, “bilimsel metafizik” olarak adlandırdığı bir düzlemin (ki kendisi bunu bir “düzlem” olarak görmüyor; bunun ciddi bir hata olduğunu göreceğiz) gerekli olduğunu, yani iki önermeyle ifade edersem, materyalizmin metafizik karakterde bir konumlanma olduğunu ve bilimlerin metafizik temele ihtiyaç duyduğunu, oldukça ayrıntılı bir biçimde savunmaktadır: Bu iki önermeyi, temel aksiyomlar olarak alacak ve kabûl edeceğim.

Tura, ülkemizdeki teorik konumlanmalar için oldukça önemli ve oldukça yeni bir tartışmayı başlatmıştır. Bu eser, epeyce sistematik yapısıyla, bu hususta Türkçe yazılmış belki de ilk önemli eserdir. Tura’nın açtığı tartışma, ülkemizdeki (şu kısır pozitivizm-hermeneutik ikilemine sıkışmış) kasvetli bilim ve sosyal bilim felsefesi ikliminde, hemencecik bilimperestlikle (scientism) ve hattâ pozitivizmle kolayca yaftalanabilir. Zira özellikle sosyal bilimler alanında, sırf saçma sapan görüşme formlarını uygulayarak “bilim” yaptığını sanan (ki aslında görüşme formu, realistçe kurgulanmış bir araştırmada oldukça önem kazanabilen bir tekniktir) zavallılar bir yana, “bilim” kelimesini duyduğu an “pozitivizm” kartını çekiveren ve ne hikmetse bir türlü bitmek bilmez bir “kriz”den nemalanan bir tayfa, mürşid ve müridleriyle birlikte hâlen (ve maalesef) iş başındadır. Demek ki bir yanda, beyaz önlüklerle sosyal bilim yapma hayalleri kuran darkafalı empirist zevât; öte yanda ise, sırf empirist bilim kavrayışının bazı önemli hatalarını yakaladılar diye, önce su katılmamış bir cehâletle doğa bilimlerinin reel nesnelerini aslında bizzat bizim (bu “biz”den, ne idüğü belirsiz, yüzer-gezer bir “İnsan”ı anlayın) doğaya dayattığımızı (yani doğada aslında sadece kendi kategorilerimizi gördüğümüzü) söyleyen, sonra da sosyal dünyanın kendini dayatan, yani bizzat açıklayıcı güç kazanmış nesnelliklerini bir hokus-pokusla berhava ederek, tüm sosyal yaşamı bir niyetsellikler ve anlamlar dünyasına çeviriveren, Hermes’ten ilhâmla tefsire yatmış hermeneutikçiler… Velhâsıl entelektüel alanımız, bilhassa bilim ve sosyal bilim kavrayışı açısından, zayıf düşüncenin egemenliği altındadır: Tablo içler acısı ve Tura’nın kitabının, “farelerin eleştirel kemirgenliğine”, ya da bence daha iyi adlandırmayla “suskunluğun suikastına” uğraması an meselesi…

Ama öte yandan, Tura’nın kitabını bizzat bu suikasttan korumak için eleştirmek gerekiyor. Bu eleştiriyi, ilişkisel-realist bir perspektiften hareketle geliştireceğim. Çünkü tam da kendi ilişkisel-realist perspektifim içersinde, Tura’nın deyişiyle “bilimsel metafizik”, benim deyişimle metafizik-ontoloji (ilk bakışta bir totoloji gibi görünen bu kavramsallaştırmayı, görece yakın dönemde yayımlanacak çalışmamda temellendireceğim) düzleminde tezler geliştirdiğim dönemde, Tura’nın kitabıyla karşılaştım. Kitap, bir yandan bana oldukça yakındı, öte yandan ise oldukça uzaktı. Yakındı çünkü, bizzat demin zikrettiğim iki aksiyoma binaen, bilimlerin metafizik temeli olarak bir tür (ama, nasıl bir tür?) materyalizmin savunulması gerektiğini söylüyor, bilimlerin metafizik ufkundan söz ediyordu. Zayıf düşüncenin alanımdaki hâkimiyeti göz önüne alındığında, bu benim için oldukça sevindirici bir haberdi. Ama öte yandan, bir o kadar da uzaktı; çünkü tam da düzlemler vurgumda içkin olan nesne formları arasındaki ayrım, Tura’nın kavrayışı içersinde silinip gitmekteydi.

O hâlde, yakınlaştığımız ve uzaklaştığımız yerleri sergilemek adına, Tura’nın kitabına dair kritiğimizi ve temel akıl yürütmelerimizi sergilemeye başlayalım.

Michael Löwy’nin “devrimci gücünü yitirmiş, yani tutuculaşmış bir Aydınlanmacılık olarak” pozitivizm tanımından hareket eden Tura, “doxa’lardan kurtulmak” ve böylelikle “hakikate ulaşmak” şeklinde (politik) amaçlarını formüle ettiği Aydınlanma’nın, pozitivizmin elinde bu amaçlarından koparıldığı ve pozitivizmin, bu politik mücadeleden kaçınmak için metafiziği yasakladığı saptamasında bulunmaktadır: “Olguları bizatihi o olgular olarak düşünmemize yol açan bu seküler-liberal tavrı nedeniyle pozitivizm, bilimi temellendiren esas metafizik (materyalist-ontolojik) çerçeveyi tartışma dışı bırakır” (Tura, 2011: 126-127). Dolayısıyla pozitivizm, Tura’ya göre, ağaç nedeniyle ormanı göremez hâle gelmiştir. Hemen söyleyeyim: Bu noktada Tura’yla tamamen hemfikirim.

Marx’ın teorisinde ise, bir yandan sağlam bir Aydınlanma eleştirisi vardır; çünkü Aydınlanma’da da içkin bulunan, insanların zihniyetleri değiştirilirse maddî yaşam koşulları da değişir, şeklinde özetlenebilecek tavra karşı Marx kıyasıya eleştirel bir tutum takınmaktadır.[1] Ama öte yandan Marx’ın, bilim ile ideoloji arasına keskin bir ayrım çizgisi çektiğini de biliyoruz. O hâlde burada bir paradoks mu sözkonusudur? Eğer her türlü zihniyet toplumsal koşullarca belirleniyorsa, bu durumda bilimin de tarihsel olarak belirlendiğini ve bu anlamıyla “ideolojik” olduğunu söylemek gerekmez mi? Tura bu noktada, oldukça önemli bir müdahalede bulunur: “Marx’ın bilimsellik ölçütü tarihsel olarak belirlenip belirlenmemek değildir” (Tura, 2011: 127). Ve bu iddiasını, Kopernik örneği üzerinden temellendirir:

 

Kopernik’in bazı sorular sorması gerçekten de tarihsel koşullarca imkân dâhiline girmiş olabilir; ondan yüz yıl önce yaşamış bir insanın Kopernik gibi düşünebilmesinin tarihsel koşulları muhtemelen yoktu. Ama Kopernik’in buluşunun, onu imkân dâhiline getiren tarihsel koşullarca belirlendiğini söylemek “genetik hatadır”; yani bir tezin doğruluğunun veya yanlışlığının onu imkân dâhiline getiren tarihsel koşullarca belirlendiğini varsaymaya dayanan bir hatadır. Marx’ın eserinin tarihsel olarak belirlenmiş olması, onun doğruluk ya da yanlışlığının ölçütü olamaz (Tura, 2011: 129).

 

“Genetik hata” üzerindeki vurgu, hayatî önemi hâizdir; çünkü bu, sabık bir tarihselci hatasıdır ve Annales tarihçisi Marc Bloch, “kökenler putu” başlığı altında, bu hatayı oldukça çarpıcı bir biçimde ifşâ eder. Bloch, “köken”in “neden”e dönüştürüldüğü yerde bir tehlikenin baş gösterdiğini saptamıştır: “[K]endini açıklamaya yeterli olan bir başlangıç” (Bloch, 1994: 22). Bloch, “genetik hata”nın net bir tanımını verir: “[B]ir soy zincirini açıklama ile karıştırmak” (Bloch, 1994: 24). Kuşkusuz Bloch’un, bu müdahaleyi yaparken, tarihçilik mesleğine dair dertleri vardı; ama bize, Tura’yla birlikte, şu yorumda bulunma imkânını net bir biçimde verir: Bir bilimsel teorinin tarihsel kökeni, onun nedeni, yani açıklaması değilse, bu durumda onun doğruluk ölçütü de olamaz.

Tura, bu genetik hatayı saptamakla kalmaz; oldukça önemli bir adım daha atar: “Marx’ın bilim-ideoloji ayrımını, bir düşünce ya da tezin tarihsel koşullar tarafından belirlenmesi ya da bu tarihsel belirlenimden kurtulması açısından değil, metafizik düzeyde temellendirdiğini ileri süreceğim” (Tura, 2011: 132). Çünkü Tura’nın örneğiyle bugün, Newton teorisinin “yanlış” olduğunu biliyorsak, ama onu yine de “bilimsel” olarak niteliyorsak, bu durumda bir tezin bilimselliğinin ölçütü, bilimsel düzlemde doğru ya da yanlış olması değil, metafizik düzlemde doğru ya da yanlış olmasıdır.[2] Tura’nın “metafizik düzlemde doğruluk ölçütü” arayışına muhalefet şerhi koymakla birlikte, buradaki metafizik temellendirmeyi kendi terimlerimle ifade edersem; bilimsel etkinliği imkân dâhiline sokan “kopuş”, tarihin içinde meydana gelmiş bir “olay”dır; ama kopuşla birlikte ortaya çıkanlar, anlattığımız anlamıyla tarihsel (“durum”sal) değildir.[3]

Ancak bu noktadan sonra Tura’yla ayrılmaya başlıyoruz.

(I) İlk ayrım şu pasajla başlamaktadır: “[B]ilimin, biliminsanının niyetinden bağımsız olarak, yani bünyesel olarak dayandığı metafizik tez materyalizmdir” (Tura, 2011: 133). Oysa ki, bilimsel pratik üzerine yapılan düşünümlerde, felsefe tarihinde de kuşkusuz derin kökleri olan iki metafizik-ontolojik (“Nesne”) kabûlün(ün) belirdiğini görmekteyiz. Burada, bağımsız atomlardan oluşan bir evren fikri (empirizmin metafizik kabûlü) ile ilişkisel bir bütünlük olarak evren fikri (realizmin metafizik kabûlü) arasında bir tercih sözkonusudur ve bu, kişisel değil, pek çok sosyal belirleyeni olan bir tercihtir. Materyalizm bu ikisi arasında tek başına bir ayrım çizgisi çizemez; çünkü bu pozisyonların her ikisi de materyalisttir. Bu pozisyonlar arasındaki ayrım, temel metafizik evren kavrayışlarıyla bağlantılı olarak, ancak ve sadece, bu pozisyonların bilimlerin “nesneler”ini nasıl tanımladıklarına bakılarak çizilebilir. Bu da benim temel bilimsel-ontolojik kavrayış olarak adlandırdığım düzleme ilişkin bir ayrımdır ki burada, sözkonusu ayrım, indirgemecilik (reductionism) ile belirivermecilik (emergentism) arasında tezahür eder.

Aslında “indirgemeci fizikalist materyalizm”den (2011: 114) bahsederken Tura da bunun farkında gibidir. Ancak Tura’nın bu ayrımı nesne(ler) bakımından koyamamasının spesifik türde bir indirgemeciliğe (ki buna, Tura’nın terminolojisiyle, belki de indirgemeci biyolojist materyalizm denebilirdi) varan sonuçlarını birazdan göreceğiz.

(II) İkinci olarak Tura, “ontolojik bağlamda metafizik düzeyde doğru ya da yanlış olmanın ölçütü”nün, kendi tanımladığı özgün anlamıyla “rasyonalite” olduğunu söylemekte (Tura, 2011: 133) ve bütün “bilimsel metafizik”ini buradan hareketle kurmaktadır. Tura’nın metafizik-ontolojik düzlemdeki iddiası, demek ki bu “rasyonalite” tanımıdır. Tura burada, fizikalizmin ve eliminativizmin indirgemeciliğine (2011: 49) karşı, bir tür belirivermeciliği (emergentism) savunuyor gibidir. Belirivermiş bir nitelik olarak “rasyonalite”, daha doğrusu “nesnel rasyonalite” (2011: 29) tanımı sözkonusudur: “Rasyonalite doğada yüzeye çıkmıştır [belirivermiştir –b.n.]” (2011: 31).[4]

Oysa burada ontolojik bir hata sözkonusudur: Tura’nın argümantasyonunu bütünüyle kabûl edersek, felsefî düzlemde, maddî bir özelliğin başlı başına madde olarak tasavvur edildiğini görürüz. Çünkü belirivermiş olana ontolojik atıfta, yani bir varlık atfında bulunmak zorunludur. “Doğa”nın dışında, bağımsız ontolojik statü atfedilebilecek bir “rasyonalite” mi vardır Tura açısından? Öyle görünüyor; çünkü Tura, “anlam” olarak da adlandırdığı “rasyonalite”nin indirgenebilirliği/ indirgenemezliği üzerine tartışmakta ve tüm kitabın argümantasyonunu da bunun üzerine oturtmaktadır. Nitekim kendi “diyalektik materyalist” kavrayışını, hem Kartezyanizme (“anlam maddî değildir”) hem de “indirgemeci fizikalist materyalizm”e (“anlam maddîdir ve ‘fiziksel olan’a indirgenebilir”) karşı oluşturmaktadır: Anlam maddîdir ama “fiziksel olan”a indirgenemez (Tura, 2011: 114-115). Bu argümanın zımnen “anlam maddîdir ve ‘biyolojik olan’a indirgenebilir” anlamına gelip gelmediği, önemli bir tartışmadır; ama şimdilik gerekli değildir. Çünkü daha buraya gelmeden, bir sıkıntı su yüzüne çıkıyor: İndirgenebilirlik ya da indirgenemezlik nesne(ler)e, bütün(ler)e ait özelliklerdir ve eğer “anlam/ rasyonalite” bu türden bir özelliğe sahipse, burada “rasyonalite doğanın maddî bir özelliğidir” argümanını zorunlu olarak aşıp “rasyonalite maddedir”e varan bir kavrayış sözkonusudur ki, bu anlamıyla “Rasyonalite”yi “Tanrı”dan ayırmak analitik olarak mümkün değildir; ha kezâ, Tura’nın Kartezyanizm’e karşı savunduğu (2011: 146 vd.) “öznesi olmayan maksat”ı, “nesnel teleoloji”yi de… Nitekim Tura’nın Tanrı kanıtlamasına (!) karşı argümanlar geliştirmek ihtiyacı duyması da (özellikle bkz. 2011: 16-22 ve kitabın içinde muhtelif yerler) bana bunun bir semptomu gibi geliyor. Oysa Tanrı kanıtlamasını (!) sonuna dek işletip, Tura’nın yaptığı gibi son adımda Occam’ın usturasını kullanarak Tanrı’yı kesip atamazsınız! Bu, Latince’deki etimolojik anlamıyla “Evren”i[5] Tanrı-Özne yapmaktan başka bir anlama gelmez. “Rasyonalite”, “nesnel maksat”, nesnel teleoloji” vs.nin benim kulağımda yarattığı çınlama, bu tür bir seküler-Hegelci Tanrı-Özne’den başka bir şey değil…

(III) Tura, Peter Michael Stephan Hacker’ın nörobilime karşı yönelttiği “mereolojik hata”yı (mereological fallacy)[6] zikrederek, buna karşı bir tutum alır. Tura, şüphesiz ki bu tutumu, Kartezyanizmin özne tanımına karşı geliştirmektedir: “Wittgenstein yaptığı bazı dilsel analizler sonucunda sıradan dilde psikolojik (zihinselci) kavramların yalnızca bütünsel insan varlığına atfedilebileceğini söylediği için, düşüncenin beyinde geçen bir biyolojik olay olduğunu a priori dilsel gerekçelerle ret mi edeceğiz?” (Tura, 2011: 82). Tura, mereolojik hatayı salt dilsel (aslında, salt epistemolojik) bir hata olarak düşünürken, muârız(lar)ı özelinde kuşkusuz haklıdır ama hayatî bir hususta yanılmaktadır. Çünkü Hacker’da bizce aslında zımnen (yani kendisinin, Wittgensteincı çerçevesi sonucu, asla tam olarak formüle edemeyeceği ama oldukça sağlam bir biçimde yakaladığı) alana-özgü-ontolojik bir hata ithâmı sözkonusudur ve Tura bu ithâmı hiçbir biçimde karşılayabilmiş değildir. Yani Tura, bizzat Hacker’la birlikte, tartışmayı “nesne” tartışmasına çeviremediği için, Hacker’ın nörobilime yönelttiği mereolojik hata ithâmını reddedeceğim derken “epistemik hata”ya (ontolojik sorunların epistemolojik sorunlar gibi ele alınmasıyla oluşan hata) düşmektedir: Ontolojik düzlemde tanımlanmış bir hataya karşı epistemolojik bir argüman geliştirmektedir. Dolayısıyla Tura, bilimsel metafiziği epistemolojik düzlemde savunmak (doxa’dan kopuş argümanını yanlış yerde konumlandırmak, epistemolojinin bilen-özne/ araştırmacı ayağına ait bir argümana ontolojikmiş gibi muamele etmek) handikapına düşmektedir: Araştırmacının doxa’dan, Tura’nın deyişiyle “dilsel alışkanlıklar”dan, bizim tercih ettiğimiz terimle ortakduyudan kopması, Tura’nın epistemik hataya düşmesi sonucu vardığı mereolojik hata reddiyesine gerekçe olamaz. Yani, epistemolojik bir tutum, kendiliğinden ontolojik bir gerekçe sağlayamaz. Hatırlamakta fayda var: “İndirgemeci fizikalist materyalizm” de kendi vargılarına doxa’dan koparak ulaşmaktadır:[7] Sosyal bilimlerde tanımlanan ve uygulanan hem bireyci hem de realist “mekanizma” tanımlarının her ikisi de hem materyalisttir hem de doxa’dan, “dilsel alışkanlıklar”dan, ortakduyudan koparak geliştirilmişlerdir. Demek ki “dilsel alışkanlıklar”dan kopma epistemolojik argümanı, tek başına metafizik-ontolojik bir ayrım çizgisi çekemez.

Tura, tam da bu ayrım çizgisini çekemediği için sofistike bir biyolojik indirgemeciliğe varmaktadır (bkz. Tura, 2011: 64-65). Sofistike; çünkü Tura, alışılageldiği üzere, “sosyal olan”ı önce “psikolojik olan”a, sonra da oradan “biyolojik olan”a indirgemeyi savunmamaktadır. O, psikanalizden çıkarsadığı özne-karşıtı bir manivela aracılığıyla, “sosyal olan”ı doğrudan “biyolojik olan”a indirgemeyi savunmaktadır. Tura, sosyal gerçekliğin oluşumu için “özne”nin zorunlu olduğunu düşünmekte; sonra da aslında bir zorunlu yanılsama olan bu “özne”nin, insanın evrimsel gelişimindeki doğal seçilimin bir ürünü olduğunu, bu veçhile de “işlevsel” olduğunu savunmaktadır. Böylelikle bir ontolojik hataya düşen Tura, felsefî-antropolojik (Tura’daki anlamıyla, metafizik) bir argümandan (“insan, biyolojik donanımı gereği sosyal bir hayvandır”)[8] doğrudan sosyo-ontolojik sonuçlar (“sosyal yapılar, dilsel yapılardır ve biyolojik süreçlerle açıklanabilirler”) çıkartmaktadır. Tura, Kartezyanizmi en güçlü olduğu yerde, yani “dilsel alışkanlıklar”da ve bunun savunulduğu dil teorilerinde (ki Tura’nın buradaki baş hasmı Wittgenstein’dır) sıkıştırmaya çalışırken, amacına uygun ama oldukça kısıtlı bir “yapı” kavrayışı sergileyerek, “sosyal olan”ın da “biyolojik olan”a indirgenebileceği implikasyonunun önünü ardına dek açmaktadır. Kuşkusuz Tura, Marksist içgörüsüne dayanarak, “bütünsel bir maddi olay olan sosyal yaşam pratiği”nden (2011: 219) bahsetmektedir. Ama salt felsefî-antropolojik bir seviyede kalan ve tam da ancak bu seviyede maddî nöral olaylarla doğrudan bağlantılandırılabilmesi mümkün olan bu “sosyal yaşam pratiği” kavrayışı, sosyal bilimin nesnesine dair hiç ama hiçbir şey anlatmamakta ve dolayısıyla bu nesnenin “biyolojik olan”a indirgenebileceği mantıksal sonucuna varmaktadır. Hemen hemen tüm nörobilimcilerde karşılaştığımız, derinlikli olmayan “sosyal olan” ve “sosyal bilim” kavrayışının bunda etkili olduğu öngörülebilir: Oysa yukarıdaki “genetik hata” tanımında gördüğümüz gibi; insan sosyalliğinin biyolojik-antropolojik kökeni, sosyal ilişkilerin ve bir bütün olarak “sosyal olan”ın nedeni, açıklaması değildir. Demek ki Tura, yukarıda gördüğümüz üzere, bilimsel teorilerin doğruluk-yanlışlık ölçütünü onların kökenlerine tâbi kılan tarihselcilik-güdümlü epistemolojik genetik hatayı oldukça sağlam bir biçimde yakalarken, burada ise, insan sosyalliğini biyolojik kökenlerine tâbi kılarak biyolojizm-güdümlü ontolojik genetik hataya düşmektedir.

(IV) Tura, “rasyonel”i “işlevsel”le eşitleyerek, “rasyonel” ile “akılsal” arasındaki bağı koparmaktadır.[9] Bunun ardından ise, bir adım daha atarak, “bütün”lüğü “rasyonel”likle tanımlamaktadır. Burada ikili bir hamlenin sözkonusu olduğu açıktır: Tura, bu tanımı aracılığıyla, hem Kartezyanist özne tanımını reddetmeyi hem de “nesnel maksat”ı kanıtlamayı hedeflemektedir.

Önce ikincisinden başlarsam, “nesnel maksat”ta içkin seküler-Hegelci teleolojiye (ki bu bizzat Diamat’ta da var olan bir şeydir) düşmemek için, “bütün”lüğü “rasyonel”likle değil “etkili”likle tanımlamak gerektiğini savunmaktayım; yani, bizzat bilimlerin pratiğinden hareket edersek, Tura’nın yaptığı gibi “rasyonel/ işlevsel olan bütünler, vardırlar” argümanını değil, “gerçek etkilerde bulunan bütünler, vardırlar” argümanını savunmak gerekir. Bunu biraz açayım.

Tura, bizce yanlış bir hattın izini sürerek, metafizik-diyalektik “Bütünlük”ün ne olduğunu kanıtlama (!) yoluna gitmekte, tam da bu yüzden, hiç gereği yokken, Tanrı kanıtlamasına (!) meydan okumaktadır. Oysa, metafizik-ontolojinin Nesnesi olan “Bütünlük” kanıtlanamaz; büyük harfle “Bütünlük”e dair metafizik-ontolojik argümanlar “doğru” ya da “yanlış” olamaz; demek ki “metafizik düzeyde doğru ya da yanlış olmanın ölçütü” diye bir şey yoktur.

“Bütünlük”, doğru ya da yanlış değildir ama vardır.

İlk bakışta tuhaf gibi görünen bu son önermeye, Tura’nın izlediğinin tam ters istikâmette, bizzat bilimlerin pratiğinden, yani alana-özgü ontolojilerin (kendi alanım açısından, sosyal ontolojinin) kazandırdığı içgörülerden hareket ederek varmaktayım ki bu, bilimlerin nesnelerinin Kant’ın tanımladığı türden nesneler olmadığı gösterilerek felsefî açıdan temellendirilebilir. Dolayısıyla “Bütünlük”ü kanıtlayarak (!) buradan bilimler düzlemine varma yolu, bizi en iyi hâliyle özgün ama pejoratif anlamıyla metafizik bir güzergâhtan başka bir yere götürmez. Bunun yerine, bilimlerin kanıtlanabilir (yani, doğru ya da yanlış) nesneleri olan küçük harfle “bütünler”den (Tura’nın sürekli ıskaladığı “nesneler”den) hareket ederek, “Bütünlük”ün var olduğu ve tam da konuştuğumuz metafizik düzleme binaen, var olması gerektiği sonucunu çıkarmamız gerekir.[10] Tura’nın iddia ettiği şekliyle bilimlerin nihai metafizik ufku Spinozacılık olsa dahi (ki bu anlamıyla Spinozacılığın tam olarak neye tekabül ettiğinden henüz emin değilim), buna giden yol bence Tura’nın yürüdüğü yol değildir.

Tura’nın ilk amacını, yani Kartezyanist “özne”ye, “düşünen ben”e, “res cogitans”a (bilhassa bkz. 2011: 56 vd.) ya da zihinsel varlığı (amaçları, hedefleri, niyetleri vs.) üzerinden inşâ edilen “a-tomos” olarak “birey”e dönük reddiyesini ise tamamen sahipleniyorum. Ama bununla birlikte, “organizma” olarak “birey”in, yani “bedensel ben”in analiz birimi olarak gerekliliğini savunuyorum. Bunun sebebi; “bütün”ün (sosyal ontolojideki anlamıyla, “sosyal yapı”nın) “etkililik”le tanımlanmasının, “birey-fâil”i bir ontolojik uğrak olarak gerekli kılmasıdır (“sosyal bilimlerin ‘bütün’ü, neyin üzerinde gerçek etkilerde bulunur?”). Kuşkusuz buna dair bir açıklama, bu kısa yazının işi değildir.

Tura, panelin soru-cevap kısmında, benim mereolojik hata ithamı üzerinden geliştirdiğim eleştiriye karşı cevaben, “düşünce olayı beyinde meydana geliyor” derken nörobilimdeki mereolojik hatanın varlığını kabûl etmiş olduğunu belirtti. Bunun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü bu, benim terminolojim içersinde, Tura’nın, “beyin”in belirivermiş (emergent) karaktere sahip olduğunu, yani nöronlara indirgenemeyeceğini kabûl ettiği anlamına geliyor.

Buraya kadarki düşüncelerimi toparlayıp maddeler hâlinde sıralarsam:

(i) Tura’da ontolojik düzlemler arası ayrım sözkonusu değildir: Tura, bilimlerin metafizik-ontolojik düzlemi ile alana-özgü-ontolojiler düzlemi arasındaki ayrımı görememekte; dolayısıyla metafizik-ontolojik “Nesne”yi tekleştirip biyolojize ederek, tüm bilimlere tek bir nesne formunu dayatmaktadır.

(ii) Bununla bağlantılı olarak Tura’da, bilimlerin indirgenemez nesnelerine dair belirivermeci bir kavrayış da sözkonusu değildir. Bunun en önemli emâresi, “köken, neden değildir” metodolojik ilkesini, toplumsal gerçeklik sözkonusu olduğunda çiğnemesi ve argümanının (belki niyeti bu olmasa da) mantıksal olarak, belirivermeciliğin karşıtı bilimsel-ontolojik kavrayış olan indirgemeciliğe varmasına sebebiyet vermesidir.

(iii) Nitekim Tura’ya göre tüm olayların fizikle açıklanması ilkece mümkündür; fakat teknik sebeplerle her olayı doğa yasalarına göre açıklayamamak farklı bilimsel disiplinleri gündeme getirmektedir. İşte bu, klasik indirgemeci tezdir ve sosyal bilimleri (meşhur indirgemeci metodolojik bireyci J. W. N. Watkins’in deyişiyle) yarı-yolda-kalmış açıklamalar (half-way explanations) üretebilen geçici bilgi alanlarına indirger. Oysa ki sosyal bilimler, reel nesneleri olan gerçek bilimlerdir ve bu reel nesneler de, sosyal yapılardır.

(iv) Yine de Tura’nın “beyin”in ya da “zihin”in indirgenemez, belirivermiş karakterini tanıması, sosyal bilimlerin indirgenemez, belirivermiş nesnelerini (sosyal yapıları) kabûl etmesi için teorik olarak ona bir imkân sunmaktadır. Zira benim burada tüm yaptığım, nörobilimin indirgenemez “nesne”sinin karşısına sosyal bilimlerin indirgenemez “nesne”sini koymaktan ibarettir ve bu nesne formları arasındaki ilişkinin mâhiyeti de ayrıntılı çalışılmayı bekleyen bir konudur.[11]

Tura, eserinin bir yerinde, aslında eserinin tüm argümantasyonunu aşan oldukça önemli bir saptamada bulunur:

 

Pozitivizmin, doğa bilimlerinin teori kurma yöntemlerini ne kadar anladığı ayrıca tartışma götürür. Doğa bilimlerinde pozitivizm, gerçekçiliğin [realizmin –b.n.] karşıtı bir anlamda kullanılır ve genellikle belli bir alandaki teorinin henüz tamamlanmadığını, çalışmaların henüz olguların gerçekçi [realist –b.n.] bir teori içinde açıklanamamasına rağmen bazı öndeyilerde bulunmaya imkân verecek bağıntılar düzeyinde kaldığını belirtir. Yani gerçek doğada olayların nasıl geliştiğini anlamamamıza ve tanımlayamamamıza rağmen bazı anlamsız ama pratik bağıntılarla olayların seyrini olgusal düzeyde öngörebiliyorsak pozitivist bir çalışma yapmışız demektir. Bir başka deyişle doğa bilimleri kendini pozitivist değil, gerçekçi [realist –b.n.] hedeflere kilitlemiştir (Tura, 2011: 135, dipnot 25).

 

Tura, aynı dipnotun devamında, “Uzun bir tartışma gerektiren bu konuya girmiyorum” demektedir. Bence girmelidir! Çünkü bu, tam da benim savunduğum şeydir: Realist bir sosyal bilim teorisi. Zira sosyal bilim de uzun süren bir pozitivist evreden geçmiş ve karşıt-hermeneutik eleştirilerini içerip aşarak, kendini artık realist hedeflere kilitlemiştir. Dolayısıyla naçizâne önerimiz, Tura’nın realist bilim ve sosyal bilim kavrayışıyla teşrîk-i mesaîsini arttırmasıdır.[12] Bu, doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasında oluşacak verimli diyaloglara kapı aralama ve Snow’un (2005) zamanında koyduğu isimle “iki kültür”ü aşma hususunda da oldukça önemli bir katkı olacaktır.

 

 

 

Kaynaklar

Badiou, Alain (2006) Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları.

Bhaskar, Roy (1998) The Possibility of Naturalism: A Philosophical Critique of the Contemporary Human Sciences, London: Routledge.

Bhaskar, Roy (2008) A Realist Theory of Science, London: Routledge.

Bloch, Marc (1994) Tarihin Savunusu ya da Tarihçilik Mesleği, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: Gece Yayınları.

Elder-Vass Dave (2010) The Causal Power of Social Structures: Emergence, Structure and Agency, Cambridge: Cambridge University Press.

Nagel, Ernest (1979) The Structure of Science: Problems in the Logic of Scientific Explanation, Indianapolis: Hackett Publishing Company.

Öğütle, Vefa Saygın (2010/11) “Ateizm, Mesihçilik ve Marksçı Realizm: Kendinde-Gerici ya da Kendinde-Devrimci Herhangi Bir Dinsel İnanç Var mıdır?”, Doğu Batı, sayı 55, s. 199-221.

Snow, C. P. (2005) İki Kültür, çev. Tuncay Birkan, Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları (4. Basım).

Tura, Saffet Murat (2011) Madde ve Mana: Rasyonalitenin Kökeni, İstanbul: Metis Yayınları.

 

 



* Bu metin, 25 Kasım 2011 tarihinde Bilgi Üniversitesi’nde yapılan ve benim dışımda Saffet Murat Tura, Taner Yelkenci ve Ömer Albayrak’ın konuşmacı olarak katıldığı “Materyalizm ve İdealizm: Bitmeyen Muhasebe” temalı panelde yaptığım konuşmanın, orada olmayan okurlar için yeniden düzenlenmiş ve geliştirilmiş hâlidir.

[1] Bu Aydınlanmacı tavrın alâmet-i fârikası olan ateizme karşı Marx’ın pasajlarını aktardığım ve Marx’ın din karşısında ateist değil realist bir tutum aldığını savunup tartıştığım makalem için bkz. Öğütle, 2010/11: 201-206.

[2] Yine de Tura’nın burada, Popper’ın argümanıyla hesaplaşması gerekirdi. Çünkü Popper, Newton teorisinin “yanlış” olsa da yine de “bilimsel” olarak kalma sebebinin, Tura’nın ve benim bulduğum gibi metafizik değil, yöntemsel olduğunu söylemektedir. Yani Popper’a göre; geçmişin metafizik akıl yürütmeleri bugünün bilimsel argümanları hâline gelebiliyorsa (örneğin simya, kimyanın atasıysa veya modern astronomi, geçmişin metafizik evren tasarımlarından önemli vukuflar elde etmişse veyahut da Popper’ın vermediği bir örnek olarak, türlerin değişim geçirdiğini Darwin’den çok çok önce gözlemleyen Hıristiyan ve İslâm âlimleri mevcutsa), bu, bilimin aslolarak yöntem olduğu, bilimin metafizikten kendisini sadece bizzat kendi yöntemiyle ayırt edilebileceği anlamına gelir. Tekrarlayayım: Popper’ın bu kavrayışı aslında burada giremeyeceğim temel bazı hatalara dayanır ama Tura’nın, kendi metafizik tezinin argümantatif tamlığını sağlaması için, bu kavrayışla hesaplaşması gerekir.

[3] Burada, en sofistike hâliyle Alain Badiou’de ifadesini bulan bir “olay” tanımına dayanmaktayım. Bu tanıma göre “olay”, “ ‘olan’ [‘nesnel’ durumlar] içindeki bildik kaydına indirgenemeyen bir şey”dir (Badiou, 2006: 51). “Olay”, “durum”un içersinde doğar ama “durum”un içersinde açıklanamaz (aksi, yukarıda ele aldığımız “genetik hata”ya işaret eder). “Olay”, Badiou’nün deyişiyle, “durum”a bir “eklenti”dir. Burada, “hakikat değil sadece kanaatler [doxa –b.n.] meselesi olan çoklu-varlık [nesnel durum –b.n.] ile bizi yeni bir varlık tarzına karar vermeye zorlayan olay arasında bir ayrım” (Badiou, 2006: 51) sözkonusudur. Bu “karar”, sadakat olarak tecelli eder: “Bir olaya sadık olmak demek, bu olayın eklendiği durumun içinde, durumu olaya ‘göre’ düşünerek (…) hareket etmek demektir” (Badiou, 2006: 51). İşte haber verdiğim çalışmamda tam da, bilimsel etkinlik açısından “olay”ın “Eureka!” ile başladığını iddia edecek ve bu “olaya sadakat”le başlayan “yeni” varlık tarzının, bilimin “hakikat”ini ürettiğini savunacağım.

[4] Tura, “emergent” terimini “yüzeye çıkan” olarak karşılamayı tercih etmektedir.

[5] “Evren”in Batı dillerindeki karşılığı olan “universe”, “unus” ve “versus” kelimelerinden türetilmiş olup, “bir’e dönüşen” anlamına gelir.

[6] Mereolojik hata, “bütüne ait özelliklerin parçaya yüklenmesiyle oluşan yanılgı” (Tura, 2011: 75) anlamına gelir.

[7] Tam da bu hususta, “indirgemeci fizikalist materyalizm”in klasik eserlerinden bir örnek için bkz. Nagel, 1979: 1-14. Eserin bu kısmı “Bilim ve Ortakduyu” başlığını taşımakta ve indirgemeci bilim felsefecisi Nagel burada, modern bilim ile ortakduyu arasındaki farkları maddeler hâlinde tartışmaktadır.

[8] “Evrim insanı öyle bir noktaya taşımıştır ki artık karmaşık işbölümüne dayanan sosyo-kültürel örgütlenmeler kurmazsa tür olarak yaşamda kalma şansı yok” (Tura, 2011: 63).

[9] Buna etimolojik kanıt olarak da, rasyonalite kelimesinin ratio’dan, yani “oran”dan geldiğini göstermektedir (Tura, 2011: 145d).

[10] “Olan” ile “olması gereken” arasındaki ayrım, metafizik düzlemde anlamsızlaşmaktadır.

[11] Bu iki bilim alanının nesneleri arasındaki ilişki üzerine yoğunlaşan, yakın dönemde yapılmış oldukça önemli bir çalışma için bkz. Elder-Vass, 2010.

[12] Bu hususta, Elder-Vass’ın demin bahsettiğim kitabının yanı sıra, günümüzün temel realist kavrayışı olan “eleştirel realizm”in kurucu figürü Roy Bhaskar’ın çalışmalarını (bilhassa, yazılma sırasıyla 2008 ve 1998) zikredebilirim.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar