Ana SayfaArşivSayı 59-60‘Marksizmin Geleceği Var mı?’

‘Marksizmin Geleceği Var mı?’

‘Marksizmin Geleceği Var mı?’

Andrew Levine’in Marksizmin Geleceği Var mı? kitabı üzerine[1]

 

İ. Meriç Velioğlu

Günümüzde yayınlanan kitapları takip etmek bu denli zorken 8 yıl önce yayınlanmış bir kitabı tanıtmak garip gelecektir belki ama Andrew Levine’in “Marksizmin Geleceği Var mı?” adlı kitabı genel olarak Marksistlerin, bu kısa tanıtım yazısında açıklanacak gerekçeler nedeniyle özel olarak da Teori ve Politikacıların ilgilenmesi gereken bir çalışma.

Profilden bir Marx portresi üzerinde klişe gelebilecek soru (ki cevap, bildik nedenlerle ‘geleceği yok’ ya da bildik nedenlerle ‘geleceği var’ olabilir) içeren kapağıyla albenisi olmayan bir kitap; oysa birkaç sayfa çevirince ilgi çekmeye başlıyor. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki; Levine, bu tanıtım yazısından daha kapsamlı bir değerlendirmeyi ve diğer eserlerinin incelenmesini hak ediyor.

Kitap daha önce tarafımızdan haklı olarak politik bir okumaya tabi tutulmuş ve şunlar aktarılmış: “Marksizmin geleceğini tartışan Andrew Levine, sosyalizmin tarihsel düşmanının liberalizm olmadığını söylüyor. Ona göre düşman dünya dinleriyle özdeşleşen çeşitli fanatizmlerin örneklendiği modernlik öncesine duyulan özlemdir. Çağ, tüm ciddi toplumsal ve politik düşüncelerin simgesi olan laikliğe kesinlikle düşman bir barbarlık türünün tehdidi altındadır.”[2]

Levine, ileride tartışacağım Aydınlanmacı etkiler açısından elbette sıkı bir eleştiriyi hak ediyor fakat bunlar yazarın teorik konumuna göre hiç de çarpıcı değil. Hatta birçok Batılı yazarın paylaştığı ortak bir bakış açısının son derece sıradan bir örneği. Fakat eleştirel bakışımız Levine’in eserine yönelik algımızı darlaştırmamalı.

Önemli olan nokta, Levine’in bu kitabının, Marksist okullar içinde örneği nadir bulunan bir teorik konumu temsil etmesi: Althusserciliğin ve Analitik Marksizmin akıbetini paylaşmayan bir Althussercilik ve Analitik Marksizm savunusu. Bu açıdan Levine’i fikri takibin verimli olacağını düşünüyorum. Batılı bir akademisyenden Marksizmin toplam yükümlülüklerine ilişkin daha fazlasını beklemek gerçekçi olmayacaktır.

ABD’li olan yazarın yaşamında, kitapta muhasebesini yaptığı önemli noktalar sıralanabilir: Yeni Sol siyasete girmesi; İngilizcede Althusser bilinmezken Althusserci olması ama dahil olduğu çevrelerde muhalefetle karşılaşması üzerine 1969’da bir umutla Fransa’ya gitmesi ve Althusser’in sağlık sorunları, Althusserci çevrelerin kendi içine kapanması nedeniyle orada da umduğunu bulamaması; 1970’lerin sonlarında ise Erik Olin Wright ile birlikte yaptığı çalışmalar ile birlikte Analitik Marksizm akımına katılması.

Levine bu toplamla kısaca muhasebesini, “Analitik Marksizmin beklentileri konusunda hiçbir zaman onun önde gelen kişileri kadar çoşkulu olmadım. Ama projeye, onların çoğundan daha bağlı kalmayı sürdürdüm. Çok daha dar ölçülerde, aynısı bugün Yeni Sol siyaset ve Althusserci Marksizme duyduğum ilgi için de doğru” diyerek özetliyor. Kitabın önsözünde Levine bu konumunun “Ralph Waldo Emerson’ın ‘küçük beyinlerin şakacı cini’ olarak gördüğü ‘aptalca tutarlılık’ işareti” olabileceğini söylüyor ve öyle olmadığını temenni ediyor. Bu bana Marx’ın mezarı başında Engels’in yaptığı konuşmada görevin bundan sonra biz küçük adamlara kaldığını söylemesini hatırlattı. Bu açıdan tutarsız ve aptal küçük adamlardan olmaktansa, aptalca tutarlı olan küçük adamlardan olmak Marksizm açısından daha hayırlıdır.

Levine’e göre Marx’ın düşüncelerinin temel öğeleri güncelliğini ve aciliyetini sürdürüyor ancak bu inanç Marksizmin illa yaşayacağını ima etmiyor, buna teorik bir engel olmadığını ima ediyor. Sonuçta Marksizmin akıbeti birçok tarihsel, toplumsal ve politik sorunun ele alınması gereken bir mesele yazara göre, ama Marksizmin geleceği adına, uygulayıcılarının çoğu için her ikisi de Marksizmden kopuşun araçlarına dönüşen Althussercilik ve özellikle Analitik Marksizm akımları başkalarından daha çok yüzümüzü dönmemiz gereken temeller oluşturuyor. Bu temellerin tartışılmasına girmeden önce ise dolaysız biçimde ABD’ye özgü olduğunu belirttiği fakat dünyayı hızla kendisine benzetmesi nedeniyle tüm dünyada hakim olan iklimin tartışmasını yapıyor.

Çağımızda dünya çapında politik hayal gücünün tükendiğini, politik merkezin sağa kaydığını hatta sol diye bir şey kalmadığını buna rağmen şirketlerin egemenliğine, çevre tahribatına, ırkçı ve cinsel baskılara karşı savaşımlar artarak sürse de Marksizm gibi bütünleştirici bir görüş olmadığından savaşma amacında olanlar için geriye kalan tek şeyin ezilen grupların çıkarlarıyla özdeşleşmek olduğunu belirtiyor. Ona göre bu durumda çabalar dağınık, tepkisel ve birçok örnekte etkisiz kalmaya mahkum.

Peki ne oldu da bu durumdayız? Levine, bazı düşünürlerin Yeni Sol’u, yarattığı ve günümüzde liberal demokrasiler tarafından içerilen toplumsal ve kültürel etkileri nedeniyle başarılı bulmasına rağmen Yeni Sol’un aslında yenildiğini, hakim görüş tarafından özümlenmeden önce radikalliklerini yitirmeleri ve hatta depolitize olmaları gerektiği için yarattığı değişimlere göre ‘olağanüstü’ bedeller ödediğini belirtir. Bir anlamda sosyolojik olanla politik olanı ayırma çabası içindedir. Her ne kadar arzu politikası yoluyla politik hayal gücünü arttırdığı için olumlu etkileri olduğunu söylese de tarihsel bellek bataklığında iç içe geçen ‘karşı kültür’ ve yeni solu özdeşleştirmenin hata olduğunu belirtir. Karşı kültür kendisini nadiren politik olarak ortaya koymuş, daha çok gelenekler ve değerlerle ilgili olmuş ve hiçbir zaman derinleşmemişti. Levine’e göre karşı kültür bırakalım tarihsel sola bağlı yıkıcı bir kuvvet olmayı, hiçbir zaman gerçekten politik bir hareket bile olmamıştı. Oysa Yeni Sol liberal demokratik ortamda yetişen bir orta sınıf hareketi olmasına rağmen kendinden önceki tüm devrimcilikler gibi püriten, Jakoben ve Bolşevik özellikler gösteriyordu.

Bununla birlikte Levine’e göre, Yeni Sol problemsiz değildi. Ağır problemlerle dolu bir dünyaya tepki olarak meydana gelmişti. En geniş anlamda Yeni Sol’u etkileyen problemler esasında daha yoğun olarak Klasik Marksizmin problemiydi. İşçi sınıfının mevcut düzenle bütünleşerek konformistleşmesi, dünyanın Sovyetik ve Amerikan modeli (Levine felsefi-ideolojik adlandırmadan reel durumu haklılaştırmak için kullanıldığı gerekçesiyle kaçınır) iki sisteme bölünmesi tepkisel durumlara neden olmuştu: Felsefi uç noktasını Marcuse’da bulan devrimci özne arayışı gibi yaygın umutsuz çabalar, volantarizm ve üçüncü dünyacılık.

Levine’e göre Yeni Sol, Sovyetik ve Amerikan modeli denen kuraldan kopuşunu sezgiden çok bilgisizliğe borçluydu. Üçüncü Dünya’nın kurtuluş savaşları ve Çin Devrimi’nin niteliği konusunda bilgisizdi. Bu mazur görülemezdi, romantik tepkisellik düşüncelerini berraklaştırmalarına engel olmuş ve bir yanılsama yaratmıştı. Örneğin küçük bir ada ülkesi olan Küba model olamazdı; Arjantin gibi görece zengin bir ülke ve Haiti gibi sefalet içinde bir ülke üçüncü dünya adı altında aynı gruba yerleştirilemezdi. Levine’e göre Yeni Sol’un beklentilerin aksine bu ülkelerin dertleri sanayileşme ve kalkınmaydı ve Amerikan etkisinin tarihsel nedenlerle zayıf olduğu yerlerde farklı modeller ihtiyaçtan ötürü kullanılmıştı. Levine birçok yerde sonradan, ABD’nin tercih ettiği kalkınma modelinin Yeni Sol’un en çok hayran olduğu isyancılar eliyle yürütüldüğünü belirtir.

Bununla birlikte Levine, Yeni Sol’un Maoculukla flörtünde hüsnükuruntudan fazlası olduğunu düşünür. Çinliler ona göre gerçekten Soğuk Savaş’ın yarattığı uzlaşmaya kısmi bir istisna oluşturuyorlardı. Pratik olarak bir yanılsama da olsa Çin ile özdeşleşmekte fikri düzeyde de Althusser’in kullanma olanağı bulduğu şeyler vardı. Maoculuk pratikte anti-Stalinci olan Bolşevizmle tarihsel sürekliliğe sahip tek sürdürülebilir gelenekmiş gibi görülüyordu. Ne yazık ki Levine kitapta bu konuda düşüncelerini açmıyor ve meseleye öznel baktığı yönünde kuşkular yaratıyor.

Günümüzde Marksizmin bu derecede gerilemesini Levine’e göre sosyalist ülkelerin yıkılmasına bağlayamayız. Sovyetler’den umut epey erken bir tarihte kesilmişti. Levine’e göre yıllar sonra bile Marksizm varlığını sürdürmekle kalmamış, gelişmişti de; ama garip bir biçimde Sovyetler Birliği’nin sahneden çekilmesiyle Marksizm de sahneden çekildi. Levine, entelektüel kültürün bu duruma kolayca uyum sağladığı gibi eski Marksistlerin de alt üst olmuş gibi görünmediklerini belirtir. Bu durumun tarihsel açıklamasını tarihçilere bırakır.

Yazara göre binyılın sonunda dünya çapında hayal gücü ve Batı’nın politik kurumlarının kökten düzelebileceği fikri bir çöküş yaşamış durumda ve bu Marksizmin kendi çöküşünden bile önemli olan bir gelişme. Genel olarak sosyalizm düşüncesini de Marksizmi de Fransız Devriminden gelen kökler ve 200 yıllık bir tarihle sınırlayan Levine, modernizmin kriziyle Marksizmin krizini aynılaştırmakta. Aynı zamanda postmodernizme de Aydınlanma, liberalizm vb. burjuva düşüncelerine de cephe açması gerekirken, popüler olan gündeme yenik düşmekte, postmodernizmle olan güncel derdinden ötürü eski düşmanı unutmakta, hatta esasen Marksizmi Aydınlanma’nın muhalif bir kanadı olarak değerlendirmekte. Aydınlanma ile hiç derdi yok, liberalizmin ekonomik yönleri hariç liberalizmle derdi yok, hatta liberal.

Levine’e göre, bugün yükseliş halinde olan eski Birinci ve İkinci Dünya’da bile modernlik öncesi bir dinsel fanatizmdir, liberal demokrasi ya da herhangi bir tür diğer modern, laik politik projeler değil. Aslında Levine, kendisinin Yeni Sol’u üçüncü dünyacılıkla, düşüncelerini berraklaştırmamakla eleştirdiği tarzda eleştirilmeyi hak ediyor. Dinsel fanatizmlerin, liberal demokrasilerin, modern ya da laik projelerin niteliklerinin bilinmesi ve bu konularda da düşüncelerin berraklaştırılması, somutlanması gerekmez mi? Bu yapılmazsa, ezilenlerin mücadelelerinden aşılanmak yerine kendini çöken bir kültüre sol kanat olarak ekleyen Marksizm de yıkıntılar altında kalır.

Bununla birlikte Levine, Marksizmin, sosyalizmin zaferine öncülük edebilecek, başkalarının başarıyla geliştirebileceği temellerinin, kendi açılarından ve daha geniş entelektüel kültürün gözlerinden başarısız olarak görülse de birbirini tamamlayan Althusser ve Analitik Marksizm tarafından atıldığını belirtir. Ona göre, bu temeller Marksizmin geleceğine bir güvence sağlamasa da klasik proletaryanın olmadığı bir dünyada da Marksizmin geliştirilmesini mümkün kılar.

Levine, Althusserci ve Analitik Marksizmin farklılıklarına rağmen ortak bir düşmana sahip olduğunu belirtir: Tarihselcilik. Bir ölçüde Marksist felsefenin her zaman tarihselci olduğunu ve Hegel felsefesi kaynaklarından biri olduğu sürece bunun kaçınılmaz olduğunu belirtir. Bu yüzden tarihselciliğe karşı çıkmak yeni bir yola koyulmak anlamına geliyordu. Levine, buna rağmen bu akımların Hegel’i tümüyle reddetmediklerini Hegelci felsefenin güvencesi altında bir düşünce tarzı olan tarihselciliğe karşı çıktıklarını vurgular. Ayrıca iki akım da, Marksist Ortodoksluğun bazı yönlerini savunduğu ve bu Ortodoksluk tarihselciliğe battığı için düşmanlarını açıkça belirtmekten rahatsızlık duymuşlardı. Yalnız iki akım da tutarlı biçimde, Hegel’in geliştirdiği diyalektik yönteme ve bu bağlamda tarihselcileri harekete geçiren özsezgiye, durumun ve /veya bilinebilir olan şeyin indirgenemez bir tarihsel boyut taşıdığı fikrine karşı çıkmışlardı.

Levine, tarihselciliğin köklerinin Hegel’den önceye, meşruluğunu dinsel tarihe dayandırmak isteyen Protestan ilahiyatçılara kadar uzatılabileceğini belirtir. Hegelciliğin baş muhaliflerinin pozitivistler olduğunu ve bunun da Comte’da olgunlaşmasından çok öncede Descartes ve Locke’da kökleri olduğunu belirtir. Levine, Althusser’in ‘epistemolojik kopuş’ vurgusuyla kökenleri çok eskilere götürülebilecek bir tartışmayı reddettiğini belirtir. Althusser’in buna rağmen bilim vurgusu nedeniyle kolayca ve haksızca pozitivizmle eleştirildiğini oysa ikisini de reddeden bir yola girildiğini vurgular. Althusser için kıyasıya bir tartışma ile söz konusu olan şey, Analitik Marksistlerin politik dertlerden, Kıta Felsefesinin dertlerinden azade olması nedeniyle doğalında yer aldıkları bir konumdu. Althusser felsefenin hâlâ bir anlamı varsa, Analitik Marksistlerin yapmadığını yapmış tarihselcilerle onların koşullarında savaşa girmiş ve görüşlerinin çürüklüğünü göstermişti.

Tarihselciliğin problemi Levin’e göre ontolojik ve epistemolojik yönleri gelişim yörüngelerinin sonunda birleştirmesidir. Kendi temel inançları gerçekliğin kendisiyle mi, yoksa sadece insanın gerçeği açıklama yolları ile mi ilgilidir? Sorun tarihselciliğin, tarihsel zamandaki yere göre oluşun, varlıkların kendilerine mi ya da onların bilgisine mi yoksa ikisine birden mi ait bir özellik olduğudur. İdealist Hegel için sonuçta fark yoktur. Materyalist iddiaları olan Marksist tarihselciler için ise bu durumda bir sorun olması gerekir. Althusser’in ayrımları bu nedenle Marksistlerin yol alabilecekleri tutarlı tek konumdur.

Bununla birlikte Levine, tarihselcilerin Hegel’inden başka, Althusser’in ve Marx’ın derin bir yakınlık içinde olduğu, hatta kışkırtıcı biçimde ön-Marksist olarak kabul ettiği bir başka Hegel’in varolduğunda ısrar ettiğini belirtir: Holist olarak bütünlük kategorisinin açıklayıcı önemini savunan, toplumsal bütünün çelişkili karekterini kabul eden ve Marx’ı başlıca keşfine, tarihin öznesiz bir süreç olduğu düşüncesine götüren Hegel. Levine tarihselcilerin holizmi ile belirli açıklayıcı amaçlarla bütünleri parçalara ayırmamak gerektiğini düşünen holizmi birbirinden ayırır. Bu açıdan holizm ona göre, tümün bir olduğunu söyleyen metafizik holizmin reddedilmesi için uygundur.

Althusser’e göre Marx’ın Hegel’den ilk öğrendiği şey teoriydi ve bunu durumların görünürde bağımsız öğelerini ilişkilendirmekle yani holizmle özdeşleştiriyordu. Yalnız Levine’e göre teoriyi bir felsefi pratik tipi ile ilişkilendirdiği ölçüde yanılıyordu. Felsefi sorunlar dünyasında yer bulmayan Analitik Marksizm felsefe dışı berrak bir konum almıştı. Levine, Althusser’in epistemolojik kopuş konusunda abartı içinde olduğunu, elde kanıtlar olmadan kopuşun ilan edilmesinden sonra görkemli felsefi tavırlar ardına girmekten başka yapılacak şey kalmadığını belirtir. Levine’e göre bu durumda tarihsel materyalizmde tartışma götürmez bir gelişmenin görülmeyişinin de payı var.

Levine, Althusser’in yapıcı ve savunulabilir pozisyonları tarihsel nedenlerle provokatif biçimde ifade etmesini eleştirir. Onun polemikçi kabuğunu atmak ve akılcı çekirdeğini çıkarmak gerektiğini fakat genişletilmiş bir uslamlamanın parçaları olduğundan bunun kolay olmadığını belirtir. Ona göre, Analitik Marksizmin koyabileceği standartlar açısından Althusser’in çalışmaları yetersiz kalırdı.

Buna rağmen Althusser ona göre en gelişmiş bilgi teorilerinin çıkarsamalarına yaklaşmıştı ve tüm çalışması teori alanına politik müdahaleler olarak değer taşıyordu. Ayrıca Ortodoks kaygıları gereği Lenin’in bilgi teorisindeki otoritesini korumak istiyordu ama Levine’e göre Althusser materyalizm ve idealizmin hiç de varlıkbilimsel konumlar olmadığını, teori alanında politik müdahaleler olduğunu belirttiğinde aslında bu Lenin’in asıl görüşünden, hatalı tasvirci savlardan uzaklaşmadır. Materyalizm ve idealizm Althusser’e göre birlikte yaşayacaktır. Adet olduğu üzere ontolojik bağımlılıklarına göre idealizm ya da materyalizm olarak adlandırılan konumların materyalist ya da idealist olması teorik konjonktüre bağlıdır ve örneğin idealizm bile tinselciliğin egemen olduğu bir konjonktürde materyalizm sayılabilir.

Sonuç olarak Levine’e göre Althusser’in anlamı;

a)Analitik Marksizmin bağını yitirdiği ve geleceğin solunun göz ardı etmesi halinde teorik ve politik kaynaklar açısından zengin bir mirastan mahrum kalacağı geçmişle köprü kurabilecek kaygılar ve nitelikler taşıması

b)geniş haliyle sosyalist hareketin parçası olarak kalırken tarihselcilikle bağlarını koparması, felsefi antropolojinin Marksist versiyonlarını eleştirmesi

c)Marksizmin epistemolojik bir kopuşa ihtiyaç duyduğunu göstermesi olarak özetlenebilir.

Levine, Analitik Marksizmin akademik bir fenomen olduğunu kabul eder ama onların akademik Marksizm içinde hakim eğilim olmadıklarını, bu sıfatın daha ziyade Althusser’in Marksizmi’ne postmodern teorinin herhangi bir çizgisinden katılan Althussercilere daha uygun olduğunu belirtir. Ona göre Marksizmin geleceği açısından Analitik Marksizm çok önemliyken -ki zamanının en iyi felsefesini ve sosyal bilimini yaratabilecek bir entelektüel ciddiyet sergilemiştir- postmodern Marksizm önemsizdir. Levine Althusser’in de düşüncesinin canlılığını koruyan kısmının Analitik Marksizmle uygunluk içinde olduğunu ve onun tarafından sürdürüldüğünü; postmodern Marksizmlerin ise Althusser’in kapalı ve çetrefil yanlarını aldığını belirtir. Bununla birlikte ona göre Althusser’in çalışmaları Analitik Marksizmin sırıtan eksikliğini, “akademik sapma”yı düzeltmek için en iyi araçtır.

Analitik Marksizm talihsiz biçimde ilk görüşlerinden uzaklaşsa da Levine örneğin Cohen’in tarihsel materyalizm savunusunu anlamlı buluyor. Ona göre Analitik Marksistler, görkemli numaralar yapmadan Marx’ın fikirlerini netleştirmekte büyük bir iş yapmışlardı.

Levine’e göre, Althusser’in örtük olarak kabul ettiğini, ayrı bir Marksist yöntembilim olmadığını Analitik Marksistler ilan ettiler. Onlar diyalektik açıklamaların ya kesin olarak ifade edilebilecek şeyleri tekrar ettiğini ya da anlaşılmaz oldukları için hiç de açıklayıcı olmadığını kavradılar. Açıklayıcı olarak yararlı bir diyalektik olmaması ve şimdiye kadar açığa çıkmaması Levine’e göre diyalektiğin düşünceyi örgütlemenin teori öncesi düzeyde bir yolu olduğunu gösterir.

Cohen ona göre Althusser’in merkezi önem verdiği bilimsellik sorunuyla derinden ilgili olan tarihsel materyalizmin modern nedensellik ve açıklama anlayışlarıyla uzlaşmayacak bir nedensellik iddiası yapıp savunacak donanımda olduğunu gösterdi. Bu Althusser’in de yapmak istediği şeydi. Cohen bu teoriyi yansızlaştırarak hakim entelektüel görüşün içinde eritti. Buna rağmen bu konum modern tarih yazımının teorisizliği ile çelişiyordu. Levine’e göre hemen her şeyin bir açıklama sayılmasına olanak tanısak bile, dünyayı birbirini dışlayan özgül olaylara ayırmanın hiçbir teorik güvencesi ve bunları bir araya getirmenin gerekçesi yoktur. Bu nedenle eğilimlerle uğraşsalar bile, uzun zaman kesitlerini genelleştirseler de bu tarihin gerçek yapısal ya da yönsel özelliklerini keşfetmiş olmalarından değil, kurdukları anlatıları şekillendiren teori dışı çıkarlardan kaynaklanır.

Levine, Cohen’in Marx gibi Hegel’in de erekbilimine karşın, anlamdan yoksun olan tarihin kimi yönlerini kavradığına ikna olduğunu belirtir. Ona göre Marx, Hegel’i gerçekten de ayakları üzerine yerleştirmiş ama bunu diyalektiği doğru töze, maddeye uygulayarak değil; akılcı sezgilerini modern bilimsel pratikle uyumlu bir açıklayıcı programla bütünleştirerek yapmıştı. Cohen’e göre tarihsel materyalizm dengeleyici kuvvetlerin yokluğunda ne olabileceğini kestiren yüksek bir soyutlama düzeyine uyarlanmış bir teoriydi. Bu şüphesiz Marx’ın teorisinin zayıflatılmış bir versiyonuydu.

Marksizm Levine’e göre bir anlamda buharlaşıp gitmişti. Örneğin Marksist politik ekonomi de rakibi neo-klasik iktisat içine çökmüştü. Analitik Marksistler gürültü patırtı çıkarmadan Marksizmi liberal politik felsefe ve deneysel sosyal bilime katmaya çalışmışlardı.

Levine kendisinin de ait olduğu felsefi iklimde mantıksal pozitivizm ve gündelik dil felsefesinin felsefenin havasını söndürdüğünü; siyaset felsefesinin tükenmiş olduğunu; derken John Rawls’ın liberalizminin siyaset felsefesini canlandırdığını ve Analitik Marksizmin rotasını belirlediğini söylüyor. Böylece ona göre dikkatler Rus devrimi öncesinde Marksizm için önem taşıyan adalet gibi birçok soruna yoğunlaştı. Ona göre bugünden bakılınca Marksist olsun olmasın sosyalist teorinin izleyen dönemde büyük gerilemeler yaşamaya mahkum olduğunu savunmak doğruysa, Rawlscı liberalizm sola yeni bir soluk kazandırmış ve solun işine yaramıştı.

Dünyaya akademiden bir bakışın getirdiği darlıklarına rağmen Levine’in kitabı okumaya değer. Bir Althusserci Analitik Marksist’in penceresinden teorik ve politik alana ilişkin ilginç gözlemleri var. Buna rağmen Aydınlanmacı rasyonalizmle Marksizm arasında hem teorik hem politik yakınlık kurgulaması rahatsız edici. Hakim liberal ideolojinin Analitik Marksistler üzerindeki etkisini de Levine gereğinden fazla önemsiyor ve adalet gibi aslında pratik olan bir sorunla bu etki nedeniyle teorik olarak boğuşuyor.

Levine’e şu sorulabilirdi: Postmodernizm ya da post-Marksizmle Marksizm arasındaki teorik/politik karşıtlık anlamlı ya da işlevselken Aydınlanma ve liberalizmle Marksizmin karşıtlığı neden vurgulanmamalı? Liberalizmin devrimci ve karşı-devrimci özellikler arz edebileceğini belirten Levine bunu incelikli bakışı postmodernizmden hangi gerekçelerle esirgiyor?

Sonuç olarak kitap Marksizmin ezilenlerin kavgasında evrensel bir bayrak, bir silah olarak yaşayıp yaşamayacağı, hâlâ Marksist olmak ve Marksizmi savunmak için gerekçeler olup olmadığı konusunda iyi bir tartışma. Bunun için şüphesiz Marksizmden değil Marksizmlerden söz etmek gerek. Herodotos tarihinde Massagetler denen bir halktan bahsedilir. “Ömürlerinin yalnız şu surette son bulmasını dilerler: Birisi iyice ihtiyarladı mı, yakınları bir araya gelir, sürülerindeki başka birtakım hayvanlarla beraber onu da kurban ederler; sonra bu etleri pişirir ve afiyetle yerler. Bunu en mutlu akıbet sayarlar; hastalıktan ölenler yenmez, gömülür, kurban edilecek yaşa ulaşmamak büyük talihsizlik sayılır.” Marksistler, geniş ailelerine hem teorik hem de politik alanda Massagetler tarzında acımasızca bakmak durumundadır. Hastalıklı unsurların her önemli dönemeçte ayıklanması, ihtiyarlardan afiyetle faydalanılması hayırlıdır. Althusserci ve Analitik Marksizm tutarlı teorik konumları gereği yararlanılacak temeller sağlamaktadır.

 

 

Levine’in İngilizce yayınlanmış kitapları

In Bad Faith: What’s Wrong With The Opium Of The People (2011)

Political Keywords: A Guide for Students, Activists, and Everyone Else (2007)

The American Ideology (2004).

A Future for Marxism?: Althusser, the Analytical Turn and the Revival of Socialist Theory ( 2003).

Engaging Political Philosophy: Hobbes to Rawls (2001).

Rethinking Liberal Equality: From a ‘Utopian’ Point of View (1998).

The General Will: Rousseau, Marx, Communism (1993)

Reconstructing Marxism: Essays on Explanation and the Theory of History, Erik Olin Wright ve Elliot R. Soberle birlikte (1992)

The End of the State (1987).

Arguing for Socialism: Theoretical Considerations (1984)

Liberal Democracy: A Critique of Its Theory (1981).

The Politics of Autonomy: A Kantian Reading of Rousseau’s Social Contract (1976).

 

 

 



[1] Andrew Levine, Marksizmin Geleceği Var mı?, Çev.: Ali Çakıroğlu, Aykırı Yay., İstanbul 2004. Tanıtım yazısını dipnotlara boğmanın verimsiz olacağı düşünülmüş ve kitabın görüşleri genel olarak özetlenmiştir.

[2] Gülsüm Emek Aytaç, “Ezilenlerin Mücadele Pratiklerine Sınırlı Bir Bakış”, Teori ve Politika 35-36, Yaz-Güz 2004, s.187

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar