Ana SayfaArşivSayı 53‘Tehlikeler Büyük, İmkanlar Devasa’

‘Tehlikeler Büyük, İmkanlar Devasa’

Komünist devrimci önder Azad

Hindistan’da sarsıcı bir devrimci

mücadele yürütülüyor. Hindistan Komünist Partisi (Maoist)’in önderliğinde yürütülen ve ülkenin birçok eyaletine yayılmış olan hareket, müesses nizamı sarsması yanında kayıplarla ilerliyor.

HKP(Maoist)’in son büyük kaybı,

partinin politbüro üyesi ve sözcüsü “Yoldaş Azad” oldu. Bir bölge yöneticisi Hem Pandey (Jitender) ile Cherukuri Rajkumar (Yoldaş Azad) Hindistan polisi tarafından Temmuz ayının ilk günlerinde

öldürüldü.

Partisinin ardından yaptığı

açıklamada şöyle deniyordu: “Hindistan devrimci

hareketi, 35 yılını devrimci mücadeleye vermiş örnek ve mükemmel bir yoldaşını, parlayan

bir yıldızını kaybetti.”

Komünist devrimci önder Azad’ı ve Jitender’i saygıyla

anıyoruz.

 

 

Monthly Review Zine / 4 Kasım 2009 http://mrzine.monthlyreview.org/2009/giri041109.html

 

‘Tehlikeler Büyük, İmkanlar Devasa’[1]

Hindistan’da Süregelen Siyasi Mücadele

 

Saroj Giri

Çeviri: Deniz Tokgöz

‘Yoksulun Yoksulu’ ve Politika

Bir savı, formüle edildiği en zayıf haliyle eleştirmek ve bertaraf etmek her zaman kolaydır. Hindistan devletinin ve özellikle içişleri bakanının güvenlik-merkezli politikalarına saldırmak bugün fazla cesaret gerektirmiyor. Bu nedenle ve bunun yerine, başbakanın Eylül 2009’da eyalet polis şeflerine yönelik ‘iyi huylu’ ve neredeyse ‘hümanist’ olarak adlandırabileceğimiz ifadelerini ele alalım: ‘Unutmayın,’ diyordu başbakan, ‘Maocu hareket ülkenin fakir tabakasının da en fakir olanlarının desteğine sahip’. Sol cenahta yeralan ve hükümetin devam ediyor olan silahlı operasyonlarına karşı duranlar, bu insanların nasıl da gerçekten fakir, masum siviller ve sıradan köylüler olduğu ve operasyonlar devam ettiği müddetçe zarar görmeye devam edecek olanların tam da bunlar olduğu iddiasını barındıran duruşlarını desteklemek için başbakanın bu sözlerine sıklıkla başvuruyorlar[2].

Devlet, özü itibarıyla baskıcı olduğundan ötürü mü ‘mahrumların mahrumunu bu kadar tehlikeli addediyor; yoksa mahrumların mahrumu ‘sahiden’ tehlikeli olduğundan ötürü mü? Kimi zaman, ilerici bir anayasaya yönelik yumuşak bir tutum takınabilen, cimrice de olsa kimi haklar tanıyan ‘Kırsal İstihdam Kanunu’ türünden bir hamleyi destekleyebilen şu aynı devlet, nasıl oluyor da Maocu ‘sorunu’ elimine edebilmek yolunda böylesi kararlı davranabiliyor? Şüphesiz, yoksulların yoksulları tehlikeli kişiler olmalılar; onlara dair, düz, hümanist, onları yalnızca ‘haklar’ peşinde olan ve acı çeken kitleler olarak ele alan bir bakış açısına görünmez gelebilen olağanüstü bir şeyler olmalı[3].

Onların sahip olduğu ve kudretli Hindistan devletinin korktuğu, bir an önce yok etmek istediği ‘kuvvet’ ne olabilir? Öncelikle, sahip oldukları bu kuvveti Maocu olmaları yahut Maocu hareketi destekliyor olmalarının ötesinde, onların tam da mülksüzlerin de mülksüzü olmaları bağlamında ele almak, anlamak gerekiyor.

Devlet, onların silahlarından, şiddetinden, yerel halkı vergilendirmelerinden yahut paralel bir iktidar yapısı teşkil etmelerinden korkmuyor. Devlet ve Hindistan demokrasisinin çekindiği, tam olarak onların yoksulların yoksulu olması, kaybedecek hiçbir şeylerinin olmaması (bundan ötürü ‘satın alınamaz’ ya da asimile edilemezler) ve dolaysız/direkt sorunlarının –toprak, geçim– ufkunun ötesine geçebilecek amansız bir siyasi dönüşümün ateşleyicisi ve motor gücünü oluşturmaları.

Gerçekten de, Maocu hareket ya da silahlı mücadeleye girişen herhangi bir adivasi oluşumunun, hükümet tarafından seslenilebilecek veya karşılanabilecek herhangi bir talepler listesi bulunmuyor. Bu noktada, ‘adaletli bir barış’ söylemine bile kulak asmayacak türden, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri bulunmayanların ‘dünyayı hedefledikleri’ bir dinamik ortaya çıkmış görünüyor[4]. Kuşku yok ki; şayet, bu dünyada yeri olmayanlar tarafından ortada kolayca saptanabilecek talepler dahi bulunmadan bir şavaş açılmış ise, kazanılması hedeflenen şey dünyanın tamamı olmalı[5].

Bu nedenle Hindistan devleti, Dantewada deneyiminden korkmuyor. Gerçekten de, Dantewada’nın ‘Maocu virüs’ün iltihabını kapmasına yıllarca göz yumdu ve ancak şimdi belirleyici niteliği haiz bir hücuma girişmiş durumda. Devlet, Dantewada’yı tolere edebilir ve yıllar boyunca etti. Pek çok kişi de Maocuları, tıpkı diğerleri gibi, şu veya bu güçlerin buyruklarıyla yahut kendi başına hareket eden ve haraç kesen bir başka iktidari yapı olarak görüyor. Bu da, Maocuların yalnızca bir ‘silahlı kuvvet’ olarak kaldıkları müddetçe tolere ve asimile edilebileceği anlamına geliyor.

Fakat mahrumların mahrumları, tıpkı Maocular gibi dünyayı kazanmayı hedefliyorlar ise, Hindistan devletinin Dantewada’dan izole haldeki yerel bir vaka olarak değil; bir, iki, üçten fazla Dantewada’nın oluşması ihtimalinden korkması anlaşılır hale geliyor. Tebhaga, Telegana, Naxalbari, Srikakulam, Jharkhand, Dantewada, Lalgarh… Tüm bunlar Hindistan’ın yakın tarihine yayılmış pek çok Dantewada değildir de nedir? Ya bunlar, ülkenin farklı bölgelerinde ve aynı anda belirirlerse? Ne da olsa bunlar, komşu Nepal’de olduğu gibi ‘küresel tutkuları’ olan, Hindistan devletini Enternasyonal’i söyleyerek yıkmak isteyen, yalnızca kabilevi kimlikler ve haklarla ilgilenmekle kalmayıp Kuzeydoğu ve Kaşmir’deki ulusal davayı destekleyen ve çok daha büyük bir gündeme sahip insanlar.

Bu ‘virüs’, olur da yayılırsa, yalnızca Hindistan devletini siyasi olarak zayıflatmakla kalmayacak (halihazırda zaten zayıflatmış olduğunu söyleyebiliriz), askeri anlamda da yıpratacak. 1967’de Naxalbari, mahrumların mahrumunun bir siyasi özne olarak meydana gelmesinin fitilini yakmıştı: bu miras, ülkenin dört bir yanında ve farklı formlarda bugün de yaşıyor, fakat Maocu hareketin düzene karşı giriştiği mücadelenin bir parçası olarak doruğa ulaştığını söyleyebiliriz.

Masum Sivil mi Siyasi Özne mi?

Solun büyük kısmı, devletin ve sermayenin baskıcı doğasını anlamakta sergilediği tutarlılığı mahrumların mahrumunun siyasi öznelliğini kavrayabilmekte gösteremiyor. Devletin ahlaki ve sübjektivist bir eleştirisi; mahrum, fakir ve mülksüzleri kurban ya da masum siviller olarak sunmanın yolunu açıyor. Devletin devam eden silahlı operasyonlarının kınanması örneklerinin çoğu, güç ve meşruiyetlerini, ezilenleri, kurban yahut en iyi ihtimalle mülklerini devlet destekli şirketlerin zorbaca saldırılarına karşı korumaya çalışan insanlar olarak sunabilme kapasitelerinden alıyor. Ya da daha iyi bir ihtimalle, ‘masumların’ devletin kendilerine hizmet sunmasını artık daha fazla bekleyemeyecekleri ve başka çarelerinin kalmadığının bilincine varmış oldukları için silaha sarılmak ‘zorunda bırakıldıkları’ iddia ediliyor. Yoksulların da yoksulu olanların, güzel huylu bir refah devletinden yarar sağlayanlar ya da kurban/masum siviller olma döngüsünden kendilerini kurtarmak için çaba sarfedenler olduğunu kabul etme konusunda ısrarlı bir reddetme hali söz konusu.

Solun kimi kesimlerine hakim bu ‘insanseverlik’ pozisyonuna karşı, yönetici sınıfların korktuğu tam da bu ‘mahrumiyet’ ve ‘siyaset’in birleşimi gerçeği[6]. On sekizinci yüzyıl İngilteresi’nden bir proleter olan Tommy Spence’in radikalizmine dair Peter Linebaugh şöyle diyor: “Spence’i burjuvazinin gözünde tehlikeli kılan onun ne proleterliği ne de özel mülkiyet karşıtı olmasıydı. Onu tehlikeli yapan, Spence’in, esasen ikisi de olmasıydı[7]”. Formül karşımızda: Zengin ve radikal olabilirsiniz ama fakir ve radikal asla. Bugünün haklar-temelli kapitalizminin icazet verdiği ideal kombinasyon, ancak fakir ve muhtaçtır.

Mahrumların mahrumunun siyasi öznelliğini red ya da bunu kavrayamamakta beliren acz durumu, Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezine neşe ve alayla gülebilmemiz ve fakat bugün gerçekten ‘tarih yapmamızın’ ne kadar zor olduğunu kabullenmemizin bir örneği mi yoksa? Katı biçimde uyarılıyoruz: tarih (küresel bir tarih?) yapmaya yönelik her hamle, zor ve şiddet kullanımı gerektirecek, bir parti yapısını içerecek ve büyük bir ihtimalle bizi totaliter bir devlete sürükleyecektir. Bu nedenle, iddia ediliyor ki, yoksulların da yoksulu kendiliğinden bir problem teşkil etmiyor fakat esas sorun onların kendilerine, Maocu ya da Naksal, bir siyasi öznellik atfetmeleri –bu da, totaliteryanizmin tohumlarını barındırıyor. Fakat görünen gerçek şu ki, bugün yoksulların yoksulunun düzen karşıtı mücadeleleri Maocu hareket etrafında sivrilmiş ve yeni bir zirveye erişmiş vaziyette.

Yoksulların yoksulunun siyasi öznelliğinin bastırılmasına karşı, bugün yapmamız gereken, onların yalnızca geçim yollarını korumak için bir savaş vermediklerini, devletin silahlı saldırısının onları ‘temizleyemeyeceğini’, bunların tam tersine, ezilenlerin ayaklanmasının bu ülkedeki siyasi sistem ve demokrasiye dair bir hüküm içeriği taşıdığını ve silahlı operasyonların yalnızca büyük sermayenin aracı olmakla kalmayıp Hindistan’da demokrasi gerçeğinden ne anlaşılması gerektiği hususunda da aydınlatıcı nitelikte olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Bugün yalnızca Chidambaram ve içişleri bakanlığındaki şahinlere, istihbarat başkanlığına veya ormanda savaşan akbabalara saldırmanın ne kadar yanıltıcı olduğu ortada. Maocuları, Tamil örneğinde vücut bulan bir biçimde ‘bitirme’ önerisini açıkça savunan yalnızca Chhattisgarh polis şefi Vishwa Ranjan olabilir fakat görünen o ki, üzerine sessizce anlaşılmış geniş bir konsensus durumu hakim. Büyük siyasi partilerin hiçbiri, yoksulların yoksuluna destek olabilecek herhangi bir açıklama yapmıyor.

2002’deki Gücerat pogromunda ya da Kuzeydoğudaki sayısız hava saldırısı ve katliamda olduğu gibi, mevcut silahlı operasyon devam edebilir ve Hindistan demokrasisi aynı rütin ve steril normallik hali içinde manevra etmeyi sürdürebilir. Hindistan demokrasisi, ancak ve sadece, eskiden pek çok durumda tecrübe ettiği kadar çıplak ve savunmasız: günün meselesi ise, kendisine yöneltilmiş ve önümüzde apaçık biçimde görünürlük kazanan mücadeleye katılıp katılmayacağımız.

En semptomatik olan da, Hindistan devletine kafa tutan Maocuları çiğneme yolundaki kimi deklarasyonlar haricinde sağcı Hindu partilerinin, bu yönelimi geniş çaplı popülist oyunlar için bir siyasi atlama tahtasına dönüştürememiş olması. Örneğin Kaşmir hareketinin canlandığı dönemlerde, Hindistan Halk Partisi hükümete açıkça orduyu bölgeye yönlendirme çağrıları yapar ve bu siyasi talepten hareketle halk desteğini arkasına almaya çalışır. Dantewada meselesinde ise, sağ partiler savaş durumunu teşvik yahut savaş ilan etme konusunda kararlı değiller. Naksal ya da Maocu sorun, temelinde bulunan ‘yoksulların yoksulu’ gerçeği nedeniyle bu partiler nezdinde karmaşık ve risk taşıyan bir durum teşkil ediyor ve tam da bu meselede Hindistan demokrasisi kendisini iliklerine kadar kırılgan hissediyor. Bu durumda yapılabilecek en iyi ‘savunma’ olarak ise elde, savaşçı adivasileri ve Maocu hareketi yalnızca Hindistan devletinin yaptırımlarına kafa tutan ve alışıldık Hindu-Müslüman meselesi ve sekülarizm gibi tanıdık pek çok saplantının ötesinde ‘bir fikir olarak Hindistan’ı sorguluyor olmayan bir yapılanma olarak sunmak kalıyor.

İnsanlara gösterilmeye çalışılıyor ki, adivasiler, devletin ihmal ve kusurları sebebiyle ayaklandılar ve Maocu oluverdiler[8]. Tavrın niteliğini daha da gözler önüne serense, yoksulların yoksulunun yalnızca, istisnasız olarak ve ancak geçim dertleriyle ilgilenebileceği; bunun ötesine geçip ‘siyasi’ olamayacağı varsayımı. ‘Kapana kısılmış masum siviller’ söylemi, kolayca, bu insanların, kendi dolaysız çıkarlarının dışına çıkarak bu kitlelere ‘ulaşabilecek’ şehirli orta sınıf solun desteğine muhtaç olduğu anlatısına dönüşüyor. Tipik varsayım, böylece, yoksulların yoksulunun kaynaklara erişebilme hususunda hak talebinde olabileceği fakat ‘siyasi olamayacağı’ iddiasını içeriyor.

Devlet için problem, yoksulların yoksulunun yalnızca zengin kaynaklar ve vermekten kaçındıkları maden zenginliği üzerinde oturuyor olmaları değil, onların politik manada angaje ve tabiri caiz ise ‘Maocu’ olmaları. Barış çağrısında bulunan sol kesimler, sıradan siviller/adivasiler ile Maocuların bir ve aynı şey olmadığını ısrarla belirtiyorlar. Bu ayrım, önemli ve bir o kadar gerçek. Fakat bu ayrım, görünen o ki, yoksulların yoksulunun bugün siyasi bir devrimi muştuladğı gerçeğinin reddinden türemekte.

Dantewada ve Lalgarh bu örneklere sarmalanmış siyasi mücadele, siyasi ve sosyal dönüşüm olasılıkları için belirleyici bir önem taşımıyor mu? Burada yalnızca ‘şiddet’, ‘silahlı çatışma’, ‘geçim derdi’, ‘ulusötesi şirketlerin kaynak hırsızlığı’ ya da ‘Maocu tahammülsüzlük’ mü görüyoruz/görmeliyiz, yoksa ülke çapında devrimci güçleri mobilize edebilecek bir siyasi mücadele mi? Maocular, yalnızca kontrol ve egemenliklerini genişletmeyi, hükmedilecek yeni ‘arazileri’ mi hedeflemekteler yoksa radikal bir değişimin imkanlarının farkındalar mı?

Bu nedenle eğer Lalgarh ve Dantewada, silahlı çatışmalar yüzünden kanayan insani dramlar olmaktan öte, ülkedeki siyasi mücadeleyi sivrilten arenalar ise ülkedeki diğer direniş ve mücadele hareketleri, yönetici sınıfları zayıflatan ve onları kendilerini korudukları son mevzilerden çıkarmaya cesaret ettirebilen bu merkezi fay hattının etrafında kümeleşmelidir. Hükümete yönelik silahlı operasyonları durdurma çağrıları, varolan hareket ile dayanışmayı ve mücadeleyi bir sonraki aşamaya taşımayı amaçlayan daha geniş bir projenin parçası olmalıdır.

Şiddet ve Siyasi Mücadele

Vaziyete dair enine boyuna düşünülmesi gereken, Maocuların kentsel bir tabana sahip olmadığı şu güncel durumda, diğer sol partilerin, ülkenin değişik bölgelerinde direniş halinde olan Maocularla bir araya gelmekten neden imtina ediyor olduğudur. Öyle ki; Maocuların şiddete başvuruyor olması öylesine büyük bir ‘problem’ haline geliyor ki, Hindistan siyasi rejiminin Dantewada nedeniyle içine girmiş olduğu krizin şiddetlendirilmesi ihtimali dahi ele alınmadan, bahsi geçen partiler, bölgede yalnızca bir insanlık dramı görmekte ısrarcı davranıyorlar. Yoksulların yoksulu, böylece, yalnızca insani yardıma ve hizmete muhtaç bir obje olarak değerlendiriliyor: böylesi bir bakış, onları ‘şiddet yanlısı’ ve ‘tahammülsüz’ Maoculardan ayrıksı bir varlık olarak görmeye, ezilenlerin siyasi öznelliğini görmezden gelmeye yahut kitleleri, verili demokratik düzenin karşısına ‘uysal’ bir güç olarak çıkarma çabalarına yardım ediyor[9]. Fakat, örnek vermek gerekirse, devletin bölgelerin yerlilerinden muhbir devşirme çabalarının kesin bir başarısızlıkla sonuçlandığı Lalgarh örneği, Maocuların kitleler nezdinde sahip olduğu derin/organik kökleri kanıtlar nitelikte[10]. Bu durumda devletin, Andhra Pradesh’te görüldüğü gibi, parti önderliğini, ancak barış görüşmeleri sırasında kadroların ‘yerüstüne’ çıktığı ve kendilerini saldırıya açık bıraktıkları bir zaman aralığında öldürebilmeyi başarabilmiş olmasına şaşırmamak gerek. Bugün devletin korkularının temelinde, Maocuların kitlesel tabanına ilişkin demokratik solun gerçekleştirdiğinin tam tersi istikamette bir okuma yer alıyor. Ayaklanmayla mücadele yolunda taktikler öneren eski hükümet yetkililerinden birinin sözleriyle: “Maocuların gücü silahlarında değil, nezdlerinde ve birlikte hareket ettikleri yerli toplulukların kendilerine verdikleri geniş destekte yatıyor.[11]” Bunun da ötesinde, soldan çeşitli yorumcuların Maocu harekete ilişkin değerlendirmelerinde yer alan, ‘hareketin, mevcut baskıcı Hindistan devletinin bir ayna görüntüsü’ olduğu ve ‘Tamil Kaplanları türünden, yapım aşamasında olan kopyacı bir devlet yapısını temsil ettikleri’ türünden iddiaların aksine, Hindistan devletinin stratejistleri Maocuların, tıpkı bir devlet gibi davranan ve bunun bedelini ağır bir biçimde ödeyen Tamil Kaplanları’ndan farklı taraflarının hakkını veriyor[12].

Gerçekten de durum, demokratik solun inandığı gibi, Maocuları sivillerden kolayca ayırmaya olanak tanıyan bir nitelikte olsaydı, Hindistan devleti çoktan ve kolayca, ‘suyu çekip balığı öldürebilmeyi’ becerebilmiş olurdu. Devletin demokratik cüppesini fırlatıp atmak zorunda kaldığı, demokratik meşruiyetinin büyük bir yıpranmaya maruz kaldığı bu siyasi kriz döneminin açığa çıkardığı dinamik devrimci süreci görmezden gelmek, Dantewada ve Lalgarh’ı şiddet ve karşı-şiddetin hüküm sürdüğü, ‘mantıksız’ güçlerin, içinde kendilerini tükettiği ve bundan ötürü aklı selim sahibi sivil toplum kuruluşları ve demokrat yurttaşların müdahalesine ihtiyaç duydukları bir lağım çukuru olarak ele almaya neden oluyor. Bu bölgelerdeki kitlelerin, henüz ‘tarih yaptığını’ söylemek mümkün görünmese de, mücadelenin ekonomik kaynaklar, geçim meseleleri ve jal, jangal, jamin’in (su, orman, toprak) ötesine çoktan geçtiğini görmek için alim olmaya gerek yok[13].

Şüphe yok ki, Tata ve Essarlar adivasilerden kaynak kopartmak için bu bölgelerdeler ve silahlı operasyonlar büyük sermayenin çıkarlarıyla bağlantılı. Fakat bu, adivasilerin savaşının yalnızca kaynaklarını korumak uğruna olduğu anlamına gelmiyor ya da geçim meselesi ve yaşam kavgası sorunlarını aşıp çok daha büyük bir siyasi mücadelenin fitilini ateşlemiş oldukları gerçeğini gizlemiyor[14]. Esasen gerçek şu ki, bu türden meselelerin ötesine geçebilmeyi başaramayanlar onlar değil; tam tersi, bu söylemin sınırlarına kısılıp kalanlar, solun geri kalan kesimleri ve diğer ‘ilerici’ güçler[15]. Dantewada’daki masum sivillere el uzatarak uzanmaya çalışarak (biz kim oluyoruz da uzanıp erişmeye çalışıyoruz?), onlara layık gördüğümüz geçim dertleri ve jal jangal jamin’in ötesine erişip bize uzanmaya çalışan, bizi mücadelelerine davet edenlerin onlar olduğu gerçeğini görmemek için çaba sarfediyoruz. Solun, Dantewada ve Lalgarh’ı ancak şiddet ve çatışma ile kaynayan bir kazan olarak görebilen kesimleri, bu bölgeler ve mücadele pratiklerinin değişimin beşiği olabileceğini, Hindistan demokrasisi ile varolan siyasi düzeni ‘süpürüyor’ olduğunu ve farklı bir politik sistem alternatifi sunduğunu anlayamıyorlar.

Kanwar Pal Singh Gill gibi yönetici sınıf stratejistleri, “Naksalit ideologlar değişik bir siyasi model sunuyorlar[16]” derken, bunun farkında görünüyorlar. Açıkça görülüyor ki, yoksulların yoksulu topu, ülkenin imtiyazlı demokratik güçlerinin sahasına fırlattı ve siyasi budalalık ve mevcut demokratik düzenin doğası ve sunduğu imkanlara dair çocuksu inancın var olmadığı bir mücadeleye katılmaya çağırdı. Ülkenin demokratik solu, yoksulların yoksulunun Hindistan’ın tarihini yeniden yazmaya niyetli olduğunu anlayıp kabul edebilecek mi? Yoksa bu da (tarih yazımı meselesi), gerçekte tüm tarihi Nehru-Gandhi-Jinnah-Patel gibi siyasi elitlerinin yuvarlak masa toplantılarında yazılan bir ülke için fazla iddialı bir proje mi?

İşte bu noktada, farklı durumlarda sorgulanması gayet meşru sayılabilecek şiddet kullanımı sorunu, Maocu hareketin siyasi içeriğini ve Hindistan demokrasisine nasıl da meydan okuduğunu anlama ihtimallerini reddetme hususunda en önemli yardımcı haline geliyor. Esasen, şiddet ve ölümlerin tartışılması isteği gayet meşrudur –tıpkı ‘insan hayatının mutlak değeri’ fikri ve ‘halk düşmanları’ söyleminin tehlikelerini tartışmanın olduğu gibi. İdam cezası sorunu da enine boyuna tartışılmalıdır, pek tabii. Tüm bunları, tıpkı kimi Maocuların yaptığı gibi, ‘burjuva sapmalar’ olarak değerlendirip çöpe atmak mümkün değil. Fakat, bahsi geçen problemlerin varlığı siyasi mücadeleye dair temel sorulardan sakınmak ve Maocu hareketi yargılamak için yegane çıkış noktaları olarak belirdiğinde, tam da bu ‘burjuva’ bir pratik haline geliyor. Nihayetinde, bu türden meseleler ve sorular, şiddeti sona erdirme çağrıları ya da ‘şiddetin insanlıktan uzaklaştırıcı etkilerinin’ dert edinildiği soyut tartışmalar ışığında değil; ancak ve ancak devam eden siyasi mücadelenin fonu teşkil ettiği bir bağlam dahilinde değerlendirilebilir –değerlendirilmelidir.

Bu nedenlerden dolayı, Maocular ya da devam eden devlet saldırıları tarafından gün yüzüne çıkan sorunlar, ancak siyasi mücadelenin yoğunlaşması sürecinde çözüm bulabilecektir. Daha fazla Dantewada, daha fazla Lalgarh ve Naxalbari; işte çözüm bu. Bu, daha fazla Maocu ya da şu anki formlarıyla daha fazla Maocu anlamına gelmek zorunda değil, mevcut siyasi güçlerin ya da Maocuların halihazırdaki dönüşümünü gözardı edemeyiz. Böylesi bir çözüm yolu, her seviyede daha fazla direniş, işçi sınıfı ve şehirler ile kasabalarda orta sınıf mobilizasyonu, kast-karşıtı mücadeleler ve cinsiyet mücadelelerini içerecektir.

Nietzscheci Uçurum

Sujato Bhadro, Maocuların şiddetle ‘haşır neşir’ olmasının onları ne türden bir şiddet girdabına dolandıracağı ve baskıcı bir harekete dönüştüreceğine işaret ettiği yazısında[17], Nietzsche’nin ‘abis/derin uçurum’ örneğine atıfta bulunuyor (“Uçurumun içine yeteri kadar uzun bakarsan, uçurum da senin içine bakmaya başlar”). Bhadra bir noktaya kadar haklı; fakat kendisi, neden bakılabilecek tek uçurumun devletinki olduğunu varsayıyor? Devletinkinden başka baktıkça dalıp gidebileceğimiz, geri baktıkça bizi biçimlendirip belirleyebilecek; ya da en azından siyasi bir çıkış yolu gösterebilecek bir uçurum yok mu? Ya Dantewada, Lalgarh veya Maocu hareket, yalnızca devletin abisinin suretinin aksi değil de bundan çok daha fazlası; kendinde bir şey, mevcut siyasi düzene bir alternatif ise?

Şahsen, Nietzscheci düşün gerçeğe dönüşeceği anı bekliyorum: tüm gözlerimizin üzerinde kenetlendiği Dantewada ve operasyonların sürdüğü bölgelerin birer uçurum olduğu ve onların bize geri bakmaya başlayacağı anı. Böylece, solun geniş kesimlerinin, varolan devlet yapısının ve sahip olduğu ‘ilerici’/’ilerlemeci’ kararlılıklarının dolayımlaması olmadan devrimci mücadele ile ilintilenebileceği durumu. Esasen, uçuruma gerçekten bakamıyoruz; oraya gidip bahsi geçen ‘bölgeleri’ ziyaret dahi edemiyoruz. Raporlar ve rivayetlere göre, güvenlik güçleri bölgelere giriş ve çıkışları sıkı biçimde kontrol ediyor. Chhattisgarh eyaleti polis şefi Vishwa Ranjan, isyancıları köylerdeki destekten mahrum bırakmak için girişilecek ‘stratejik mezralaştırma’ politikasından bahsediyor: ‘Suyu çek, balığı öldür.’ Bölgeye kimsenin girmesine izin verilmiyor. O pek tanıdık ‘acı çeken, masum siviller’ söylemini üreten araştırma komisyonlarına dahi.

Neden yoksulların yoksuluyla tanışmamız, onlarla olmamıza izi verilmiyor? Onlara dair o ‘büyük şey’ ne olabilir ki Gandhici bir organizasyonun bile bölgeye gitmesi sorun teşkil edebiliyor? Devlet gaflet ve ahmaklık içinde mi, yoksa ‘kapana kısılmış kitleler’ ile tüm olası bağları keserek baskıcı yüzünü mü gösteriyor? Görünen o ki devlet aslında meseleye dair kavrayışlı bir tutum sergiliyor, zira sınıfsal çıkarları dolaysız bir tehditle karşı karşıya. Anlaşılan ve farkedilen o ki, bir Gandhici bölgeye seyahat edip adviasilerle beraber çalışmaya başladığında, Gandhicinin bizzat kendisi dönüşmeye başlayabiliyor[18]. Sahiden de, pasif/şiddet-dışı mücadelelerin kimi öncülerinin, Chhattisgarh’ta bulunan ve Maoculara yönelik eleştiride bulunma konusunda ‘ürkek’ davranan kimi Ghandicilerle ciddi sorunlarının bulunduğunu görüyoruz. Peki yoksulların yoksulu Maocu; Ghandiciyi, Ghandiyen bir Maoist değilse de Maoist bir Ghandici’ye dönüştürebilecek kadar kurnaz ve yetenekli mi?

Demem o ki; ‘onlara ulaşmamız gerekir’ derken, biz sahiden ne yapmaya çalışıyoruz: onların bize öğretebileceklerinden kendimizi korumak değildir de nedir bu? Bir şeylerden korktuğumuz kesin ve masum siviller için bir şeyler yapma çabasında olan sivil toplum aktivizminin, sahip olduğu enerjinin ne kadarını, onların bize bazı şeyler öğretebilme ihtimallerini bloke etmesinden devşirdiğini ve bu türden bir aktivist hareketin, devrimci güçlerin saflarına katılmamız yolundaki bilinçdışı red halimizi ayakta tutmaya hangi yollar vasıtasıyla katkıda bulunduğunu merak ediyorum. Mevcut durumda, ya suçlayan gözlerle de olsa, devlete bakmaktayız, ya da devrimci güçlere –onları, masum ve mahrum sivillere indirgeyerek sterilize etme çabası içinde. Burada kesinlikle, ‘bir şeyleri kaçırıyoruz’; mevcut varoluşumuz içine kendimizi hapsederek ve devrimin, şayet öyle bir şey var ise, ilerleyişini önleyerek. Biz esasen, derin uçurumun bize geri bakmasından korkuyoruz.

Devlet de, uçuruma haddinden fazla bakmamızdan korkuyor, uçurumun bize geri bakmaya başlayacağının bilincinde. Böyle bir durumda, ‘bilme’ imkanına sahip olduğumuz yalnızca oradaki insanların kapana kısılmış ve acı çekiyor oldukları. Aynı şeyleri Darfur, Sri Lanka ve Kolombiya’daki ‘siviller’e dair de duymuştuk. Gerçekten de tıpatıp aynı sözler, tsunami mağdurları için bile söylenmişti: acilen yardıma, hizmete, yiyecek ve barınma olanaklarına ihtiyacı oldukları. Böylece Dantewada adivasileri farklılaşmamış, homojen bir ‘kapanda acı çekenler’ kategorisine indirgenmiş oluyor: bu, o bilindik ve dominant insancıl söylemin bir parçası. Peki ya, onlara dair söylenmesi gereken başka bir şeyler yok mu? Bu noktada, Maocu hareketin parçası olan yoksulların yoksulunun ‘masumiyetini’ çoktan kaybettiği ve ülkedeki sınıf mücadelesinin merkezi girdabının göbeğinde, kendisini bir siyasi özneye dönüştürmenin eşiğinde olduğuna şükretmemiz, bu gerçeği kabul edip onaylamamız gerekiyor.

Kandalla Balagopal, Maocuların ulusal çaplı siyasette bir ‘oyuk’ açamamasını acı bir yorumla eleştiriyor: “bir toprak sahibinin kafasına silahınızı doğrultabilirsiniz ama Özel Ekonomik Bölgeler ya da Hint-Amerikan Nükleer Anlaşması’nın silah yöneltilebilecek birer kafası yoktur”[19]. Maocular, kuşkusuz, pek çok şeyi gerçekleştirmekten aciz ve katedilecek uzun bir yolları var. Fakat her ne kadar beyanat doğru bir noktaya parmak basıyor olsa da, ortada bir soru var: Ya karşı çıkılan şu veya bu devlet politikası, ÖEB ya da bahsedilen anlaşma değil de mücadelenin temel dinamiğinde, varolan devlet yapılanması ve siyasi düzeni ayakta tutan toplumsal ilişkiler setine bütüncül bir karşı çıkış oturuyor ise (bu arada, Hindistan Komünist Partisi (Marksist) anlaşmaya karşı çıkıyor, öyle değil mi)? Balagopal, yereldeki toplumsal ilişkileri dönüştürmek ile ulusal düzlemdeki meselelerle savaşmak arasında bir bağ olmadığını mı ileri sürüyor? Balagopal’ın ücra köyün tekindeki mülk sahibinin kellesi ile burjuva demokrasisinin daha rafine ‘dolapları’, topraksız fakat silahlı bir işçi ile devrimci siyasi öznellik arasındaki bağı kavrama konusundaki beceriksizliği, onu, Maocuların “devleti siyasi olarak yenilgiye uğratma değil, yalnızca ona karşı silahlı biçimde mobilize olma peşinde” olduklarını iddia etmesine yol açıyor.

Balagopal’in tavrını, Nepal’deki Maocuların Hindistan Maocularına yönelttiği eleştirilere içkin olan, mücadelenin durgunlaşma eğilimine girdiği ve kendisini, devrim sürecini ilerletmeye dair stratejik bir perspektif ışığında gerilla bölgelerinden genişlemiş ‘üs’ alanlarına taşımaktaki yetersizliği iddiası ile denk tutmak mümkün değil. Maocu hareketin içsel dinamiklerine ilişkin derin kavrayışına rağmen Balagopal; yerel ile ulusal, silah ve siyaset, hakları için mücadele eden mülksüz ile bir siyasi özne olarak mülksüz arasına çektiği karşıtlıklar setinden vazgeçmiyor. Çalışmaları heyecan verici biçimde başarılı, fakat hareketin ‘etine ve sinirlerine’ dair engin bilgisine karşın, tüm bu karşıtlıklar setini canlı tutmaya devam edebiliyor. Burada yine, yoksulların yoksulunun politik öznelliği ile görünürde yalnızca yerel nitelikteki, gerçek manada siyasi ve ulusal olmayan mücadelelerini ayırt etmede karşılaşılan zorlukları görüyoruz –silah taşıyıp taşımadıkları, pek de fark yaratmıyor.

Kitleler Nezdinde Derin Kökler

Devlet bu virüsün daha fazla yayılmasına izin vermektense, kimi masum sivilleri ‘öngörülmemiş zarar’ doktrininin sağladığı güvenlik çerçevesinde katletmiş olduğunu kabul eder ve böylece demokratik meşruiyeti ancak bir parça zarar görmüş olur. Zira bu virüs, daha büyük bir siyasi krize dönüşme potansiyelini barındırmakta. Bir, iki, daha fazla Dantewada’nın belirmesi, bölgedeki mevcut mücadeleyi siyasi bir mücadeleye dönüştürebilir; ülkedeki bütün devrimci güçler için bir çıkış noktası olabilecek niteliksel bir değişime uğratabilir. Mücadelenin siyasi gerçeklerine erişmemizi engellemek ve politik çatışmayı hapsetmek, devletin öncelikli görevi durumunda. Hindistan devleti, siyasi mücadelenin yoğunlaşması ihtimaline karşı, silahlı operasyonları sürdürerek önüne kim çıkarsa öldürmeyi tercih edecektir. Fakat Maocular yakın bir zamanda, müzakereci ve tavizkar özelliklere sahip ‘bir başka’ iktidar yapılanmasına dönüşecek ve böylelikle siyasi bir tehdit olma niteliğini yitirecek olursa, işler değişir demektir.

Ancak bugün Dantewada kurulu düzene yönelik gerçek bir siyasi meydan okuma örneği teşkil ediyorsa ve Maocular ülkedeki en keskin siyasi mücadelenin en gelişmiş müfrezesi iseler; aklı başında her devlet silahlı operasyonlara devam edecektir –ya da etmeyecektir; efektivite ve başarı sorunları nedeniyle. Zira bu türden bir sorun devletin saldırılarının korkunç bir şekilde yenilgiye uğraması anlamına gelecektir. Her halükarda, Dantewada açmazının içinden çıkabilecek olumlu bir sonuç uğruna yapılması gereken tek şey, yönetici sınıflar için krizi bir üst aşamaya taşımaya çalışmak olacaktır. Kanwar Pal Singh Gill’in tahminleri, Hindistan devletinin, Amerika’nın Afganistan’da saplandığı batağa benzer biçimde, kendi halkına karşı açtığı savaşın yarattığı fiili durumun içine sıkışıp kalacağı yönünde. İlerici yayınlar, bu ihtimali oldukça ciddiye alıyor ve devletin operasyonlarını durdurması ve barış görüşmelerinin başlaması yönünde çağrılarda bulunuyorlar. Gill’in farkedemediği ise Hindistan devletinin bahsi geçen batağa saplanıp kalabilecek olsa, Dantewada’nın batağa mahkum kalmayabileceği: kendini herhangi bir yerde ve her yerde yeniden üretebilir. Maocular, Hindistan güvenlik güçleri değil; kitleler de yalnızca ‘savaşçı’ –bu bir siyasi mücadele.

Bugünlerde, daha yüksek düzeyde bir siyasi mücadelenin ihtimallerini engelleyen ve varolan mücadeleyi insani bir kriz olarak adlandırarak izole etmeye çalışan bir politik saha tanımı yapmaya uğraşan bir söylemsel alan yaratımı çabası mevcut[20]. Şayet şahin devlet, Maoculardan Tamil Kaplanları’na benzer bir şey ‘yaratmaya’ çalışıyor ise, bu insanperver diskur da dar görüşlü biçimde, bölgede Jaffna’dakine benzer bir ‘insani kriz’ durumunun oluşacağını tahmin ediyor –bunu bekliyor.

Burada, radikal bir siyasi durumun oluşması ihtimali yalnızca beklenilmemekle kalmıyor; beklenilmemesi, öncelikle, bunun/böylesi bir durumun oluşmasını engelleme ümidiyle göbekten bağlı. ‘Silahlı hücum’ teriminin kullanımı dahi, Dantewada krizinin esas itibarıyla silahlı mücadeleye dayalı bir niteliğe sahip olduğu savını destekliyor, meselenin siyasi özünü sulandırıyor ve Maocuları kolaylıkla, tek özelliği ‘silahlı’ olma olan bir oluşuma indirgiyor. Maocuları sıradan siviller ve kitlelerden izole etme çabaları, iki taraf arası silahlı ve sivillerin ancak ‘öngörülemeyen kurbanlar’ listesinin bir parçası olarak dahil olabileceği bir mücadelenin var olduğu iddiasını taşıyan bu anlatıyı körüklüyor. ‘Masum sivil’ söylemi etrafına bina olan insan hakları söylemi, kitlelere siyasi mücadelede tali bir rol biçerek, bu fikri fazlasıyla pekiştiriyor. Adivasi Maocuyu, kendisini siyasi bir özne olarak yaratmasından alıkoymanın yollarından biri de, ‘demokratik mücadeleleri’ siyasi, demokratik-olmayan; ‘kavgacı’ mücadeleleri ise ‘militarist’ olarak tasvir etmekten geçiyor.

Tüm bu nedenlerden ötürü, krize yönelik ‘siyasi bir çözüm’ bölgedeki insanların insani ihtiyaçlarına çare bulmaktan öteye uzanmalıdır. Zira tersi yönde bir siyasi çözüm anlayışı, yoksulların yoksulunun, kendisine dair subjektif kavrayışında da olsa, siyasi mücadelede yer almaya ve siyasi savaşları yürütmeye kararlı olduğu, ülkedeki devrimci dönüşümün en ileri öznesi haline geldiği gerçeğini gözden ırak tutmaya neden olmakta. Militarist nitelikte olmaktan çok öte; yoksulların yoksulu silaha sarılıp politik bir savaş verdiğinde, sermaye ve devletin bütünleşik ve saklanmış yumruğunu karşısına aldığında bu durum, siyasi sorunu yerinden etmiyor –tersine onu, nihai çözümüne ulaştıracak son çarpışmasına doğru taşıyor. Soru ise şu: solun geniş kesimleri, bu yolu takip etmeye hazır mı?

Bir politik güç olarak Maocuların gözlerden uzak tutulmasının yollarından biri, ‘bakışa’ izin vermemek –ki, böylece Maocuların ne düşündüklerini dahi bilme olanağımız kalmasın. Maocular, devletin silahlı operasyonlarını nasıl değerlendiriyorlar? Öncelikle belirtilmesi gereken, Maocu hareketin bu saldırıları, devletin demokratik özünü yıpratacak talihsiz bir hamleler bütünü olarak görmediğidir. Aksine, Hindistan Komünist Partisi (Maoist), “planlı devlet hücumunun genel olarak kitle hareketlerini, özel olarak ise devrimci kitleleri, HKP(M)’yi ve onun silahlı güçlerini hedef aldığını”[21] belirtiyor ve meseleyi yalnızca askeri özellikleriyle değil, siyasi tarafıyla ele alıyor görünüyor. Saldırılara karşı direniş, devrimci siyasi mücadele bir kenara bırakılmadan sürdürülüyor. Açıklama şöyle: “Halk Kurtuluş Gerilla Ordusu düşmana kahramanca direnmek için hazırlık yaparken, parti ve kitle teşkilatları, mevcut tüm güçleri, direniş ve saldırıyı püskürtme çizgisinde mobilize etmelidir. Düşmanın amacı, saldırılarını kolaylaştırmak hedefiyle, bizi kitlelerden izole etmek ve bir yandan da ülkenin ilerici ve demokrat güçlerinden gelebilecek tepkileri minimuma indirmek. Temel hedefimiz, düşman kuşatmasını kitleler nezdinde derin kökler salarak püskürtmektir”[22].

Kitleler nezdinde derin kökler salmak, HKGO’yu hazırlamak ve güçlendirmek ile bir ve aynı sürecin bir parçası olarak ele alınıyor. İşte tam da bu yüzden devletin stratejisi ‘suyu çekip balığı öldürme’ yönünde. Maocuların beyanatları, operasyonları yalnızca silahlı bir çarpışma olarak değerlendirmedikleri yönünde: ve biliyorlar ki; böylesi bir değerlendirme, onları yalnızca kitlelerden uzaklaştıracak ve devletin ‘sorunun’ kökünü kazımasına yardımcı olacaktır. Bunun da ötesinde, ülke çapındaki kitlesel hareketler ve direnişlere uzanmak hususunda kararlı görünüyorlar[23].

Bununla birlikte, ülke solunun geniş kesimleri kendilerini Maocu hareket tarafından açığa çıkarılan mücadele dinamiğiyle bağdaştırmak konusunda oldukça ihmalkar davranıyor. ‘Bakışları’, takıntılı bir biçimde devlete kitlenmiş halde. Hindistan devletinin militarist tasarılarını, ülkenin insanlarını Dantewada’nın devrimci kitleleriyle ‘uyum haline getirerek’ mobilize etme türünden bir çaba sarfetmeden meydana çıkarmak istiyorlar. Demokratik sol ya ısrarla devlete ‘bakıyor’; devrimci kitlelere baktığı durumlarda ise yalnızca masum siviller ve orta sınıf aktivistlerin müdahalesine muhtaç kurbanlar görüyor. Mevcut barış inisiyatiflerinin itici gücünün niteliği, ülkede devrimci bir durumun gelişmesi sürecine sekte vuruyor ve Dantewada’daki direnişe destek kanalıyla ülkenin değişik direniş hareketlerinin mobilize edilmesiyle siyasi mücadelenin bilenmesi/sivrilmesine köstek oluyor.

Zavallı İçişleri Bakanı

Acaba içişleri bakanının, Maocu soruna yönelik askeri bir çözüme yoğunlaştığı için, fazlaca mı üstüne gidiyoruz? Bu noktada, hayati önem taşıyan bir şey kaçırmıyor muyuz –herkesin iyiliği için deşifre edilmeyi bekleyen gizli bir mesaj belki de? Ya bakan aslında Hindistan demokrasisi ve siyasi sisteminin doğal akışı içinde ‘tamamına erdiğini’, yaklaşan sonun eşiğinde sendeliyor olduğunu ve bu nedenle, Maocuları uzak tutabilmek için cephanelikte tek bir demokratik hamlenin kalmadığını itiraf ediyor ise? Bakanı ve onun kalkınma değil, güvenlik odaklı politikalarını eleştirenler Hindistan demokrasisine ve onun Maocuları katlanılabilir bir mesafede tutma kapasitesine hala inanıyor olabilirler ancak o ve sistemin içindekiler, ‘demokrasimizin’ değerinin ve sosyo-ekonomik bir yaklaşımın kaç paralık olduğunun gayet farkındalar.

Görünen o ki; desantralizayon politikaları, gram sabhaların güçlendirilmesi inisiyatifleri ya da kırsal istihdam girişimleri örneğinde kanıtlandığı gibi, en demokratik hamlelerimiz bile Maocuların devrimci silahlı mücadele stratejisinin cazibesiyle kapışamıyor. Naksal ya da Maocu bir soykütüğüne sahip olmayan toplumsal hareketler bugün tükeniş ihtimaliyle yüz yüze. Maocular kitlelere; isyan etme hakkını, Hindistan’ın bağımsızlığının bir tür şantajdan ibaret, gerçek bağımsızlığın ufukta ve Gandhi’nin esasen bir gerici olduğunu Mao’nun şu sözleriyle öğretiyorlar: “Halk Ordusu olmadan, halkın hiçbir şeyi yoktur”. Bu durumda ve tüm bunlara yönelik, Hindistan anayasasının sınırlarında kalarak yahut toplumsal hareketler yardımıyla kanalize edilerek verilebilecek ‘demokratik karşılık’ nedir? İçişleri bakanının ciddi bir sorunu var. İstihdam ve orman hakları ile Halk Ordusu’nun bir parçası olma imkanı karşı karşıya kaldığında, yoksulların yoksulunun seçiminin ne olduğu apaçık ortada.

Hindistan devleti, en fazla günde iki öğün yemek sunabilir; Maocular ise kitlesel festivaller. 15 Haziran 2009’da, Lalgarh’taki Maocular tarafından önderlik edilen kitleleri hatırlayın. Hindistan Komünist Partisi (Marksist) liderinin evi tahrip ve imha edilirken kadınlar ve sıradan köylülerin nasıl kutlama yaptıklarını… Batı Bengal hükümeti, güvenlik güçlerince yürütülen operasyonların ardından yerlilere refah paketleri ve anlaşmalarla ulaşmaya çalışmadı mı? Peki ya bu Maoculara sunulan desteği kırabilmeyi başardı mı? Buddhadev Bhattacharya, partinin tüm görevlilerine Lalgarh’ta tanrının dahi unuttuğu bölgelerde, yöre insanının dertlerini öğrenmek için kamp kurmayı zorunlu kılmadı mı? Kitleleri Maoculardan soğutmaya bu da yetmedi.

Hindistan demokrasisi tamamına ermiş vaziyette, Maocu belanın tehdidi karşısında yalpalıyor. Mevcut savaşın yalnızca şiddet ve karşı-şiddete yol vermesi ve ‘orta yolun’ tamamen kaybolması esasen kaçınılmaz değildi. Ancak demokratik tuzaklarından bütünüyle yoksun kalmış durumda olan devlet, herhangi bir siyasi değişim ihtimalinin karşısında baskıcı ve ölü ağırlığında bir kuvvet olarak yatmakta, siyasi manada ise, olabilecek en zayıf pozisyona yakın. Radikal bir toplumsal ve siyasi dönüşüm, bu nedenle, bugün gerçek bir ihtimal olarak beliriyor. Diğer bir deyişle, bugün, sallantıdaki Hindistan demokrasisi ve devletini, ‘güzel’ seküler rejimimizi tarihin çöplüğüne fırlatmak ve devrimci bir değişim sürecini başlatmak, kendisini gerçek bir alternatif olarak sunuyor.

Bu durumda doğal olarak, bir noktada birleşerek askeri/güvenlik/büyüme-odaklı devleti tamamen yalnız bırakacak, hareket halindeki bir ‘orta nokta’ ve yine hareket halindeki bir Maocu hareketten bahsetmemiz gerekiyor. Zavallı içişleri bakanının Hindistan siyasi sisteminin iflah edilemeyeceği ve ancak askeri bir çözüm sunabileceğini itiraf ettiği bu durumda, ‘gerçek’ solun, yıpranmış rejimi kurtarmak için değil, yıkımını hızlandırmak ve daha iyi bir sosyo-ekonomik düzenin inşasını desteklemek için devreye girmesi gerekmiyor mu? Daha ‘yüksek’ seviyedeki bir orta nokta, tabiatıyla, baskıcı devletin sunduğu çerçeve içindeki bir demokrasi kavrayışına bağlanmışlık halimizi yıkacak, yeni bir siyasi gelecek için beraber çalışmaya başlamamıza olanak sağlayacaktır.

Bhagat Singh ve yoldaşları, siyasi bağımsızlığın ötesinde toplumsal ve ekonomik bir devrimi düşlemişlerdi. Bu, halen yerine getirilmemiş bir görev. Fakat Maocuların değişim yolunun meşale taşıyıcıları olduğu doğruysa da, bu hareket Hindistan toplumu ve devletini devrimci biçimde dönüştürebilmek için güvenilebilir bir öncü kuvvet mi? Maocu hareketin, görünürdeki yerel siyasi iktidar mücadelesini aşarak mevcut sosyo-ekonomik düzene siyasi bir alternatif sunabilme kapasitesine sahip olduğu ihtimalini reddetmemek gerekiyor.

Tam burada; demokrat, muhalif solun ve adanmış insan hakları aktivistlerinin oynayacağı önemli bir rol var. Askeri çözüm yolunun reddine çağıran demokratik bir haklar perspektifi, Hindistan devleti ve onun düzmece demokrasisine siyasi bir alternatif kurma isteğine sıkıca bağlanmadığı takdirde, devlet ile Maocu hareket arasındaki mücadelenin yalnızca şiddet üretecek bir süreç içine hapsolma ihtimali varolmaya devam edecek. Seçim belli: askeri çözüm ya da siyasi alternatif. Yani, bir Maocu dokümanın vurguladığı gibi; bu, büyük tehlikelerin ve devasa imkanların zamanı.

Maocunun Ötesinde

Devlete, temel olarak ve çoğunlukla onun ‘foyasını meydana çıkarmak’ amacıyla yönelmek, devrimci demokrat güçlerin geniş tabanlı bütünleşmesinin imkanlarını gözden kaçırmaya yol açabiliyor. Esasen sadece duymak istediklerimizi duyuyor olmamızın güzel bir örneğini teşkil eden bir şekilde; bugün duyamadığımız ve tamamıyla kuytuda kalan, Maocuların, yoksulların yoksulunun tüm ilerici demokrat güçlere merkezi hükümetin saldırılarını püskürtmek için yaptığı birleşme çağrısı: onlara yönelik tüm insani kaygıların nedeniyle görmezden geliyor olsan da, uzanıp erişmek isteyenler, aslında onlar. Ya da Ganapathi herkesi birleşmeye ve dayanışmaya çağırırken yalnızca retorik bir hamlede bulunuyor: “En geniş savaş cephesini bina ederek; militan kitle hareketi, halkın silahlı direnişi ve HKGO’nun pratiklerini uygun taktikler vasıtasıyla birleştirerek, merkezi devletin güçlerini yenilgiye uğratacağız”[24].

Burada temel ihtilaf noktası, silahlı direniş ve HKGO’nun sol ve diğer demokrat güçler tarafından meşru siyasi aktörler olarak kabul edilip edilemeyeceği. Durum şu ki; HKGO, bulunduğu her yerde ve katı direnişiyle, yalnızca baskıcı silahlı kanadı için değil, Hindistan devleti ve sermayenin bütünü için en önemli engel halinde. Maocu önderliğin altında adivasilerin, sermaye ve devleti gerçek bir bütünlük halinde, hukuk devletinin varsaydığı uygulamaların tamamını hiçe sayarak mağaralarından çıkmaya zorladığı bir siyasi mücadele sürdürdüklerini iddia etmek saçma olmayacaktır.

Çok sayıda aktivist ve yorumcu; bahsi geçen bölgenin maden kaynakları bakımından ne ölçüde zengin bir potansiyele sahip olduğunun bilindiği şu durumda, devletin hamlelerinin büyük sermayenin çıkarlarıyla nasıl örtüştüğüne dikkat çekiyor. Sermaye ve devletin çakışma ve iç içe geçmesi, bugünün siyasi mücadelesi bağlamında gözler önünde. Maocu hareket ve onun bölgede yıllara yayılan çalışmaları sayesinde devlet ve sermaye, demokratik gösterişçiliği ve hukuk devleti safsatasını terketmek zorunda kaldı. Devlet ve sermaye bugün yalın sömürücü ve baskıcı özüyle, çırılçıplak, karşımızda.

Önemli olan noktalardan biri şu ki, sermaye ve devletin baskıcı doğası kendisini kitleler nezdinde spontan biçimde açığa vurmaz. Ancak Dantewada ve Lalgarh gibi alanlarda, kitleler kurulu düzenin doğasının niteliklerini kavramakla kalmadı; düzenin demokratik kanallarına müracaat etmeksizin, ona karşı savaşmakta kararlı hale geldi. Bu, keskin bir siyasi mücadelenin ulusal ölçekte bir kriz yarattığı bu durumda, buradaki kitleleri ve Maocuları ileri bir kuvvete dönüştürdü.

Bu nedenlerden ötürü, politik mücadelenin sisine gömülmüş olan HKGO, bir şiddet mekanizması olarak yaftalanıp, yahut ‘devletin karbon kopyası’ addedilip reddedilemez. Bundan da öte; bugün Hindistan devleti düşebileceği en zayıf mevzide. Bugün kitleler, Hindistan devletini kovuğundan çıkarıp namlusunu kendi sivil nüfusuna doğrultmak zorunda bıraktı –tıpkı herkesin nefret ettiği ve bu nedenle hayatta kalabilmek için zor ve baskıya yönelmek durumunda olan bir tür ‘mafya devlet’ gibi. İşte bu yüzden, Dantewada ya da Lalgarh gibi tek bir cephenin savunusuna yönelmenin de ötesinde, ülkenin geri kalanında benzer veya o kadar da benzer olmayan yeni mevziler inşa etmeliyiz. Tamamıyla fırlatıp atılmasa da, bir şekilde her zaman gösterişçi hale bürünen hümanist ‘kaygılarımızı’ devleti demokratik yollarla köşeye kıstırmak ve Dantewada deneyini ülke çapında bir fenomene dönüştürmek için kullanmalıyız.

Maocular mücadelelerini genişletme, kentcil kitlelere erişme ve sekter tavırları, köhne çalışma ve düşünüş metodlarını aşma konularında yeterince başarılı olamamış olabilirler. Mücadeleyi kentsel sahaya yayma, diğer siyasi güçlerle bağlantılar kurma ve ‘demokrasinin’ sofistike entrikalarına karşılık vermede kafa karışıklığı yaşadıkları görülüyor. Çok da kesin olmayan bir şekilde, Güney Asya’da devrim yolunda ideal kombinasyonun Nepal Maocuları’nın esnekliği ile Hindistan Maocuları’nın dogmatizminin bir araya gelmesi olduğunu söyleyebiliriz. Ve Maocular, öznel iradeyle olmasa da, Lalgarh ve başka örneklerde gördüğümüz gibi konjonktürel nedenlerle değişmeyi arzuluyorlar. Ve değişmek durumundalar. Fakat içinde bulunduğumuz konjonktürde, temel öneme sahip olan, Maocuların belirleyicisi yahut hükmedicisi değil, yalnızca ve o da şimdilik en ileri bileşeni oldukları daha geniş devrimci sürecin kendisidir.

 

 


[1] “Mümkün Olan En Geniş Cepheyi Oluşturalım”, HKP(Maoist) Belgeleri, 10 Eylül 2009.

[2] Örneğin Arundhati Roy: “Kimin meşruiyete sahip olduğu konusunda düşünmeyi bırakmalıyız. Korkunç derecede yoksul, bir ‘ordu’ insan ve karşılarında zengin ve şirketler tarafından desteklenen bir ordu var. Üzgünüm ama durum bu. İki tarafın da birbirlerine karşı uyguluyor olduğu adi şiddetten ‘ahlak’ çıkaramazsınız.” (Times of India, Yeni Delhi, 25 Ekim 2009)

[3] ‘Politik’ ve hatta ‘sol’ olma/davranma iddiasında olan insanperver perspektif, yoksulların yoksulunun devrimci değişimin öznesi olma durumunu yok saymakla kalmıyor; onu örneğin ve ancak, ‘hayvan hakları’ yahut hayatta kalma ve yaşama hakkına benzer türden hakları ‘hak eden’ bir obje pozisyonuna indiriyor. Badiou, buna karşılık, şöyle der: “Şayet ‘insanın hakları’ diye bir şeyden söz edeceksek, bunlar, hiç şüphe yok ki, ölüme karşı yaşam yahut ızdıraba karşılık hayatta kalma hakkı değildir. İnsanın hakları, ‘ölümsüzün’ haklarıdır; kendinde tasdiklenmiş. Veya ‘sonsuzun’ haklarıdır acı çekme ve ölümün durumsallığının üzerinde tatbik edilen” (Alain Badiou, Ethics: An Essay on the Understanding of Evil, Londra, Verso, 2001). Bu, bir manada proletaryanın, yoksul ve aynı zamanda radikal, kendinde bir sınıf olması ihtimallerinin yolunu açabilecek bir düşünüş biçimidir.

[4] Belki de bundan ötürü Maocular, Santosh Rana’nın anladığı türden bir ‘demokrasi’ anlayışını bir kenara bırakıp; kendisinin harekete yönelik eleştirisinde belirtildiği gibi yerel demokratik/öz-yönetim organlarını ‘halk komiteleri’yle değiştirmeyi uygun gördüler. Maocuların aksine Rana’ya göre verili durumda, “panchayatların aktivizasyonu ve bunlar üzerinde gram sansadlar vasıtasıyla kontrol kurmak yoluyla daha fazla finansal ve yönetsel iktidar elde edilmeliydi.” (Santosh Rana, ‘A People’s Uprising Destroyed by the Maoists’, Kafila, 11 Temmuz 2009)

[5] Değişik gruplar ve radikal örgütlenmeler, büyük şirketlerin bölgeden çekilmesi, toprak aktarımı süreçlerinin iptali gibi istekler öne sürüyorlar ancak Maocular, hükümete bu türden yerine getirilebilecek spesifik taleplerde bulunmaktan imtina ediyorlar.

[6] Gayet tabii, varlıklı ve radikal olabilirsiniz fakat bu zaman da fakir ve radikal olanla yan yana gelmemelisiniz. Bu yüzden değil midir ki, hali vakti yerinde bir aileden geldiği belli olan Kobad Gandhi [Ekim 2009’da Hindistan güçleri tarafından tutuklanan komünist devrimci önder], geniş çaplı basın takibi eşliğinde hapishaneye gönderildi?

[7] Peter Linebaugh, ‘Jubilating or How the Atlantic Working Class Used the Biblical Jubilee against Capitalism with some Success’, The New Enclosure, 1990.

[8] Sudha Bharadwaj “İki yüz bin kendiliğinden Naksalit”ten bahsediyor (‘The Situation in Dantewada, Chhattisgarh Today’, Sanhati, 21 Eylül 2009)

[9] Yalnızca Hindistan devlet istihbaratının yerel adivasilere rüşvet vererek Maocu kadroların arasına sızmadaki başarısızlıklarına bakmak bile, Maocuların sivil nüfus nezdinde salmış olduğu derin kökleri görmeye yeter. Pek çok yetkili, sızma hususundaki başarısızlıklarından duyduğu hayal kırıklığını belirtti. Meşruiyetini korumaya yönelik büyük tehlikelere rağmen devletin harekete karşı ‘dört koldan hücum’ stratejisine sarılmış olmasının nedenlerinden biri de, Maocuların geniş kitlesel tabanıdır.

[10] Lalgarh’daki yüksek rütbeli görevlilerden biri, “yerel kaynaklarımız olmadığı sürece yöre halkıyla ilişki içinde olan Maocuları tanımlamamız muazzam ölçüde zor olacaktır. Eldeki (yeni) çalışanlarımız Lalgarh’dan olmasına karşı, çekirdek bölgelerde kimsemiz yok. Bu köyler, hala devletin erişim sınırlarının dışında.” (Telegraph, 26 Haziran 2009)

[11] B. Raman, ‘Dealing with Maoist Insurgency’, Global Geopolitics Net, 28 Ekim 2009.

[12] Maocuların mevcut devletin aynadaki aksi niteliğinde değerlendirildiği bir çalışma için: Adita Nigam, ‘Mass Politics, Violence and the Radical Intellectual’, Kafila, 27 Ekim 2009.

[13] Bundan ötürü ‘adaletli barış’ türünden ‘ilerici bir pozisyonun’ ötesine geçmek istiyorlar.

[14] Maocu hareket, herhangi bir iktidar yahut hükümetin problemi çözme amacıyla seslenip yerine getirebileceği bir talep listesi sunmuyor. Bu ‘talepsizlik’ halinin yarattığı ‘boşluğu’ doldurmak amacıyla solun diğer kesimlerinin ve sivil toplumun, neredeyse adivasiler ve Maocular adına talepler ortaya koyması gerçekten ilginç! Bu talepler çoğunlukla büyük sermayenin madencilik ve sınai projelerinin geri alınması, ormanlar üzerinde haklar ve bölgedeki Salwa Judum gruplarının çekilmesini içeriyor.

[15] Santosh Rana’nınki gibi kabilesel otonomi ve kimlik ya da Lalgarh bölgesinde otonom bir konsey kurulmasını talep eden Marksist-Leninist grupların sorunu burada. Bunlar, devlet tarafından ‘eğilinilebilecek’ ve böylece mevcut siyasi mücadelenin seviyesini seyreltme ihtimali bulunan talepler. Rana, Maocuları kimlik hakları meselesini gündeme getirmedikleri hususunda eleştirirken varolan durumun esas noktasını gözden kaçırıyor. Kanu Sanyal daha da öteye giderek, Lalgarh kalkışmasını etnik ve kimlik temelli bir hareket olarak tanımlayabiliyor. Süregelen mücadelenin siyasi içeriğini reddederek bunları devletle karşı karşıya ve mevcut demokratik düzenin sınırları dahilinde ‘müzakere edilebilir’ bir düzleme çekme konusunda bir ısrar söz konusu. Bakın: ‘Open Letters the PCC CPI(ML) and CPI(Maoist), Sanhati, Nisan-Mayıs 2009.

[16] K.P.S. Gill ile mülakat, Tehelka, 24 Ekim 2009

[17] Sujato Bhadra, ‘Open Letter to the Maoists’, Radical Notes, 26 Eylül 2009.

[18] Vanvasi Chetana Ashram’dan Himanshu, görünüşe göre, ‘değişmiş’ bile; Maocu şiddeti eleştirmekten kaçınarak devlet şiddetinden bahsedebiliyor.

[19] K. Balagopal, ‘Reflections on Violence and Non-violence in Political Movements in India’, South Asia Citizens Web, Ocak 2009.

[20] Balagopal, ulusal çaptaki politikada bir ‘oyuk’ yaratamadıkları için Maocuları eleştiriyor.

[21] “Mümkün Olan En Geniş Cepheyi Oluşturalım”, HKP(Maoist) Belgeleri.

[22] A.g.e.

[23] Bakın: HKP(Maoist)’in diğer devrimci ve demokrat güçler ve partilere yaptığı sayısız çağrı.

[24] HKP (Maoist) Genel Komutanı Ganapathi ile Mülakat; ‘We Shall Certainly Defeat the Government’, Open Magazine, 17 Ekim 2009.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar