Ana SayfaArşivSayı 42-43Geleceğe Yönelirken Deniz, Mahir ve İbrahim

Geleceğe Yönelirken Deniz, Mahir ve İbrahim

Cuma Tat

İki vargıyla başlamak gerekiyor.

İlk olarak; 1960’ın başlarından 1973’e kadar olan sürede, “Sovyet Revizyonizmi”nin etkisinden kurtulamamış hiçbir hareketin Marksistliğinden söz etmek mümkün görünmemektedir.

Bir tarih değerlendirmesi girişiminin ana halkasını oluşturan bu önerme, ne Sovyetler Birliği’nin dağılması, ne de yönü Sovyetler’e dönük olanların aldığı başarısız sonuçlardan besleniyor. Kaldı ki, bugün yenilgiden payını almamış “Marksist” akım kalmamıştır.

71 döneminde Sovyetler Birliği’ne teorik ve politik referansla bir Marksist devrimciliğin olamayacağı görüşümüzün kaynağının bir ucu, 1920’lerde Kemalizmin desteklenmesine kadar götürülebilir. Diğeri ise, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Kemalistlerce katledilmelerinden sonra, Şefik Hüsnü TKP’sinin izlediği çizgide daha açık görülebilir. Kemalizme dönük ümitvar yaklaşım, bu hareketin ülkede “Demokratik Devrim”in gereklerini yerine getirerek, “Toprak Reformu”nu yapacağı, “Milli Sanayi”yi geliştirerek, devrimin temel sürdürücüsü “işçi sınıfı”nı açığa çıkaracağı ve sözde “sosyalist devrim” hedefine daha rahat ulaşılacağı beklentileriyle, Stalin sonrası Sovyetler Birliği’nce geliştirilen “barışçıl geçiş” politikaları aynı dünyanın görünümleridir.

Bu anlayış uğruna 1921’de Koçgiri, 1925’te Diyarbakır ve 1937-38’de Dersim’de onbinlerce Kürt’ün kırılması, sürgüne gönderilmesi “Türk burjuvazisinin feodalizme karşı mücadelesi” olarak değerlendirilmiştir. Kürtleri “medenileştiren” Kemalist devlet desteklenmiştir.

İkinci vargımıza göre; devletin niteliğinin kavranmasında ana halkayı oluşturan Kemalizme karşı, teorik ve pratik konumlanış sergilemeyen hiçbir hareketin Marksistliğinden bahsetmek olası gözükmemektedir.

O dönemde, TKP dışındaki siyasal gruplaşmaların Sovyetler Birliği ile ilişkileri ilk elde somut olgular düzeyinde gözükmemektedir. Örneğin, kendisini “Eneski sosyalist” olarak tanımlayan Hikmet Kıvılcımlı’nın dahi bu ülkeyle “ilişkisi” duygusal bağlılığın ötesine geçememektedir. Son günlerinde, “yoldaş” ülkelerin sınırlarından nasıl geri çevrildiği hazin bir şekilde hatırlarımızdadır.

Ancak, 71 devrimciliğinin öngününün iki önemli siması Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli’nin her ikisinin de, Komintern’in ve buna bağlı TKP’nin terbiyesiyle yetiştiği, bu minval üzre politika yaptığı gözlemlenebilir bir olgudur.

Yukarda ifade ettiğim sonuçlara götüren diğer gösterge ise tüm yanılsamalara rağmen Marksizm algılayışı TKP hamuruyla yoğrulmuş olan bu iki “Eski Tüfek” sosyalistin ve yine o çeper içerisindeki Aren-Boran reformizminin gelişen devrimci gençlik hareketleri üzerindeki esaslı etkileridir.

1960’tan Sonra

Sol, 1960’taki “27 Mayıs darbesi”ni olumlu karşılamıştır. Bu yaklaşım sisteme eleştirel bakmaktan uzak milliyetçi, devletçi bir algıyla, gençliğin orduya dönük sempati geliştirmesinin yolunu döşemiştir.

Yeni ortamın hemen başlarında, 1961’de, TİP (Türkiye İşçi Partisi) kurulur. “Milli Şef” İsmet İnönü ve Adnan Menderes zorbalığını yaşayanlarda ve genel olarak ezilenlerde, 1965 seçimlerinde 15 milletvekili ile parlamentoda temsil olanağı elde eden TİP nezdinde bir “umut kapısı” aralanması yaşanır. İşçiler, köylüler, aydınlar ve gençlik TİP’e yönelir. Kürt illerinde “Doğu Mitingleri” düzenlenir. Aydın’da, Manisa’da, Antep’te ve Trakya’da köylüler vakıf ve ağalara ait toprakları işgal eylemleri gerçekleştirirler. Ezilenlerin kaynaması yayılarak sürer.

Üniversiteler giderek artan ölçüde militan eylemlere sahne olur.

Türk-İş’in uzlaşmacı burjuva sendikacılığı işçileri tatmin etmez. 1967 Şubatında DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurulur. Gençlik, TMGT (Türk Milli Gençlik Teşkilatı), DÖB (Devrimci Öğrenciler Birliği), FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) ve daha sonra Dev-Genç gibi derneklerde ve TİP içerisinde politik faaliyet yürütür.

Şimdi biraz geriden gelerek, ileride Türkiye Devrimci Hareketinin ana akımlarını oluşturacak bu gençlik kesimlerinin beslenme kaynaklarına örnekler üzerinden kısaca göz atalım: 27 Mayıs Cuntasına, neredeyse hiçbir eleştirel yaklaşım yoktur. Aksine “silahlı kuvvetler”, yaptığı bu “ihtilal”le ve getirdiği “demokrasi”yle gençliğin hafızasında olumlu bir örnek olarak capcanlı durmaktadır. Anayasayla getirilen temel devlet kurumları benimsenmekte, buna karşılık hükümetler gerici kabul edilmektedir. Dönemin gençliğinin ve muhalefet güçlerinin neredeyse her eyleminde bunun izlerini görmek olasıdır.

16 Şubat 1969’da, ABD’yi protesto eden kitleye polis eşliğinde saldıran dinci-faşist topluluğun kanlı saldırısıyla tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen olay sonrası, aralarında TMGT, FKF, DÖB, DİSK’in de bulunduğu katılımcı 76 kitle örgütü ve ‘Emperyalizme ve Sömürüye Karşı Yürüyüş Komitesi’nin MGK’ya çektiği telgrafın metni şöyledir:

“Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne

“Aşağıdaki hususları kurulunuza duyurmayı görev biliyoruz.

“1- 16 Şubat Pazar günü yaptığımız kanuni mitingde polis görevini yapmamıştır… Şöyle ki; Taksim Meydanı’nda izinsiz toplanan saldırgan grubu dağıtıp meydanı izin alanlara boşaltmamıştır. Polis bu görev ihmalinin ötesinde çatışma boyunca saldırganlarla birlikte yasal miting yapan bizleri dövmüş ve dağıtmıştır. Elimizde polisin karşı tarafla olan işbirliğini belirten resim ve filmler vardır…

“2- Amerikan 6. filosunun Türkiye’nin çıkarlarını değil Amerikan şirketlerinin çıkarlarını koruduğuna inanan bizler…

“3- … Bütün olanlar gösteriyor ki olaylar iktidarın bir tertibidir. Olayları tertipleyenlerin takibatına güvenmediğimizi belirtir, son olayların Kurulunuz’ca enine boyuna incelenmesini dileriz. 20.02.1969.”[1]

Bu belge, dönemin “ilerici”, “devrimci”, “demokrat” örgütlerinin sistemi nasıl algıladığına ve onun sınıfsal karakterini nasıl değerlendirdiğine dair tipik bir gösterge olsa gerek. 1960’lardaki milliyetçi, devletçi, orducu Kemalist sol anlayış eylemde bulunan neredeyse her kesimin paylaştığı bir husustur. O dönem yayınlanan Yön’de, Türk Solu’nda, Aydınlık’ta ve FKF, Dev-Genç bültenlerinde orducu, milliyetçi eğilim egemenliğini sürdürmektedir.

Doğan Avcıoğlu, Yön’ün 21 Şubat 1962 tarihli 10. sayısında, “Rejim Buhranı” başlıklı yazısında “Türkiye orduya dayanarak ve ordunun desteğiyle, gericiliği ve geriliği yenmesini bilecektir” demektedir.[2]

Aynı Avcıoğlu, “Sosyalizm’den Önce Atatürkçülük” başlıklı 10 Nisan 1963 tarihli yazısında, orduyla geriliği ve gericiliği yenerken, benimser gözüktüğü sosyalizmle ilgili, “Bütün sosyalistler insanlığın hürriyet, eşitlik ve kardeşlik ilkelerinin ışığı altında en iyi şekilde yaşamalarına ve kişiliklerini geliştirmelerine imkan verecek bir toplum düzenini kurma çabası içindedirler. Bu hedefe sınıfsız bir toplum düzeninin gerçekleştirilmesiyle erişilebileceğine inanırlar. Hepsi sınıflaşmaya ve insanın insan tarafından sömürülmesine yol açan kapitalizme karşıdırlar. Sosyalist düzende üretim araçları topluma aittir” şeklinde görüş belirtir.[3]

Bir başka örnek, İstanbul’da on yedi gençlik örgütünün, 14-19 Mayıs 1968’de düzenlediği “NATO’ya Hayır Haftası”nda yaşanır. Taksim Atatürk Anıtı önünde haftayı başlatırken okunan bildiri devletçi, milliyetçi niteliktedir:

“Bir umacı yaratarak soyduğu ülkeleri ‘komünizm’ tehlikesiyle korkuttu ve yandaş birer güç olarak bu örgüte kattı. Nitekim yeryüzünde emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı’nı vermiş olan Türkiye’miz ne gariptir ki bu oyuna düşerek, Kurtuluş Savaşı’nın baş düşmanı ve emperyalizmin sömürü aracı NATO’ya girdi. 1952

“NATO’ya hayır diyoruz, çünkü Amerika’ya karşıyız.

“NATO’ya hayır diyoruz, çünkü emperyalizme karşıyız.

“… 14-19 Mayıs 1968 tarihleri arasını NATO’ya Hayır Haftası olarak ilan eden aşağıdaki örgütler bugün bağımsızlık kahramanı Mustafa Kemal’in Anıtı önünde bizi bağımlı kılan NATO’nun amblemini yakarak haftayı açıyoruz.”[4]

Bir diğer örneği, henüz bu anaforun içinde olan İbrahim Kaypakkaya’nın o yıllarda şehit düşen genç devrimci arkadaşlarını anmak için yazdığı yazı oluşturuyor:

“Bağımsızlık Savaşından Dönülmez

“Milli kurtuluş mücadelemiz yeni şehitler veriyor… Yıl 1968, aylardan Temmuz. Amerikan emperyalizminin Akdeniz’deki bekçisi 6. Filo İstanbul Boğazı’na kara bir leke gibi oturmuş. Amerikalı denizciler, İstanbul otellerinde kendi deyimleriyle ‘moral takviyesi’ yapıyorlar. Mustafa Kemal’in gençliği ‘esir yaşamaktansa ölmek evladır’ deyip ayağa kalkmış, yürüyüşler mitingler, bildiriler birbirini kovalıyor.

“… Yıl 1969, Şubat’ın 16’sı, günlerden pazar. Kanlı Pazar. Yine 6. Filo Boğaza demir atmış. Türkiye Halkına meydan okuyor. Yine İstanbul sokaklarında ‘moral takviyesi’ne çıkmış Amerikan askerleri. Mustafa Kemal gençleri durur mu, Mustafa Kemal olsa durur muydu? Durmadı. Gençler de durmuyorlar. Halkımızın en devrimci gücü işçilerle el ele verip ’emperyalizme karşı bağımsızlık yürüyüşü’ düzenliyorlar…[5]

Dönem içerisinde birbirinin kopyası, benzeri reflekslerle karşılaşmak tesadüf değildir. Bu zeminin döşenmesinde etkili olan teorisyenlerin başında gelen Doğan Avcıoğlu’ndan aktardığımız pasajdaki yaklaşımın bu anlayışın altyapısını oluşturmak yanında onu yansıttığını da görebiliyoruz.

ABD emperyalizminin dünyanın her bölgesine kancalar atması ve bunun karşılığını yurtsever direnişlerle görmesi, dünyasal çaptaki dışsal örnekler olarak sayılabilir. 1960’ın başlarından itibaren devrimcileşme sürecine giren ezilenlerin, özellikle gençlikte simgelenen hareketliliği oportünist, pasifist zehirlenme etkilerine rağmen devrimci dinamiğini yitirmez. Bu dinamiği ile beraber, arınma-ayrışma süreci yaşar.

Yaklaşımlar

Çeşitli ara yaklaşımlar getirmeye çalışanlar olsa da, 1960’ların sonu ile 1973 yılı arasındaki dönemi esasen, “68 Hareketi” olarak kavramlaştırmayla, “71 Devrimci çıkışı” olarak kavramlaştırmanın, dönemi tartışmak bakımından en uygun ayrımlar olduğunu kabul ediyoruz.

Bu dönemde doğan üç örgütü (THKO, THKP-C ve TKP(ML)) aynı kategoride değerlendirenler veya aralarındaki farkı göreceli kavramlarla ifade edenler mevcuttur.

Proletaryanın öncü rolünün gözardı edildiği, Çin’den, Latin Amerika’dan ithal edilmeye çalışılan devrim modelleriyle, esas çalışmanın kırlık bölgede olacağı tespiti yapıp, gerillacılık faaliyetleriyle maceracılığa sürüklenildiği yaklaşımları da eleştiriler arasındadır.

O dönem içindeki belli kimliklerin tutumları ve önerileri neydi? Kısaca bakalım.

Hareketin niteliğinde belirleyici bir yaklaşım olmamakla birlikte, MDD (Milli Demokratik Devrim) savunusuyla genç devrimcileri TİP reformizminin etkisinden yalıtmasına rağmen, “Asker-sivil aydın zümre” cuntacı yaklaşımıyla Mihri Belli’nin, komünist bir örgütlenme ve komünist bir devrimden bahsetmediğini görmekteyiz.

Yine “Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı” broşüründeki yazısıyla ve daha birçok eseriyle Hikmet Kıvılcımlı, TİP’in aydıncıl, reformist program ve tüzüğünü hallaç pamuğu gibi atarken, işçilerin, köylülerin örgütleneceği bir partinin üyeliğinin nasıl olacağına kadar ayrıntılara gider. “Aklı başında”, “Dört başı mamur”, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya örgütlenecek bir parti tarif eder. Aslında o parti de vardır. Ancak “muhterem”de bir kalkışma, bir hareket arandığında kişisel şanlı tarihinin dışında “tık” yoktur.

Aslında sistemle kapışmanın yolu nereden geçer kendisi de bilir ve yazar: “Örgütlenme tekniğinde ister ‘devrimci’ ister ‘sosyalist’ olsun, hiçbir ciddi eğilim ancak ve yalnız ‘Çivinin çivi ile sökülebileceğinde’ en ufak bir hayale kapılmamalıdır.” Ama eline silah alanları da aynı yerde, “Mujiğin çakmaklı tüfekle savaşa gitmesi” diyerek eleştirir.[6]

Nihayetinde bu her iki “eski tüfek” genç devrimcilere itidal, akıl ve destur önermektedirler. Sakın “Atı alan Üsküdar’ı geçmesin”!

Yeni dönemden birkaç örnekle yaklaşımları ayrıntılandıralım. Mehmet Yılmazer günümüz siyasal oluşumlarında, teorik tespitlerle pratik eyleyişlerde ortaya çıkan zaafiyete değinirken,”Devrimci hareketin 60′ sonrası ilk kuşağı tasarladıklarını uyguladılar ve bunun bedellerini de ödediler”[7] diyerek onlara, tarihe malolan “cüret”karlık haklarını teslim etmektedir. Ancak M. Yılmazer’in başkaca itirazları var. “Bunların ağırlıklı bölümü ‘kırlardan şehirlerin kuşatılması’ üzerine tasarlanmış devrim stratejileridir. Bunun nedeni Türkiye’de kapitalizmi görememe ve ülkenin işgal altında olduğu tespitini yapmaya dayanır. Arazi tanımlaması bu ölçüde hatalı yapılınca ona göre şekillenen stratejilerin doğru olması beklenemezdi.”[8] M. Yılmazer’in aklı da belli ki “düzgün” tespitler yapan,”iyi çalışan”, “tasarlayan” ve öylece eyleyen “akıllı”larda.

Troçkist cenahtan eleştiri ise şöyle bir öneriyle gelmekte: “Bu sosyalist devrim, demokratik devrim kutuplaşması çok verimsiz kutuplaşmaydı… Sürekli Devrim görüşü o sırada Türkiye’de bilinseydi bu iki olumsuz zıddın, kutbun olumlu sentezi olarak rol oynayabilirdi.”[9] Yazar, açık ki Troçkizmin olmadığı yerden Marksizm çıkmayacağına işaret etmekte.

Dönemin Üç Devrimci Örgütü

Türkiye devrimci geleneğinin ve Marksist oluşumunun ilk politik öznelerini oluşturan dönemin üç örgütünü incelerken, geliştirilecek yaklaşım, yukarıda, alıntılarla veya kısaca anarak üzerinden geçtiğimiz yaklaşımlara da bir eleştiri ve cevap niteliği taşıyacaktır.

1. THKO

İlk nüvesi olan DÖB (Devrimci Öğrenciler Birliği) içinde şekillenirken Deniz Gezmiş önderliğinde, militanlıkta cüretin sınırlarını en uca kadar zorlamış, öğrenci eylemliliğinden çıkıp ülkenin sorunlarına çözüm üretmek isteyen devrimci bir örgüt olmuştur. Gençlik içerisindeki militan devrimci duruşuyla reformist, oportünist kesimlerin üzerindeki devrimci cilaları dökerek, bunların etkisinde bulunan diğer genç devrimcilerin dikkatini, yeni bir “tarz”a çekmeye önderlik etmiştir.

Marksizmle etkileşime girme, sistemden kopma konularında ise pratik devrimcilik mirasına rağmen, teorik devrimci miras bırakmamış, son derece cılız etkileşim içerisinde kalmıştır. THKO’nun, içeriği ve dolayısıyla etkileri de son derece cılız olan Hüseyin İnan’ın “Türkiye Devriminin Yolu” adlı broşür çalışmasının dışında, neredeyse dokümanı bulunmamaktadır.

THKO, reformist geleneğe son vermenin ilk pratik adımlarını atarken, ideolojik söylemiyle Ordu’ya ve Kemalizme sempatiyle yaklaşsa da, eylemliliğiyle bunu aşma işlevi görmüştür.

Önderi Deniz Gezmiş bugün “zararsız” bir kahraman, bir efsaneye dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Ancak, devrim davası uğruna idama giderken, “Yaşasın Marksizm-Leninizm… Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi…” şiarı, hayata geçmemiş onca programın ötesine geçmiş ve devrimci tarihe yazılmıştır.

2. THKP-C

THKP-C’yi ele alırken, önderi Mahir Çayan’ın yazılarıyla birlikte, eylemliliği üzerinden gitmek uygun olacaktır.

“Ana rahmi”ne bakışı, devlete karşı silahlı mücadele yürütmesi ve ‘başka’ bir devrimci tarzı tutturması, PASS (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) ve karşı eleştirilerin niteliği, Kemalizm ve Kürt sorunu karşısında tutumu, kısaca irdeleyeceğimiz başlıklar olacaktır.

İlkine dair, anlamlı bir cevap olacağı kanısıyla, Mahir Çayan’ın “Kesintisiz Devrim II-III”e “Giriş” yazısından bir aktarma yapalım:

“Bilindiği gibi Türkiye Solu’nda uzun yıllar revizyonizm, pratiğe ışık tutmayan entelektüel tahlilleri, kuyrukçu çalışma tarzı ve iğrenç ilişkileri ile etkin ve yönlendirici unsur olmuştur.

“Devrimci hareket, devrimci ve milliyetçi bir rotanın peşine takılarak… Yıllar, ülkedeki devrimci mücadeleye ilişkin ‘nereden ve nasıl başlanmalıdır?’ sorusuna açıklık getirecek somuta ilişkin hiçbir şey yazılmadan geçti. Kitap ve broşür çıkarma (ticaretle karışık) başlı başına bir eylem haline geldi.

“Yetişen genç devrimci kuşaklar da bu ortamda, bu ortamın ilişkileri içinde sosyalist gıdalarını aldılar.”[10]

M. Çayan, TİP gibi partileri, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı ve Doğu Perinçek gibi pasifist ve oportünistleri eleştirmenin ötesinde, örgüt içerisindeki bir kısım yoldaşlarının da devrimci kopuş yaşamakta tereddüt yaşadığını görür ve sürecin devamında karşılaştığı örgüt içindeki itirazları da cevaplamaya çalışır.

Bu sırada girdiği bir çatışmada yoldaşı Hüseyin Cevahir şehit düşmüş, kendisi yaralı yakalanmış ve birkaç aylık tutsaklıktan sonra, tünel kazarak firar etmiş ve yeni bir ayrışma ile karşı karşıya kalmıştır. İtirazlar,”çok ileri gidildiği”, işçi sınıfına “yönelinmediği” ve “aklın başa alınması” gerektiğine dönüktür ve H. Kıvılcımlı’nın yaklaşımlarından etkilenen örgüt yöneticilerinden gelmektedir.

O, yukarıdaki sözlerine devam şöyle devam edecektir:

“Oysa dünyanın hiçbir ülkesinde devrim hareketi, önce teorik planda binlerce sayfalık yazılar yazıp, sonra da pratiğe geçmemişti. Ulemaların yazıları arasında artık samimi unsurlar ne yapacaklarını şaşırmışlardı. (Dipnot: Bu hava içinde oligarşinin 12 Mart darbesi gelmiş ve ortamın bütün yalancı pehlivanlarını ‘keskin donkişotlarını’ darmadağınık etmiştir.)

“İşte biz bu hava içinde, biraz da bu havanın etkisinde kalarak doğru çizgiyi, ayaklarımız bu bataklıkta olduğu için ağır ağır yürüyerek bulduk.”[11]

M. Çayan’ın emperyalizmin üçüncü bunalım dönemine girdiği tespiti onu bir kısım sonuçlara götürmüştür. Bunlar başlıca; devletin niteliği, sınıfların konumlanışı, devrimci mücadelenin değişen biçimine ilişkindir.

Çayan’a göre, “Emperyalist işgalin biçimi değişmiştir. (Bugün dünyada tam sömürge tipi ülke hemen hemen kalmamış gibidir. Açık işgal yerini gizli işgale bırakmıştır)”[12] ve “…ülkede kapitalizm, kendi iç dinamiği ile değil, yukarıdan aşağıya geliştirilmiştir”,[13] böylece “merkezi devlet aygıtı geçmiş döneme kıyasla çok güçlenmiş ve ittifak projeleri, ikili anlaşmalar, askeri pakt ilişkileri ile oligarşik devlet cihazı, devrimci iç savaş dikkate alınarak militarize edilmiştir”.[14] Bu durumu dikkate alan M. Çayan şu sonuca ulaşır: “Oligarşi ile halkın düzene karşı memnuniyetsizlik ve genellikle bilinçsiz tepkileri arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozmanın, kitleleri devrim safına çekmenin temel mücadele metodu silahlı propagandadır.”[15]

M. Çayan için artık her şey çok açıktır. Ne yapılacağı bellidir, devletin niteliği ortadadır, hiç durmamacasına hareket edilmelidir. Suni dengeyi bozuncaya kadar, sonuna kadar…

Onun yaklaşımında, özgün, yeni bir devlet tanımı olmasına karşın, bu tanımın içerisinde Türkiye’deki Kemalizm ve Kemalistler yoktur.

PASS

Leninizm, teorik kurgusu ve ona uygun olarak geliştirdiği örgütlenme biçimiyle, “genel olarak” partiyi işçi sınıfı içinde örgütleyerek toplu kalkışmaya cevaz veren bir yaklaşımı benimsemiştir. Bu temelde, esas olarak, mecbur kalmadıkça ve bir süreklilik çizgisi olarak bireysel şiddete başvurmayı salık vermez. Bu yönüyle onu yorumlayanların niyetlerine bağlı olarak ya da olmadan, hem hümanizme, hem pasifizme kapı aralayan zaaflar taşır.

Bu normlar ışığında, PASS kurgusu, yeni bir devrimci tarz olarak, toplu ayaklanma yanlısı Leninizm karşısında, başka bir “tarz”ı temsil etmektedir.

M. Çayan “yeni” geliştirmeye çalıştığı yaklaşımı şöyle izah eder: “Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı -rafa kaldırıldığı- daha doğru bir deyişle oligarşi tarafından kullanılmasına izin verilmediği, ordusu, polisi ve diğer güçleri ile emekçi kitlelere tam bir tenkil politikasının izlendiği bütün geri bıraktırılmış ülkelerde, bu tip klasik ‘kitle çalışması’ ile ekonomik ve demokratik mücadeleyi politik mücadeleye dönüştürmek isteyen örgütler, düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında, güçsüzlüğe düşecekler, giderek de iyice sağa kayacaklardır.”[16]

O nedenle “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi” yöntem olarak “ideolojik mücadeleyi bir polemik aracı olarak ele almaz. İdeolojik mücadeleyi, kendi kadrolarının siyasi eğitimi olarak ele alır.”[17]

Biliyoruz ki TİP’in programı vardır. Elli yıllık TKP’nin de… D. Perinçek’in TİİKP’inin (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi), ve TKP programını sağından solundan kırpıp bir ‘MDD kuşu’na benzeten M. Belli’nin cuntacı programı olduğu gibi, aynı minvalde H. Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi de bütün yazınsal haşmetiyle, Cağaloğlu’nda gösterilen adresiyle ortalarda gezmektedir.

Bütün bunlara baktığımızda THKP-C ve önderi M. Çayan’ı devrimci tarihimizde önemli kılan, “Kesintisiz Devrim” başlıklı yazılarında karşılaştığımız tespitlerinin özgünlüğü görülmeli ve bu yaklaşımın “Leninist model”e uymadığı yolundaki apolitik önermelere prim verilmemelidir.

Önemli bir gösterge, bunu kuvveden fiile geçirme politikası olan PASS’ın, klasik örgütlenme modeli savunucusu örgütlerin izlediği politikadan daha başarısız sonuçlar vermediğidir. Hatta önemli bir diğer gösterge, bu politika anlayışıyla, PASS’ın sol hareketin devrimci politikalarında öncü rolü oynadığıdır.

Öncü rolle, dünden bugüne uzanan süreçte, bu politik tarzın hem 12 Mart döneminden çıkıştan itibaren Türkiye çapında kitleselleşmesinde karşılaşmaktayız, hem de günümüze baktığımızda Parti-Cephe politikalarının yürütücüsü “ana” akımın durumu bize aynı sonuçları vermektedir.

Kemalizme yaklaşım

M. Çayan, pratik devrimci reflekslerini son sınırına kadar götürmüştür. Ancak teorik görüşleri ana rahminin lekelerini ağırlıklı olarak taşımayı sürdürmüştür. Devletin niteliğini ortaya koyarken, özgün çalışmalara yönelmesine rağmen, önemli yanılgılara düşmüştür. İçinden geldiği, sosyalizm “gıdası”nı aldığı ortamın ana kaynağı olan Sovyet Revizyonizmi’ne eleştiriler yöneltememiş, onun etkisinden uzak kalamamıştır. Özellikle “cuntacı” anlayışa net olarak kapılarını kapatamadığı Kemalizm ve ordu konusunda yanlış tezler ileri sürmüştür. Ulusal sorun konusunda gerekli iradeyi gösteremeyerek küçük burjuva, sosyal-şovenist bir konumda kalmıştır.

M. Çayan’ın bu bağlamdaki tespitlerine gözatalım: “12 Mart Darbesi ile birlikte, ülkedeki sınıflar kombinezonunda tam bir değişiklik olmuştur. Ülkedeki devrimci milliyetçilerle oligarşi arasındaki nispi denge bozulmuş, devletin bütün kurumlarına oligarşi tam anlamı ile hakim olmuştur.”[18] Yani, “Ülkemizdeki askeri diktatörlük, Amerikan emperyalizminin ülkemizdeki işgalinin aldığı son biçimidir.”[19] Daha açık ifadeyle, “Türk Ordusu’nun küçük burjuva devrimci geleneği artık son bulmuş, Ordu doğrudan emperyalizmin ve oligarşinin sömürgeci politikasının aleti olmuştur.”[20]

Dünya Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşları yaşamış, emperyalist sermaye dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılmış, işbirlikçi rejimler kurmuştur, ama M. Çayan’a göre, Türkiye’de işbirlikçi burjuvalarla, antiemperyalist küçük burjuvalar 1971’e kadar hala iktidarı paylaşmaktadır. Onu bu yanılgılara, devletin niteliğine dönük kavrayış sığlığının götürdüğü açıktır.

Bu iki kliğin iktidardaki hiyerarşik tablosu da verilmekte: “1923’te kurulan, milli laik Türkiye Cumhuriyeti’nde yönetim, hiyerarşik tabanın üst kademesinde Kemalistler olmak üzere, küçük burjuvazinin ve de burjuvazinin bütün fraksiyonlarının ortak yönetimidir.”[21] Çayan’a göre, 1923’te kurulan Cumhuriyet, küçük burjuvazinin devlete egemen olduğu yönetimle 1971’e kadar hala bağımsız kalabilmektedir. Neden? Çünkü, “Türk ordusunun alt kademe subaylarının niteliğini belirleyen milliyetçiliktir. Çoğunluğu da askeri liselerden gelen, küçük burjuva emekçi kökenli kişilerdir.”[22] Bir devlet aygıtını oluşturan kurumların niteliği bu kadar duygusal ve ahlaki değerlendirilemez. Buna bir de M. Çayan’ın içinden çıktığı ideolojik etki düşünüldüğünde, devrimin müttefikleri konusunda boş hayallerden kurtulunamaz.

Oysa, ülkede ne olacaksa, hepsinin kendi eliyle olacağı iddiasıyla Mustafa Suphi’lerin TKP’sini imha eden de, sahte komünist partisi kuran da aynı Kemalist iktidardır. M. Çayan buna rağmen Kemalizmi, “küçük burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında antiemperyalist bir tavır alışı”[23] olarak görebilmektedir.

Ulusal sorunda şovenizmden kurtulamamasının bir etkeni de budur.

Koçgiri’de, Diyarbakır’da, Ağrı’da, Dersim’de oluk oluk akan Kürt kanının “Küçük burjuvaziye direnen” feodallere ait olmadığını görmez. Çarpık edinim Kemalizmi devrimin müttefiki olmaktan çıkarmaya bir türlü cesaret edemez.

Sonuç olarak, THKP-C, devrimde sınıfların niteliği ve Kemalizmin karakteri konusunda yanılgılara düşmüş ve ulusal sorunda şovenist bir konumda kalmıştır. Sosyalizmi Atatürkçü milli kurtuluşçulukla harmanlamaya yönelmiştir.

Tüm bu zaaflarının ötesinde, bu örgüt, uyguladığı politik çizginin karşılığını, “Öldüler ama yenilmediler” şiarına atıfta bulunurcasına, 12 Mart’tan çıkışta, yüzbinlerin mirasçılarına akışıyla aldı.

3. TKP(ML)

Politika sahnesinde yerini THKO ve THKP-C’den daha geç –yaklaşık bir yıl kadar sonra– almasına karşın, TKP(ML) de aynı konjonktürün içindedir hala. O nedenle bu sürenin TKP(ML)’nin görüşlerinin oluşmasında bir önemi bulunmamaktadır. Aralarında nitelik farkı olduğunu düşündüğümüz diğer iki örgütle ayrım noktalarının kaynağını başka yerlerde aramak gerek.

TKP(ML) de diğer devrimci örgütler gibi MDD (Milli Demokratik Devrim) geleneğinden koparak doğmuştur. Doğumunu bu dönemin temsilcisi TİİKP (başta PDA / Proleter Devrimci Aydınlık dergisi) içerisinden devrimci çıkış sergileyerek gerçekleştirmiştir.

TKP(ML), önderi İbrahim Kaypakkaya’nın yazılarından da anlaşılacağı üzere birçok konuda, o tarihteki tüm siyasal oluşumlardan niteliksel fark yaratacak kopuşlar yaşamış, Mustafa Suphi TKP’sinden uzunca bir aradan sonra Türkiye’de doğan ilk Marksist örgüt olmuştur.

O dönemde Sovyetler Birliği’nin “revizyonist” çizgisine karşı Mao Zedung çizgisini izlemesi, Kemalizm ve ulusal sorunda ortaya koyduğu tespitler, devrimciliğiyle birlikte, bu örgütün Marksist niteliğini belirleyen en temel etkenlerdir.

Şimdi, İ. Kaypakkaya’nın tespitleri ve bunlara yönelik bir kısım eleştiriler üzerinde durmaya çalışalım.

Eleştiriler başlıca şu konularda yoğunlaşmaktadır: “Antikapitalist mücadele” yürütülmemiş,”köylülük esas alınmış”,”işçi sınıfı” gözardı edilmiş, devrimin “karakteri” ve “müttefikleri” de bu ölçüde yanlış tespit edilmiştir. THKO, THKP-C benzeri “öncü savaş” pratiği benimsenerek sekterliğe düşülmüş, “sınıf içi” çalışmaya yönelinmemiş, “sınıf dışı” devrim stratejisi ve devrimcilik geliştirilmiştir.

Bir de bunlara ek olarak, maceracı çizgi izlendiği gerekçesiyle Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya’nın önderliklerini yaptıkları örgütleri, “sınıf hareketini geriye götürmüştür” söylemiyle topyekun reddedenler bulunmaktadır. Bu yaklaşım, değerlendirme gündemimizin dışındadır.

Yukarıda andığımız görüşler konuyu tarihsel momentinden koparmadan ele alındıklarında anlamlı olabilir. Karşı durmaya çalıştığımız diğer bir yaklaşım da, İ. Kaypakkaya’nın devamcısı olduklarını iddia edenlerin statükocu, mezhepsel tutumudur.

Kaypakkaya’nın farkını yaratan dinamikler

’60’lar Türkiye’sinde Sovyet Revizyonizmi’nin geliştirdiği “Barışçıl Geçiş”, Asya’da, Afrika’da kukla “askeri hükümetler”i destekleyen vb. politikalara eleştiriler yönelten bir anlayış yoktu. Bütün dışlanmışlıklarına karşın, “eski tüfek”lerin de eleştirel tutum almadıkları biliniyor.

Gelişen süreç içerisinde Türkiye Solunda Mao’nun, kırlarda “kızıl siyasi iktidarlar” kurulması, “köylülüğün devrimin temel gücü” olarak alınması ve Sovyetler Birliği’nde “geriye dönüş” tespitleri gibi görüşlerinin gündeme geldiği görülür.

Bu görüşleri, İ. Kaypakkaya’nın da içinde yer aldığı, Doğu Perinçek’in TİİKP’i savunmaya başlar. O dönemde İ. Kaypakkaya bu örgütün DABK (Doğu Anadolu Bölge Komitesi) sorumlusudur.

İ. Kaypakkaya, Mao’yu oportünist tarzda edindiğini belirterek TİİKP’i pasifizm ve sınıf işbirlikçiliğiyle eleştirir. TİİKP’in devrimi reddeden oportünist bir zeminde durduğuna işaret ederek, Mao’nun Marksist devrimci edinimini teorik sonuçlarına götürür ve 1972 başında ayrılarak TKP(ML)’yi kurar. Bu döneme denk gelen bütün siyasal oluşumlardan farklı tezlerini, sistematik olarak ortaya koyar. Özellikle Kemalizm ve Kürt ulusal sorunu konusunda bütün ezberleri bozar. TİİKP’in Kemalistlere “milli burjuvazi” nitelemesi yoluyla sempati beslemelerini ve devrimci nitelik atfetmelerini eleştirir.

Kaypakkaya, “Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrimden bahsederken ‘milli burjuva’ kavramını, Türk olan burjuva anlamında kullanmaktadırlar. Milli burjuva-komprador burjuva ayrımı, onlarda henüz yoktur. Bu kavramı daha sonra yeni anlamıyla Mao Zedung yoldaşta görmekteyiz”[24] diyerek, yaklaşımlarının temellerini attığı yere ve meseleye işaret eder.

1920’lerde Türkiye’de sınıfları tahlil ederken onu devrimci sonuçları ve olanca çıplaklığıyla ifade eder: “1946’da çok partili sisteme geçildiğinde CHP içinden bir yığın partinin türemesi, hakim sınıfların bütün kesimlerinin CHP içinde yer almış olmalarından ileri gelmektedir. Kemalist iktidar siyasi bakımdan bağımsız bir milli burjuva iktidarı değil, komprador büyük burjuvazinin, toprak ağalarının, memurların ve aydınların en üst ve imtiyazlı tabakasının emperyalizme yarı-bağımlı iktidarıydı.”[25]

Kaypakkaya’yı eleştirenler ve onun anti-Marksist olduğunu söyleyenlerin temel dayanakları, Mao’nun geliştirdiği tezlerin anti-Marksist olduğuna dayanır. Oysa, onu Marksist niteliğe ulaştıran temel yaklaşımların esin kaynağı tümüyle Maocu olmasıdır.

Sol’da Mao’nun Marksizme getirdiği yaklaşımlardan, devrimci yapılar da etkilenmiştir, ancak esaslı sonuçlarına sadece İ. Kaypakkaya’nın ulaştırdığını görebiliyoruz.

O dönem Türkiye Solu’nda, Sovyet revizyonizmi politikalarının takipçisi yapılanmalar veya unsurların niteliğine, politik tutum alışlarına ve pratiklerine baktığımızda bütünüyle sınıf işbirlikçi, şovenist, reformist ve pasifist olduklarını görürüz. Devrimci yapılanmalar ise bu etkilerden pasifizm bağlamında uzaktır.

Kaypakkaya’yı Marksist görüşümüz, “doğru teorik tespitler doğru teorik sonuçlar verir” yollu bir yanılsamadan kaynaklı değildir. Hatta Kaypakkaya teorik tespitlerinde,”Leninist örgüt” anlayışını ifade etmesine rağmen, buna “sadık” kalmamış, devrimci mücadelesini inşa edeceği, devlete saldırılarını yönelteceği ezilenlerin en dinamik devrimci kesiminin köylüler olduğu tespiti ile onların sesine kulak vererek, kırlık bölgelerde örgütlenmesini inşa etmeye çalışmıştır.

Her zaman “en dinamik” unsur “işçi sınıfı”dır, ya da devrim her zaman işçi sınıfı önderliğinde ve “toplu ayaklanma”yla olur gibi “körün değneğini bellediği” türü yaklaşımlara rağbet etmeden, köylük alanlara yönelmesi, devrimci ve Marksistliğini oluşturan esaslı unsurlardan biridir. “Şablon” olarak Mao’dan aldığı Marksizmi de budur zaten.

Kaypakkaya, “TİİKP Program Taslağı Eleştirisi”ne yöneldiği yazısının bir bölümünde partinin adının niçin TKP(ML) olması gerektiğini izahı sırasında köylük alanda çalışma koşullarını şöyle gerekçelendirir: “Biz işçi sınıfı hareketiyiz, onun öncü müfrezesiyiz. Köylü hareketi asla değil. Ülkemizin somut şartları bize köylülükle ilgili görevler yüklüyor, ama bu geçicidir. Bizi asıl görevimize yaklaştıran geçici bir adımdır.”[26] Burada anakronik bir durum olduğunu görüyoruz. İ. Kaypakkaya, “Leninist” bir parti düşlemesine rağmen, köylü dinamiğine yönelmektedir. Ne diyor geleneksel “Leninist parti” anlayışıyla? “Biz işçi sınıfı hareketiyiz.” Ama yaşayan canlı Leninizm yani “Maoizm”i edinen Kaypakkaya, “Ülkemizin somut şartları bize köylülükle ilgili görevler yüklüyor” diye, itirazını yükselterek, ileri fırlıyor.

Revizyonizmin etkileri Türkiye özgülünde o kadar esaslı konulara tekabül ediyor ki, devrimci çıkışını yapan THKO ve THKP-C’nin, bir boyutuyla, bu etkilerden sıyrılamadıkları için de Marksist nitelik arz etmediklerini söyleyebiliriz.

Örneğin THKP-C’nin önderi M. Çayan, M. Belli’yi eleştirirken, devrim ve devrimci çalışma konularındaki görüşlerini aynen Kaypakkaya yaklaşımıyla izah etmektedir: “Bugün sömürge ve yarı sömürge ülkelerin solu içerisinde ideolojik mücadele, en son tahlilde, devrimin kırlardan şehirlerin kuşatılması şeklinde, köylü ordusunun işçi sınıfı kurmaylığında, uzun, dolambaçlı bir halk savaşıyla, zafere erişebileceğini savunanlarla, şehirlerde düşmanın çizdiği sınırlar içinde ‘legalite uğruna’ mücadele ederek kendi öz gücünün dışındaki güçlere bel bağlayanlar arasında cereyan etmektedir.”[27] Kendi görüşünü şöyle ortaya koyuyor Çayan: “Biz, devrimin, işçi-köylü ittifakı temeli üzerinde emperyalist boyunduruğun en zayıf olduğu kırlardan şehirlerin fethi rotasını izleyen bir halk savaşı ile zafere erişebileceğini söylüyoruz.”[28]

M. Çayan’ın bu yaklaşımının dışında THKO’nun pratiği de buna tekabül eden bir durum arz eder. Öyleyse niçin THKO, THKP-C değil de TKP-ML Marksist olmaktadır? Çünkü, mücadele edilen devletle bağlarını kesmenin ana halkası, Kemalizme doğru teşhis koymaktır.

Revizyonizmin “Barış içinde bir arada yaşama, barışçıl biçimde sosyalizme geçiş” politikaları gibi açılımlara yönelmesi, devrime, devrimci çalışmanın niteliklerine dönük yaklaşımları buna engeldir. Bu yaklaşımları revizyonizme yöneltip onu son sınırına kadar götüren Maocu Kaypakkaya’dır.

Revizyonist düşüncenin etkileri, bütün devrimci reflekslerine rağmen, THKO ve THKP-C’yi devletin niteliğine dönük temel yanlış tespitlere götürmüştür. Bu nedenledir ki Kemalizmi esas mücadele alanının dışında görüp, özellikle orduya dönük hayırhah niyetler beslenmiş, Kürt Ulusunun varlığının politik sonuçları ve ona dönük imhacı politikalar görmezden gelinmiştir.

Kendi özgün koşulları içerisinde, doğru teorik tespitler ve pratikler olarak ifade ettiğimiz İ. Kaypakkaya’nın yaklaşımları, yeni devrimci sonuçlarına ulaştırılmaz, işçi veya köylü saplantısında kalıp, devrimci dinamiği temsil eden uygun alanlar ile ilişkilenemez ise, herkesçe bilinen teorik veya “bilimsel” tespitlerin fazla önemi kalmaz.

Sonuç Yerine

Sovyetler Birliği politikalarına karşı duruşu ve geliştirdiği politik kurgusuyla Mao Zedung, Marksizmin dinamik yönünü temsil etmekteydi. İ. Kaypakkaya Mao Zedung’la kurduğu teorik ilişkiyi, Türkiye özgülüne uyarlayarak Marksist sıçramasını yapmıştır.

Devlet temel kurgusunu, “İşbirlikçi Milliyetçilik ve Kalkınmacılık” üzerine kurmuştur. Sol uzun yıllar boyunca, teorik ve pratik duruşuyla, bu kurgunun payandası olmuştur.

THKO ve THKP-C teorik ve ideolojik olarak, Kemalizmle bağını koparamamış, Kürt Ulusunun kendi kaderini tayini konusunda şovenist tutum almışlardır. Ancak objektif olarak pratik çıkış yapmaları, kopuş işlevi görmüştür. TKP(ML) teorik ve pratik olarak kopuşu gerçekleştirmesiyle Marksist niteliğe ulaşmıştır.

İbrahim Kaypakkaya kurduğu TKP(ML)’yi “Leninist Parti” modeli olarak tarif etse de, pratiği “Öncü Savaşçı”lıktır. Bu çizginin Marksizm dışı olduğu eleştirileri “kulak ardı” edilmemeli, Leninist politikayla edinimsel hesaplaşmaya tabi tutulmalıdır. Bu anlamda Mahir Çayan’ın geliştirdiği tezler özgünlük taşımaktadır.

 
 


[1] Aktaran: Harun Karadeniz, Olaylı Yıllar ve Gençlik, Belge Yayınları, 8. Baskı, s. 157-160

[2] Ergun Aydınoğlu, Eleştirel Bir Tarih Denemesi: Türk Solu 1960-71, Belge Yayınları, İstanbul 1992, s. 66]

[3] A.g.e., s. 62

[4] Ali Yıldırım, FKF Dev-Genç Tarihi, 2. Baskı, Doruk Yayınları, s.176-77

[5] 23.12.1969 tarihli Türk Solu’ndan aktaran: A.g.e., s. 440

[6] H. Kıvılcımlı, Anarşi Yok Büyük Derleniş, Derleniş Yayınları, , İstanbul 1993, 5. Baskı, s. 8

[7] Mehmet Yılmazer, Bilinç ve Eylem, Sayı: 4, s. 26

[8] A.g.e., s. 24

[9] Nail Satlıgan, Devrimci Marksizm, Kasım 2006, Sayı: 2, s.46

[10] Mahir Çayan, Bütün Yazılar, Boran Yay., 3. Baskı, s. 361

[11] A.g.e., s. 362-63

[12] A.g.e., s.391

[13] A.g.e., s.391

[14] A.g.e., s.389

[15] A.g.e., s.399

[16] A.g.e., s. 396

[17] A.g.e., s. 401

[18] A.g.e., s. 416

[19] A.g.e., s. 418

[20] A.g.e., s. 416

[21] A.g.e., s. 411

[22] A.g.e.,s. 418

[23] A.g.e., s. 408

[24] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s.189

[25] A.g.e., s.198

[26] A.g.e., s.115

[27] M. Çayan, Bütün Yazılar, s.249

[28] A.g.e., s.250

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar