Ana SayfaArşivSayı 54Uygar ‘İlerici Modernistler’i Terk ve Barbar ‘Anadolu Gericileri’ne Akın

Uygar ‘İlerici Modernistler’i Terk ve Barbar ‘Anadolu Gericileri’ne Akın

Uygar ‘İlerici Modernistler’i Terk ve Barbar ‘Anadolu Gericileri’ne Akın

İki gerici blok karşısında ezilenlerin devrimciliğini aramak

 

Melik Kara

Birinci düstur: “Bağımsız ve güçlü bir halk hareketinin yokluğu yüzünden, […] emekçi halkımız, büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının iki kliği arasında savrulmuş durmuştur. Türkiye’nin tarihi gerçeği budur.”[1]

İkinci düstur: “Bunların istediği ‘seçim’, gerici ittifaklar arasında halkı seçim yapmak zorunda bırakmaktan başka bir şey değildir.”[2]

Üçüncü düstur: “Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz.”[3]

*

12 Eylül 2010’da yapılan referandumda iki gerici blok ve bir devrimci odak vardı. Kürt Hareketi, ülkesel ölçekte bir taraf olduğunu bir kez daha gösterdi. Fakat karşısında, iki gerici blokuyla tek bir “Türk hareketi” vardı. Türk halkı, “hayır” ve “evet” oyuyla bu iki gerici devletli blokun ardında saf tuttu. Bu iki blokun da önderliğini ve tabanını oluşturanlar, ne dinci oldukları, ne de “laikçi” oldukları için gericiydi. Her iki blok devletliye ait olduğu için gericiydi.

Mesele, Türk halkı içinde devrimci odağı destekleyen kayda değer bir nicelik olmadığı ve başka bir halk da bulunamayacağı için, devrimcilik bakımından politik dikkatin ve arayışın, hangi tarafın ardında yer tutan ezilenlere yöneltileceğidir.

1. Göç zorunluluğu

Biyolojik varlıklar ve metaller gibi politik ve toplumsal hareketler de yorulur. Bu durumda, etkili ve zorunlu hal çaresi yenilemektir.

Filistin hareketi, 1980’lerin başına kadar sürgündeki Filistinliler tarafından yürütülüyordu. Ancak bu toplumsal ve politik kesim yoruldu ve bu kez işgal altındaki Filistinliler –daha önce pek az hareketliydiler–, hareketin toplumsal ve politik öncülüğünü devraldı. Bu süreçte hareketin ideolojisi de nöbet devri yaptı.

Kürt Hareketi, 1990’ların ikinci yarısında yorulmuştu; bir süre dinlendi ve “yeni bir paradigma”yla tazelenmiş olarak yeniden yürüyüşe geçti.

Türkiye’de, 1960’lardan itibaren, “modernleşme süreci”nin alt bölümlerinde yer alan toplumsal kesimler hareket halindeydi. Modernleşmenin genel ideolojik çerçevesine, eleştirel olsalar bile, red tutumuyla yaklaşmıyorlardı. Devrimci ve ilerici hareketin toplumsal tabanını esas olarak bu kesimler oluşturdu. Kırlardan kentsel alanlara göçen –kapitalistleşme sürecine genel ideolojik etkilenmelerle birlikte dahil olan– Alevilerin genel olarak sol hareketin kitlesel tabanı oluşunun hikayesi budur. Aynı şekilde, modernleşme sürecinin başka kompartmanlarında yer bulmuş –öğrenci gençlik, işçiler, öğretmenler, mühendisler, gibi– toplum kesimleri de önemli ağırlığıyla sol harekete destek sundu.

Özellikle devrimci hareketin, geride bıraktığı yaklaşık kırk yılını bu toplumsal kesimler kanı ve teriyle omuzladı. Ancak, artık bu sürecin sonuna gelinmiştir.

Bu toplumsal kesimler geçen süre boyunca önemli oranda yerleşikleşti. Bunda, sosyo-ekonomik ve kurumsal-politik temel faktörlere ek olarak, devrimci bir politik çekim merkezinin olmaması önemli bir etmendi. Yerleşikleşme, ideo-politik boyut da kazandı ve bu toplum kesimleri Türkiye’de devlet katında süren mücadelenin bir kanadının aktif dayanağı haline geldiler.

Devrimci hareketin ve genel olarak sosyalist sol hareketin doğuşundan beri taşıdığı birtakım özellikler bunda önemli rol oynadı. Hareket aslında, baştan beri, devlet katında süren çekişmeye ideo-politik ve teorik olarak ilgisiz değildi. Devrimci hareket, varolduğu yıllar boyunca, geniş ideolojik ve toplumsal anlamda değil ama özel (ideo-)politik bakımdan devletin kesin olarak karşısındaydı elbette. (Devrimci olmayan sosyalist hareketlerin bu kaydı zayıftı.) Ancak kendi toplumsal tabanıyla, çekişen devletli kanadın birinin toplumsal tabanı arasındaki büyük kesişme ve geçirgenlik, geçen süre boyunca devrimci hareketin aleyhine işledi. Kesişme ve geçirgenlik salt toplumsal tabanda kalmıyordu. İdeolojik olarak da bir geçirgenlik vardı. Devrimci hareketin bu konuda baştan itibaren içeriden –bizzat kurucu devrimcilerden biri tarafından– uyarılmış olması, durumu değiştirmeye, üstelik bizatihi uyarıcılar nezdinde bile, yetmedi.

Devrimci hareket, artık toplumsal kaynakları kurumuş ya da kurumaya yüz tutmuş bir manzara veriyor. İdeo-politik bakımdan, devlet katında süren mücadele, devrimci hareketi önemli oranda etkisine almış bulunuyor. Devrimci hareketin başka bir dünyanın bayrağını dalgalandırdığı anlaşılır olmaktan çıkmış durumda. Devrimci hareket, elbette fiziksel ve politik olarak değil ama ideolojik ve dünya görüşü olarak, devletin kanatlarının birinden ayırt edilemiyor. Özellikle, bir tür solculuk ve sosyalistlik, bu kanatlardan birinin “sol kanadı” olarak toplumsal, ideolojik ve politik bakımdan giderek belirgin bir varoluş yaşıyor.

Asıl önemli sonuç ve çıktı olarak, devrimci hareket devrimci pratiğini sürdürmekte ağır zorluklar yaşıyor. Devrimciliğin fiili “sürdürülebilirliği” tehlikeye girmiş bulunuyor. Bunun zamansal karşılığına “post-devrimcilik dönemi” diyoruz.

Bu durum, devrimci hareketi, söz konusu başlıklar bakımından, esaslı bir şekilde yeniden ele almayı zorunlu kılıyor.

***

Türkiye’de bir devrimci ezilenler hareketi örgütleme hedefinin halihazır, potansiyel, yönelebileceği “doğal” tabanı ve uygun kitle prototipi nedir? Politik faaliyete, ısrarla devrimci hareketin, öteden beri ve halihazırda ilişkili olduğu toplumsal kesimler üzerinden mi devam edilmelidir, yoksa başka kesimler mi aranmalıdır?

Bu çalışmada, devrimci harekete, güncel ve tarihsel bazı parametreler üzerinden, başka bir “doğal” taban arayışı önerilmektedir. Önerme, onu gözeten öznenin tası tarağı toplayıp göç etmesini gerektirecektir. Bu elbette halihazırdaki devrimci hareketten “kopma”yı göze almayı gerektirecektir. Ancak kopma’nın pratik koşullarının henüz ortaya çıkmadığı da gözden kaçırılmayacaktır. Dolayısıyla, söz konusu olan, “araf”ta sallanmaktır. Sıkıntılı bir dönem geçirmektir.

***

Sünnisi ve Alevisiyle geniş halk kesimleri, iki gerici devletli kanadın ardına konsolide bir tarzda takılmıştır ve devrimci bir ezilenler hareketi açısından durum ümitvar olmaktan uzaktır. Ancak politik dikkat, daha önce gerici kesimlerin birinin ardına takılmış halk kitleleri iken, bu kez öteki gerici kesimin peşine takılmış halk kitlelerine yönelmek durumundadır. Gericiliğin birinin daha önce adım atılmamış kuytuluğuna, gölgeli vadilerine gitmek gerekmektedir.

Türkiye’de varolabilme eşiğini aşarak bir kudret mücadelesine girişme iddiasında bulunacak bir devrimci hareket, bir yandan Kürt Hareketinin devrimci varlığını an be an dikkate alacak, ve öte yandan Türk halkının en uzak kalınmış bölümlerine karşı bir kazanma mücadelesi vermeyi hedefleyecektir.

Bu dönemde yapılacak mücadelenin özellikle “doğal” taban “tayin edilen” “halka karşı bir mücadele” olacağı açıktır. Ezilen halk kitlelerinin devlete teslimiyetine yol açan –ama devlet olarak dış varlık değil– iç etmenlerin tümü yoğun ve şiddetli bir mücadelenin konusu olmak durumundadır. Mücadele, ideolojik, politik, kültürel, psikolojik boyutlar taşıyacaktır. Halk kitlelerini görünmez zincirlerle “düzen”e bağlayan her şeyle, ama ancak devlete karşı eylemli devrimciliğin somut ilişkileri alanında belirecek bir öncelikler silsilesi içinde yapılacaktır mücadele…

***

Bu zamana kadar devrimci hareketin karşılaştığı sorunlara ilişkin “değiştirme çözümü”ne temel karşı çıkış argümanı hep “dere geçerken at değiştirilmez” şeklinde oldu. Ama öyle görünüyor; artık kurumaya yüz tutmuş bir deredeyiz ve bitap düşmüş binicisiyle atımız da kapaklanmak üzere. Değiştirmeye karşı çıka çıka, bugün artık “binici”ye varıncaya değin değişmek gerektiğini tartışıyor durumdayız.

Teori ve Politika, –mevcut devrimci hareketin de dikkate alması beklentisiyle– “beklenen devrimci hareket”e, yeni bir teorik ve ideolojik tarz önermiş bulunuyor. (Bu, Marksizmin Aydınlanma şemsiyesinden çıkartılması ve ‘Hanif Marksizm’ olarak formüle edilebilir.) Bu öneri doğrultusunda atılan adımlar ölçüsünde bir “zihniyet göçü” gerçekleşmeye başlamıştır. Burada, esas olarak toplumsal dayanağa ilişkin değişim önerisinin zorunlulukları ve olanakları, pozitif önermelerden çok negatif önermeler üzerinden tartışılacaktır. Hedef ve ufuk yeterince belirgin değil, ama ‘burada olamazlık’ ve ‘terk etme zorunluluğu’ ile ‘ana yön’ berrak.

Devrimciler bulundukları yerde artık gereğinden fazla uzamış bir misafir olduklarının gayet farkında. Kendini akrabaları arasında hisseden misafirlerin yanı başlarında bittiğini görüyorlar. Ayrıca, hiçbir yerde dört gözle beklenmiyorlar.

Göçün, tercih edildiği gibi bir akın şeklinde mi olacağı, yoksa ayağına tez olmayan bir tarz mı izleyeceği henüz belli değil. Ama, göz dikilen toprakların barışçı bir tarza alışkın olmadığı ve uygarlığın içinden, onun bulaşıklarını taşıyarak geleceklere iyi gözle bakılmayacağı açık olsa gerektir. Çatışma göze alınmalı.

2. ‘Burjuva devrimi süreci’ne yerleşme

Buldukları iki ayrı devletli kanadın her birinin tarihsel misyonunun ardına takılmış iki ayrı sosyalist anlayıştan devrimci bir mücadele çağrısı değil, bir uygarlık projesi oluşturma duyurusu yükseliyor. Yerlerinden rahatsız olmak, politik konumlarını değiştirmek, ve “göç etme” gereği duymak bir yana, yerleşikliklerini ve hoşnutluklarını tazelemiş bulunuyorlar. Genel olarak devrimcilerin, pratik-politik bakımdan değil ama anlayış düzeyinde bu kesimlerin şu ya da bu şekilde etkisinde olduğu görülüyor.

***

Tarihi, ilerleme misyonları üzerinden anlayan ve politikasını da buna bağlayan –ve ayrı ayrı her iki kanadı destekleyen sosyalistlerin savunduğu– “tarihsel devrimci” anlayışın, ezilenlerin kudret mücadelesi bakımından bir karşılığı bulunmuyor.

Yürüteceği politikayı, politik bir aygıt olarak devletin somut hareketi ve ezilenlerin devletliye karşı duruş olanakları açısından değil de, soyut bir burjuva devrimi nosyonu esasından belirlemeyi öngören sosyalist ya da devrimci hareketler, bu tarihsel misyonun öznesine göre değişen bir politik hat öngörmek durumundadır.

Burjuva devrimi süreci meselesi, Türkiye solunun durumunu ayrımlaştırmak bakımından belirleyici bir önem arz etmektedir. Türkiye solu, devrimcisi ve reformcusu, “liberal”i ve “Jakoben”iyle burjuvazinin tarihsel devrimci misyonu anlayışının dışında değildir. Yaygın ayrımdan uzak durmak gerektiğini anlayan bazı devrimci akımların varlığı gözardı edilemez, ama bu akımlar, ellerindeki “eskimiş” gereçlerle durumu açıklayamıyor ve tereddüt yaşıyor.

Her iki devletli kanadın ardına takılmış sosyalistler, bir “tarihsel devrimcilik / ilericilik” anlayışına sahip olmakta ortaktır, ancak bu devrimin / ilericiliğin öznesinin ne olduğu konusunda anlaşamamaktadırlar. İki gerici blokun ardına takılan sosyalist kesimlerin açık ya da zımni argümanları, Türkiye’de bir burjuva demokratik devrimi süreci yaşandığı, bunun öteki kanat tarafından engellenmeye çalışıldığı ve politik tutumun, tarihsel bir devrim anlamına gelen bu sürecin öznesini olumlu anlamda dikkate almak gereği üzerinden oluşturulacağına ilişkindir. Meseleyi burjuva devrimi süreci ya da burjuvazinin tarihsel misyonu bakımından ele alan her iki sosyalist kanadın yaklaşımı, burjuva devrimi sürecinde, devrimin öznesiyle –şu ya da bu şekillerde anlaşılmış– bir ittifakı veya bu olmazsa dışarıdan desteği öngörmektedir.

Bir kanadın ardındaki sosyalistlere göre, Türkiye’nin Kemalizmle kurumsallaştırdığı burjuva devrimi süreci, gerici karşı-devrimci güçler tarafından durdurulmaya çalışılıyor; ve politik mücadelenin hedefi bu karşı-devrimcilerdir. Sol ve sosyalist hareket ile solcu toplulukların çoğunluğunun, burjuva devrimi sürecinin öznesini “Kemalist modernist ve laikçi” kanadın oluşturduğunu kabul ettiği söylenebilir. Örgütsel-politik temsiliyet anlamında önemsenmeyecek ama ideo-politik varoluş anlamında yabana atılamayacak etkiye sahip bir sosyalist kanat da (“liberal sol” olarak adlandırılanlar) burjuva devriminin öznesini devletlinin öteki kanadı olarak kabul eder. Öteki kanadın ardına takılmış sosyalistlere göre, “Kemalist ve laikçi” kanat, statükoyu savunarak Türkiye’nin burjuva devrimi sürecinin önünde durmakta ve gerici bir rol oynamaktadır. Politik mücadelenin hedefi, statükocu Kemalist güçlerdir.

***

Söz konusu iki sosyalist kesim, ortak bir teoriden (Aydınlanmacılık) ve ortak bir tarih anlayışından (ilerlemeci ve buna bağlı olarak burjuva demokratik devrimi üzerinden…), ama ayrı politik duruşlardan hareketle belirmektedir. Bunların, tarihsel olarak burjuvaziye yazılan akımların etki sahasında olduğu gösterilmiştir.

Burjuva devrimi sürecinin liberal ya da Jakoben yorumlarının her ikisi de “devrimci politik” bir çözüm ve hal tarzı sunmaktan kategorik olarak hayli uzakta yer alıyor.

Her iki sosyalist yaklaşım da, gözlerini diktikleri kesimin ezilenlerine devrimci bir kopuş mücadelesi öneremeyecek durumda. Burjuva devrimi anlayışları ellerini ve ağızlarını bağlıyor.

Her iki sosyalist yaklaşım da kendi burjuvalarından pratikte ve / ya da zihniyette kopamıyorlar. Kopulmadan da devrimcilik yapılamaz ve yürütülemez.

***

Devletlide yaşanan çatışmanın yaygınlaşması ve derinleşmesiyle birlikte, Türkiye sol hareketinde eskiden beri var olan ayrım tazelendi ve yeniden üretildi. Sol hareketi ta 1960’ların sonlarında bölen ayrım çizgileri, bu kadar uzun bir zamandan sonra yeniden belirdi. Ülkenin tarihi oldu; Kürt Hareketinin tarihi oldu; ama Türkiye sol hareketi, tarihsel başarısızlığını, hegemonik bir güç yaratamadığını kanıtlar ve gösterircesine, tarihsel ayrımlarını hâlâ ilk günkü gibi yaşatıyor. Eski sol hareket Türkiye tarihini bir burjuva devrimi süreci olarak görüyordu. Şimdiki sol hareket de aynı şekilde görüyor. Tarih, burjuva devrimi ve ona direnenler ayrımı üzerinden anlaşılırsa, politika da bu sürecin tarafları arasında cereyan eden bir “akıl oyunu” haline gelecektir.

Türkiye’de, Cumhuriyet öncesinden başlayan ve ekonomik/politik egemen kesimleri genel olarak ikiye bölen bir çatışma süregelmektedir. Çatışmanın her iki tarafı da devlet katındadır; dolayısıyla, her ikisi de gerici olan bu kanatların herhangi birinin yeğlenebilirliği söz konusu olamaz.

Devrimci hareket, 1970-72’de, ortaya çıkış koşullarında bu sorunu ele almış ve pratik olarak çözmesine, zamanının devletini açıkça karşısına almasına rağmen, bir anlayış olarak bütün mensupları nezdinde geride bırakamamıştır. Ancak, devrimci hareketin meseleyi anlayış olarak da çözen üyesi ve sürdürücüleri, başta fiziksel güç marifetiyle bu tarihte bir egemenlik kurmayı başaramadıkları için, tarih sanki bir kez daha yaşanıyor bugün. Bu bakımdan, Kaypakkaya’nın 40 yıllık tezleri bugün güncelliğini koruyor ve güncellenmiş bulunuyor.

***

Bugün, Türkiye sol hareketinin ağırlıklı kesimi, bu çatışmayı veri kabul ediyor ve çoğu “Kemalist cumhuriyetçiler” safında yer almak üzere, sürece ve taraflara eklemleniyor. Dediklerine bakılırsa, en çoğundan, çatışmanın taraflarından birine önderlik etmek gerekecektir. Daha ötesi yok…

Öteki tarafta (“liberal sol”) yer alan solcular da aynı paradigmayı esas alıyorlar. Onlara göre, Türkiye’de nihayet politikanın üst-belirleyiciliğini, yani devlet ve devlet sınıflarını devre dışı bırakan, ve ekonomik ilişki ve alandan kaynaklanan bir burjuva demokratik devrimi ivme kazanarak yaşanmaktadır. Burada, çatışan tarafların hangisinin safında ya da yanında olunacağı, burjuva devrimi misyonunu hangi tarafın temsil ettiğine bağlıdır ve bu, açıkça görülmektedir, AKP’de temsil olunan taraftır.

***

AKP’nin Anadolu’da gelişen ve devletten bağımsız hatta bizar olan yeni ve “otantik” bir burjuvaziyi temsil ettiği ve bu burjuvazinin –kültürel olarak muhafazakâr olmasına rağmen– ekonomik ve politik olarak kesin bir demokratizme nesnel çıkarı gereği yöneldiği savunuluyor. Bu anlayışı benimseyen sosyalistlere göre, Kemalist devlet dışında gelişmiş bir burjuvazi, elbette sınıfsal çıkarları gereği, devletin çağdışı kalmış kurumsal yapısına ve kendini devlete bağlı olarak var etmiş burjuvalara karşı ekonomik/toplumsal alandan kaynaklanan bir demokratik devrimin öncülüğünü yapmaktadır ve bu süreçte sosyalistlerin görevi elbette bu tarihsel devrimci sürecin devrimci önderliğine eleştirel destek vermektir.

AKP’nin temsil ettiği kanat ile karşısında yer alan kanat arasındaki mücadele, devlete çöreklenmiş asalak bürokratik burjuva kesimler ile, devletin dışında varlık alanı bulmuş ve herhangi bir kategorik politik güçten uzak, salt ekonomik anlamda “burjuvazi”nin mücadelesinin bir son aşaması olarak sadeleştirilemez. Devletin dışında sivil toplumda gelişen burjuvazi anlayışıyla, burjuvazinin feodaller ve aristokrasiye karşı herhangi bir politik güce sahip olmaksızın “burg”lar çevresinde geliştiği Batı Avrupa burjuva devrimleri masalının tekrarlandığı çok açık!

Devletin dışında –ve ona rağmen– bir büyük burjuva dinamiği olabileceği, klasik “sivil toplumcu” yaklaşıma dayanıyor. Devletin, burjuvaziye bağlı olarak toplumsal formasyonun ve rejimin yürütülmesinde yapısal bir aygıt/araç olarak işlevlendiğini ileri sürmek için devlet görevlilerinin, burjuvazinin tayin ettiği ve mesai sonunda hesap sorduğu memurları olduğu gibi bir “ampirist araç devlet anlayışı”nı benimsemeye gerek yok. Türkiye koşullarında, devletin dışında ve hele ona karşı bir burjuva dinamiğinden söz etmek için, fazlasıyla ideolojik yüklü olmak gerekir.

Süren mücadeleyi, gelenekselleşmiş Kemalist laikçi devletli ile, modern ve devletin dışında, devletin teşviklerine ihtiyaç duymadan büyümüş burjuvazi arasında bir mücadele olarak ele almak için, en azından Türkiye’nin 1950’den beri tarihine gözleri kapamak gerekir. Mücadelede, toplumun devletli olmayan katmanları ve kesimlerinin desteğinden yararlanılabilir. Nitekim, 1946’dan başlayarak Demokrat Parti ve aynı kanadın özneleri bunu başarıyla yapmıştır. O zamandan bu yana, destek sunan kesimler, ezeni ve ezileniyle, devletin bilakis içine çekilerek bir devletli kanadın “asker”i olmuşlardır. AKP’de temsil olunan kanadın büyük gücünün önemli bir kısmını Anadolu’da palazlanan yeni tür ve “orta ölçekli” bir burjuvaziden aldığı reddedilemez. Ancak bu burjuva kesimlerin öteden beri devletliyle hem ampirik olarak hem de “büyük burjuvazi” aracılığıyla iç içe olduğu gerçeğini görmezden gelemeyiz.

Karşıdaki kanadın devlete hakimiyeti bütün Cumhuriyet dönemi boyunca kesintisiz süregelmiş değildir ve bu anlamda yenilgisi ve ötekilerin zaferi de bütün bu tarihi kapsayacak önemde bir olay değildir. 1950’den beri DP, AP, 12 Mart, Milliyetçi Cephe, 12 Eylül, ANAP, DYP-RP ve son olarak AKP hükümetleri, bu kanadın hakimiyet mücadelesindeki yerini simgelemektedir.

Dolayısıyla, AKP ile karşıtları arasında süregidenin, yeni bir mücadele olduğunu savunmak için tarihi basitçe unutmak gerek. Bu mücadele, neredeyse aynı argümanlarla, eskisi bir yana, Cumhuriyetin başından beri sürmektedir.[4] Sol da, birtakım aymaz “kanaat önderleri” tarafından önemli ve kritik zamanlarda, bu “iki gerici ittifak arasında halkı seçim yapmak zorunda bırakma” işlevi görmektedir.

***

Burjuva devrimi ve rejimin demokratikleşmesi meselesinin, “liberal sol” olarak nitelenen kesimlerde beliren ve sol hareketin öteki kesimlerine buradan sirayet eden bir düşünce olduğu sanılmamalı. Aslında “aynı gemide” olunduğunun işaretlerinden olarak, devletin zor öğesini bir ölçüde geri çektiği nesnel ortamdan yararlanmayı öngören devrimci veya eski devrimci kesimlerin sayısı artmaktadır. 2000’lerin başından itibaren, devletin diktatoryal (“faşist / oligarşik diktatörlük”) niteliğinde bir değişim yaşandığına ilişkin izlenim ve kanaatlerin giderek belirginleşen görüşler haline gelmesi ve burjuva demokrasisinin Batılı kurumlarıyla Türkiye’de tesis olmakta olduğu anlayışı bile, devrimci hareketin geri çekilişinin argümanı olarak işlevleniyor. Kürt sorununa ilişkin atılan adımların da bu çerçevede değerlendirilmesi öneriliyor. Bir karşı-devrim yaşandığını ileri süren solcu kesimlerin bile reddedemediği birtakım yumuşamaların varlığı, çoğu eski devrimci olan sosyalistler arasında liberalliği güçlendiren bir etmen oluyor. Bir anlamda, ortamın liberalleşmesi, öteden beri “liberal sol” olarak görülenlerin gelişmesini değil, solun daha geniş bölüklerinin –“liberal” denilenlerden ayrılığı koruyarak– liberalize olmasına yol açıyor.[5] Bu, giderek, birbirini besleyen bir mekanizmaya dönüşüyor ve devlet de liberalize olan sol ile “eski tarzda” uğraşmıyor.

***

“Politik devrimci” bir bakış açısından, burjuva demokratik devrimin tamamlanması Türkiye’de devletin, zor araçlarını dolaysız kullanım olarak devreden çıkaracak güç olgunluğuna erişmesidir. Bir başka ifadeyle, devletin ezilenleri somut baskı ve tehditle zapturapt altında tutması yerine, iğdiş etmesi ve böylece onların patlayıcı ve şiddete eğilimli yönelimlerini görülebilir gelecekte ortadan kaldırmayı başarmasıdır. Bu süreç sonunda devlet aygıtı, öncekine göre belirgin şekilde güçlenmiş olur. Bu gelişmelerin devrimci açıdan önemi, devletin egemenliğinin güçlenmesi ve devrimci ceplerin artık yaşama imkanı bulamamasıdır.

Bizim için burjuva devrimi, rejimin kendini güvencede hissetmesidir. Devrimciliği bir tehlike olmaktan çıkarmasıdır. Ezilenler için birtakım iyileştirmelerin, ezilenlerin rejime desteklerinin artmasının, muhalefet hareketinin devrimci boyut almasının engellenmesinin, tarihsel olarak bile olumlu olarak değerlendirilmesi mümkün olamaz. Dolayısıyla böyle bir devrimin olmasındansa, olmamasını yeğleriz. Bir demokratik devrim de, demokratikleşme de bizi politik mücadelenin koşulları dışında zerrece ilgilendirmiyor.

Bu süreçte devrimsel bakımdan dikkate alınması gereken tek olumlu dinamik, süregelmekte olan Kürt devrimidir. Türkiye politik coğrafyasında bir devrim sürmektedir! Burjuva demokratik devrimin –devletin güçlenerek ezilenlere hakim olması anlamında– önündeki en büyük engel ya da onu –ülkenin “gelişmesi” anlamında– görünür kılacak en büyük etmen Kürt Devrimidir. Kürt Hareketinin bu süreçle ilişkilenme tarzı, sürecin niteliğini tayin edecektir.

3. Barbarlar nerede?

Kaypakkaya’nın vurguladığı tarihi gerçek varlığını sürdürüyor. Kürtler “bağımsız ve güçlü bir halk hareketi” olarak ayrılmıştır. Türkiye’nin ezilenleri, iki devletli gericiliğin ardında savrulup duruyor. Devrimci bir ezilenler dinamiği ortalarda yok.

Devrimci argümanın esas alınmasına göre, devrimciler öncelikle bir uygarlık ve bir proje öneren ve özleyen ezilen kesimlerine yönelemezler. Burjuva demokratik devrimi üzerinden anlaşılmış politika, bu anlamda, bir uygarlık politikasıdır. Devrimci arayış, beka arayan her iki devletlinin hesapları bakımından bozucu, yıkıcı ve patlayıcı potansiyeller taşıyan ezilen kesimlerine dönük olmalıdır.

Günümüz Türkiye toplumu, özellikle referandum sonuçları ışığında, bu bakımdan nasıl bir görünüm sunmaktadır? Durumun devrimci açıdan hiç de iyi görünmediğini öncelikle vurgulamak zorunludur. Burada, solun kahir ekseriyetinin değerlendirmesi hilafına, gayet olumsuz bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz tartışılacaktır.

Halk kitleleri, devlet katında çarpışan iki gerici kanadın arkasında ‘güçlü’ bir şekilde konsolide olmuş bulunuyor ve ‘güç’, başka bir çekim merkezine yönelmeye veya yaratmaya gayet dirençli bir enerji anlamına geliyor.

İki saftan biri mi?

İki gerici blokun ardında yer almış sosyalist kesimlere bakılırsa, durum hiç de fena olmamalıdır.

Referandumda “hayır” veya “evet”in olumluluğu üzerinden bakıldığında hakikaten, halkın çok önemli orandaki kesimleri, sosyalistlerin öngördüğü asgari doğrultuda politik davranış gösteriyor. Bir devrimci yönelim açısından, halkın toplam oy oranında yüzde 40-50’ler bir yana, 10’lar bile çok yüksek miktarlardır.

Hayırcı sosyalist kesimlere göre, referandumda hayır oyu veren yüzde 42’lik kesim, (bu, yuvarlanarak yüzde 40 oluyor) sosyalist politik faaliyet için gayet uygundur. Referandumda evet oyu veren toplum kesimleri ise “gericiliği” temsil etmektedir. Onlara göre, karşı-devrimci gelişmeye karşı çok önemli bir direnci temsil eden yüzde 40, ileriye, aydınlığa ve sola yönelik olumlu tutumunu ifade etmiştir.

Evet oyu vermeyi savunan sosyalist kesimler için, ülkede önemli demokratik gelişmeler cereyan etmektedir ve bu atmosferde halkın büyük bir oranının demokratik dönüşüme onay vermesi, çok olumlu bir yönelimi ifade etmektedir. Bunun karşısında duran halk kesimleri de tarihin tekerleğini tersine çevirmeye çalışmak gibi nafile bir beklenti içinde, gerici statükoya payanda olmaktadır.

Bu anafora, boykot tutumunu izleyenlerin dahi katıldığı görüldü. Bazı boykotçu kesimlerin değerlendirmeleri ciddiye alınacak olsa, halkın çok önemli bir oranı sandığa gitmeyerek her iki gerici seçeneğe karşı durmuştur! Boykot tavrı, salt Kürdistan’da değil Batı ve Türk halkı nezdinde de çok önemli başarı kazanmıştır onlara göre.

Dolayısıyla sosyalist kesimlerin önde gelenlerinin tümü, farklı ve aykırı gerekçelerle olsa da, hareketin hiç de, zaman zaman kendilerinin de kapıldığı bir yargı olarak, kötü durumda olmadığını düşünmektedir.

Bu, tam ve trajik bir durumdur. Ne evet diyenlerin, ne de hayır diyenlerin, bu davranışlarıyla potansiyel bile olsa, devrimci veya solcu bir yönelim ifade etmesi söz konusudur. Ne de tabii, referandumu boykot etmiş bir halk kesimi vardır.[6] Ortada, bütün haşmetiyle iki gerici varlık bulunmaktadır.

“Anadolu gericiliği”

Hayırcı sosyalistler blokunu destekleyen Birgün Gazetesinin referandum sonuçlarına göre, tarafları, “sol ve sağ” olarak ayırması bir klasik niteliğine sahip olarak tarihseldi. Bu bir hata, kalem sürçmesi değildi; nitekim hayırcı sosyalistler blokunun öteki mensuplarının sözcüleri de benzer değerlendirmeler yapmaktan geri durmadılar. Böylece, sosyalist soldaki bir ayrım net bir şekilde ortaya konuyordu. Referanduma evet diyenler sağcı, hayır diyenler solcuydu ve sosyalist politika bu gerçek üzerinden kurulmalıydı.

Birgün Gazetesi, referandum sonucunu şu başlıkla verdi: “Milliyetçi muhafazakâr tablo yine değişmedi. / Sonuçlara göre ülkedeki ‘yüzde 60 sağ – yüzde 40 sol’ dengesi keskinleşti.”[7] Hayırcı sosyalistler blokuna mensup bir yazarın değerlendirmesi de aynıydı: “Türkiye’de sözcüğün geniş anlamıyla ‘sol’un oy oranı uzun yıllardan sonra ilk defa yüzde 40’ı yakalamış görünmektedir.”[8]

Keza blokun bir başka bileşeninin sözcüleri de aynı ayrımı yapmaktan geri durmadılar: “Bizim referandum örneğinde ‘hayır’lara verdiğimiz değer son derece mütevazı: Burada bir direnç var ve bu direnç bir biçimde Türkiye’de sağ ve solun yeniden önem kazandığı bir sırada sola yazıyor.”[9] Bu sosyalistler, “Yüzde 42’de biriken direncin önemi”nden ve “Türkiye’de yakın dönem siyasi gelişmelere müdahale edecekse, solun yüzde 42 içine şekil vermesi, onun içinde belli bir kesimin ciddi bir dönüşüme yönelmesini sağlaması gerektiğin”den”[10] söz ediyorlar.

Hayırcı sosyalistler blokunun önde gelen sözcüleri, ayrımı sol ve sağ olarak kurduktan sonra, bu kez sağ tarafa ilişkin değerlendirmeler yaptılar.

“Bir eğilim olarak (…) referandumda ‘evet’ diyenler, bir süre daha sola kapalıdırlar ve solun onlarla ilişkisi bu süre içinde ‘kazanmaya çalışmak’tan çok ‘mücadele etmek’ içeriğini taşımaktadır.”[11] Hayırcı sosyaliste göre, “Orta Anadolu’nun ‘gerici ideolojiler deposu’ merkezleri” vardır. Bir başkasına göre de, “Anadolu gericiliği” politikayı belirleyen temel faktörlerden biridir… “Anadolu gericiliği” hayırcı sosyaliste göre, “karşı devrimin toplumsal tabanı”dır. Ve buralarda politika yapılamaz.

Hayırcı sosyalist değerlendirmesini sürdürüyor: “Referandum süreci, AKP iktidarının toplumsal dayanağının ‘Anadolu gericiliği’ olduğunu bir kez daha gösteriyor. Bu gerici toplumsal blok Türkiye’de demokratik, bağımsızlıkçı ve özgürlükçü bir dönüşümün yaşanmasının da Kürt sorununun çözümünün de önündeki temel toplumsal engeldir. (…) bu gerici bloğun AKP tarafından güçlü bir biçimde ‘bütünleştirilmesi’, Türkiye Solunun ve Kürt Özgürlük Hareketinin önündeki gerçek büyük tehlikedir.”[12]

Bu yaklaşım elbette tarihsel kökenleriyle güçlendirilmeliydi. Hayırcı sosyalistler bunu da yapıyor ve sol harekete, devrimci mücadele tarafından tarihe gömüldüğü sanılan bir tarihyazımı öneriyorlar.

“Bu toplumsal doku yeni çıkmadı ortaya. Statükoya bir isyan olarak hiç çıkmadı. Ortalamayı, genel eğilimi söylüyorum, Cumhuriyet kafalarına yatmamıştı, onun reformları da; Demokrat Parti’de bir rövanşçı potansiyel gördüler, bu hırslı burjuva partisine yoksullar adına sahip çıktılar; Türkiye işçi sınıfının ilk çıkışından, solun ilk yükselişinden rahatsız oldular, olmadılarsa rahatsız olmaları sağlandı, evlatlarını faşizmin, gericiliğin hizmetine sürdüler; 12 Eylül darbesinde ‘sükunet’, hızla kentlileşen bu toplumsal tabana yaslanarak sağlandı; AKP’nin en sadık destekçileri onlardı.”[13]

Başka bir hayırcı sosyalist, “DP döneminde oluşan, 1960’ların sonunda çözülmeye başlayan, MC’ler ve 12 Eylül’le yeniden birleşmeye yönelen bu gerici bloğun” tarihsel köklerine dikkat çekiyordu.[14]

Tüm bu tablo “rasyonalize” / “teorize” edilmezse eksik kalacaktı: Bu toplumsal kesimler politikanın konusu değildir; ilişki, uygarın barbarla ilişkisi türünden, akıllının akılsızla ilişkisi türünden bir epistemolojik engelin varlığı koşullarında kurulacaktır; yani bu toplumsal kültürel dünyayla ancak bir dışlar ilişkisi kurulabilecektir.

Hayırcı sosyalist, “Toplum aklını mı yitiriyor?” diye soruyor ve cevaplıyor: “Durum pek iç açıcı görünmüyor; toplumda ciddi bir akıl-mantık erozyonu olduğunu kabul etmek zorundayız. Ne ölçüde AKP’nin kendisi yaratmıştır, ne ölçüde toplumdaki düşünsel/mantıksal fukaralaşmanın AKP zihniyeti ile buluşmasının sonucudur, orası ayrı. Ama bir gerçek ortadadır: Bu ülkede ve bu toplumun önünde geriye, karanlığa, yobazlığa doğru atılan her adım, şu veya bu yoldan haklılaştırılabilmekte, savunulabilmektedir.”[15] Yanlış anlaşılmamalıdır; “aklını yitiren toplum”, evetçilerden başkası değildir. Politika da ancak aklı başında olanlarla yürütülebilecek bir etkinliktir; ötekiler akıl-dışı oldukları ölçüsünde politika-dışıdır.

Hangisi solcu?

Gerçekten, referandumdaki hayır oyları “sol”da, evet oyları “sağ”da mı sayılmalıydı? Sağcılığı ve solculuğu tayin eden faktörler nelerdir?

Bugün Türkiye’de, “sol”da[16] olmanın belli başlı parametreleri Kürt Hareketine ilişkin, devlete karşı, ve ezilenlerin mücadelesine ilişkin eylemli konum olarak alınabilir. Bu üç unsurun üst üste bindiği örnekler fazla olmamakla birlikte, kesişmeler üzerinden varolan birçok solcu özne bulunuyor. Solu özel olarak “politik sol” olarak ele almak meselenin başlangıcıdır. Solun kültürel ya da ideolojik ayrımlardan kalkılarak tanımlanması, aslında entellektüelleri ve kültürlü burjuva sosyalistlerini, yani orta sınıf sosyalizmini en solda saymayı zorunlu tutacaktır.

Kürt Hareketi başlığından ele alındığında hayırcı referandum kitlesinin “sol”la ilişkisini kurmak hayli zor olacaktır. Bugün Türkiye’de, “demokratik, bağımsızlıkçı ve özgürlükçü bir dönüşümün yaşanması”, bir ölçüt olarak soyut ve spekülatiftir. Bu spekülatif ölçütü, gayet somut ve kör parmağım gözüne bir etmen olan “Kürt sorunu” ve “Kürt Özgürlük Hareketi”yle aynı cümleden saymak karıştırıcı bir rol oynayacaktır.

Zira, referandumdan, “Kürt açılımının mimarı” olduğu için “gerici Anadolu halkı”na ihbar edilen AKP zaferle çıkmıştır ve “Anadolu gericiliği” Kürt açılımı yapmaya yeltenen bir partiye onay vermiştir. Yani hayırcı sosyalistin deyimiyle, “karşı devrimin toplumsal tabanı”, bir devrim olarak süregelen Kürt Hareketiyle ilişkiye onay vermiş oluyor!

Burada en azından görünüşte bir sorun olduğu kesin olsa gerek. “Anadolu gericiliği”nin komünizme, sosyalizme düşman olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Fakat, bugün komünizm somut bir hareket olarak “Anadolu gericiliği”nin karşısında bulunmuyor; onun karşısında somut olarak –solda mı sağda mı olduğu hayırcı blok arasında tartışmalı olan– Kürt Hareketi var. (Tipik bir hayırcı sosyalist açısından, Kürt Hareketiyle çözüm temelinde bir ilişkinin ne önemi olduğu da ayrı bir hesaplaşma konusu!)

“Gerici toplumsal blok”un Kürt sorununun çözülmesindeki en büyük engel olduğu görüşü, referandumun sonucuyla rüzgara savruldu. MHP’nin ve CHP kesiminin “açılım” üzerinden onca lafına rağmen, “Anadolu gericiliği”, “Kürt açılımının mimarına” çok büyük oranda destek vermiştir. (“Aşağıdan faşizm”in yatağı bazı yerleşim yerleriyle, Konya gibi “gericiliğin merkezi” bazı kentlerde referandumdaki evet oyu oranı yüzde 80’i bulmuştur.)

Demek oluyor; referandumda, hayırcı sosyalistler cephesinin bir başlıca argümanı gayet zayıftı. Yani, evetçi halk kesimlerinin “sağı ve gericiliği”, hayırcı halk kesimlerinin “solu ve ilericiliği” temsil ettiği sadece kültürel ve belki ideolojik bir gerçeği işaret edebilir, fakat politik bir gerçeği değil… Peki bu, “Anadolu gericiliği”nin ilerici olduğu anlamına mı gelmektedir? Anadolu halkı, bu kez evetçi sosyalistlerin görüşü doğrultusunda, kültürel ve ideolojik olarak ne kadar sağcı olursa olsun, “tarihsel ve politik olarak solcu” mu olmuştur?[17]

***

Somut davranış eğilimiyle, evetçi halk kesimlerinden de bir şey umanlar hüsranla karşılaşacaktır. Bu kütlenin davranışına ilişkin yapılan yorumlarda öne çıkan ve dikkate alınması gereken bir argüman, Kürt açılımına onay verildiği ve şovenist kışkırtmaya prim verilmediği üzerinedir. Bunun bir kıymeti ve gerçekliği var mıdır? Hayırcı sosyalistlerin bir kısmının ölçütlerine göre, olmalı.

Evetçilerin hayırcılardan farklı olduğu açıktır. Bu oyların kurumsal Kemalizme bir tepki olmasa bile bir soğukluk ve mesafe olarak değerlendirilmesi mümkündür. Ancak bu tutum, bu ilk anında kalmaktadır. Bu andan sonra, herhangi bir “pozitif” politik nitelik taşımamakta ve açıkça devletleşmektedir. Yani bu büyük kalabalık, ancak devletli eliyle, eşdeyişle gerici, bir değişimin yanlısıdır. Ve bu kalabalık açıkça, Kürtlere de, devlet karşıtlığının her türüne de öteki kesim kadar karşıdır. Bu kütlenin Kürt açılımıyla ilgisinin operasyonel karşılığını “Devletinin Kürt açılımı” şeklinde ifade etmek mümkündür. Yani bu kütle, sadece devletin bir hareketine onay vermiştir –onayı ne kadar gerekiyor idiyse…

“Anadolu gericiliği” devletinin Kürt açılımını desteklemiştir, “Sahil ilericiliği” devletinin öteki kanadını izlemiş ve bunu –bile– esirgemiştir… İlericilik-gericilik üzerinden dönen tartışma bundan ibarettir.

***

Referandumda hayır oyu veren toplum kesimlerinin “sol”da sayılması bir gerçeği ifade etmekten uzaktır. Bu kesimler, elbette, Anayasanın değiştirilmesi teklif edilen şu ya da bu maddesine ilişkin değil, Türkiye’de “gericilik” (İslam) ve “bölücülük” (Kürt) olarak adlandırılan iki başlıca konuya ilişkin bir tutum ifade etmişlerdir. Bu halk kesimlerinin Kürt meselesinde, eğer bir ayrım yapmak gerekirse, evetçi halk kesimlerine göre “daha sağ”da olduğu açıktır.[18] Oylarıyla varittir. Devletlerinin Kürt meselesinde pozisyon değiştirmesine razı değillerdir; ve buna direnen devletliyi izleyerek “hayır” demişlerdir. Bu halk kesiminin, dinden daha arınık, daha kültürlü, modernleşme sürecini ideolojik edinim bakımından daha pekişmiş olduğu açıktır. Fakat bunların hiçbiri ilerici ve solda sayılmak için veri olamaz. Ancak, Kemalizmin ve Batılı yaşam tarzının İslamdan ve geleneksel yaşam tarzından ilerici olduğu gibi bir önkabul koşullarında ilerici veya solcu sayılabilecek bir kitleden söz ediyoruz. Nitekim, hayırcı sosyalistler blokunun bu anlayışta olduğu görülecektir. Sol hareket, eski bir tartışmayı canlandırmak zorunda kalacaktır böylece.

***

Mesele, Kemalist inkılaplar ve Cumhuriyet dönemindeki politik kanatları izleyen bir tarihyazımı üzerinden tanımlanmaya yönelinmektedir. Hayırcı sosyalist blok, Cumhuriyetin ve CHP’nin, 27 Mayıs’ın, 28 Şubat’ın, … –en azından tarihsel– ilericiliğinden; ve DP’nin, AP’nin, ANAP’ın ve en son AKP’nin karşı-devrimciliğinden, kuşku duymuyor. Bu tarih anlayışı çerçevesinde de, “karşı-devrimci”, ya da “gerici” kanada destek veren halk kesimlerini aynı sıfatlarla ifade etmekte sakınca görmüyor.

“Anadolu gericiliği”ni Kemalizm ve Cumhuriyetin ilerici tarihi üzerinden açıklamaya yeltenmek, tarihi, ezilenlerin değil muzaffer ezenlerin ve devletlinin tarafından okumanın açık göstergesidir.

1950’lerde Kürtlere –bunların başında ağalar gelse de– daha öncekine göre hoşgörülü yaklaşan DP’ydi.[19] 27 Mayıs (1960) darbesi döneminde Kürtlerin tehlikesinden söz eden ve bu yolda önlemleri devreye sokan “tarihsel ilerici” kanattı. 1970’leri (12 Mart darbesi dönemi hükümetleri ve sivil hükümetleri) ve 12 Eylül (1980) darbesinin birkaç yılını bir yana koyalım, ANAP’ın ve Özal’ın Kürt sorunundaki konumu dahi bu savı yerle bir etmeye yeter. Ve nihayet, bugün yürümese de istim almış “Kürt açılımının mimarı”, aynı çizgide yer alan AKP’dir. Ve daha önemlisi, bu “gerici toplumsal blok”, Kürtlere hayırhah yaklaşıma her seferinde oylarıyla onay da vermiştir. Her ne kadar bu kanadı Kürtlerle devletli ilişkilenmeye “tarih” “memur” etmişse de, öteki kanat neredeyse hep, bu ilişkilenmeye karşı çıkma “görev”ini icra etmiştir.

Hayırcı sosyalist, devrimci tarihyazımı yapmaya zorluyor. Halk yığınlarının, “Cumhuriyetin ve onun reformlarının kafalarına neden yatmadığını” tarihe devrimci bir gözle bakabilen, aynı anlama gelmek üzere, devrimcilik yakıştırılan devletli gözüyle bakmayan biri, rahatlıkla görebilir. Hayırcı sosyalist, “Cumhuriyetin ve reformlarının” hangi toplum kesimlerinin “kafasına yattığını” kendi atalarından bilir, hatta –hayırcı sosyalistin tipik olanı– bizzat kendinden bilir! Kaypakkaya, bunlara bir şey göstermek için değil, bunların yanında bir an bile durmamak için açıklamıştı “Cumhuriyetlerinin ve reformlarının” halk kitlelerinin kafasına neden yatmadığını… Kıvılcımlı, 1930’un ilk yıllarında Yol’da, içindeyken yazıyordu “kafa yatmamanın tarihi”ni…

Hayırcı sosyalist, tarihte salt burjuva misyonunu gördüğünden, burjuvazinin tarihsel temsilcilerinin halka düşmanlığına önem vermez –ne de olsa Jakobendir! Cumhuriyetin halk için, ezilen halk kitleleri için hakikaten ne yaptığına ilişkin hiçbir şey söyleyemez. Ona göre aslolan, “devrimci” burjuvazinin tarihsel görevlerini yapmasıdır. Türk burjuvazisi de elbette, Batıdaki örneklerini izleyerek, kapitalizmin ve burjuva devriminin önündeki engelleri süpürmekle meşgul olacaktır. Bu engeller arasında, “gericiliğin bağrında” yaşayan ezilen geniş halk kitleleri varmış, ne gam!

***

Hayırcı sosyalistlere göre, asıl tehlike “Anadolu gericiliği”dir; ötekilerden umutlanmalıyız. Evetçi sosyalistlere göre ise asıl tehlikeyi “sahildekiler” oluşturuyor; ötekilerden umutlanmalıyız. Devletli kanatların ardında yer tutmuş sosyalistlere bakılırsa, sosyalist hareket açısından durum parlak sayılabilir.

Oysa durum vahim; öncelikle, sol hareketin bu ölçüde gerilemesi ve devletlinin her bir kanadının ideolojik hegemonyasına bu ölçüde güçlü şekilde girmesi, önemli bir sorun anlamına geliyor. Bu her iki sol kesimle ilişkilenmek zorunlu değil; ama asıl sorunu, halk kitlelerinin iki gerici devletli kanadın ardında güçlü bir şekilde saf tutması oluşturuyor.

Gericilik, eğer bu kendinden menkul ve sadece dinsel olanı ve dini işaret eden bir ideolojik tabir değilse, Türkiye’nin her yanına –Kürt Hareketinin kitlesi hariç– yayılmış durumdadır.

Ne “hayır” diyenler (ve özellikle içindeki sol eğilimliler) devrimci açıdan olumlu kabul edilebilecek bir şeye direnmiştir, ne de “evet” diyenler olumlu bir “değişim”e onay vermiştir. Söz yerindeyse, “devlet” ile “devlet” çatışmış, geniş halk kitleleri kendilerine taraf bulmuştur.

***

Bu, aslında sol ve sosyalistler arasındaki yaygın bir kanaati tartışmayı gerektiriyor. Referandum sonuçlarıyla berhava olan bu kanaat, “Anadolu gericiliği”nin ya da halkın devletliden bağımsız varlık ve iradesi olduğudur. Bu, üstelik hem liberal hem de ulusal ya da laikçi sol kesim için geçerlidir. Her iki kesim de yaklaşımlarının bir dayanağını, halkın bir kesiminin “otantik” ilericiliği ya da gericiliği gibi etmenlerde buluyor.

Nasıl liberal sol, toplumdaki milliyetçiliği abartıyor ve “sıradan faşizm” gibi terimlerle devletten ayrı bir dinamik olarak halktaki bir tehlikeye dikkat çekiyorsa, laikçi sol da toplumdaki İslamcılığı abartıyor ve “mahalle baskısı” gibi terimlerle taşrada ve varoşlarda devletten ayrı bir dinamik olarak “çağdışı ve karanlık” tehlikeye dikkat çekiyor. “Mahalle baskısı” politikleşmemiş bir durumdur. Her halkta görülebilen bu halin politik bir projeyi ne engellediği ne de bir projeye yol verdiği görülmüştür.

İki taraf da, bir yandan toplumsal alanı, öte yandan ideolojik alanı esas alarak, dikkatin politik alana, devlet aygıtına yoğunlaşmasının önüne geçiyor.

Buralarda kilit halka “devlet”tir.

***

Referandumda ikiye bölünen halk kesimleri, öncelik tanımaksızın iki gerici kesimin ardına takılmıştır. Halk kitlelerinin her iki tutumun ardında saf tutması gericiliğin güçlenmesi olarak cereyan etmiştir.

Ezilen kitlelerin, emekçi halk yığınlarının verili normal durumu da zaten elbette gerici bir teslimiyettir. Halk yığınlarında tarihsel bazı davranış eğilimleri olur, geleneksel hareket tarzları olur; yığınların devletle ilişkilerinde uyguladıkları “stratejiler” olur; ama bunların hiçbiri kendi başına ilerici ya da gerici nitelik vermez… Geniş halk kitlelerinin devletin hakimiyetini kabul etmeleri başlı başına gerici bir durumdur. Ezilen yığınların ezici çoğunluğunun dünya görüşü, kendiliğinden patlama konjonktürleri dışında, devrimci hareketin alternatif bir güç olmasına kadar genel bir kural olarak hep gerici kalacaktır.

Halk yığınlarının, gücünü teşkil ettiği zamandan itibaren Kemalizme mesafeli duruşu, ancak Kemalizm ilericisiyse gerici nitelikte olabilir. Fakat, bir devrimci yaklaşımın, devletlinin ideolojisini ilerici kabul etmesi –tarihsel olarak aksi olmuş olmasına rağmen– “normal” bir durum değildir. Sosyalist kuşakların buna alışması, durumu normalleştirmiştir.

Böyle bir manzarada, beklenen devrimci değerlendirme, “ideolojik gericiliğin” odağına devlet ideolojisini koymak olmalıydı. Ama, tarihsel misyon solculuğu, ilerici-gerici olmayı tarihsel sıraya koyduğundan, sıranın gerisinde duran İslam hep gerici olarak değerlendirilmiştir. Ve İslam varlığını korudukça, Kemalizm, “daha ilerici” sosyalist ideolojiyle birlikte ilerici kalmayı sürdürecektir!

Peki, bu manzarada, Kemalizmi ilericilik tahtından düşürdükten sonra, halkın çoğunluğunun etkisinde olduğu ideolojiyi mi, İslamı mı, ilerici kabul etmeliydik? Bir devrimcinin buna olumlu bir şüpheyle bakması “normal”dir. Ancak bu da mümkün olmamıştır. Halkın çoğunluğu, egemen Kemalist kanatla mücadele etmeyi sürdüren öteki kanadın uhdesindeki İslam ideolojisinin etkisinde kalmıştır. Bu kanadın da Türkiye tarihinde ilerici olduğu herhangi bir moment olmamıştır. Bağımsızlaştırıcı bir eylemli tavrının da söz konusu olmadığı bu tarihte, engin çoğunluğuyla halk yığınları, iki gerici kanadın ideolojik ve politik hegemonyasındadır. Bugün yeni bir konjonktürde olan da bundan başkası değildir.

Ancak, devrimci çalışma için halk yığınlarına genel ve ayrım gözetmeyen, irdeleyici olmayan bir yaklaşım işlevsizdir. Belirli konumlar, bölükler, dinamikler, özellikler saptanmaya çalışılmalı ve bu doğrultuda çalışmaya girişilmelidir. Tarihsel olarak, sol ve devrimci hareket, 1960’lardan bu yana, halk yığınlarının bugün hayırcı blokun ardında yer alan kesimleri içinde çalışmıştır. Bazı temel özellikler değişmemekle birlikte, bu yığınlar bugünkü niteliklerini aynen taşıyor değillerdi. Bugün, içinde bulunduğumuz dönemsel aşamada, devrimciliğe elverişli ön-özelliklerin ezilen halk yığınlarının, evetçi blokun ardında yer alan kesimleri içinde bulunduğunu, bulunması gerektiğini, kabul ediyoruz.

Modernist sosyalizmin aradığı uygar halk

Barbardan ürken uygar! Herhalde bu, devrimci niyet besleyen birinin düşmek istemeyeceği çok kötü bir durumdur. Ama Türkiye’nin hakim solculuğu devrimcilikten önce böyleydi, ve bugün devrimciliğin gerilediği zaman, yine böyledir.

Kapitalist modernleşme, toplumun geri kesimlerini doyuracak, liberalize edecek, kültürleyecek; ve sosyalistler ondan sonra, kıvama getirilmiş, hatta arkaik dinsel, etnik kimlikleri atarak modern sınıf kimliğini kazanmış halkla temas edecek!

Bir modernleşme döneminin bileşeni olmaya gönüllü bir solculaşma süreci, günümüzdeki artık kireçleşmiş modernist sosyalizmin atasıydı. Bu, 1960’larda ülkeyi saran solculuk rüzgarının da hakim rengiydi. Bu solculuğun içinde bulunduğu kültürel, ideolojik ve psikolojik dünyayı anlamak, bugünkü modernist sosyalizmin soykütüksel boyutu olduğunu bilmek, durumun niteliğini göstermek bakımından, etkili olacaktır:

“1966 Senato seçimi günlerinden birinde, TİP Milletvekili sıfatıyla Çorum’da parti adına konuşmalar yapıyordum, yanımda iki de aday arkadaşım var. Çorum Belediye Binası içinde hoparlör düzeni kurulmuş. Bize yarım saatlik bir zaman ayrılmış. Mikrofondan konuşacağız; halk, telefon direklerine asılı hoparlörden dinleyecek. Öyle de oldu. Daha biz konuşmamızı bitirmeden pencereler taşlanmaya, camlar kırılmaya başladı. Valiyi, Emniyet Müdürünü telefonla aradım, yerinde olmadıkları söylendi. Dışarı çıkmak zorunda kaldık. Yüzlerce kişiydi; yürüyebilmek için zorlanıyorduk. Üstümüze taşlar yağmaya başladı. Başımdan kan akıyordu; zaman zaman da gözlerim kapanıyordu. Arkadaşlarımdan biri üniversite öğretim üyesi kadındı, onun arkadan gelmesini istemiştim. Beni tanıdıkları için olacak, taşlar bana doğrultulmuştu. Durumu değiştirelim, dedik ve caddenin öbür yanına geçtik. Sıra sıra polis vardı, adeta bizi seyrediyorlardı!

“Kalabalık daha da arttı; ilk gördüğüm kapının tokmağından tuttum; elbette onlar da beni!

“Dönüp baktığımda o bine yakın insana, bir kravatlı yoktu aralarında. Her öğün sofradan doyarak kalkmış; paraya doymuş, ikrama, sevgiye doymuş; kadına doymuş bir kişi yoktu!”[20]

Modernist sosyalist ifşayı sürdürüyor ve bu kez Meclis’teki gericileri tasvir ediyor:

“Görüyordum ki çoğu kanıyla düşünüyordu dünyayı; ya ahiret öncesi dünyayla, ya da mevcut itibarı ve cebindeki paranın miktarıyla… İçlerinde, bir tane olsun roman okuyan var mıydı? Kuşkuluydum! ‘Okusalardı’ diye düşünüyordum, ‘belki biraz daha incelikli, hoşgörülü, biraz daha saygılı olabilirlerdi!’ Ne var ki bu saldırganların önemli bir kısmı, daha çok taşrada yaşayıp da gelişememiş küçük burjuvalarda görülen ilkel, görgüsüz, yobaz, gaddar, kaypak ve aşağılık duygusuyla alıngan türden şehirlileşememiş kişiler özelliğini taşıyor olabilirdi. Ve sınıf atlama duygusu ve arzusu onları sürekli nefret kusan kişiliğe dönüştürmüştü! Çaba harcamayan; dinlemeyen, dinlemek için çaba harcamayan; düşünmeyen, düşünmek için çaba harcamayan insanlar…”

Ezileni ve ezeniyle bir toplumsal formasyon mahkum ediliyor; “ileri” kapitalist uygarlık adına pre-kapitalist “gerilik” toptan nefret nesnesi haline getiriliyor.

1960’ların modernist sosyalizmiyle 21. yüzyılın modernist sosyalizmi arasında bir “tarih mesafesi” bulunmuyor. Modernist sosyalist hâlâ modernist sosyalist!: “İçki içenleri sopayla kovalayan bir ‘halk’, sola açık olmaz”:

“Sol, kadınların üç metre geriden yürütüldüğü, karalara boğulduğu, en doğal haklardan mahrum bırakıldığı mahallelerde sıçrama kaydedemez. Bu mahalleler İstanbul’da da vardır, Kayseri’de de, Erzurum’da da, Bitlis’te de… Sol, içki içmenin kriminal bir vaka haline geldiği ilçelerde sıçrama kaydedemez. İçki içmek bir marifet olduğu için değil, tersine doğal olduğu için… İçki içenleri sopayla kovalayan bir ‘halk’, sola açık olmaz. Sol, kendi içine kapanmış, toplumsal ilişkilerin düzenlenmesini bütünüyle cemaatlara bırakmış dev metropol adacıklarında kolay kolay örgütlenemez.”[21]

Bu söz 2010’da sarf ediliyor. Ama ta 1960’larda yaşayan sosyalist öncüleri de aynı halktan ürküyor ve aynı halkı tiksinti ve horgörüyle anıyordu. “Uygar sosyalizm” geleneğinin iki üyesi karşılıklı dertleşiyor sanki. Bu iki sosyalistin aynı iplikten dokunmuş kumaşlar olduğu açık. Burjuvazinin terbiyesinden geçmemiş ezilenle işleri yok bu modernist sosyalistlerin. Onlara göre, ezilenin kente gelmesi yetmez; “kentlileşmesi” de gerekmektedir sosyalizmin ilgi alanına girmesi için.

Ortaçağı hâlâ kültürel de olsa yaşayan halk kitlelerinin sosyalizme meyletmesi beklenmiyor ve karanlıklarında kendilerine özgü egemenlere terk ediliyorlar. Çağdaş sosyalizme çağdaş egemen sınıflar, pre-modern sınıf ve kesimlere pre-modern egemenlik ilişkileri! Önce uygarlıklar çatışacak; proletarya sosyalizmi burjuvaziyle birlikte “karanlık”a karşı dövüşecek; sonra burjuvaziyle kozlar paylaşılacak!

Bu tür “sosyalisti” şu tür “liberal” gayet iyi tanıyor: “Kanımca bu noktada en önemli faktörlerden biri de; Türkiye sosyalist hareketinin bu ‘hayır’cı kesiminin, devletçi bürokrat zümrenin avama –ve onun önde gelenleri olarak bezirganlardan türeme otantik Türkiye burjuvazisine– karşı duyduğu horlama duygusunu paylaşıyor oluşudur. AKP’nin omurgasını oluşturan kesimi ‘burjuvazi’ diye adlandırmaktan imtina etmeye çalışmaları, bu kavramı onlara layık görmemelerinin bir dışa vurumu gibidir. Bu duyguya dinî-muhafazakâr yaşam tarzının, kültürün hor görülmesinin de eşlik ettiği, her ikisinin örtüştüğü, iç içe geçtiği de eklenmelidir.”[22]

***

Türkiye’de bir dönem, en kötü örnekleri yansıtılan modernist bir sosyalizmin devrimci muhalefet bakımından karşılıkları olabildi. Nitekim, 1970’lerin kentlere akan nüfusu bu bakımdan uygun bir taban oluyordu. Devrimcilerle ilerici sosyalist akımların dayandıkları kitleler epeyce farklıydı; sosyalist akımların kitle tabanları her zaman daha şehirliydi. Ama geniş bir çerçeveden ele alınırsa, yavaş da olsa akıntının, devrimcilerin kitlelerinin, ilerici sosyalist akımların kitlelerine benzer özellikler kazanmaya doğru olduğu söylenebilirdi. Sonunda, bugün, devrimcilerin öteden beri dayandığı kitleler modernist ve devrimci-olmayan sosyalizm akımları için çok daha uygun hale gelmiştir.

Modernist sosyalizm, kendine uygun modernleşmiş uygar toplum kesimleri bulabilir. Fakat devrimci bir ezilen kurtuluşçuluğu, bu kesimlerde barınamaz.

Modernist sosyalizm, ne modernlik öncesinin ne de sonrasının özelliklerini ediniyor; toptan reddediyor. Bu unsurların ikisinin/üçünün karmaşık bileşimlerine ise sadece dehşetle bakıyor.

Barbarlıktan asiliğe

Uygarlık-barbarlık ikiliği, ezilen devrimciliğini izlemek ve imkanlarını görmek bakımından gayet işlevseldir. Uygarlık-barbarlık ikiliği üzerinden değerlendirirsek, sol hareketin, dayandığı toplumsal kesimlerle birlikte, geçen yıllar sonunda artık genel olarak uygar tarafta kaldığını söyleyebiliriz. Eski yıllarda, devrimci olmayan sol hareket uygar nitelikteyken, devrimcilerin toplumsal bağlantıları arasında barbar nitelik taşıyanlar önemli orandaydı. Devrimci hareketin devrimciliğiyle birlikte barbarlığı da zayıflamakta, hareketin mensupları “huzursuz asi”ye dönüşmektedir.[23] Devrimci hareketin kalan varlığı ile barbar nitelikler gösteren toplum kesimleri de ayrı düşmüştür. Bu bağlamda, politik olarak reformcu “modernist sosyalizm” akımları “uygarlığın asileri” sayılamaz; onların, uygarlığın –hukuki rejiminde de yer bulmuş– organik bir tarafı, muhalif bir tarafı sayılması uygundur.

Uygarlık-barbarlık ayrımı, genel olarak, sosyo-ekonomik yapı ile sınıfsal ayrımların çaprazlaşmasında ortaya çıkmaktadır. Uygar ile barbar ayrımı, farklı üretim tarzlarının ve bir üretim tarzındaki farklı aşamaların iç içe ve eşitsiz bulunması koşullarının toplumsal karşılıklarında ortaya çıkıyor. Örneğin, gelişen üretim güçleri karşısında, ‘ileri’ye karşı ‘geri’ kalarak “makina kırıcılığı”na yönelen işçiler barbar konumdadır. ‘İleri’ üretim bandında çalışan ve toplumsal yapının organik bileşeni olan, talebini, büyüyen pastadan artan oranlı pay olarak dile getiren işçiler uygar konumdadır. Barbarlık bir anlamda ileri atılan adımı sabote etme, ona çelme atma pratiğidir.

Barbarlık salt ezilenlere özgü bir konum değildir. Ezen barbarlığı da mümkündür. Bir toplumsal formasyonda, farklı ezen kesimleri arasındaki ilişki ve çelişkiler sonucu, ‘eski’ye ait bazı ezen kesimleri barbar konumda olabilir. Bu konum, ezilenlere karşı bir avantaj olarak, ezenler arası ittifakın çimentosu bile olabilir. İşte böyle bir durumda, ezilenler için –muhtemelen en– tehlikeli konum, bu barbarlığa uygarlık adına karşı çıkıştır. Yani, bazı tarihsel momentlerde, ezenler barbar, hareket halindeki ezilenler uygar konumda olabilir. (Bu barbar algısı, günlük dildeki anlamıyla örtüşür ve ezilen, barış adına, sevgi ve kardeşlik adına savaşa, şiddete karşı çıkar.) Türkiye solunun modernist (referandumda hayırcı) kesimleriyle liberal (evetçi) kesimleri neredeyse tam olarak bu durumdadır.

Sol hareketin dayandığı toplum kesimleri, sosyo-ekonomik yapıya entegre olmuş, uygarlaşmış bulunuyor. Devrimci hareketin etkin bir unsur olarak ortalıktan çekildiği koşullarda, bizatihi bir barbarlık pratiği olan devrimciliğin eksikliğinde, sol ve sosyalist akımlar, giderek daha belirgin bir şekilde uygar tarafta kalır olmuştur. Devrimci olmayan politik kesimler zaten bu nitelikleriyle temayüz etmişti. Bir uygar sosyalizm anlayışı sol atmosfere, devrimciliğin zayıflaması ve reformculuğun yaygınlaşması eşliğinde hakim olmaktadır.

Her şeye rağmen, devrimci hareket içinde bu gidişata direnme çabalarını anmak gerek. Devrimci harekette bir politik yapı (DHKP), geleneksel olarak dayanageldiği alt toplumsal kesimlerin derinliklerine çekilmiş bulunuyor. Buralarda bitmekte olan barbarlığı, politik eyleme zorlama şeklinde cereyan eden “üst-belirleme”yle yaşatmaya uğraşıyor. Birkaç devrimci kesim de barbarlığın erozyonu eğilimine kendi yordamlarınca direnmeye çalışıyor. Ancak, devrimci hareketin unsurlarının direnecek gücü, avadanlığı ve enerjisi pek kalmamıştır.

Türkiye sol hareketi bir uygarlar hareketi, “geniş anlamda bir metropol alt-orta sınıf hareketi” olmaya meyletmiştir. Yerleşikleşmiş toplum kesimlerinin harekete ve istikrarsızlığa uzak oluşuna özgü bir konformizm eğilimi içinde bulunuyor sol hareket.

“Yaşam tarzı” üzerinden süren politik konum alışlar da esasen bu konformizme dayanıyor. Kentli modern yaşamlarına ilişkin güvence arayan sosyalistler ve bir devrimin çetin sürecinde yer almak! Yaşam tarzının burjuvazinin bir kesimiyle birlikte dile getirilen bir mücadele gereci olması bile, devrimci iddialar bakımından yeterince ağır bir sorundur. Bu sosyalistler, bu çetin sürece, barbarlara uzak oldukları kadar uzakta bulunuyor.

***

Devrimci hareket, yaklaşık kırk yıldır, esasen 1960’larda TİP’in açığa çıkardığı dalganın toplumsal alanı içinde çalışıyor, bu kesimi devrimcileştirmeye uğraşıyordu. Politik devrimci hareketin, ağırlıkla bu alanın, zaman zaman merkezinden büyük hacimdeki kıyılarında varlık bulabilmesi de anlamlıydı. Bu uğraşın bir sonuç verdiğini ve geçen onyılların, bu insan rezervinin kanı ve teriyle yürütüldüğünü belirtmeliyiz.

Ancak günümüzde, devrimci hareketin, makasını kapatma aşamasında, toplumsal rezervini de değiştirmekle karşı karşıya olduğu görülmelidir. Bugün devrimci hareket, eski mütevazı ölçülere göre bile hayli daralmış toplumsal tabanını hâlâ bu eski kesimlerden sağlamaktadır. Ama bunun artık bir yetmezlik sınırında çakılıp kaldığı da açıktır.

Şimdiki sorunumuz, devrimci hareketin yeni bir devrimcilik makası açma mücadelesini “eski” ve uygarlaşmış toplumsal zeminde mi araması gerektiği, yoksa bu kez “yeni” bir devrimci hareket olarak, bambaşka ve “yeni” bir toplumsal zemin arayışına mı yönelmesi gerektiğidir. Bu işlemi, devrimci hareketin, tarihiyle şekillenen ve niteliklenen eski öznelerinin yapabilmesinin sınırları olduğunu öngörmek zor değil. Yeni toplumsal zemin, herhalde, yeni öznelerle ortaya çıkacaktır.

Devrimci hareket, handikaplarını derinden yaşamasına rağmen, somut seçeneksizliğin tayin edici etkisiyle, hâlâ eski toplumsal zeminde ısrar etmektedir. Bu, mahkum edici bir saptama değil. Zira, “yeni” bir toplumsal zeminin bu ilgiye açık olduğuna ilişkin kıymete değer bir işaretin olduğunu da söyleyemeyiz.

Burada, olsa olsa iki başlı bir kaçınılmazlıktan söz edebiliriz. Gösterdiği dinamiklerin ölgünlüğü, “eski” zeminin devrimci öncelikler anlamında bittiğini kabul etmeyi kaçınılmaz kılıyor. Öte yandan, ezilen devrimciliğinin zorunlu gerekleri bakımından da, bir zeminde aranacak özelliklerin, “beklenen” “yeni” zeminde olması gerektiği izleniyor. Olmazlık ve olmak-gerekliğin ikisinin de karşımızda olduğu vurgulanmak zorunda.

Kırk yıllık devrimciliğin sonuna geldiği içinde bulunduğumuz koşullarda, simgesel olarak, bu devrimciliğin toplumsal dayanaklarının da sonuna gelindiği ve yeni bir devrimcilik döneminin yeni dayanaklarla ortaya çıkması gerektiği üzerinde yürütülen bir işlemdir söz konusu olan.

İki gericiliğin ezilenleri: Karakteristikler üzerine notlar

Hayırcı toplum kesimlerinin ezilenlerinde “barbar” özellikler kalmamıştır. Hayırcı kesimlerde artık uç tepki olarak uygarın radikalliği anlamında “asilik”, “asice radikallik” gelişmektedir. Asiler, barbarların devrimciliği olmadan burjuva demokrasisinin katılımcısı olmaktan kaçınamaz. Devrimciliğin gelişmesiyle asilerin de devrimci dinamiğe bağlanması mümkün olabilir.

Evetçi toplum kesimleri görece geridir ve ezenlerinde barbarlık özellikleri bulunmaktadır; ama bu barbarlık, ezilen barbarlara ilişkin, oturmuş deneyimlerle bir istismar ve silah olarak işe koşulmak üzere hazır tutulmaktadır. Bu kesimin toplam varlığının yapısal olarak “uygar” olduğunu söyleyebiliriz; başka bir uygarlık: Fakat, bu nüfusun ezilenleri içinde kayda değer oranda barbarlık dinamiği bulunuyor.

Hayırcı ezilenler yapıcılaşmıştır, evetçi ezilenler yıkıcılıkla karakterize edilebilir. Hayırcı ezilenlerde bireycilik gelişmiştir, evetçi ezilenlerde birey-karşıtı kadim gelenekler varlığını korumaktadır. Hayırcı ezilen, kitlesel eylemini, bireyler bileşimi olarak algılar; evetçi ezilen, bireysizce toplu davranır.

Hayırcı ezilenler, liberal özgürlüklere yatkın ve bu konuda talepkârdır; evetçi ezilenler kapıkulu kültürüyle yoğrulmuştur ve otoritaryendir.

Hayırcı ezilenler çoğulcu ve ılımlı bir ideolojik formasyona yatkındır, evetçi ezilenler pragmatik bir alışkanlık eşliğinde kesin inanca yatkındır.

Hayırcı ezilenler daha gelişkin bir kültürel formasyona sahiptir, evetçi ezilenler kültürel olarak geridir. Hayırcı ezilenler yazılı kültüre yatkındır; evetçi ezilenler sözlü ve görsel kültüre.

Hayırcı ezilenler laikliğe yatkın ve dinden uzaktır; evetçi ezilenler dinsel ve asıl olarak geleneksel ortamda yaşar. Hayırcı ezilenler, sosyalizmle tanışıktır, evetçi ezilenler için sosyalizm dışarlıklı bir niteliktir.

Hayırcı ezilenler, şiddetten uzak durmayı ve tepkilerini meşruiyet içinde vermeyi bir yaşam tarzı olarak öğrenmiştir. Evetçi ezilenler, şiddete ve zora alışkın bir özellik göstermektedir.

Hayırcı ezilenler, devletle “yurttaş” olarak hukuki ilişkiler kurmaktadır. Evetçi ezilenler, kadim “cebri terbiye” sonucu, devletine teslim olmuştur. Hayırcı ezilenler formel pedagojik kültür yoluyla terbiyelidir; evetçi ezilenler zor ve baskı, ve geleneksel kültür yoluyla terbiyelidir.

Hayırcı ezilenlerin muhalefet kültürü vardır; nasıl örgütlenileceğini, hak mücadelesi verileceğini, meşru yolların ne olduğunu bilirler. Evetçi ezilenler bunlardan yoksundur.

Hayırcı ezilenler, toplumsal formasyonda organik bir yer işgal etmektedirler. Entegre olmuşlardır. Evetçi ezilenler, istikrarsız ve güvencesiz bir konumdadır. Entegrasyon düzeyleri düşüktür ve toplumsal formasyonun sınırlarında ve boşluklarında tutunmaya çalışmaktadırlar.

Hayırcı ezilenler müzakerecidir; evetçi ezilenler çatışmacıdır. Hayırcı ezilenler muhaliftir; evetçi ezilenlerin taleplerini karşılama yolu kapma, çapul veya patronajdır.

Hayırcı ezilenler, “Batı tipinde bir demokrasi”nin uygun toplumsal katmanlarıdır. Evetçi ezilenler, böyle bir gelişmeye köstek olacak paryalardır.

Görece hareketli olmalarına rağmen hayırcı ezilenlerin enerjileri patlayıcı değildir. Evetçi ezilenler sessiz durmalarına rağmen patlamaya eğilimlidir. Bu yüzden sürekli şiddet tehdidi karşısındadırlar.

Hayırcı ezilenler, geride barbarlığı da içeren bir mücadele tarihi bırakmıştır; özelliklerinin birçoğu bu tarihin dersleriyle yüklüdür. Evetçi ezilenlerin, zaman zaman devletli tarafından kullanılmak dışında, böyle bir deneyimi bulunmamaktadır.

Hayırcı ezilenlerin, tarihsel deneyimden alınan dersler sonucu, devrimci bir harekete yönelmeleri mümkün görünmemektedir; evetçi ezilenlerin, “devlete asker olmak” dışında bir yol aradıklarında, devrimci tepki dışında seçenekleri yoktur.[24]

4. “Gerideki ileri”nin teorisi ve Hanif Marksizm

Genel olarak Türkiye nüfusunun barbarları Kürtlerdir. Türkiye toplumunda, barbarlık dinamiğine sahip olanlar, bu konuda bir potansiyel taşıyanlar, laikçi modernist sosyalizmin “Anadolu gericiliği” olarak ayrıştırdığı kesimlerdir.

Uygarlaşmış toplum kesimlerinin hareketindeki yıkıcı öğe terbiye edilmiştir. Terbiye kültürü, ağır yıkımlar gibi spektaküler kesintiler olmaksızın geri dönüşe kapalıdır. Modernist bir yerde konumlanmış sosyalist sol, “Anadolu gericiliği” olarak adlandırdığı bu yabanıl, hoyrat barbarlar karşısında, içinde olduğu için şükrettiği bir uygarlığın değerlerini savunur durumda bulmakta kendini; ve ardından bilinci devreye girince de, bu refleksini büyük bir özdeşlikle rasyonalize etmektedir: Akıl uygarlığının akıllı muhafızları ve ileri götürücüleri.

Mesele, “ilerici” ve modernist toplum kesimlerinde devrimci bir dinamiğin artık kalmadığının kesin gibi olduğu ve “Anadolu gericiliği”nin bugün ezici yapısıyla devletliye kapılanmak, devletin “ekmeğini yemek” ve “kılıcını çalmak” olarak karakterize olduğu gerçeği karşısında, “devrimci” dinamiğin ancak bu kesimlerin içinden çıkabileceğine ilişkin seçeneksizlikte yatmaktadır…

Barbarlarda, enerjisini devlet aygıtlarına yönelten ve patronajı aşan bir dinamik yok, “normal koşullar altında” görünür bir gelecekte de beklenmemeli. Bu dinamik karşı tarafta kalmayı, devletin sevk ve idaresine tabi olmayı sürdürürse, büyük bir ihtimalle Marksizm bir modernist/uygar sosyalizm akımı olarak Türkiye tarihindeki yerine iyice oturacaktır.

“İleri”deki değil, “geri”deki ileriye fırlayacaktır –eğer bir eylem olacaksa… “Geri olanın ileri bir yönü olduğu” ya da “Devrimci olanın geri olandan çıkıp fırlayacağı”, tarihsel diyalektiği içinde Marksizmin devrimci anlayışının tayin edici bir düsturu konumuna gelmiştir. Üretim sürecinin ileri momentlerinde yer alan sınıfların devrimci tepkiler geliştirmesine gerek bulunmaz ve bu sınıflardan sadece düzeltimci / reformcu politik yönelimler beklenir.

Eğer sözkonusu barbar ezilenlerde beklenen dinamik ortaya çıkmazsa, Türkiye’de yeni bir devrimcilik sürecinin başlaması da beklenmemelidir.

***

“Barbarlık” kendi başına bir olumluluk değildir; bir konumdur. “Anadolu gericiliği”ndeki bu konumun, özellikle tarihsel kültürel-politik şekillenmişliğiyle bir Marksist için hiç de “sevimli” bir mahiyet taşımadığı, sözü edilen karakteristiklerin isabeti ölçüsünde, görülüyor.

Gerçi Türkiye devrimci hareketi, ezilenlerle pedagojik olmayan ilişkilenme deneyimine sahiptir, ancak “yeni hedef”in aykırı nitelikleri kendini her an gösterecektir. Bu kesimler arasında politik faaliyetin, önceki deneyimlere paralel şekilde yürütülebileceğini sanmak yanıltıcı olacaktır. Bir döneme ve bir toplum kesimine özgülenmiş örgütlenme anlayışı, mücadele yöntemi ve hareket tarzının yeni kesimlerde geçerli olmaması beklenir. Barbar dinamikli toplulukların kültür parametreleri önemli farklılıklar gösterecektir. Toplumun bu kesiminin gençliği, modernite-öncesini henüz tam olarak arkada bırakmadan kendini içinde bulduğu modernitenin kültürel araçlarına entegre olma sürecinde de doygunluğa ulaşmamışken, bu kez, modernite-sonrasının araçlarıyla baş başa kalmıştır. Yazılı kültürde pekişmekten çok, geleneksel kültürden, benzer temalara sahip modernlik-sonrası görsel ve sözlü kültür araçlarına geçiyorlar. Örneğin, günlük gazetelerin bu nüfus kesiminde gayet az okunurluğu, modernist ideolojinin tarihsel olarak kendine has kıldığı araçlarla bu kesime ulaşma kanallarını da açamaması anlamına gelmektedir.

Bu bağlamda, barbar paryalar arasında, tanım gereği bir tek, uygar modernistler arasından “zihniyet göçü”nü yaparak gelmiş devrimciler yaşayabilir, yaşamalıdır. Ancak, her şeye karşın, uygarların arasında ve bir uygar olarak “barbar”lığı devrimcilik sonucu edinenlerin, barbarların arasında uygarın misyoner asileri konumuna düşmemesi çok zor olsa gerektir. Devrimciler burada kendi kavim kardeşlerini bulmalı, mücadele içinde yoldaşlık inşa etmelidir.

‘Hanif Marksizm’, bu toplum kesimleriyle mücadele içinde bir ilişki için genel ideolojik-politik-kültürel teçhizatı oluşturmaya en uygun anlayıştır.

***

Tüm karşı-potansiyellere ve önermelere karşın, Türkiye sol hareketi yine de modernist bir kitlesel dayanakla gelişme yakalayabilir. Göç yerinde yaşanacağı kesin olan zorlukları göz önüne alınca, böyle bir gelişmenin etkisine kapılmamak zor olacaktır. Devletliyle gerçekleşecek ve “eski devrimcilik dönemi”nin söylemlerinin de hovardaca kullanıldığı birtakım çatışma pozisyonları, etkinin gücüne çarpan etkisi yapacaktır.

Devrimci olmayacaksa, demokrasiyi “laik ve çağdaş standartlar”da kurmaya yönelecekse, kendine kurulu düzen içinde kurumsal bir yer arayacaksa, bu sosyalist gelişmenin yolu açık olsun! Böylesi, burada önerilen türden bir devrimciliğin hakim olmamayı peşinen kabul etmesi gereken bir durumdur.

Göze alınmalıdır!

 

 


[1] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Umut Yay., İstanbul 1992, s. 162

[2] Kaypakkaya, a.g.e., s. 152

[3] Kaypakkaya, a.g.e., s. 159

[4] Bu kesimin 1960’lardaki önde gelen temsilcisi –ve daha sonra öteki tarafa geçmiş olan– Demirel’in, İslamcılıkta, ordu karşıtlığında, taşradaki gericiliğe dayanmada şimdiki AKP’den hiçbir farkı yoktu. Örneğin, Kaypakkaya, Demirel’in “halktan 200 bin kişinin silahlanması”ndan söz ettiğini hatırlatır. (Kaypakkaya, a.g.e., s. 152) Bu, polisin askere karşı bir güç olarak kuvvetlenmesini isteyen bu kanadın çeşitli sözcülerinin derdinin –ta o zamanlar– bir başka şekilde dile gelmesinden başka bir şey değildir.

[5] Legal örgütlenmelerin artık yerleşik bir hal alması ve buna alışılageldik tepkilerin verilmemesi, farkındalığın bir göstergesidir. Legal partileşmeyi artık sadece bir politik akım şiddetle eleştirmeyi sürdürüyor. Ötekiler, neredeyse sessizce ve yorumsuz değinmelerle geçiştiriyor gelişmeyi: Sırça köşkte oturan başkasının penceresini taşlamazmış!

[6] Boykottan yola çıkarak “büyük politika” oluşturmaya çalışanlar, her iki bakımdan gerçeksiz durumdalar: Hem basit ampirik gerçeği algılamada, hem bir durumu değerlendirmede… Oysa, bu ölçüde “kusur” ancak devrimci pratik için değer.

[7] Birgün, 13 Eylül 2010

[8] Ferda Koç, “Büyük Tehlike’ye Karşı “Birleşik Direniş Düzeni”, 14 Eylül 2010 (sendika.org)

[9] Kemal Okuyan, “Yüzde 42’nin Sırrı”, sol.org.tr)

[10] Okuyan, “ ‘Evet’çi Yüzde 58’i Nasıl Bilirsiniz?” (sol.org.tr)

[11] Okuyan, a.g.e.

[12] Ferda Koç, “Büyük Tehlike’ye Karşı “Birleşik Direniş Düzeni”, 14 Eylül 2010 (sendika.org)

[13] Okuyan, “‘Evet’çi Yüzde 58’i Nasıl Bilirsiniz?” (sol.org.tr)

[14] Ferda Koç, a.g.e.

[15] Metin Çulhaoğlu, “Toplum Aklını mı Yitiriyor?”, 11 Eylül 2010 (sol.org.tr)

[16] Tarih, birçok terimin içeriğiyle oynuyor, dönemine göre farklı anlamlar veriyor. Birçok terim, “komünizm” gibi gayet uygun biri de dahil, tarihsel ideo-politik taşıyıcılarıyla damgalandı. Sol, Fransız Aydınlanmacı kökene sahip, ve tarihsel kök-anlamını, üzerinden geçen süreye rağmen koruyan bir terim. Aykırı bile olmuyorsa, hiçbir zaman demek istenenle tam örtüşmüyor ve sürekli kayıtlar düşmek zorunda kalınıyor. Sakıncalarını gözeterek, yerine uygun başka bir terim bulununcaya kadar kullanılmak durumunda. Bu anlamda, Kürt Hareketi, Türkiye “politik coğrafya”sındaki tek solcu politik güçtür –öteki solcuların “güç” olmadığı anlamında.

[17] Referandumun; sendikalaşma, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru, HSYK’da değişiklik gibi kimi güya demokratik değişim vazeden yönlerinin burada sözünü etmeye bile değmez.

[18] Hayırcı sosyalist blokun bazı merkezi özneleri, modernist laikçi cephede yaşanan sarsıntılar sonucu bugün Kürt ve İslam başlıklarında Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP’nin bile sağına kayma durumundadır.

[19] Kürtlere tutuma ilişkin simgesel bir örnek: Kürt köylülerini kurşuna dizdiren bir komutan olan M. Muğlalı’nın yargılanıp mahkum edilmesi, 1949’da, inisiyatifini yitiren CHP yönetimi ortamında, DP muhalefetinin girişimleriyle sağlanmıştır. Buna karşılık, 28 Şubat –ve artçı– döneminde, Muğlalı, TSK tarafından bilhassa öne çıkarılan bir simge olmuştur.

[20] Yusuf Ziya Bahadınlı, Meclis’in İçinde Vurdular Bizi, Asya Şafak Yay., İstanbul 2006

[21] Okuyan, “‘Evet’çi Yüzde 58’i Nasıl Bilirsiniz?” (sol.org.tr)

[22] Ömer Laçiner, “Sosyalistlerin Tutumu Derken?”, Birikim, Sayı 256-257

[23] Barbarlık-asilik kavram ikiliği, Teori ve Politika literatürüne daha önce kazandırıldı. (Ali Osman Alayoğlu, “Barbarlar ve Asiler”, Teori ve Politika, Sayı 26, Bahar 2002, ss. 37-75)

[24] Hayırcı ezilenler, “68’liliğe” uygundur; evetçi ezilenler, 71 devrimciliğinin dilinden anlar.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar