Ana SayfaArşivSayı 4O Günden Bu Güne

O Günden Bu Güne

İ. Veli Saltık

Çehov’un eserleri beni çok etkiledi. Kahramanlarına söylettikleri bizim hayatımızdan sahneler gibi. Devamlı bir gerilim, uğraşılması gereken sorunlar olduğu seziliyor; kahramanların davranışları ise hayatın sorunlarından kaçış yönünde. Coğrafyamızın ve zamanımızın ayrı olması, öz açısından olmasa da farklar yaratıyor.

Benzer keder, duygu ve boşluklar yaşıyoruz onunla.

Peki nedir bizim benzer keder ve boşluklarımız?

Öncelikle işe Çehov’un ve kuşağının boşluğundan başlayalım. Çehov 1880 kuşağı. Bu kuşağın boşluğunun ne olduğunu Tony Cliff, Ivanov Razumnik’ten aktarıyor: ”Onlardan hemen önce Narodnichestvo (Narodnikler), hemen sonra ise Marksizm vardı; kendileri ise ideoljik bir boşluğu temsil ederler.[1]

Narodnizm Çehov’un doğumundan hemen sonra ortaya çıkmış (1861) bir harekettir. Çehov, hareketin önem kazandığı 1870’lerde çocukluğunu, hala etkisinin olduğu fakat yenilgi geçirdiği 1880’lerde ise gençliğini yaşamıştır. Çehov’un ve kuşağının boşluğu bu yenilgi döneminde kendilerini çok kısıtlı ifade edebilmeleri veya hiçbir şekilde ifade edememelerinden kaynaklanır.

Bu durumu Tony Cliff, ”Sonuç olarak, 1880′ li yıllar Rus işçileri arasında son derece sınırlı Marksist propaganda çevrelerinin kurulduğu yıllardı. Genel olarak bu yıllar karanlık bir dönem olarak hatırlanır. ’80’li yılların devrimcisi’ hayal kırıklığına uğramış, ümitsiz ve aylaktı. Bu tablo edebiyatta Çehov’un eserlerinde ifadesini bulmuştur. Vanya Dayı, Ivanov ve diğer karakterler hep bu kederin, küçük ve önemsiz işlerin görünümleridir”[2] diye belirtiyor.

Çehov kendini hiçbir şekilde ifade etmemiştir. Ne Narodniktir ne de Marksist. Narodnizmin yenildiği dönemde yapılabilecek en kolay işlerden birini seçmiştir. Birçok oyununda, geleceğin çok daha iyi olacağını, toplumun can sıkıntısını, kokuşmuşluğunu, tembelliğini silip süpürecek bir fırtınanın geldiğini müjdelemiş, öte yandan kenara çekilip içe dönmüş ve Üç Kız Kardeş’te Tuzenbah’a şu konuşmayı yaptırabilmiştir :

“— Değil iki yüz, ya da üç yüz yıl sonra, ama bir milyon yıl sonra da, hayat nasıl idiyse, yine öyle kalacak. [Oysa Rusya’da kısa bir sürede çok şey değişecektir.] Hayat değişmiyor — bizi hiç ilgilendirmeyen, ya da en az sizin hiçbir zaman bilemeyeceğiniz kendi özel yasalarını izleyerek — hep öyle kalıyor. Göçmen kuşlar, mesela leylekler, uçuyorlar, hiç durmadan uçuyorlar… Kafalarından, küçük ya da büyük, nasıl bir düşünce geçerse geçsin, onlar niçin, nereye uçtuklarını bilmeden yine uçmalarını sürdüreceklerdir. İçlerinde ne tür filozoflar türerse türesin, onlar yine uçarlar ve uçmalarına devam ederler… Bu filozoflar nasıl bir hikmet yumurtlarsa yumurtlasınlar önemli olan onların uçmasıdır.”[3]

Çehov’unkiyle, 1980’li yıllarda doğmuş (önceki kuşağın yenilgi yılları) ve gençliğini 2000’e doğru yaşayan ve yaşayacak olan benim gibilerin, bizim boşluğumuzun benzerliğine geçmeden önce Türkiye’deki 1968-70 ve 1980 kuşağının benzerliklerini açıklamak gerekiyor sanırım. Bu kuşaklar yenilgiyi ve yenilgi ertesi dönemi yaşamış kuşaklar. Kendilerini ifade edememeleri sadece bu kavgada yenilgi ertesi uygun ortamlar olmaması ve baskı yüzünden değildir. Onlar, (benim pek kavrayamadığım) teorik sorunların da olduğu bir dönemde yaşıyorlar ve tüm bu teorik-pratik sorunlara karşı tavırları çok önemli.

Birçok tavrı tek tek inceleyelim:

Öncelikle ciddi darbeler alanlar var. Bugün hapiste olan bu insanlar son derece kısıtlı toplumsal destekle hala kahramanlık yapıyorlar. Narodniklerin kahramanlığı kitapta; “Gerçekten kahramanlık dolu karakterler ile tanıştım —tarihte sözü edilenlerin her biri kadar yüce karakterler. Ve kendimde düşünebileceğim her bir şeyin ötesindeki cesareti, dayanıklılığı, fedakarlığı ve bir inanca adanmışlığı onlarda gördüm… Sibirya’ya giderken, siyasi sürgünleri ruhi dengesi bozuk fanatikler, bombacılar ve suikastçılar sanıyordum” diye anlatılıyor. Bugünkü kahramanlarla tek farkları Narodnik olmalarıdır. Onlarla sokaktaki insan arasındaki bağları kesen ‘şey’ ise henüz açıklanmamış durumdadır.

Bir de nostalji yaşayanlar var. Arada sırada devrimcilik günlerini hatırlayanlar. Cezaevlerindekiler bir eylem yapınca pişmanlık içine girip onlara yardım etmek isteyenler. “Eski devrimcilerin büyük bir kısmı artık, Çarlığın kötülüklerini eleştiren fakat şiddet haraketlerine karşı çıkan Leo Tolstoy’u kendilerine peygamber edindiler. Tolstoy’un telkinleri hayal kırıklığı içindeki pasif aydınlara manevi güç sağlar oldu.” Bunlar devrimciliklerini hatırlayıp yeniden devrimcilik yapmaya başlayanlar değildir; sözümona devrimcilik yaparlar. Desteklerinde burjuvaların söylemlerini (hümanizm, demokrasi) kullanırlar çoğunlukla. Eylemlerinde türkü söyleyip halay çekerler, üstelik oturup saygıyla dinlenilmesi gereken türkülerle. Her şehirde içki içip devrimci marşlar söyledikleri yerler vardır. Marksist olduklarını ancak Marksizmin geçildiğini iddia ederler. Karşı cephelerdekilerden daha çok zarar verirler Marksizme.

Tony Cliff’in Naronaya Volya’nın son sayısından aktardığı yazı her iki dönemi de çok iyi tasvir ediyor:

”Tam bir entellektüel çözülmüşlük, toplumsal hayatın en temel sorunlarında bile en çelişkili düşüncelerin keşmekeşliği… bir yandan hem kişisel hem toplumsal karamsarlık, öte yandan sosyolojik-dinsel mistisizm… Hainlerin her türlüsünün bolluğu var. Aydın sınıfının en yerleşik kesimi, köylülerden artık bıkıp usandıklarını samimiyetle ilan ediyorlar. [Bugün de toplumsal hareketler aynı biçimde işçilerden bıkıp usanıldığını söylercesine marjinalleşmiş değil mi?] Bugünleri de mi görecektik! Azalan radikal ve liberal dergiler toplumsal ilginin düştüğünü gösteriyor.’

Bir de bu yazıyı yazanın ve onun kuşağının alacağı tavır var. 1980’li yıllarda doğmuş ve gençliklerini bugünlerde yaşamaya başlayanlar. Bu kuşaktan hemen önce Marksizm vardı, hemen sonra da Marksizm olacak. Bu kuşağın yitik bir kuşak olup olmayacağını ise zaman belirleyecek. Her zaman olduğu gibi dünyanın farkında olmadan yaşayacaklar olacak. Bazıları yine burjuvazinin kullandığı söylemlerle sözümona Marksist olacaklar. Bazıları, bayrağı devralacaklar olacak. Bu yazıyı yazanın ise düşündüğü bir şeyler olmasına karşın kafası karışıktır. Kendini büyük bir boşlukta hissetmektedir. Ama ne kafası karışık olan, ne de büyük bir boşlukta olan sadece odur. Kavrayamadığı bir parçalanmışlık herkeste vardır.

Yazının sonunda sadece Çehov’un ve kendisinin bir parçalanmışlık ve boşlukta olmadığını, herkesin böyle bir durum içinde olduğunu; fakat bu durum karşısında herkesin farklı davrandığını anlamıştır. Çehov’un kahramanlarından olmamaya çalışacaktır. Çünkü biliyor ki, esas böyle durumlarda Marksizmin içinde olmak önemli.

 
 


[1]Tony Cliff, Lenin: Partinin İnşası 1893-1914, Çev.: Gülen Bilge, Tarihsel Yay., İstanbul 1994, s.23.

[2]A.g.e., s.31.

[3] Çehov’un Üç Kız Kardeş adlı oyunundan.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar