Ana SayfaArşivSayı 45‘Kitlesel İşçi’den ‘Çokluk’a Sınıfçı Tarihselciliğin Özne Arayışı

‘Kitlesel İşçi’den ‘Çokluk’a Sınıfçı Tarihselciliğin Özne Arayışı

Süleyman Yılmaz Bulduruç

Michael Hardt ve Antonio Negri tarafından kaleme alınan İmparatorluk[1], ve sonrasında, bu eserde belirlenen sistem tanımlaması ışığında politika felsefesi temelinde oluşturulan Çokluk,[2] akademilerden küreselleşme karşıtı eylemcilere kadar geniş bir çevrenin ilgisiyle karşılandı. Marksizmin hem politik hem de teorik geriye çekilme dönemini yaşadığı “uzun otuz yıl”da ortaya konulan tespitlerin “Marksizmin ötesi” olma iddiasına rağmen Marksist referanslı olması ve Negri’nin biyografisi dikkate alındığında yazarların ortaya attığı önermeler ilgiyi hak etmektedir.

Diğer yandan, mevcut politik atmosfer İmparatorluk teorisyenlerinin daha önceki çalışmalarının da tartışılmasının dayanağı olmuştur. Matteo Mandarini’nin dikkat çektiği gibi, “[Negri ve Hardt’ın] ürettikleri eserler, hatta bizatihi İmparatorluk bile İtalya’da il popolo di Seattle olarak bilinen şeyin ve bu Amerikan kentinden –şimdiye kadar– Cenova, Barselona ve Floransa’ya geçen yeni mücadeleler çevriminin oluşum halindeki küresel öznellikleriyle kesişmemiş olsaydı akademi dışında etki yaratmayı başaramazdı”.[3] Bu etkinin varlığı hayırlı olmuştur. Marksizmin tartışma dışına itildiği günümüz koşullarında, önemli eleştirel yükümlülükler doğursa da, bu eserlerde, kimi çekincelerle tartışılan Marksizme göndermelerin dışına çıkılamaz.

İmparatorluk ve Çokluk uzun bir teorik çalışma sürecinin, hapishane / sürgün de dahil olmak üzere Negri’nin politik bir ‘gelenek’le bağının son metinleridir. Burada bir akademisyen olarak M. Hardt’ı düşüyoruz[4] ve Negri’nin, 1960’ların ortasından son çalışmalarına kadar süreklilik taşıyan epistemolojik yaklaşımına ve politik konumuna odaklanıyoruz. Negri, “Otonomist Marksizm” diye bilinen ve özellikle 1960’lı yılların ortalarından 1979’a kadar İtalyan politikasında devrimci uçlar veren politik bir akımın önemli temsilcisidir.

Bu yazı çerçevesinde savunacağımız, “Otonomist Marksizm”in Negri’nin çalışmalarında bir süreklilik taşıyan üretiminin bilim-politika ayrımından uzaklığı, işçici/sınıfçı bir politik öznecilik ve tarihselci epistemolojinin harmanlanması olduğudur. İmparatorluk ve bir ‘öznellik’ olarak Çokluk ile ilgili tespitler adı geçen geleneğin teorik olarak tutarlı sonuçlarıdır. Politik olarak ise, bu geleneğin, Marksist devrimciliğin temelleriyle ilişkisi problemlidir. Ayrıca bu akım, Negri nezdinde, dayanılan ‘politik gelenek’ açısından inceleme konusu yapılacaktır.

Negri üretken bir teorisyendir. Ontolojist bir temelde tarihsel dönemlere ayırdığı politik uzamla ilgili ve kapitalist üretim tarzına yönelik bir paradigmatik yöntem izlemiştir. Burada özellikle paradigmatik yöntemi vurgulamak gerekir. Kavramların dönemsel kapalı eğriler içinde kullanıldığı ve bu yolla teorik bir sistemin oluşmasına olanak veren bu yöntem, özellikle epistemoloji-ontoloji ayrımının tanınmadığı çalışma bütününde politik sistemler zincirine yol açar.

Diğer bir zorluk ise politika teorisi ile ‘politika felsefesi’ arasında kurulan ve politika felsefesi lehine oluşturulan ilişkiselliktir. Negri’nin hukuk felsefesi profesörü olduğu burada akılda tutulmalıdır. Negri’nin tüm eserine ontolojik materyalizm damgasını vurur. Buna tarih biliminin politik sömürüsünü de eklemek gerekir.

Çalışma, politika anlayışıyla sınırlı olmakla birlikte yer yer Negri’nin ayrımlarının belirsizliği ve epistemolojiye dayanma çabalarının sonucu disiplinler arası çalışma yöntemini izlemesi nedeniyle gelgitlere neden olacaktır. Ancak İmparatorluk teorisinin –teorik- geçerliliği ya da ampirik uygunluğu / uygunsuzluğu bu çalışmanın konusu değildir.

Marksizmde çatallanmalar

Marksizm, Lenin’in eserinde politik-devrimci bir kuruluş yaşarken, bu süreç içinde çatallanmalara da uğramıştır. Lenin’den Mao’ya Marksizmin devrimci diyalektiği[5] bir süreklilik içinde tarihsel planda aktüel mücadelelerde özgülleşmiştir. Buna rağmen Lenin’in eseri, Marksizm içinde devrimci hegemonya oluştururken ilk dönemden itibaren “devrimci diyalektik”in dışına düşmeleri de beraberinde getirir. II. Enternasyonal adıyla anılan çizginin Marksizm dışına çıkması bir yana, Ekim Devrimi ve onun oluşturduğu politik atmosferde kurulan III. Enternasyonal’le uyuşmayan akımlar olmuştur. Bunlardan “Konsey Komünizmi” ve “Sol Komünizm” diye anılanlar ilk ayrışanlardır. Esas olarak politik strateji ve taktik ile ilgili bir ayrışma olarak anlaşılması gereken bu çatallanmaların teorik boyutu da mevcuttur. Dikkat çekici olan, Batı Marksizminin ilk kuşağının iki önemli teorisyeni G. Lukacs ve K. Korsch’un Konsey Komünizmiyle ilişkisidir. Diğer bir örnek ise daha geç bir tarihte oluşan ve bir bakıma Sovyet merkezi politikasının oluşmasından sonra (öncesi de olmakla birlikte) bir tepki olarak ayrışan İtalyan Marksist A. Bordiga’nın Sol Komünizmidir.

Özellikle III. Enternasyonal’de yaşanan gelgitler, politik anlamda doktriner dayatmacılık anlayışının egemen olması benzer ayrışmaların yolunu açmıştır. Ancak tüm eleştiriler saklı kalmak kaydıyla belirtilmelidir ki, komünizm adıyla anılan politik akım uzun yıllar bir merkeze sahip olmuştur.

Troçki’nin Sovyetler Birliği süreciyle ilişkisinin kesilmesi de bir çatallanma olarak anlaşılabilir. Diğer kollardan ayrı olarak Troçkizm, oluşumunu, Ekim Devrimi’nde Troçki’nin oynadığı role ve daha sonra Troçki’nin Sovyetler Birliği’nin izlediği yola yönelik eleştirilerine dayandırır. Politik devrimci bir kanal oluşturamama anlamında Troçkizm de Marksizmin devrimci diyalektiğinin dışındadır.

Ana damar dışında oluşan bu çatallanmaların ortak özelliği, belirttiğimiz gibi, Ekim Devrimi’nde ifadesini bulan politik yaklaşıma olan mesafeleridir. Daha sonra farklı düzeylerde olsa da III. Enternasyonal’i de etkisi altına alacak olan “sınıfçılık / işçicilik” politik ayrışmanın temel yönüdür. Buna bağlı olarak ‘öncü politika’ya mesafeli olma, sosyalizmin inşası, devlet sorunu gibi konular fark başlıklarını oluşturur. Troçki’nin ayrışması özgünlüğü oranında ele alınmalıdır. Tek ülkede sosyalizm gibi, Sovyetler Birliği’ndeki inşa problemleri ve bununla birlikte Komintern’in uluslararası düzeyde izlediği politikaya ‘sol muhalefet’ yürüten Troçki yenilmiş ve tasfiye edilmiştir.

Ana akım dışında kalan çatallanmalar, çıkışları esasen politik ayrışmalar olsa da politik uçlar vermemişlerdir. Çatallanmanın kolları özellikle Mayıs 1968’e kadar politik ifadeden yoksundur. 1968 hareketi ise hiç beklenmedik şekilde Lenin’den devralınarak Çin’den gelen Marksizmin devrimci ideolojik izlerini taşır. Yine de mevcut komünist partilere (KP’ler) tepkiler ana damarda toplanırken yan kollara politik ifade kanalları da açmıştır.

Batı Marksizmi

Politik alanda ortaya çıkan ayrışmaların dışında “Batı Marksizmi” diye bilinen teorik bir okul da mevcuttur. Batı Marksizmi, Leninizmle ifade edilen Marksist devrimciliğin alanının dışında çatallanmada teorik bir akımdır. Kimi teorisyenlerinin aynı zamanda politik hareket içinde yer almaları, KP’lerde önemli roller oynamaları bu durumu değiştirmez. İlk kuşak Batı Marksizmine daha dikkatli bakarsak ortak özellik olarak tarihselci epistemolojinin belirdiğini vurgulamak gerekir. Bu yönüyle bu akım, II. Enternasyonal’in ekonomizmine teorik bir tepkidir. Tarihselcilik, kökenini felsefede, özellikle Avrupa teorik geleneğindeki idealist felsefe temeline dönüşte bulur ve oradan Marksizme uzanma çabası olarak şekillenir. G. Lukacs’ın ve K. Korsch’un dolayımsız Hegelciliği ve Gramsci’nin Croce dolayımıyla Hegelci idealizmle ilişkilenmesi dikkat çekicidir.[6] Yine Frankfurt Okulunun psikanaliz ve Hegelciliğe yönelik çalışmaları bu bağlamda ele alınır. Belirgin bir şekilde vurgulanan öznecilik ve buna bağlı sınıfçılık Batı Marksizmi için ortak özelliktir.

Batı Marksizminin “teorileri ve ilkeleri belirli bir tarihsel olgunun sonuçları yani 20. yüzyılda Batı Avrupa’da devrimlerin aynı tarz yenilgisiyle de damgalanmıştır”.[7] “Batı Marksizminin bir bütün olarak taşıdığı gizli özelliği bir yenilgi ürünü oluşudur.”[8] III. Enternasyonal’e bağlı KP’lerin teorik ve politik olarak doktrinerleşmesi, Ekim Devrimi sonrasında politik hareketteki düşüş Batı Marksizminin akademik bir eğilim olarak oluşmasına zemin hazırlamıştır. Yine Genç Marx’ın bilinmeyen eserlerinin gün yüzüne çıkması bu akımın çalışma kaynaklarını genişletirken etkisini de güçlendirir.

Burada bir parantez ile belirtilmelidir ki Althusser’in Kapital’i Okumak ve Marx İçin adlı çalışmaları Batı Marksizmi ve egemen Marksizm anlayışı arasında kurulan ilişkiye bir müdahaledir. Ekonomizm, tarihselcilik ve teorik hümanizme karşı Althusser Marksizme felsefeden bir müdahalede bulunmuştur. Her ne kadar Batı Marksizmiyle birlikte anılsa da Althusser’in eserini anti-Batı Marksizmi olarak ele almak daha uygun olacaktır.

1968 hareketi Batı Marksizmi açısından yeni bir dönemi ifade eder. Kökenini Lukacs, Korsch ve Gramsci’den alan ilk kuşak, teorik zeminde ortaklaşa, ancak özellikle merkezi KP’lere mesafeliyken, mesafelerini koruyan ikinci kuşak teorisyenler politik harekete daha yakın olmuştur. Burada Negri’nin çalışmaları üzerinden ifade edeceğimiz ve Batı Marksizminin öncülleriyle ilişkili olan “Otonomist Marksizm” ikinci kuşak Batı Marksizminin politik uçvermesinin ifadesidir.

Otonomizmin kökleri[9]

Negri’nin eserleri akademik bir çalışmanın ürünü, politik düzeye dışarıdan teorik müdahale olsaydı iç devrimciliğiyle değerlendirilebilirdi. Ancak Negri belirli bir dönem etkili olmuş, Marksizmin ana damarı dışında ‘Marksist’ referanslarla politik konumlanmayı hayata geçirmeye çalışan, bu nedenle de tutuklanan bir teorisyendir ve bir akımın en önde gelen figürüdür. Bu nedenle Negri’nin “Marksizmin genel alanı”ndaki[10] yerini ve konumunu belirlemek aynı zamanda “Otonomist Marksizm”in ilişkilendiği / esinlendiği politik ve teorik akımları izlemeyi gerektirir. Burada bir ön görüş olarak belirtilmelidir ki Marksizmin politik alanındaki ifadesiyle teorik varlığı arasındaki yarılmanın izleri Otonomistlerde de herhangi bir 20. yüzyıl “Marksizmin genel alanı” bileşeninde görülebildiği kadar açık izlenebilir.

1960’larda “Kızıl Defterler”le başlayan işçicilik (operaismo) önceki bölümde ifade ettiğim iki alanın toplamına denk gelir: Politik olarak III. Enternasyonal dışı ‘Marksizm’ ve teorik olarak Batı Marksizmi, daha özelde Hegelci Marksizm. H. Cleaver’in değerlendirmesiyle Otonominin “kökeni Bolşevik iktidarın devlet kapitalizmine dönüşmesine karşı bir tepki ve bunu takiben Sovyet iktidarının ve savunucularının eleştirisinde yatar.”[11] Detaylandırırsak bu bileşenleri…

Konsey Komünistleri: Pannekoek, Ruhle, Pankhurst gibi önemli temsilcilerinin sayılabileceği Konsey Komünizmi sınıfçı / işçici bir akımdır. İşçi sınıfının öz gücünü ve öz deneyimini vurgular. Örgütlenme biçimi olarak ‘Konseyler’i sınıfın ruhu olarak tanımlar. İşçiler ancak doğrudan deneyimleriyle devrimci hale geleceklerdir, dolayısıyla Leninist öncü parti anlayışı ve politikası eleştirisi üzerinden hareket edilir. Komünizmin bir hareket olarak tanımlanmış ve işyeri mücadelelerinde örtük olarak bulunduğu, bütün iktidarın işçilere verilmesi durumunda sermayenin yok edilebileceği savunulur. Politik olarak anarko-sendikalist akımlarla ilişki ve kesişmeler olsa da belirgin bir politika ortaya koyamamıştır.

Sol Komünizm – Amadeo Bordiga (1889-1970) ve Bordigacı Gruplar: Leninist parti ve politika anlayışına, erken dönem Sovyetler Birliği’ne yönelik köklü eleştirileri vardır. Sınıfı bir “hareket” olarak ele alır, sınıfı belirleyen hareket partiyi de belirlemekte ve gerekli kılmaktadır. Yani parti sınıfın doğrudan politik eylemi içinde ortaya çıkacaktır. Parti bir kez oluştuğunda sınıfın devrimci bilincini ve iradesini birleştirir…

JFT (Johnson-Forest Eğilimi): Troçkist kökenli bir gruptur. ABD’de 1948’de Hegel, Marx ve Lenin’den etkilenerek Troçkizmden koptular. Dolaylı yollardan Konsey Komünizminin etkisinde kaldılar. Raya Dunayevskaya Forest 1953’te bu gruptan ayrılarak Marksist hümanizm olarak tanınan Hegelci Marksizm üzerine çalıştı.

Frankfurt Okulunun Hegelcilik, psikanaliz ve Marksizmi uzlaştırma çabaları ve kültürelci okumaları teorik olarak Hegelci Marksizmin tüm versiyonlarını etkiledi.

1950’lerde Fransız Troçkist hareketinden kopan C. Castoriadis’in başını çektiği Ya Sosyalizm Ya Barbarlık dergisi çevresinde toplanan sınıfçı / özneci akım.

Guy Debord’un çalışmalarıyla bilinen 1968’de Situationist (Durumcu) enternasyonal politikayla daha yakın ilgileri bulunan, Frankfurt Okulu, Hegelci Marksizm etkilerini taşıyan daha çok sanat üzerine çalışmalarıyla bilinen grup.

Bunların dışında özellikle Rosa Luxemburg’un ilk dönem yazıları ve politikaya ilişkin Lenin’le tartışmaları, G. Lukacs, K. Korsch’un çalışmaları bir temel olarak alınmalıdır.

Bir taraftan III. Enternasyonal Marksizmine eleştirel, yer yer karşı konumlanışla, diğer yandan özneci eğilimin baskın tonuyla karşı karşıyayız. Sınıf belirlenimini, sınıfın öznel gücü üzerinden yürütülen işçici tarihselci bir rota izler. Politik düzeyde epistemoloji ile ontoloji arasında kurulan kısa devre sonucu sürekli bilim alanına politik müdahaleler yaşanırken bilim alanında devşirilenler politikada aranır. Otonomistler zamanla Hegelci Marksizmin etkisinden çıkarak G. Deleuze ve F. Guattari’nin etkisiyle post-yapısalcı eleştirinin kimi yanlarını edindiler. Felsefede Spinozacı bir dolayımın etkileri son çalışmalarına kadar uzanmıştır. Hegelci özcülüğün ve sınıfçılığın izleri Spinozacı bir okumanın ontolojik materyalizmi sınırında belirgin olarak korunur. Ontoloji-epistemoloji ayrımının tanınmadığı teorik binada epistemoloji ontolojik içkinliğin sömürüsüne uğrar.

Negri, Althusser’in teorik hümanizm eleştirisinin etkilerini de taşır. Özellikle, makine insan gibi bir melezleşmeyle “türsel varlık olarak insan” eleştirisi barındırır çalışmaları. Ancak ‘insan’ın teorik bir yapıntı olarak devreden çıkarılması özneciliğin devre dışı kaldığı anlamına gelmez. İşçi sınıfı özne olarak ele alınarak tarihselci bir araştırma konusu yapılır, ontolojik içkinciliğin seyrinde genel olarak ‘sınıfçılık’ uğrağında kalınır.

Politika sahasında Otonomist Marksizm 1979 tutuklamalarıyla[12] noktalanmıştır. Bu tarihten sonra ortaya konulan üretimlerle ‘Otonomi’ politik alanla pratik düzeyde ilişkisiz konumdadır. (Tek tek Otonomistlerin pratikleri burada konu dışıdır. Bir akım olarak politika yapma, politik pratikte varolma anlamında bir belirlemedir burada yapılan.) Kökendeki Batı Marksizmi yatağına geri dönülmüştür. Son süreçte İmparatorluk ve Çokluk’tan kimi politik esinlenmeler gösterse de bir politik hareket olma vasfına yaklaşamadığı gibi, Negri’nin çalışmalarının sürekliliği dışında Otonomist akımın uzun süreli boşluğu aynı değerlendirmeyi yapmayı gerekli kılar.

“Otonomist İşçi”, Rebibbia Hapishanesinde tutuklu bulunan militanları aracılığıyla, 1983’te, 1979 tutuklamaları öncesini değerlendiren ve “savunma” içeriğinde dikkat çekici bir metin kaleme almıştır. “Devrimi Hatırlıyor musunuz?” başlıklı bu metin[13] 1970’lerin politik pratiğini içeriden değerlendirmesi bakımından önemlidir. Bununla birlikte adı geçen ‘savunma’, ‘Otonomi’nin devrimciliğe, şiddete, örgüte bakışının ipuçlarını sunarken aynı zamanda bir değerlendirme olarak sonraki yönelimi de verir. Burada belirtilmelidir ki, pratik politika içindeki konumların farklılaştığı tarihsel sürtünme alanının gelgitleriyle, teorik olarak süreklilik çizen yaklaşım ve bu sürekliliğin izlenen sonuçları karıştırılmamalıdır.

İtalyan ‘uzun 68’i, 1967’den başlayan ve 1979’a kadar farklı periyotlarla yükselen politik eylem dalgalarını kapsar. 1968 dalgasının ortak özelliklerinden biri olan mevcut KP’lere ve onların çizdiği politik stratejilere muhalefet, öğrenci gençliğin oynadığı yaygın rol belirgindir. Ayrıca İtalya’nın özgünlüğü, genç işçilerin yerleşik iş kurallarına muhalefetiyle önemli bir toplumsal taban yaratmıştır.

1968-69 yıllarında genel toplumsal hareketin klasik komünist geleneğin saikleri içinde hareket ettiği belirtilir. “Bu yüzden bu dönemin programları ve sloganları, yasallığın şiddetle kırılışını yeni bir karşı gücün manifestosu olarak savunmacı olmayan terimlerle kavramlaştırmıştı.”[14] İllegal örgütlenmenin bu pratik seyir içinde olağan karşılandığı ve devrimci politik pratiğin öncüllerinin oluştuğu bir dönemdir.

‘Kızıl Tugaylar’ın oluşumu bu döneme denk gelir. “Kızıl Tugaylar ise Toronto şehrindeki Marksist-Leninistler ile Milano bölgesindeki eski Komünist Partisi üyeleri ve Emilio bölgesinde Komünist Gençlik Federasyonu’ndan gelenlerin birlikteliğinden oluşmuştu. Bu ilk dönem Kızıl Tugaylar devrimci hareketle değil, Komünist Parti efradıyla temasa geçip destek aradı. Eylemleri anti-faşist ve ‘reform’ için silahlı mücadele eksenliydi.”[15]

1973-74 döneminde “parlamento dışı muhalefet” diye anılan ve geniş bir içeriğe sahip olan hareket parçalanmaya başlar. Komünist Parti’nin, yönetimdeki Hristiyan Demokratlarla “Tarihsel Uzlaşma” diye bilinen stratejik işbirliğine girmesi bu parçalanmanın nedenidir. Bu dönemle birlikte klasik işçi örgütlenmeleri, yerleşik sendikal alanla ilgili ‘işçicilik’ akımının ayrımları da netleşir. ‘Sınıf bileşimi’ kavramıyla birlikte ayrımlar ortaya koyulur. Marksizmin politik düzeyine ilişkin temel referanslarına politikadan eleştiriler gelir ve farklılaşmalar ortaya çıkar. Bir anlamıyla ‘İşçi Otonomisi’ denilen akımın genel çerçevesi oluşur. “Hareketin öznelliğinde, kültüründe ve geleceğe bakışında bir değişim yaşanmaya başladı. ‘İktidarı ele geçirme’ fikri, kalıplaşmış olan ‘proletarya diktatörlüğü’[16] hedefi ‘reel sosyalizm’den arta kalan yük ve herhangi bir devlet yönetimi projesi dahil, tüm işçi hareketleri geleneğinin tam bir reddi söz konusuydu.”[17] Otonomi’nin kendi politik hattının inşa edilmesi ‘temsiliyet’e karşı, klasik işçi örgütlenmesinin ‘ücretli emek’ esasına dayanan yapısının aksine fabrika mekanının dışında ilişkilendiği toplumsal güçlerin etkisiyle oluştu. ‘Emeğin üretken gücü’nün otonomluğu bir kategori olarak politik bir içerikle sahiplenilirken sınıf bileşeninin tarihsel farklılaşması iddiasıyla “işçicilik” kendine politik bir alan açtı. Merkezi örgütlenmeyle mesafeli bir ilişki kuruldu. “Bu anlamda yerelcilik Otonomi deneyiminin tanımlayıcı bir özelliğiydi.”[18] Yapılmaya çalışılan, klasik ‘sınıf politikası’yla araya mesafe koymak, ancak farklı düzlemlerde bir ‘sınıf politikası’nı otonom olarak inşa etmekti.

“Devrimi Hatırlıyor musunuz?” metninin bize verdiği kadarıyla ‘otonomi’ hareketi gelişim seyri içinde şiddetin kullanımı üzerinden dalgalı, farklı eğilimlerle belirginleşen momentlerden geçmiştir. Adı geçen dönemde, toplumsal hareketin belirli bir kitleselliği yakaladığı, aldığı konumlarla kaçınılmaz bir şekilde devletin şiddetiyle karşı karşıya geldiğini söyleyebiliriz. Toplumsal hareket, devrimci politik örgütlenmelerin oluşmasıyla bir anlamda mayaladığı alanı aşmış oluyordu.

Bir devrimci pratik ortaya konulduğunda diğer pratiklerin tümü onun çizdiği sınırlarla değerlendirilmek durumundadır. ‘Otonomist İşçi’ hareketinin 1977 çıkışı ve kitlesellik kazanması aynı zamanda Kızıl Tugaylar gibi devrimci hareketlere taban kaymasına olanak sağladı. Ancak iki farklı pratik politik hareketin ilişkisi ‘taban kayması’ ile sınırlandırılamaz. “Kendini değerli kılma”[19] bir politik proje olarak otonomi hareketinden çıkmasına karşın dışarıda bir etki doğurarak politik eylemin özgülleşmesinde esin kaynağı olmuştur. “Otonomist İşçi”nin ‘özgün’ işçicilik anlayışı ve buna bağlı politik tutumu mevcut sistemi dışlama olarak anlaşılabilecek ‘ücretli emeğin’ olumsuzlanması yani ‘işin reddi’yle[20] ve “sabotaj”la pratik eylem önerileri getirdi. Bu önermeleri ‘devlet’ hedefine ve iktidara yönelişle sınırlı kalırken –ki genel teorik yaklaşımca devlet hedefi ve iktidara yönelme olumsuzlanırken– “kendini değerli kılma” politik söylem olarak hareketin genel yapısını ve kitlecilik olarak anlaşılabilecek bir tür ‘işçiciliği’ aşarak Kızıl Tugaylar gibi devrimci örgütlerin politik eylemlerinde ifade gücüne kavuştu. “Kendini değerli kılma” pratiği ve buna bağlı olarak önerilen şiddet türü olarak sabotaj ve tekniklerle ilgili Negri’nin önermeleri açıktır: “Fabrikaların çalışmasını sabote etmenin bir parçası olarak makinelerin içine fındık atma, üretim bandını yavaşlatma, ‘silahsız şehir gerillaları’, yasaların manipüle edilmesi, yönetimi alma, ev ve işyeri işgalleri, kısaca ‘bir silah olarak’ yasallığın kullanıldığı bütün teknikler.”[21]

Negri’nin çizdiği çerçevenin pasifist içeriğine rağmen şiddete de açık olan “sabotaj” önermesi, onu aşarak konjonktürdeki devlet saldırısının karşılanmasında şiddetin gereğini ‘hisseden’ militanlar tarafından yaşama uyarlanmıştır. Politik eylem, sınıfçılık olarak dar kalıpları ve kitle politikasının yatay örgütlenmesini yer yer ‘yanlış anlama’ aracılığıyla aşarak öncü politikanın profesyonel eylemi açısından olanak sağlamıştır. Her şey olup bittikten sonra yazılan savunmanın sonucu hem değerlendirme hem de daha sonraki yönelim açısından manidardır. Sonuç paragrafı, politik devrimciliğin reddi olarak anlaşılmaya açıktır:

“1977 hareketinin akışını bir kez daha ele alıp geliştirmek ve bir pozisyona almak zorundayız. Bu hem devletin ‘terörizmine’ hem de herhangi bir ‘silahlı mücadele’ önerisine karşı durmak anlamına geliyor. Silahlı mücadelenin ‘iyi’ bir versiyonu, Kızıl Tugaylar’ın elitist pratiklerine herhangi bir alternatif söz konusu değildir; silahlı mücadeleye kendi içinde yeni hareketlerle uyuşmazlık ve karşıtlık içindedir.”[22]

Daha fazlasıyla, Kızıl Tugaylar’ın eylemleri bir redde tabi tutulmanın ötesinde, bu eylemler bir karşı duruş çağrısı yapılır: “1979’da Otonomi hareketine karşı tutuklamalar ve hapishanelere kapatılmasıyla gelen baskıcı dalga, bir terörist tırmanışın mantığına karşı savaşabilme pozisyonunda olan tek ağı da yok etti.”[23] Savunma olarak ‘devlet’e hitaben yazıldığı da göz önünde bulundurulursa durumun önemi daha netleşir. Sınıfçılığın politik devrimcilik karşısında fiili konumlanışının bir örneği olmayı hak eder. Çizilen hatta bulunulan taraf devrimcilik uğrağı değildir. Toplumsal harekete yeni bir ‘özne’ önermesi temellendirilmeye çalışılarak tarihselcilik tutarlılıkla izleniyor:

“Hem bireysel hem kolektif ücretli emek yapısının hem dışında hem de ona karşı yeni bir üretici güç ortaya çıkmıştır. Devlet bu güçle hesabını görmek zorunda kalacaktır ve idari ve ekonomik hesaplamaları üzerinden değil yalnızca bu yeni toplumsal güç öylesine bir güçtür ki aynı anda hem ayrı ve karşıt olup hem de kendi aracılıklarını araştırıp bulabilir.”[24] Adı geçen güç “toplumsal işçi” diye temellendirilen ve ‘Çokluk’a doğru giden öznecilik seyrinin bir aşamasıdır. Tarihselci epistemoloji tutarlı rotasını izler.

‘Tarihselci epistemoloji’nin özneci eğilimi

Mario Tronti’nin 1964 tarihli “Lenin in England” başlıklı makalesinde ilan edilen yaklaşım ‘Otonomi’nin yönelimini ve çalışma izleğini ortaya koyar. “Bizler de kapitalist oluşumu öncelikli sayan, işçileri ikinci planda bırakan bir anlayışla çalıştık. Bu yanlıştı. Şimdi sorunu baş aşağı etmeli, iki kutbu ters döndürmeli ve en başından başlamalıyız: Ve başlangıç noktası işçi sınıfının sınıf mücadelesidir.”[25] Tronti’nin belirlemesi tarihselci epistemolojideki bilim/politika ayrımının yokluğu üzerinden işler. ‘İşçi sınıfı’ politik bir özne olarak ele alınır ve konjonktürde ‘işçi sınıfı’na uygun politik perspektif geliştirilme çabasına girilir.

Tarih bilimi aracılığıyla ‘kapitalist üretim tarzı’ analizi yapmanın konjonktürde dövüşen devrimcinin ‘ideolojik cephanelik’ oluşturma, teknik zorunlulukları belirleme imkanı yaratma, bir anlamıyla olabilirlikleri hesaplamada önemi yadsınamaz. Ancak bu önsel bir ayrımı gerektiren mayınlı bir arazidir. Negri’nin teorik serüveni bu arazide sürekli mayınlara basarak ilerler. Onun kapitalist üretim tarzı üzerine yaptığı çalışmalarda izlenen ‘paradigma’ yaklaşımı ontolojik alan ile epistemolojik alan arasında seri kısa devrelerle işler. Tarih bilimi sömürüye tabi tutulurken paradigma içinde “dar gelen” yanları esnetilir, fazlalıklar politik gerekçelerle kırpılır. Bilime ontolojik müdahale ampirik kanıtlarla, felsefi ontolojinin monist materyalizmi yardımıyla yapılır.

Negri’nin teorik öncülleri ve politik kökeni düşünüldüğünde yaklaşımının özgün yönleri vardır. Hegelci Marksizmin teorik referanslarına dayanan tarihselcilik Negri şahsında ‘Otonomi’ hareketinde Spinoza felsefesinin yardımıyla ontolojik materyalizmin savunusu ve ‘diyalektik’ eleştirisiyle anti-Hegelci bir tarihselcilik haline dönüşür. Hegelciliğe dayalı tarihsel ilerlemecilik (bununla birlikte epistemolojik ilerleme de) ve teleoloji ontolojik materyalizmin içkinciliğiyle redde tabi tutulurken tarih bilimi de özellikle ‘belirlenim’ anlayışı üzerinden devre dışı bırakılır. Hegelcilik eleştirilerinin tarihselci perspektifinin zaman anlayışı, öznecilik muhafaza edilir.

Negri’nin kapitalist üretim tarzındaki dönüşümleri incelemeleri Tronti’nin belirttiği anlamda ‘işçi sınıfı’nın mücadelesini öne alma ve sınıf öznelliği temelinde ilerler. “Ontolojik boyutta kalmak kaydıyla dönemselleştirme meşru ve gereklidir.”[26] Fakat oluşturulan şekliyle ontolojiden epistemolojiye müdahale tarih bilimini konjonktürde arama sonucuyla karşılaşır. Negri’nin çalışmalarında ayrımların yokluğunu belirterek politik önermeleri üzerinden incelersek, süreklilik ‘Çokluk’ saptamasına kadar izlenir.

Negri’nin eğilim yöntemi bir başlangıç verir: “Eğilim gerçekleşmiş gibi varsayılır, mevcut bütünlük emeğin gerçek boyunduruğu ve bunun içindeki antagonizma düzeyidir. Artık çelişkilerle dolu kapitalist olgusallık ile sadece politik müdahalenin özgürleştirebileceği bir eğilim virtüelliği arasında yarılma içinde değiliz. Eğilim kapitalist ilişkilerin temel gücü olarak işler, zira böylesi bir toplumsallaşma derecesine ulaşan bir güç olarak sınıf bileşimini doğrudan tek başına kontrol eder”,[27] ve “Eğilim yöntemi tarihsel kazanımların toplamı temelinde kategorilerin edilgen biçimde oluşturulmasına izin vermez; her şey üzerinde geleceği aydınlatacak tasarılar yapmak için bugünü üzerinden okumayı olanaklı kılar.”[28] Bu tarz bir anlayışın politikaya uygulanması yatay gelişmeye öncelik vererek politikayı dikey, hiyerarşik-incelemeye ve virtüel-aktüel ayrımına kategorik olarak kapalıdır. Dikey ayrımlar konjonktürde mücadele eden politik gücün konumlanmasını öne alma ve onun politikasından virtüelliğe doğru bir bakma hali ile ifadesini bulur. Enlemesine gelişim ise konjonktürdeki politik eyleme dışarıdan kontrollerle onları kenara koyar, parantez içine alır ya da dışlar. “Bugünü gelecek üzerinden okuma”nın anlamı konjonktürde hareket edeni prangalamaktır.

Sabit tarihsel ‘özneler’ ve bu ‘özneler’in eylemleri (eylem halinde olmasalar bile eyleme potansiyelleri!) konjonktürdeki politik konum için değerlendirme kriteri haline getirilir. Negri bu yöntemle ileride ele alacağımız dönem belirlemeleri yapmış ve bu dönemlere göre öznellikler tanımlamıştır.

“Politikayı sınıf temelli ortaya koyanların çok temel bir sorunu vardır. Bir yandan belirleme ilişkisinden vazgeçmiyorlar, öte yandan belirleme ilişkisinin hareketlerine çektiği sınıra isyan ediyorlar.”[29] Negri teorik problemle yüz yüzedir. Ontolojizm aracılığıyla ‘belirlenime’ mesafeli durmaya çabalar, sınıfçılığı korurken belirlenimi reddeder. Politika ve ekonomi ilişkiselliği üzerinden bu konumu derinleştirir.

Teorik probleme Negri’nin çözümü nesnelliği egale etmektir. Onun için “nesnel bir yapı olarak görünen şey aslında öznel etkinliğin ürünüdür. Ekonomi toplumsal aktörlerden bağımsız işleyen bir ‘nesnel’ yasalar sistemi değildir. Daha ziyade özneler arasındaki antagonist bir ilişkidir”.[30] Belirlenim ise form değiştirir. “Nesnel hareketin öznel belirlenimi” varsayılır.[31]

Kurulan ontoloji-epistemoloji kısa devresine göre yer alan kurucu bir özne olarak emek kavramı, bu kavramın içeriğinden kaynaklanan politik bir işleve sahiptir. Bunun sonucu olarak, “komünizm kurucu öznenin eyleminin bir sonucudur, ikincisi ise, öznenin emeğin kapitalist çalışma ve değer biçiminden özgürleşmesidir. Komünist bir gelecek sadece kurulabilir, komünizm, kapitalizmin sadece mantıksal gelişiminin teleolojisi veya sonucu değildir, daha ziyade sermayeyi yıkan ve gerçekliği dönüştüren yeni bir öznenin kendini oluşturmasıdır”.[32]

Negri, Kapital’in Marx’ına karşı Grundrisse’nin Marx’ını çıkarıyor: “Kapital’de kategorilerin nesneleştirilmesi devrimci öznelliğin eylemini kapatır.”[33] Gramsci’nin “Kapital’e Karşı Devrim” yaklaşımı Negri’nin ağzından ifade edilmektedir. Temel teorik farkları yanında tarihselcilikte buluşur Negri ve Gramsci. Negri tarih biliminin kavramsal sisteminin özellikle Kapital’in metin boyutuyla ‘politika’ya yer açmadığından şikayet ederek Grundrisse’ye yönelir. Negri, Grundrisse’nin labirentlerinde yer yer epistemolojik önermeleri kısa devreye uğratan yorumlarla sınıfçılığının dayanaklarını arar. Burada tipik olan ‘politika’yı bilime dayandırma çabasıdır, ancak bir farkla, bilim’in bilim olarak koyduğu temel önermelerin sınırlayıcı yönleri tırpanlanarak. “Kapital aynı zamanda, eleştiriyi ekonomik teoriye indirgemeye, nesnelliğin içinde öznelliği imha etmeye, proletaryanın yıkıcı kapasitesini kapitalist iktidarın yeniden düzenleyici ve baskıcı zekasına tabi kılmaya hizmet etmiş bir metindir.”[34]

Tarih biliminin ekonomi disiplini içinde ortaya konulan ‘kriz teorisi’ ve ‘kar oranlarının düşme eğilimi’ konusunda Negri, ontolojik kanıtlara ve politik alana sıçramaya çaba harcar. Kriz teorisi aynı zamanda öznellikler çatışması olarak ele alınır. “Karın genişleme eğilimi, doğrudan sömürülen ama aynı zamanda yaratıcı olan canlı emekle beraber yürür; kar oranlarının düşme eğilimi, karın gücüne ve bağımsız kuruluşuna karşı canlı emeğin isyanını hazırlar; bu isyan, soyguna ve bunun işçinin üretken gücünün karşısında kapitalistin üretken gücünün ve toplumsal emeğin canlılığı karşısında toplumsal sermayenin iktidarına dönüşüp sabitlenmesine karşı isyandır. Bu yüzden canlı emek yıkıcı bir güç olarak sahneye çıkar. Uzun zamandan beri pek çok ‘Marksist’ bunu unuttu, dolayısıyla bu gerçeği doğrulamış olan proleter ayaklanmaları tarihin sularına gömdü.”[35]

Negri’nin tarihsel özneciliği, işçi sınıfının politik varlığını temellendirirken onun ‘pozitif öznelliği’ karşısında sermaye ‘negatif öznellik’ olarak çıkar. Tarihsel değişim ve çevrimler bu iki öznellik arasındaki çatışmada emek öznelliğinin politik mücadeleleriyle açıklanır. “Sermaye, gerçek bir özne ve kolektif bir toplumsal güçtür. Dolaşım süreci sermayeyi bir özne olarak ilk kez karşımıza çıkaran süreçtir… tam da toplumsal sermayenin kolektif gücünün süreci götürdüğü düzeyde işçi sınıfı öznesi ortaya çıkmak zorundadır. Eğer bir yanda sermaye özne ise, diğer yanda emek özne olmalıdır.”[36] Anlaşılacağı üzere, kapitalist üretim tarzı, ‘ilişkiler’ düzeyinden ele alınıyor. Burada ‘yapılara’ yer yoktur!.. Sermayenin öznelliği ile emeğin öznelliği arasındaki yarılma bu ontolojinin temelidir. Öyleyse, temel yaklaşım, emek-sermaye antagonizmasının tarihsel gelişimini izlemektedir. Bu antagonizma bir ‘diyalektik’ değil, ‘farklılık’tır. İş gücü olarak emeğin sermaye tarafından içerilmesi olarak anlaşılan kapitalist üretim tarzı içinde barındırdığı antagonizmanın devindirici gücüyle emeğin üretken gücünün ‘otonom’ yapılanmasını sağlar. Bu serinin devamı ‘kurucu güç’ olarak emeğin ‘kendini değerli kılma’ pratiklerinin sermayenin ‘yıkıcılığı’ karşısında kendini ‘politik özne’ olarak var etmesidir. Tarihsel politik oluş, kapitalizmin içkin dinamiğinde emeğin üretken gücünün gittikçe serbestlik kazanmasının olanaklarını yaratır. Politika sınıf öznelliğinin sermaye öznelliğine karşı konumlanması olarak kurulur ve her aşamada sermayenin ‘emeğin’ mücadeleleri sonucunda tıkanması sonucu açılım sağlanır. “Emeğin özgürleşme pratiğine” yönelik her dönemde tarihsel ‘politik öznellikler’ oluşur ve bu öznelliklerin oluşumu ‘sınıf bileşimi’ kavramıyla karşılanır.

“Komünizm öznellik biçimine sahiptir, komünizm kurucu bir praksistir. Orada, yeni öznenin coşkun gelişimi tarafından yıkılmayan hiçbir sermaye kesimi yoktur. Bu özne öyle bir başkaldırı gücüne sahiptir ki, eski düzenin izlerini söküp atar. Geçiş bütünüyle en radikal alternatifler alanına dayalı tamamıyla kurucu bir süreçtir. Marx ötesi Marx. Kaba determinizmin homojenliği ima eden bütün varsayımlarının ötesindeki Marx. Samimi devrimci bilinç burada görkemli bir coşku bulabilir.”[37]

Niceleyici ifadeleri ve teori-dışı retoriği bir yana bırakırsak, politik alana ilişkin çarpıcı ifadelerle yüklü gizli bir pasajdır bu, ve Negri’nin Marx okumasının temelini verir. Belirlenim karşısında tarihsel süreçte özneye yer açma çabasıdır. Vurgulanan kuruculuk temel bir politik izlek olarak sınıf özneyle kendini bulur. Yıkıcılık ise, mevcut tarihsel formun olağan işleyişidir. Proletarya kurucu gücüyle yıkıma dur deme kudretini taşır. Bu temelde, öznenin adı değiştirilip ‘Çokluk’ yapılırsa, Negri’deki geçmişten bugüne süreklilik de belirlenmiş olur.

‘Otonomi’nin yaklaşımını, H. Cleaver’ın yorumuyla ve çıkardığı politik sonuçlarla görmek dikkat çekicidir. “Kapitalizm, bir öznenin (sermaye) diğerini (işçi sınıfı) işin dayatılması ve artı çalışma yoluyla denetlediği, içinde iki öznellik barındıran toplumsal bir sistemdir. Bu denetimin mantığı kapitalist kendini gerçekleştirme sınırları içinde insan gelişimini sınırlandıran diyalektiktir. Bu nedenle bağımsız bir özne olarak işçi sınıfının mücadelesinde temel olan ‘işin reddi’ yoluyla kapitalist denetimin kırılmasıdır.”[38] Bunun dışındaki politik stratejiler tanınmaz, reddedilir. “Devrimci bir yerden kendini değerli kılmanın maddi temelleri üzerinden örgütlenmiş olmayan ve kapitalist şiddeti sadece olumsuzlayan volontarist bir şiddet, terörizm kategorisine girer.”[39] ‘Sınıfa karşı sınıf’ anlayışı devlet karşısında devrimciliği kalıba sokmaya çalışıyor ve sahte hedeflerle uğraşmamaya çağırıyor.

Spinoza’ya dönüş

Negri, Yaban Kuraldışılık’ta[40] tarihsel koşulların kapsamlı arka planı tasviri eşliğinde Spinoza okuması yapar. Spinoza felsefesi içsel gelişimi üzerinden değil dönemin tarihsel koşullarıyla bağlantılı göndermelerle incelenir. Hollanda’nın erken modernizmi, iktidar savaşları, De Witt kardeşlerin müdahaleleri Spinoza’nın felsefesine etkileriyle ele alınır. Negri’nin ‘toplumsal işçi’ paradigması dönemine denk gelen Spinoza üzerine çalışması bize Althusser’den beri bildiğimiz ‘masum okuma yoktur’ belirlemesini hatırlatıyor.

Negri, okumasında, Spinoza’nın temel eseri Etika’nın tam ortasından geçen bir ayrım koyar. Spinoza’nın Etika’ya ara verip ‘Politik İncelemeler’i yazdığı gözetilerek, bu ayrım, “iki Spinoza” anlayışını “birinci temel” ve “ikinci temel” diye ifade ediyor. Negri, “ikinci temel”in Spinoza’sından esinlenerek politika felsefesi alanında vurguyu “iktidar-güç” ayrımı üzerinden “çaba” kavramının ontolojik kuruculuğuna ve “arzunun kurucu gücü” aracılığıyla metafizik bir temele dayanıyor. “Emek” kategorisinin güçle birlikte alınması ve gücün hem ontolojik hem de politik anlamlar taşıdığının belirlenmesi zorunlu bir eklemlenmeyi getiriyor. Spinoza’nın “Her şey kendi varlığında devam etmek için elinden gelen bütün çabayı gösterir”[41] önermesinde içkin olan varlığın otonomluğu ve tekilliği olarak anlaşılan çaba, Negri’nin ontolojik materyalizminin temelini oluşturur. Politika felsefesinin ontolojik temeli üzerine yapılan bir tartışmayla burada, varlığın otonomisi bir güçtür ve sürekli ontolojik çabayı oluşturur. Buradan politikaya atlamak güç olmaz: “Emeğin üretken gücü” özel politik bir kategoridir ve kendini sürekli oluşturan çabayı taşır. Her tarihsel dönemde “emeğin gücü”nün bileşenleri otonom bir güç olarak temsil edilir. Emeğin gücü sarf edilişine göre biçim değiştirse de, “kendi varlığını devam ettirme çabası” ontolojik temelden kaynaklı devam eder. Negri’nin çıkardığı sonuçlarla ‘sınıfçılık’ devam eder, ancak ‘işçici’ boyut Çokluk’a giden yolda sınırlanmıştır.

Güç ile iktidar antagonizması da burada belirir. Güç ile iktidar diyalektik karşıt değildir, esas olarak farklılık olarak ele alınır. Güç, iktidarın sınırlamalarına yönelik bir karşı koyuştur ve hiçbir iktidar gücün ontolojisini sınırlayamaz. Burada, içkinlik düzleminde bir ‘fark’ tanımlandığı dikkate alınmalıdır. Negri, sermaye-toplumsal işçi ya da İmparatorluk-Çokluk ayrımlarını iktidar-güç ilişkiselliği üzerinden ifade eder. Emeğin otonom gücüne karşı sermayenin iktidarı ‘ya da’ ile değil ‘ve’ ile ayrılmış ontolojik bir bütünlük anlayışı ortaya koyulur.[42]

Negri’nin Spinoza okumasının önemli bir ihmali, görmezden gelmesi vardır. Spinoza’nın “birinci temel”i olarak belirlediği Etika’nın I. ve II. kitaplarını çileci, “Neo-Platoncu” olarak dışlar. Ancak Negri’nin dışlamasının esas konusu, bu bölümlerdeki epistemolojik materyalizm olanaklarıdır. Belirlenime karşı olan Negri, Spinoza’nın epistemolojik tanrı/doğa anlayışıyla birlikte bilgi ayrımlarına ve I. bölümün ekindeki öznecilik karşıtı yaklaşımına kapalıdır. “Yüklemler” anlayışını, Spinoza’nın geometrik yöntemi de göz önünde bulundurulduğunda, egale etmek bu parçalamayı problemli bir noktaya taşır. Negri’ye yanıtı Spinoza verir: “Herhangi bir eseri meydana getirmesi gerektirilmiş olan her şey bu işe zorunlu olarak Tanrıca gerektirilmiştir ve Tanrıca gerektirilmiş olmayan her şey bir eseri meydana getirmede kendisini gerektiremez.”[43] Bu önerme, Negri’nin önermelerini en azından tutarlılık anlamında Spinoza’ya dayanmada zora sokar. Negri’nin çözümü ağırlıklardan kurtulmaktır!..

Politika felsefesinde Spinoza’nın “güç” kavramının “iktidar”la antagonizmasını önemseyen Negri ontolojik ilke olarak “emeğin üretken gücü”nü politika felsefesinden tarih bilimine taşır. Bu, emeğin, başlangıçta pozitif olan gücünün sermayenin iktidarından otonomluğudur. Tarihin itici gücü de, sermayenin gelişimi olmaktan çıkar ve sermayenin karşısında otonom olan emek gücünün mücadelesine kayar. Burada sermayenin negatif, emeğin ise pozitif bir içerikte alınması tipik bir yer değiştirmedir ve sorunun özünü ortadan kaldırmaz. Tarihsel süreç bu iki öznenin sırtındadır hala. Belirlenen temelde politikaya dönme ve politikada pozitif gelişim dinamiği olarak emek gücünün öznelliği vurgusuyla ontolojik plan tamamlanmış olur. Politikanın dayandığı ‘ilke’, emek gücünün kendine yönelik ‘arzusu’, kendini oluşturma çabasıdır. Ontolojik materyalizm ‘canlı kurucu güç’ aracılığıyla içkinlik temelinde politika felsefesine yönelir. Tarihsel an’ın tekilliği, anlar toplamı olarak tarih anlayışına açılır, maddi olmayan emeğin iletişimsel, duygulanımsal ve dilsel üretiminin ontolojik olarak ele alınışı idealizm içinden konuşur.

İşçilikten ‘Çokluk’a: Sınıfçılık

“Kapitalist gelişmenin dönemselleştirilmesi yeni bir çağın başında olduğumuzu göstermektedir.”[44] Negri’nin dönemselleştirmeleri tarihsel inceleme olarak ontoloji içinde sınırlı değildir, aynı zamanda tarih bilimi kavramlarını paradigmatik çevrimler içinde ontolojik sınamadan geçirir. Negri’nin kapitalist üretim tarzında belirlediği değişmeler aynı zamanda konjonktürdeki politikada sonuçlar verir. Daha açık bir ifadeyle, kapitalist üretim tarzındaki değişimler, emek gücünün politik öznelliğinin yürüttüğü mücadelelere karşı sermayenin siyasal olarak verdiği tepkidir. Bu belirleme yapıldıktan sonra ayrıca bir gelişim teorisinin ya da ilişkiler düzeyi dışında epistemolojik bir kapitalizm tahlilinin olanağı da yoktur. Negri, “köpek kavramını havlatmak”tan hoşlanan bir Spinozacıdır!

Negri’nin çalışmasındaki birbirini izleyen dönem ayrımları tarihsel, politik çevrimler olduğundan her dönemin politik pratiği ve bu pratiğin eyleyicisi olarak toplumsal öznellikler vardır. Negri, sınıf öznelliklerini ‘zaman’ tartışması içinde şöyle ayırıyor:

“a) Farklılaşmamış işçi (1848-1917): Doğal kuşatıcı olarak zaman, proleter kölenin zamanı.

“b) Profesyonel işçi (1870-1917): Saat olarak zaman – Diyalektik dolayım olarak zaman, ürün zamanı.

“c) Kitlesel işçi (1917-1968): Zamanın akışı – Üretim zamanı.

“d) Toplumsallaşmış – çokuluslu işçi (1968’den…): Yapı olarak zaman, toplumsal zaman. Yeniden temellük etme ve öz değerlenme zamanı.”[45]

Bu şemaya, 1990’lı yılların ortalarından itibaren bir tür “sınıf kavramı” olan “Çokluk” da girmiştir. Üstteki ayrımı izlersek Negri’nin zaman açısından “Çokluk” için ‘oluş halinde olan işbirliği zamanı’ belirlemesi yaptığını tahmin edebiliriz…

Toplumsal işçinin temellendirildiği dönemde yapılan üstteki ayrım aynı zamanda Negri’nin ayrımının epistemolojiye müdahale niteliğinde olduğunu da ortaya koyuyor. “Bu ardıllık sadece görünüştedir, çünkü a, b, c ile karşıtlık içindeki d arasında tam bir yer değiştirme vardır. Bugünün sınıf bileşiminin paradigması niteliksel olarak farklıdır; o artık sermayenin yapısıyla diyalektik bir ilişki içinde değildir. Diyalektik olmayan bir ilişki olmaya devam eder ama bu daha çok bir ayrılma ilişkisidir. Ayrılma öz değerlenme anlamına gelir. İlişki değerlenme ötesidir. a, b, ve c’yi nitelendiren terimle d ile benzeşik değildirler.”[46] Negri’nin ayrımı ontolojik değişimin ötesine uzanır, epistemolojik bir içeriğe sahiptir.

“Sınıf bileşimi”, Negri’nin dönemselleştirmelerinde ve sınıf ile politika ilişkisini kurma iddiasında kilit bir kavramdır. Özellikle sınıfçılığın ekonomist temelde anlaşılmasına karşı geliştirilen ve politika ile ekonomiyi ontolojik içkinlikte birleştirmeye yönelik bir müdahaledir. “Sınıf bileşimiyle a) bir yandan üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin verili bir düzeyden kaynaklanan bütün görünümleri içinde emek gücünün tarihsel olarak verili yapısı b) öte yandan tarihsel-politik yönden kendi bağımsız kimliğine doğru ilerleyen dinamik bir özne, antagonistik bir güç olarak, ihtiyaçların ve arzuların pekişmesinin belli bir düzeyi olarak işçi sınıfını oluşturan hem tarihsel hem de fiziksel-politik ve maddi özelliklerin bileşimini kastediyorum. İşçi sınıfını tanımlayan bütün kavramların sınıf bileşiminin tarihsel olarak dönüşebilirliği içinde kurulması gerekir.”[47]

Negri’nin ‘(a)’da belirttiği “sınıfın teknik bileşimi” kimi restorasyonlarla ‘toplumsal formasyon’da epistemolojik düzeyde ‘işçi sınıfı’nın belirlenmesinde dikkate değer sonuçlar verebilir. Tarih bilimsel bir incelemede “sınıfın teknik bileşimi” belirli bir toplumsal üretim tarzındaki toplumsal formasyonda bulunan sınıfsal düzlemin ayrımlarının belirginleştirilmesi için olanaklar taşır. Ancak ‘(b)’ ile ortaya konulan ‘sınıfın politik bileşimi’ sınıf kavramını tarihsel planda ontolojik düzeyde arıyor ve mevcut toplumsal güçlere politik bir atıf yapmakta kullanılıyor. Sınıfçılığın kendi iç gerilimlerinden kaynaklanan politikaya kapalılığı konjonktürde ya da Negri’nin dönemselleştirmelerinde yaptığı tarzıyla metafizik öncüllere de dayanarak (‘arzuların pekişmesinin belli bir düzeyi’) politikaya uzanmaya çalışıyor. Burada yapılan, politikada ‘sınıf’ öznenin genişleme ve daralmalarını belirleme çalışmasıyla Negri’nin tüm sisteminde izlenen kısa devredir. Çokluk’ta ‘işçi’ sadece bir bileşen olarak alınır. Sınıf ise korunur.

Politika açısından konjonktürde sınıf arayışıyla ortaya koyulan ‘genişleme’ sınıfçı politikaya nefes aldırma gibi görünüyorsa da esas itibarıyla ontolojide epistemoloji arama şeklinde beliren ve politikaya konjonktürdeki güçler dağılımının eyleme potansiyeli dışında sınırlar koyan bir daralmadır. Tabii burada politikanın yürütücüsü olarak ‘sınıf’ın dolayımsız varlığı problemi de ortadadır. Öncü politika ve politikanın yürütücüsü olarak parti/örgüt tanınmadığı oranda Negri’nin sistemi politikaya kapalı bir zemindedir.

Kapitalist üretim tarzının geçirdiği değişimler sınıfçılığın bileşimini değiştiriyor. Özellikle politikada görülen eğilimler açısından konjonktürdeki karmaşa sınıfçılığı sürekli olarak kendi politikalarıyla çelişkili kılmıştır. Teorik müdahaleler de mevcut sınıfçılık anlayışları için problemlere yol açıyor, yine de öz itibarıyla sınıfçılıkta bir dönüşüm yaşanmadığı söylenebilir. Yapılan, teorik düzeyde beliren sınıf kavramına her iki alandan, hem epistemolojiden hem ontolojiden müdahalelerle konum belirleme çabasıdır.

Negri’nin iddiası kapitalist dönüşümde izlenen her paradigmanın belirli politik temelleri ve politika yapma tarzları olduğudur. ‘Toplumsal işçi’nin politikası sınıfın politik bileşiminin farklılığından dolayı ‘kitlesel işçi’nin politikasıyla aynı olamaz. Kitlesel işçi’nin vasıfsızlaştırılmış büyük işçi kitlelerinin teknik bileşimi ve sosyalist işçinin örgütlenme deneyimleri sürerken yeni örgütlenme biçimleri de en gelişmiş kapitalist ülkelerde devreye girer. Kitlesel düzeyde öncülüğün işaret edildiği bu dönemde “işin reddi” gibi tarzlar öne çıkarken “iktidarın ele geçirilmesi”nin biçimleri reddedilir. Toplumsal işçi’nin teknik bileşimi bilgisayarlaşma, fabrikanın otomasyonuyla belirlenen hegemonyada üretken maddi emeğin merkezi rolünü kaybetmesi üzerinden şekillenir. Siyasal bileşim artık tüm toplumu yani sermayenin egemenliği altında yaşayanları kapsar. “Sermaye kendisini yalnızca siyasal bir özne olarak Devlet, bir iktidar olarak gösterebilir, fakat toplumsal işçi üreticidir, herhangi bir metaya önsel, toplumsal işbirliğinin bizatihi kendisini üretir.”[48] Otonominin olanakları oluştuğundan iktidar alanlarının boşaltılması temelinde bir politik program önerilir. Dikkat çekici olan Negri’nin tüm paradigmalarında sınıfın politik ve teknik bileşimindeki genişlemedir.

“Gerçek boyunduruğa üretim güçlerinin ve üretim ilişkilerinin gelişmesi aracılığıyla varıldığı zaman, bütün kurucu parametrelerin yer değişmesi belirlenmiş olur. Eş zamanlı kurallar, art zamanlı geçiş çerçevesi içinde değişir”[49] türünden, tarihselci epistemoloji açısından her tarihsel dönemin kendine has yasaları vardır. Negri’nin, emek gücünün öznelliği ile sermayenin öznelliği arasındaki antagonizmada emek gücünün öznelliğine pozitif/kurucu bir rol biçtiği hatırlanırsa politikanın, konjonktürel değil paradigmatik olduğu sonucuna varmak güç olmaz.

Marx’ın Kapital’e Ek’te[50] yaptığı “biçimsel boyunduruk-gerçek boyunduruk” ayrımını Negri tekrar ele alır ve ‘toplumsal işçi’nin kapitalizmin gerçek boyunduruğunda beliren öznellik olduğunu ifade eder. “Gerçek boyunduruk kendi zaman ve hayat çekimi içinde ve süreç kutuplarının antagonist ayrılışı içinde biz eşzamanlı bilinç dizilerinin ve artzamanlı tarih dizilerinin eğilimsel birliğini sağlarız –ya da daha çok bize tarih öncesinin sonunun koşullarını sağlar. Bu noktada proletarya bilinci toplumsal işçinin bileşiminin sadece nesnel olarak değil, bir özne olarak da antropolojik kimliğine ilişkin bir araştırmanın merkezine yerleşebilir: Öznelliğin Cephesi. Bilinç ve Topluluk.”[51] Kapitalizmin gerçek boyunduruğunda üretim belirli bir zamana ve mekana sahip değildir. ‘Değer yasası’ kapitalizmin içindeki dönemleştirmede erken kapitalizme ait bir yasa olarak geçersizleştirilir. “Biçimsel boyunduruktan gerçek boyunduruğa geçerken sermaye engelleri aşıp emeğin sürekli, uzun dönemli ve ilerlemeci bir toplumsallaşması açısından –giderek daha yüksek yoğunluk ve potansiyel düzeylerinde sınıf bileşimleri arasındaki geçiş açısından– işçi sınıfının sürekli olarak emek gücüne indirgendiğini görür. Boyunduruk gerçekleştiğinde, olası tek gelişme toplumsallaşmış emek gücünün toplumsal işçiye, yeni sınıf öznesine geçiştir.”[52] Toplumsal işçi bir ‘politik özne’ olmanın yanında esas itibarıyla tarihsel bir öznelliktir ve toplumsal işbirliğini yaratır. “Politik ve toplumsal düzeyde bu özne, kendi ‘varoluşunun’ yapıları içinde bilincin tam bir maddileşmesini ortaya koyar. Başka bir deyişle sınıf bilinci ne dışarıdan ne de uzaktan gelir. Bunun sınıf bileşimine tamamen içsel, bu bileşimin bir olgusu ve konusu olarak görülmesi gerekir.”[53] Toplumsal işçi halen ulus-devlet’e bağlıdır. ‘Kendi bilincine sahip’ bu nesneleşmiş özne ‘zorunlu’ olarak kendi politikasını üretir, bu politika iktidarın topyekün reddedildiği, toplumsal işçinin otonom kuruculuğudur. Öncü parti geçmişin yani ‘işçi sınıfı’nın topluma dışsal olduğu bir dönemin politik aletidir. “Leninist parti teorisi partinin işçi sınıfının temsilcisi olduğu ve bu yüzden topluma iki alandan dışsal olduğunu ileri sürer: İlk olarak parti bilinçli ve sorumlu öncü olduğu için… ve ikinci olarak da işçi sınıfının partisi toplumu işçi sınıfına dışsal bir şey olarak gördüğü için. Boyunduruğun meydana getirdiği dönüşüm sonucu işçi sınıfı artık topluma dışsal değildir; aksine toplumun her yerine yayılmış olan üretken gücün bütün tabakalarıyla ilişkilidir. Bu yeni özneyi toplumsal işçi ya da metropoliten işçi olarak adlandırıyoruz.”[54]

Politika, kapitalizmin tarihsel gelişiminde emek gücünün mücadeleleriyle ‘profesyonel’ ‘aşkın’ öncü partinin egemenliğinden, kendi dolayımsız eylemine geçişi sağlayan sınıfın eline geçmiştir!.. Artık saf içkinlik düzlemindedir!.. “Sermaye emeği gerçek boyunduruk altına alarak tüm toplumu fethetmiştir, fakat bunu yaparken komünizmi gerçekleştirebilecek toplumsal bireyi de geliştirmiştir.”[55]

Negri’nin eseri tarihsel ilerlemeciliğe yönelik eleştiriler barındırsa da, burada geçen şekliyle, tam da politikada beliren bir ilerleme anlayışıyla karşı karşıya kalıyoruz. Epistemolojik düzeyde eleştirilen ilerleme ontolojik alana taşınıyor ve politikaya engel teşkil ediyor. İmparatorluğun ‘tarihsel olarak ileri’ ve demokrasinin gerçekleşmesinin şimdiye kadar olmadığı oranda aktüel olduğu görüşü temelini Negri’nin epistemolojisindeki süreklilikten alıyor.

Negri’nin yaklaşımı Marksist devrimciliğe kategorik olarak uzak olmanın yanında, tüm politik çağrılarına, ‘devrim’ retoriğine rağmen devrimci politika olanağı da taşımamaktadır. ‘Otonomi’nin bir hareket olarak devrimciliğe yaklaştığı dönemler olmuştur, politikada / anda devlet’le karşı karşıya gelmenin kaçınılmaz sonucudur bu. Negri’nin ‘politik özne’si ister teoriden ‘sınıf öznellikleri’ olarak devşirilsin ister ‘sınıfın politik bileşeni’ anlayışıyla an’da beliren ezilenleri “‘yoksulluk’un pozitif arzusu” adıyla politika felsefesine taşıyıp paradigmatik sınıf öznellikleri olarak tanımlasın, her iki durumda da kısa devre içindedir. Kaldı ki, ‘politik özne’ ne bilimin sönümlenmesine ne de ontolojizmin cezbetmesine açıktır. Net olarak söylenmelidir ki, partiler / örgütler haricinde ‘politik özne’ yoktur.

‘Devrim’den ‘tarihsel devrim’i anladığı ve politik devrimi, iktidarın fethini politik olarak geçmişe ait diye yadsıdığı için Negri’nin öncü örgüt gibi bir problemi de yoktur. Devrim’in iktidarı ele geçirme diye anlaşılması, “iktidarı olumlama olarak” anlaşılmıştır. “Siyasal ontoloji bu ilk günahının bedelini ödemiştir… ontolojik dönüşüm iktidardan / egemenlikten bizi özgür kılmalıdır.”[56] İflah olmaz muhaliflik, devrimci politikanın esas organı olan örgütü ezilenlerin elinden alıyor!.. İçkinlik politikası ancak var olana ilişkin olumlama sınırında kalır, kurucu içeriği reformasyonun yapıcılığı ile sınırlıdır. Negri’nin eserinde iktidar dışına çıkışta karşı iktidarı ve mevcut iktidara yönelik devrimci pratiği politika dışı kriterlerle ‘gerici’, ‘karşı-devrimci’ ‘anakronik’ ilan etmeye sürekli bir açıklık vardır. Tekrara düşmek pahasına söylenmelidir ki, Negri’nin sistemi devrimci politikaya kapalıdır.

Son fasıl: İmparatorluk ve Çokluk

Negri ve Hardt’ın retoriğe boğulmuş ‘disiplinler arası bir yaklaşım’la[57] ortaya koydukları İmparatorluk ve Çokluk, tarihselci perspektifte oluşan sınıfçılığın ontolojik krizine yönelik, politika felsefesinden müdahaledir. Sonuç itibarıyla teoriden yapılan bu müdahaleyle krizden çıkılamadığı gibi ‘sınıfçılık’ açısından süreklilik arz eden kriz daha derinleşmiş, devrimci perspektifin temel unsurları da parantez içine alınarak diskalifiye edilmiştir.

İmparatorluk, tarihsel bir belirlemeyle, yazarlar tarafından küreselleşmenin siyasal biçimine verilen addır. Bir bütünleyen olarak İmparatorlukla birlikte anılan ‘Çokluk’ ise oluş halindeki politik öznelliktir, “potansiyel olarak üretime katılan tüm figürlerden oluşur”.[58]

‘İmparatorluk’ ve ‘Çokluk’ Negri’nin eserinin sentezidir. Büyük kısmı hapishanede ve sürgünde geçen otuz yılı aşkın teorik çalışmada ve politik konumlanmada Negri ‘sermaye birikiminin biçimlerindeki dönüşümleri’, ‘yeni sınıf dağılımlarını’ ve ‘işçi sınıfının kendini değerli kılma pratikleri’nin yanında, M. Foucault, G. Deleuze ve F. Guattari’nin yazdıklarını, Spinoza ve Machiavelli’nin hükmetme ve devlete ilişkin politika felsefeleri ile bunları izleyen devrim kuramları üzerine çalışmıştır. Bu iki çalışmanın yoğunluğu aynı zamanda ‘otonomist’ geleneğin üretiminin toplamının da sentezi oluşundandır.

Negri’nin iddiası ontolojik değişmenin epistemolojisini ortaya koymaktır. “Yöntem ve töz, biçim ve içerik birbirine tekabül etmelidir. Ancak bu da, tarih ilerleyip toplumsal gerçeklik değişince eski teorilerin yetersiz kalacağı anlamına geliyor. Yeni gerçeklik karşısında yeni teorilere ihtiyacımız olur.”[59] Bir egemenlik kuramı ve sermayenin tarihsel egemenliğinin biçimi olarak İmparatorluk; politika felsefesi aracılığıyla toplumsal öznellik olarak Çokluk… Korunan yapı Negri’nin ‘eğilim yöntemi’ diye ortaya koyduğudur ve buna bağlı öznellikler çatışmasının iki yönünün tarihsel olarak beliren paradigmasının anlatımıdır.

Çalışmaların pozitif yönü, bir ‘mücadele çağrısı’ olarak sunumundaki güçlü ifadelerle birlikte ontolojik dönemleştirmenin getirdiği avantajlar sayesinde kapitalizmin dönüşümlerini tartışmaya açması ve ‘küresel egemenliğe karşı direniş olanaklarını’ araştırmasıdır. Ayrıca, Negri’nin biyografisi ele alındığında çalışma ayrıca dikkate değerdir. Negatif yanı ise tarihselci sınıfçılığın politikaya ve devrimci pratiğe kapalılığıyla birlikte sentezciliğin ayrımlar yapma yönündeki başarısızlığıdır.

“İmparatorluk, ta başından beri, kendi tüzel kavramlarının kalbinde yatan bir etik-politik dinamiği harekete geçirmiştir. Bu tüzel kavram, iki temel eğilimi barındırır. İlki, bütün uzamı (uygarlık olarak sınırsız evrensel bir uzam olarak düşünülen bütün uzamı) kapsayan bir düzenin yapısında yerini bulmuş bir hak nosyonu ve ikincisi, kendi etik temelinde bütün zamanı kucaklayan bir hak nosyonu. İmparatorluk tarihsel zamanı tüketir, tarihi askıya alır ve kendi etik düzeninde geçmiş ve geleceği bir araya getirir. Başka bir ifadeyle, İmparatorluk kendi düzenini daima, ebedi ve zorunlu olarak sunar.”[60]

Negri ne yapıyor? Anlaşıldığı kadarıyla ontolojik materyalizmin iki temel kategorisini (uzam ve zaman) alıyor ve tarihsel-toplumsal süreçte ‘içkinlik’ temeline dayalı bir açıklama, tarihsel dönüşüm modeli kuruyor. ‘İmparatorluk’ ve ‘Çokluk’ bu içkinliğin birleşik eklemlenmiş adıdır. Emperyal egemenlik çift başlı kartal metaforu ile belirlenmiştir. “Egemen kartalın birinci başı, biyopolitik komuta makinesi tarafından kurulmuş bir tüzel yapı ve kurucu bir iktidardır.” Bu tarihsel olarak beliren egemen güçtür. “Emperyal kartalın öteki başı… küreselleşmenin yaratıcı ve üretici öznelerinden oluşan Çokluktur.”[61] Kartalın başları birbirine bakar!..

‘Mekan’ tüm küresel uzamı kapsar. Bir eğilim belirlendikten sonra bu eğilim sonuçlarının virtüelliğini işleyen Negri’nin yöntemi mevcut ulusal, bölgesel iktidar yapılarına ‘teorik’ olarak kapalı bir sistem üzerinden bakıyor. Negri’nin gördüğü, temel olarak belirli sınırlara, mekansal kapatılmalara dayanmayan sürekli bir üretim alanı… Aktüellikte bu tam böyle yaşanmayabilir ama gidilen nokta bu olacaktır. Üretim etkinliği işbirliğini üreten dilsel, iletişimsel ve duygulanımsal emek aracılığıyla yürütülür. Nitel olarak belirleyici olan emek türü maddi olmayan emektir. Bu emeğin toplumsal öznesi Çokluk olarak belirlenir. Maddi olmayan emek başlı başına mekanın, –bu anlamıyla ‘iktidar’ bir mekan üzerinde güç kullanma olarak alındığından, iktidar alanının– dışına çıkmayı, karşıdan kuruculuğu doğurur. Zaman kategorisi, Negri’nin ‘toplumsal işçi’ paradigmasını kurduğu dönemle birlikte ‘değer yasası’ eleştirisiyle birlikte ele alınmıştır. Epistemolojiye ontolojik müdahaleyle maddi olmayan üretimin tüm zamana-mekana yayılan üretimin belirleyici olduğu tezi sonucu beliren ‘yeni üretim tarzı’ tanımlamasıyla, emeğin değerinin ölçülmesi için birer soyutlama olan zaman, üretim zamanı, dolaşım zamanı gibi tarih bilimsel kavramlar imha edilir. Artık üretim ölçülemezlik içinde, sonsuz bir şimdide yapılır. Tarih biliminin ekonomi disiplininin kavramı olan ‘emek-değer’ kuramı ve bu kuram içindeki zaman öğesi Negri için gününü doldurmasından öte işlediği dönemde iktidarın temellerinden biridir. İlk defa insanlık gerçek zamana (an’a) bu oranda yaklaşmıştır Negrice! Artık sürekli bir şimdideyizdir, şimdinin ontolojisinin dışı yoktur!

Paradigmatik çevrimler bir seri oluşturur; emperyalizmden İmparatorluk’a, moderniteden post-moderniteye, fordizmden post-fordizme, disiplin toplumundan kontrol toplumuna, maddi emekten maddi olmayan emeğe, toplumsal işçiden Çokluk’a… Oluşturulan hatta belirlenmiş bir değişim ifade edilir. “Uluslar arası mücadele dalgaları, sermaye kurumlarının gelişmesinin, sermayenin girdiği bir reform ve yeniden yapılanma sürecinin ardında yatan gerçekliktir. 19. ve 20. yüzyıldaki en güçlü ayaklanma olaylarında tanık olduğumuz proleter, anti-kolonyal ve anti-emperyalist enternasyonalizm, komünizm mücadelesi sermayenin küreselleşmesi ve İmparatorluğun oluşumu süreçlerini öngörmüş ve onlara yön vermiştir. Demek ki İmparatorluğun kuruluşu proleter enternasyonalizmine bir yanıttır.”[62] Tarihsel dönüşüm incelemesi, dönüşümleri politik mücadelelerle açıklar. Sınıf mücadelesi temelinde anlaşılan tarih Negri’nin epistemolojisinde süreklilik taşır.

Çokluk’un çağrısı, “onun özgür arzusuyla yürüttüğü sınıf mücadelesi”[63], politikanın zeminini metafizik öncüllere açarken İmparatorluğun bu çağrıya karşılık olarak tanımlanması ‘sınıf mücadelesi’ teorisinin sürekliliği sonucudur.

“Gerçek devrimci pratik üretim düzeyine bakar. Hakikat bizi özgür yapmaz ama üretimin kontrolünü ele geçirmek yapacaktır. Hareketlilik ve melezlik özgürlükçü değildir; ama hareketlilik ve durağanlık, arılık ve karışıklık üretimin kontrolünü ele geçirmek öyledir.”[64] Politikanın kurulduğu yer üretim düzeyidir, bu nedenle yüzünün döndüğü alan, üretimin nitel olarak değiştiği belirlemesiyle birlikte daha önceki dönemin üretim düzeyine denk düşen politik öznellikle hesaplaşmalıdır!.. Maddi üretimin egemen olduğu dönem açısından politik hat açıktır: işçi sınıfının özne(l)liği. (Konjonktürde aranan ‘sınıf’ın burada sürtünmesiz bir ‘sınıfçılık’ yapamadığını en azından politika içinde bunun olanaksızlığını belirtmiştik) ve bu özneyle ilişkilenen toplumsal tabakalar bu ihtiyacı karşılıyordu. Ama maddi olmayan üretimin ontolojisinde politika nasıl olacaktır? Öznellik neden devşirilecektir? “Üretim yerinin belirsizliği üretilen özne biçimlerinin belirsizliğine denk düşer. O halde, emperyal toplumsal kumlar akışkan bir özneler üretme ve bozma sürecidir.”[65] Çokluk ise bu akışkanlığın genel adı olmanın ötesine geçemez. Görünürde politikada özneciliği kırpan, eli serbestleştiren bu belirleme esasta kapalı bir sistem kurar.

Öncelikle ‘işçi sınıfı’nı politik özne almanın getirdiği gelenek yükünden kurtulmaya çalışır Negri. “Bundan önceki bir devirde, proletarya kategorisi, paradigmatik figürü erkek kitlesel fabrika işçisi olan endüstriyel işçi sınıfı merkezliydi ve bazen proletarya dendiğinde sadece bu sınıf akla geliyordu. Endüstriyel işçi sınıfına çoğu kez hem ekonomik analizlerde hem de politik hareketlerde (köylü emeği ve yeniden üretici emek gibi) öteki emek figürleri üzerinde önderlik rolü biçiliyordu. Günümüzde bu işçi sınıfı neredeyse sahneyi terk etti. Varlığı son bulmadı ama kapitalist ekonomideki ayrıcalıklı konumunu ve proletaryanın sınıf bileşimindeki hegemonik konumunu yitirdi.”[66] Proletarya ‘politik öznellik’ atfıyla korunurken ‘sınıf özneliği’ işçi sınıfını egale ediyor. Dolayısıyla, politikaya taşınan öznelcilik pratikte tarihsel bir rota izlemektedir. Buna bağlı olarak ‘önceki dönem’in politika yapma tarzları redde tabi tutulur. “Eski devrimci okulun taktik meseleleri artık bir daha su yüzüne çıkmayacak biçimde tarihe gömülmüştür, günümüz mücadelelerine kalan tek strateji İmparatorluk içinden çıkacak bir kurucu karşı iktidar stratejisidir.”[67] Otonomi hareketinin iç çevrimleri de bu değerlendirme dışında değildir. “Disipline çağda sabotaj temel bir direniş nosyonuydu, emperyal kontrol çağında bu nosyon terk olabilir.”[68]

Terk/çıkış önermesi dikkate değerdir. Çıkıştan kast edilen aslında ‘otonomi’deki ‘işin reddi’ pratiğiyle ilgilidir. Üretim alanının boşaltılması olarak ‘işin reddi’ emperyal iktidarın biyo-iktidar olarak biyo-politik bedeni kuşatmasına karşı ‘iktidar alanını boşaltma’[69] anlamına geliyor. Çıkış bir geri çekilmenin eşzamanlı olarak bir toplumsal kuruluşu sağlaması anlamını da taşır. Başka bir deyişle, içeriden kuruculuğun mevcut toplumsallığı reddetmesi ve onun çatlakları arasında yaşam alanı oluşturmasıdır!.. Otonominin temel önermeleriyle devamlılık içinde düşünülmelidir. İmparatorlukla göçe verilen politik misyon da göçün çıkış pratiği olarak ele alınmasından kaynaklanır. “Terk ve Çıkış emperyal post-modernlik içinde ona karşı güçlü bir sınıf mücadelesi biçimidir.”[70] Direniş, çıkış (exodus) düşmanın gücünü boşaltmak ve Çokluk’un yeni toplum inşa etmesi süreçleri bakımından önemlidir. Ancak devrimci sonuçlar vermesi bakımından zayıf bir pratik olduğu açıktır. Devrimci bir pratiğin olduğu koşullarda onunla birlikte düşünülebilecek bir konumlanmadır.

Politika için vurgu ‘içeriden kuruculuk’tadır. Toplumsal içkinlikte Çokluk’un pozitif gücünü hayata geçirme potansiyeli olduğu iddia edilir. Bu pozitif güç nereden kaynaklanır? Tamamen metafizik öncüllere dayanan ‘yoksulluk’, ‘arzu’, ‘bilinç’ faktörleri devreye sokulur. Maddi olmayan üretimle ifade edilen temel üretim öğelerine yapılan müdahaleyle ontolojik içkinlik içinde idealist bir hat açılır. ‘Bilinç’, kurucu bir politikanın ön şartı olur. Bu hatta “Çokluğun eylemi esas olarak İmparatorluğun merkezi baskıcı faaliyetleri karşısında doğrudan ve yeterli bilinçle dikildiği zaman politik hale gelir.”[71]

Negri politikanın yeri konusunda ayrımların farkındadır. Tüm eserinde buna ilişkin en önemli ifadeler, “Politika teorisinin ontolojiyle uğraşması gerektiğini söylerken, her şeyden önce politikanın dışarıdan kurulamazlığını kast ediyoruz. Politika dolaysız olarak verilidir, bir saf içkinlik olarak politika…”[72] şeklindedir. Ancak unutulmaması gereken, Negri’nin açısından materyalizmin ontolojik boyutta işlediği ve tarihsel koşullarda dışarının kalmadığı bir dönem belirmiştir. O zaman politikanın dışarıdan kurulamazlığı ontolojik dışarının olmadığı anlamına gelir; bu, daha fazlasıyla önceki paradigmalarda dışarısının ontoloji olduğu anlamına gelir ki bu da çifte ontolojidir.

Negri, Çokluk’la yeni bir demokrasi projesine zemin oluşturacak kavramsal temelleri kurmaya politika felsefesi aracılığıyla yöneliyor.[73] Yeni bir egemenlik biçimi olarak ‘emperyal ağ iktidarına’[74] karşı toplumsal üretime katılan tüm figürlerden oluşan[75] toplumsal / politik öznellik olarak Çokluk, işbirliğine dayalı ‘demokrasi’ arzusunun ifadesini bulduğu temel diye ele alınıyor.

Çokluk’un oluşmasının iki dayanağı mevcut. Negri’nin daha önceki açıklamalarından yola çıkarsak, sınıfın teknik ve politik bileşeni ayrımına geri döneriz. Çokluk maddi olmayan üretimin koşullarında boy verir. “Maddi olmayan emeğin diğer emek biçimlerini de dönüştürme eğiliminde olan kimi nitelikleri, olumlu toplumsal dönüşüm açısından büyük potansiyel barındırır.”[76] Maddi olmayan emek, “fikirlerin, bilgilerin ve duygulanımların üretimi” aracılığıyla toplumsal ilişkileri üretir. Toplumsal yaşamın biçimlerini üretmek anlamında sadece ekonomik alanla sınırlı kalmayan biyo-politik bir yapıya sahip olan bir emek türü toplumsal siyasal ve kültürel bir güç haline gelir. “Maddi olmayan emeğin toplumsal biçimleri, iletişim, işbirliği, duygulanım ilişkilerine bağlı ağlar halini alır.”[77]

‘Politik özne’ olduğu iddiasıyla öne sürülen Çokluk, kaçınılmaz olarak daha önce belirlenen ‘politik özne’lerle hesaplaşmak durumundadır. İşçi sınıfı, “Çokluğun içindeki diğer emek sınıflarına nazaran siyasal bir ayrıcalığı olmadığı”[78] belirtilerek daha önce etraflıca anlattığımız nedenlerle ilk elenenler kısmındadır. Ancak ‘halk’, ‘kitle’, ‘güruh’ olarak politika sahnesine indirilen ve Negri’nin paradigmalarında hiçbir zaman rol oynamayan ancak Çokluk belirlemesine yakın duran kategoriler de mevcuttur. Özellikle ‘halk’, Negri açısından hesaplaşılması gereken bir kategoridir. Hesaplaşılmalıdır çünkü ‘halk’a dayalı politika anlayışı Marksizmde ve toplumsal mücadelelerde önemli bir yer kaplar. ‘Halk’ın yeri ve tarihselliği özellikle Çokluk’un olası algılanma şekli olarak ‘halk’a karşı tedbir olarak detaylı incelenmiştir.[79]

Negri açısından ‘halk’ bir ‘toplumsal özne’ olarak belirmez. ‘Halk’ bir’dir. Halk eyleme kudretini ancak bir oluşumu değerlendiren ‘politik özne’nin müdahalesiyle elde eder. ‘Halk’ın kendi başına, kendinde politik bir değeri yoktur. Halk içeriden bir adlandırma değil, dışarıdan bir bağlama bağımlı oluşan, bu bağlamla birlikte çağrıya cevap veren ya da vermeyenin adıdır. “Ey halk ayağa kalk!” ancak bir politik öznenin belirli bir politik durum dahilindeki çağrısıyla belirginleşebilir. Bu anlamıyla “tekilliği”, kendine yönelik kurucu potansiyeli yoktur. Ancak kurulabilir. Negri için halk, anakronik ulus-devlet dönemine aittir. Halk, öncelikle, toplumsal bir ‘öznellik’ taşımama bağlamında egale olmuştur. ‘İmparatorluk’un arazisinde üretimin ve toplumsallığın dönüşümünde ‘toplumsal özne’ olarak bir dönem ‘işçi sınıfı’nın karşıladığı yeri, artık onun ‘daraltan’ eksenini aşan toplumsal bir öznellik doldurur: Çokluk!

Çokluk bir tekillikler toplamıdır, ancak liberal teorinin kendinde birey öznesinden farklı olarak Çokluk’un tekilliği işbirliği üretir ve kolektif etkinlikte bulunur. Çokluk’un tekillikleri bir kütledeki gibi farksız birlikte erime ile değil çoğullukla tanımlanır. Kendi varlığından dolayı politiktir. Eyleme potansiyeli taşır. Negri için toplumsal özne ile politik öznenin özdeşleşmesidir.

“Çokluk bir sınıf kavramıdır.”[80] Sınıf özne olmayandan sınıf özneye dönüş sağlanır, ancak sınıf tanımlaması tarihselci temelde yapılır. “Sınıf, sınıf mücadelesi tarafından belirlenir. Ekonomik sınıf da aynı biçimde kolektif direniş eylemiyle oluşur.”[81] Sınıf kavramının epistemolojik içeriğini boşaltmaya yönelik bu tanımlama, sol kanat komünizmin özne-nesne özdeşliğinin yolunu izler. “Ekonomik ve siyasal mücadele arasındaki eski ayrım, sınıf ilişkilerini anlamamız önünde bir engel haline gelir artık”, yani daha önce anlaşılabiliyordu. Negri devam ediyor: “Sınıf aynı zamanda hem siyasal hem de ekonomik olan, biyopolitik bir kavramdır. Dahası, biyopolitik demek aynı zamanda emek anlayışımızın sadece ücretli emekle sınırlı olmaması ve insanın yaratıcı kapasitesinin tümünü ifade etmesi demektir.”[82] ‘İşçi sınıfı’ daralırken adı koyulmamış, genişleyen bir sınıf çıkar. Sınıfın Marksizmdeki yerini epistemolojik ayrımlarla politik, ideolojik ve ekonomik düzeylerde bilgi nesnesi olarak belirleriz ve tarih biliminin açıklayıcı gücü açısından önemini teslim etmemiz gerekir. Ancak konjonktürdeki politikaya atıfla oluşan bir ‘sınıf politikası’ ‘işçi sınıfı’nı eksen etse de, adını ‘Çokluk’ olarak kapsayıcılığa taşısa da politikanın önüne dışsal engeller koymaktan kaçınamaz.

Negri, sorunun kısmen farkındadır. “Hayır bir üretim şeklinin ekonomideki hegemonyası illa bir siyasal hegemonyasını zorunlu kılmaz” dediğinde, ‘sınıfın politik bileşimi’ni de göz önünde bulundurarak yeni bir şey söylemiyor. Maddi olmayan emeğin iletişim ve işbirliği üretmesi bakımından Çokluk’a zemin oluşturacağını belirtmek aslında ‘teknik bileşeni’ ifade ediyor. “Çokluk kavramı, endüstriyel işçi sınıfının temsilcilerinin ve partilerinin hala ilerici politikaya önderlik ettiğini savunanlarla çelişir ama herhangi bir tekil emek sınıfının bu önderlik konumunu üstlenebileceğini de reddeder.” Sorunun farkında olmak çözüm getirmeye yetmiyor. Sistemde maddi olmayan emek ve üretime yüklenen rol, Çokluk için zemin oluşturmanın ötesindedir.

Modern dönemin politikasının üç ilkesini sıralıyor Negri: “Birinci yol gösterici ilke verili bir tarihsel durumdaki etkililikle ilgili. Her örgütsel biçim, mevcut güç dağılımının sunduğu olanağı ve tarihsel fırsatları kullanarak, direniş, muhalefet ve / veya hakim iktidarı devirme gücünü en yükseğe çıkarmaktır. İkinci ilke, siyasal ve askeri örgütlenme biçimlerinin ekonomik ve toplumsal üretimin mevcut biçimlerine tekabül etmesidir. Hareketlerin biçimlerinin evrimiyle ekonomik biçimlerin evrimi eşgüdümlüdür. Son ve en önemli nokta da, direnişin örgütsel biçimlerinin gelişmesinde demokrasi ve özgürlüğün sürekli yol gösterici ilke vazifesi görmesidir. Tarihimizin çeşitli noktalarında bu üç ilkenin çeliştiği oldu… Bugün ise üç ilkenin örtüştüğü bir noktadayız. Dağınık ağ yapısı hem hakim ekonomik ve toplumsal üretim biçimine tekabül eder hem de hakim iktidar yapısına karşı en güçlü silah olan tamamen demokratik bir örgüt modeli sunar bize…”[83] Önerilen örgütlenme modeli iletişime dayalı tekilliklerden oluşan ‘ağ’ örgütlenmesidir. Bir örgüt olmayan diye anlaşılması gereken bu model, temel dayanağını üretim tarzının dayanışma üretmesinden alır. ‘Devrim’ anlayışının politik devrim olmadığı noktada öne sürülen ağ örgütlenmesi gevşek iletişimsel biraradalıktır.

Negri ‘eğilim’ yöntemiyle aktüel politik mücadelelere dışlayıcı bir perspektiften bakar. Şiddet pratiğini dışlayıcı konum, devrimci politik duruşu, devlet hedefini, eski dönemin politikaları olarak damgalar. İmparatorluğun bir merkezi olmaması, Batı-merkezli yaklaşımın ortadan kalktığı anlamına gelmez. ‘Eğilim’in kendini hissettirdiği mekan Batı metropolleridir. Taleplerden ‘dünya vatandaşlığı’ ve serbest dolaşım hakkı, bir reform önerisi olarak ‘Batı’ya yöneliktir. İdeolojik ayrımlarla ‘İslam’ın politik rolü negatif bir içeriğe sahip olarak belirlenir ve dışlanır. “1979 İran Devrimi… devrim karşıtı bir devrimdir, eski düzenin ayaklanmasıdır.”[84] Tarihsel ilerlemeciliğin politikaya yansımaları her düzeyde izlenir. Verilen radikal mücadele örnekleri, “1989 Tiananmen Meydanı olayları, İsrail Devlet Otoritesine karşı intifada, Los Angeles’daki Mayıs 1992 ayaklanması, 1994’te başlayan Chiapas isyanı, Aralık 1995’te Fransa’yı ve 1996’da G. Kore’yi felce uğratan grev dalgaları”[85] ile sınırlıdır. Yerel düzeyde kalmalarının iletişim sınırlılığından kaynaklı olduğu ileri sürülür!

Bir emperyal iç savaş, dördüncü dünya savaşı, sürekli savaş hali[86] belirlemesi yapılır. Bu koşullarda negatif bir ağ olarak El Kaide’nin 11 Eylül eylemi “paralı askerlerin isyanı kabul edilebilir mi?” sorusu devreye sokulur. “Arzu edilmeyen örgütsel biçimler”e[87] yönelik eleştirinin kaynağı tarihsel uygunsuzluk iddiası ile birlikte ideolojik kıstaslardır. Yıkıcı, sistem karşıtı eylemin ‘negatif’ içeriğini dışlayıcı yaklaşım ‘feda eylemi’ni asimetrik savaşta biyo-politik bir güç tanımlamasında olumlamaya yönelik sonuçlar ‘sistem’ dışı müdahaleyle dışlanır. Tek bir politik proje öne sürülür: “Çokluğun demokrasi yaratma potansiyeli”ni[88] ortaya koyan ‘çıkış’ ve ‘kuruculuk’.

Ezilenler ve Çokluk

Çokluk ile ezilenler arasındaki fark kategoriktir. Negri için “Bizzat sömürü kavramı, kapitalist idare ilişkisinin kalbindeki çelişkiyi özetler. İşçiler kapitalistin altındadır ve ürettikleri zenginliğin bir kısmı ellerinden alınır, ancak işçiler asla çaresiz kurbanlar değildir. Aksine, zenginliğin kaynağı oldukları için son derece güçlüdürler. ‘Ezilenler’ akla marjinal ve çaresiz bir kitle getirebilir ama ‘sömürülenler’ zorunlu olarak önemli, üretici ve güçlü bir öznedir.”[89] Üretimden gelen güç, canlı emeğin gücü gibi temel verilerle alınan ‘sömürü’ kavramıyla tanınan çerçeve politikaya kapalı, tarih bilimi içi bir tartışmadır.

Çokluk’u içeriklendirmede anılan göçmenler, işsizler, kadınlar gibi toplumsal katmanlar ezilenler kategorisinin de bileşeni olabilir, ancak ısrarla belirtilmelidir ki, bir tarihsel öznellik olarak ‘Çokluk’la, teorik-politik bir kategori olarak ‘ezilenler’ arasındaki fark esastandır. Ezilenler, farklı tarihsel bağlamlarda ‘devlet’ temel ayıracının ezme pratiğinin yöneldiği kesimleri öne alır. Burada devletin temel karakteri “şiddet aygıtı” olarak örgütlenmesidir ve herhangi bir tarihsel biçimi –monarşi, ulus-devlet, aristokrasi, demokrasi, ‘İmparatorluk’ vs.– bir ezme, tahakküm örgütü olduğunu değiştirmez. Bu anlamıyla Marksist politikanın başlangıç noktası ezilenlerden yana önsel konumdur. Ancak ezilenler kategorisinin tarihsel bileşenlerinde genişleme ve daralmalar olsa da esas belirleyeni konjonktürde ezilenin konumudur. Çokluk ise Negri’nin ifade ettiği anlamıyla İmparatorluk içinde beliren tarihsel ‘özne’dir. Burada ‘devlet’ ayıracı gözden yiter. Çokluk bir ‘sınıf özne’ olarak belirir. Ezilenler ise ‘politik özne’ değildir. Politik öznenin –örgütün– gözettiği nesnel koşuldur olsa olsa. Çokluk dolayımsız olarak politik özne olmak iddiasındadır, örgüt bu alanda tarihsel olarak geçersizliği ilan edilen politik araçtır!

Sınıfçı eleştirilerin tutarsızlığı

İmparatorluk ve Çokluk’a en belirgin itiraz sınıfçı/işçici akımlardan ve dar-Marksizm cephesinden gelmiştir. Ancak önemli tutarsızlıklar taşır bu itirazlar.

İlk itirazın temeli, ‘işçi sınıfı’nın politik rolüne ilişkin kurulmaktadır. ‘İşçi sınıfı’nın politik özne olarak kurulduğu ve tarihsel rolünü yerine getirmek için fırsat kolladığı ya da kapitalist üretim tarzının tek devrimci sınıfı olduğu kabulü, yeni politikada işçi sınıfına ayrıcalık tanımayla beliren politika önermeleri, Negri’ye, işçi sınıfının politikada rolünün içini (Çokluk’la) boşalttığı, maddi olmayan emek gibi bir üretim kategorisini teorize ederek bir eğilimi, Çokluk’u işçi sınıfının yerine geçirdiği itirazını geliştirir.

Dar sınıfçı yaklaşım bir noktayı unutur: Negri’nin tüm teorik ve politik uğraşı Leninist politik Marksizmin –komünist devrimciliğin– uğrağından geçmeyen bir Marksizm yorumu olan ‘otonomist işçi’cilik temeline dayanır, ki bu anlamda Negrici ‘Marksizm’ tutarlı bir çizgiyle sınıf üzerinden teorik bir çalışma yürütür. Sınıf mücadelesi olarak ele aldığı ‘tarih’i dönüşümlerle inceler. Marksizme ontolojiden, politika felsefesi aracılığıyla müdahalelerde bulunur. İtirazın sahibi Troçkistler ve Leninist devrimciliğin III. Enternasyonal’in tedrisatından geçerek işçici/sınıfçı bir politika oluşturma iddiasında olanlar, sınıfçılık açısından Negri’nin tutarlı sınıfçılığı karşısında tutarsız, doktriner sınıfçı konumdadır.

Negri’nin Marksizmin bilimsel temeline yönelik ‘teorik’ müdahaleleri bir paradigma çerçevesinde farklı uğraklardan geçerek Grundrisse okumalarıyla hem politik ekonomi alanında hem de tarih bilimi ile ilgili ‘anlar toplamı’ anlayışıyla temellenen felsefi ontolojinin materyalist temeldeki metafiziğine dayanır. İtirazı yapanların önemli bir kısmı, dar-Marksizmin utangaçca esnetilmiş, fiilen reddedilmiş karşılıklı belirlenim savunusuyla, felsefede kurdukları öznecilik ve rasyonalist diyalektikle, epistemolojide farklı yollar izleyerek Negri’nin tarihselciliğiyle buluşur. Sınıfçılığın ve sınıf politikasının sonuçlarının, tutarlı olarak izlendiğinde, Negri ile buluşması şaşırtıcı olmaz.

 
 


[1] Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İstanbul 2001.

[2] Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Çev.: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., İstanbul 2004.

[3] Matteo Mandarini, “İngilizceye Çevirenin Girişi”; Antonio Negri, Devrimin Zamanı, Çev.: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yay., İstanbul 2005, s. 11.

[4] Her ne kadar gündem yaratan İmparatorluk ve Çokluk, Hardt’la birlikte yazılsa da Negri’nin eserinin bütünlüğü göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle bu eserler ele alınırken bundan sonra sadece Negri’nin ismi geçecektir.

[5] “Marksizmin devrimci diyalektiği” hakkında etraflı bir açıklama için bak.: Metin Kayaoğlu, “Marksizmin Kaypakkaya’da Özgülleşen Devrimci Diyalektiği”, Teori ve Politika, Sayı: 42-43, Yaz-Güz 2006, s. 39-43.

[6] Perry Anderson, Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, Çev.: Bülent Aksoy, Birikim Yay., İstanbul 2004, s. 94-5.

[7] Russell Jacoby, “Batı Marksizmi”; Marksist Düşünce Sözlüğü, Çev.: İrfan Cüre, İletişim Yay., İstanbul 2002, 3. Baskı, s. 66.

[8] Perry Anderson, a.g.e., s. 77.

[9] Bu bölüm için bak.: Nick Dyer-Witheford, Siber Marx, Çev.: Ali Çakıroğlu, Aykırı Yay., İstanbul 2004; Chris Wright, “Otonomist Marksizmin Soyağacı”; Marx ve Komünalist Otonomi, Der.: A. Cengiz Baysoy, Otonom Yay., İstanbul 2006 ve Volkan Yaraşır, “İtalya’da Radikal Düşünce: Teori ve Pratiğe Özgün Bir Katkı”, Otonom, Sayı: 13, Temmuz-Eylül 2006.

[10] Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı, Ocak 1995, s. 51. “Marksizmin genel alanı” kimi çekincelerle otonomist gelenek için uygun görünüyor.

[11] Harry Cleaver, “Otonomist Marksizm ve Sınıf Mücadelesi”, Massimo de Angelis’in röportajı; İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika, Der.: Sinem Özer ve Selen Göbelez, Otonom Yay., İstanbul 2005, s. 82.

[12] Devletin, Aldo Moro’nun Kızıl Tugaylar tarafından kaçırılıp öldürülmesi sonucu oluşan saldırı ve tutuklama dalgası, pratik alanda ayrımları netleştirmiştir.

[13] Lucio Castellano, Arrigo Cavallina, Giustino Cortiana, Mario Dalmaviva, Luciano Ferrari Bravo, Chicco Funaro, Antonio Negri, Paolo Pozzi, Franco Tommei, Emilio Vesce ve Paolo Virno, “Devrimi Hatırlıyor musunuz?”; a.g.e.

[14] A.g.e., s. 37.

[15] A.g.e., s. 38. “Savunma’nın yazarlarının ayrımları burada kendini belli ediyor. Devrimci politik pratiğe politik eylem dışı kriterler sunuluyor.”

[16] Althusser’in FKP’nin 22. Kongresinde “proletarya diktatörlüğü” görüşünün parti tüzüğünden çıkarılmasına yönelik eleştirisi Otonomi için de oldukça isabetlidir. “Galile’den bu yana, maddeci olan herkes bilir ki, pek çok sonucu olan gerçek bir sorun üzerine nesnel olarak düşünen bilimsel bir kavramın yazgısı bir siyasal karara konu oluşturamaz.”

[17] A.g.e., s. 40.

[18] A.g.e., s. 41.

[19] İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika’da verilen sözlükte, “kendini değerli kılma” şöyle anlatılır: “İtalya’da bu kavram, yerel ve topluluk temelli toplumsal örgütlenme biçimleri ve kapitalist üretim ilişkileri ile devlet kontrolünden göreceli olarak bağımsız refah pratiklerini anlatmak için kullanıldı. Kendini değerli kılma aynı zamanda, daha felsefi bir çerçeve içinde, kapitalist toplum içinde ve ona karşı olarak alternatif ve otonom kolektif bir öznelliği kuran toplumsal süreç olarak da anlaşılabilir.” (A.g.e., s. 372)

[20] A.g.e., s. 371. “İşin reddi”: “Kapitalizmin yıkılışı aynı zamanda işçinin işçi olarak (olumlanması değil) yok edilmesini içerir. İşin reddi, bir kimsenin yaratıcı ve üretken güçlerinin inkar edilmesiyle karıştırılmamalıdır. Bu daha ziyade üretim ilişkilerini yapılandıran ve bu güçleri sınırlayarak çarpıtan kapitalist komutanın reddidir. O halde, bu ret aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin dışındaki kendi üretici güçlerimizin ya da yaratıcı kapasitemizin olumlanmasıdır.”

[21] Negri’den aktaran: Michael Ryan, “Sonsöz”; Antonio Negri, Marx Ötesi Marx, Çev.: Münevver Çelik, Otonom Yay., İstanbul 2006, s. 314.

[22] Lucio Castellano ve diğerleri, a.g.e., s. 51.

[23] A.g.e., s. 49.

[24] A.g.e., s. 50.

[25] Tronti’den aktaran: John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, Çev.: Pelin Siral, İletişim Yay., İstanbul 2003, s. 216. Aynı alıntı ve Otonomist hareketin başlangıcı için bak.: Nick Dyer-Witheford, a.g.e., s. 98.

[26] Metin Kayaoğlu, “Post-Modernizm ve Marksizmin Genişleyen Alanı”, Teori ve Politika, Sayı: 34, Bahar 2004, s. 68.

[27] Antonio Negri, Yıkıcı Politika: 21. Yüzyıl İçin Bir Manifesto, Çev.: Akın Sarı, Otonom Yay., İstanbul 2006, s. 43.

[28] Antonio Negri, Marx Ötesi Marx, a.g.e., s. 110.

[29] Metin Kayaoğlu, “Üretim ve Sınıflar”, Teori ve Politika, Sayı: 19-20, Yaz-Güz 2000, s. 123.

[30] Michael Ryan, a.g.e., s. 283-4.

[31] A.g.e., s. 285.

[32] A.g.e., s. 317.

[33] A.g.e., s. 39.

[34] A.g.e., s. 73.

[35] A.g.e., s. 162-3.

[36] A.g.e., s. 203.

[37] A.g.e., s. 251-2.

[38] Harry Cleaver; a.g.e., s. 33.

[39] A.g.e., s. 33.

[40] Antonio Negri, Yaban Kuraldışılık: Spinoza Metafiziğinin ve Siyasetinin Gücü, Çev.: Eylem Canaslan, Otonom Yay., İstanbul 2005.

[41] Spinoza, Etika, Çev.: Hilmi Ziya Ülken, Dost Kitabevi Yay., Ankara 2004, bölüm 3, önerme 6. Aynı önermenin Aziz Yardımlı çevirisi için bak.: Spinoza, Törebilim, İdea Yay., İstanbul 2000. “Her şey kendinde olduğu ölçüde, kendi varlığını sürdürmeye çabalar.”

[42] John Kraniauskas, “İmparatorluk ya da Çokluk”, Varlık, Sayı: 1128, Eylül 2001.

[43] Spinoza, Etika, a.g.e., bölüm 1, önerme 26. Aziz Yardımlı çevirisi: “Herhangi bir eylemde belirlenen bir şey buna zorunlu olarak Tanrı tarafından belirlenir ve Tanrı tarafından belirlenen şey kendini eyleme belirleyemez.”

[44] Antonio Negri, “Marx Üzerine Yirmi Tez: Bugünkü Sınıf Durumunun Yorumu”; Marksizmin Ötesinde Marksizm, Yayıma hazırlayan: Yavuz Alogan, Çev.: Aynur Özuğurlu, İmge Kitabevi Yay., Ankara 2005, s. 256.

[45] Antonio Negri, Devrimin Zamanı, a.g.e., s. 103.

[46] A.g.e., s. 105.

[47] Antonio Negri, “Arkeoloji ve Proje: Kitlesel İşçiden Toplumsal İşçiye”; İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika, a.g.e., s. 259.

[48] Antonio Negri, “Marx Üzerine Yirmi Tez: Bugünkü Sınıf Durumunun Yorumu”, a.g.e., s. 273.

[49] Antonio Negri, Devrimin Zamanı, a.g.e., s. 61.

[50] Karl Marx, Kapital’e Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Çev.: Mustafa Topal, Ceylan Yay., İstanbul 1999.

[51] Antonio Negri, Devrimin Zamanı, a.g.e., s. 110.

[52] Antonio Negri, “Arkeoloji ve Proje: Kitlesel İşçiden Toplumsal İşçiye”, a.g.e., s. 277-8.

[53] A.g.e., s. 279.

[54] Antonio Negri, Yıkıcı Politika: 21. Yüzyıl İçin Bir Manifesto, a.g.e., s. 218.

[55] Michael Ryan, a.g.e., s. 299.

[56] Antonio Negri, Devrimin Zamanı, a.g.e., s. 274.

[57] Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, a.g.e., s. 22.

[58] Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, a.g.e., s. 13.

[59] A.g.e., s. 157.

[60] Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, a.g.e., s. 35.

[61] A.g.e., s. 84.

[62] A.g.e., s. 76.

[63] A.g.e., s. 68.

[64] A.g.e., s. 174.

[65] A.g.e., s. 211.

[66] A.g.e., s. 77.

[67] A.g.e., s. 82-3.

[68] A.g.e., s. 225.

[69] A.g.e., s. 225.

[70] A.g.e., s. 227.

[71] A.g.e., s. 400.

[72] A.g.e., s. 369.

[73] Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, a.g.e., s. 14.

[74] A.g.e., s. 10.

[75] A.g.e., s. 13.

[76] A.g.e., s. 84.

[77] A.g.e., s. 84.

[78] A.g.e., s. 127.

[79] A.g.e., s. 113-4.

[80] A.g.e., s. 117.

[81] A.g.e., s. 118.

[82] A.g.e., s. 119.

[83] A.g.e., s. 104.

[84] Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, a.g.e., s. 166.

[85] A.g.e., s. 78.

[86] Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, a.g.e., s. 56.

[87] A.g.e., s. 81.

[88] A.g.e., s. 236.

[89] A.g.e., s. 348.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar