İnsanlar çok faal; ama güvenilir bir dayanaktan yoksun oldukları gözden kaçmıyor. Tarihten ve günümüz düşünce biçiminden doğan ve onların mantıksal ve tarihsel sonucu olarak gelişen ilkeler, birkaç yayınla ortaya konmadıkça her şey belirsizliğini sürdürecek; insanların çoğu da karanlıkta el yordamıyla yürümeye çalışanlara benzeyecek.
(Engels’ten Marx’a)[1]
Mustafa Serdar
Karanlıkta El Yordamıyla Yürüyenler
İşçi ve emekçi hareketi 1848 yılında, yani Komünist Manifesto‘nun yayınlandığı tarihe gelindiğinde, kapitalizm koşullarında uzun zamandır yaşam savaşı vermekteydi. Neredeyse bir düzine savaş ve devrim yaşamıştı. Bir yığın kuramcının varlığına rağmen onsekizinci yüzyıl devrimciliği ve kitle hareketinin düzeyini henüz yakalayamamıştı. Bunun yanında kuramsal ve pratik olarak da yöntemini henüz belirleyememişti. Gerçi, ileride değineceğimiz ve büyük ütopyacı sosyalistler olarak bilinen Saint-Simon, Fourier[2] ve Robert Owen ve daha önce Babeuf yeni ekonomik sisteme alternatif değerlendirmelerde bulunmuşlardı. Özellikle Saint-Simon bir tarih anlayışına sahipti, fakat o ve diğerleri “kaba uygarlaşmamış bir materyalist” olan Babeuf’un mücadele yöntemine pratik olarak dahi yönelmemişlerdi. Yönlendirici güç olarak ya bir çeşit parlamentoyu öneriyorlardı ya da oluşturulacak sosyalist topluluklardan (komünlerden) söz ediyorlardı. “Blanquiciler, proletarya diktatörlüğü terimini dolaşıma sokmuşlardı, proletaryanın sosyalizmin mimarı olacağını da söylüyorlardı. Ancak sosyalizmin baş düşmanını artık (yukarı sınıf değil) orta sınıf olarak gözlemlemelerinden öte yapabilecekleri pek az katkı vardı. Ancak Blanquiciler bir elit hareketi olarak kaldılar.“[3] Blanqui bilindiği gibi çeşitli toplumsal unsurlara değinmeksizin, gizli tertipçiliği veya bir hükümet darbesini yönetici güç olarak kabul etmişti.
Emekçi hareketi, işçi kümeleri arasındaki uyumu/düzeni sağlamak ve ilişki halinde bulunan grupların ilişkilerini değiştirip belirli bir tutum almaya yöneltebilecek bir önderliğin inisiyatifinden ziyade, içinde düşmanlık ve aşırı yoksulluk bulunan insancıl davranışlardan dolayı bir arada durmaktaydı.
İşçi hareketine dönük önderliğin ve gruplar arasındaki ilişkinin durumu, kitlelerin yoksulluğuna neredeyse denkti! Ancak “ondokuzuncu yüzyılın başlarındaki işçi hareketinde… yeni bir öğe, sınıf bilinçliliği ve sınıfsal tutkular vardı. … çalışan sınıf olan işçiler yani proletarya karşılarında işverenleri yani kapitalistleri görüyorlardı. Tarihsel gelişmeler yeni ekonominin doğurduğu bu yeni sınıfa güven vermiş …hareket halinde bir sınıf olması gerektiğini öğretmiştir.“[4] Bu dönemdeki sınıf bilinçliliği anlaşılacağı üzere, sistemin henüz ikame olduğu 1789’dan daha çok ilerideydi.
Hobsbawm, sözünü ettiğimiz bu dönem ve izleyen yıllardaki önderliğin (sınıf bilincinin) gerçekliğini, “en bilinçli proleter komünistler bile kendilerini genel radikal ve demokratik akımın bir parçası, onun aşırı solu olarak görüyorlar öyle davranıyorlardı; ve genellikle ‘burjuva demokratik’ cumhuriyetin başarısını sosyalizme varacak yolda atılan zorunlu bir adım olarak görüyorlardı”[5] sözleriyle anlatıyor. Kapitalistlere meydan okuyan, mevcut toplumsal düzene alternatif sunan kuramcılar, en uç noktada bir siyasal -ideolojik kanal olan radikal demokratik akımın ya da radikal demokrasinin bir parçası idiler; doğal olarak, hedefleri de ufuklarıyla sınırlıydı. Ama bunlarla birlikte ütopik sosyalistleri ve işçileri akıntısında sürükleyen toplumsal ve ekonomik değişmenin en azından daha önceki tarihsel dönemde görülmemiş tarzdaki dinamiği, özellikle işçileri kapitalistlerin karşısına çıplak toplumsal varlıklarının bilinciyle; hatta daha ileri giderek belli sınıf bilinciyle çıkmaya zorladı. Bu zorlama karşısında işçi sınıfı henüz bir siyasal akım yaratarak kapitalizme karşı mücadeleye hazır olmasa da artık bir sınıf mücadelesine başlamıştı. Ama sorun zaten burada başlayacaktır. Mücadelenin nasıl devam edeceği başlı başına bir sorundur ve hep söylendiği üzere; mesele mücadeleye başlamakta değil, mücadelenin nasıl devam edeceğindedir… Çünkü henüz bu dönemin işçi hareketi; kavgayı oluşturan varlıkları, ortada asılı duran ideolojisi ve programı bakımından bir proleter davranışı gerçekleştirmeye ancak adaydı. Ondokuzuncu yüzyılın başlarında kendini gösteren işçi hareketi, daha ziyade içinde kentli yoksul emekçilerin sosyal varlığını temsil eden liberallerin, sosyalistlerin vs. eğilimlerinin bir ortak cephesini ifade etmekteydi. Sınıf bilinci ve kapitalistlere karşı olan eylem ile, düşünülen yeni toplumsal düzen aynı zamanda bu cephenin ortak bilincinin eyleminden başka bir şey değildi.[6]
Burada üstünde durulması gereken konu; işçi sınıfı hareketinin henüz ne somut, ne de sınıf kavgasının tanımına ve “bugünkü” gereklerine göre saptanmış özgün hedeflere sahip olmasıydı. Özgün bir amaç yoktu ve kolaylıkla da doğal sayılabileceği üzere, özgün bir amacı olmayan işçi ve emekçi hareketinin özgün amaçlarından kopuşu ya da özgün amaçlardan uzaklaşması da söz konusu değildi.
Örneğin politik sınıf mücadelesinde ne bugünün bir taban üzerinden yükselen tartışmaları, ne Gotha ve Ertfurt (Ayzınah Partisi) Programları ya da II. Enternasyonal ayrışmalarını çağrıştıran bir amaç vardı. Özgün amaç, Marksizmin tarihsel olarak ortaya konulması ve asıl olarak bir özneyi vurgulaması ile nihayet ortaya çıkacaktır.
Çünkü yeni ekonomik ve politik sistemin oluşturmuş olduğu yeni sınıfların durumlarının gerçek anlamı ve mevzileri kavranabilmiş değildi. Sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü isteniyordu. Ancak bu, ezilenlerin her zamanki mücadelelerinde ezilmedikleri bir toplum isteğini dile getirmekti neredeyse. Bu temellendirilmemiş düşünceler, genel olarak bir merkeze bağlı olmadan, yanlarında ve arkalarında cesurca savaşan yedeklere ihtiyaç duyan burjuva liberal muhalefet mevzisinin içinde gelişmek ve bu muhalefetin çevresinde çarpışmak durumunda kalmıştır. Bu olsa olsa tarihte ezilenlerin talihsizliğidir.
Karanlıkta Yürüyenlerin Kuramcıları
a- Babeuf, Saint-Simon, Owen, Fourier
Yeni yeni oturmaya başlayan toplumsal formasyonda, devletle ezilenlerin çatışmasında, devletin ve yasaların rolünü tanımlayan ve “politikada çağdaş komünist geleneğin doğuşunun işareti olan…Babeufcu devrimci model, siyasal bakımdan, Robespierre ve Saint-Just geleneği içinde”[7] yer almaktaydı.
Babeuf; Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’sundan elli yıl önce, devletin yasa-devlet ilişkisindeki rolünü şöyle tanımlıyordu: “…Efendiler sınıfının üyeleri, kardeşlerinin çoğunu soymakla haklı olduklarını, bu işi yasa yoluyla yaptıklarını ileri sürerler… bu işi hükümetlerin tanıdığı korkunç kurumların yardımıyla yapmışlardır. …sorguya çekilecek olan hükümetlerdir. Çoğunluğun soyulması, kurumları destekleyen yasaların ortak etkilerinin sonucudur. Toplumdaki bir avuç insanı her şeyi yutacak duruma getiren yasalardır.“[8]
Babeuf’ta sosyalizm hedefine rastlıyoruz. Ya da Babeuf’un fırsat buldukça değinmeden edemediği “genel mutluluk” hedefine …Devrimin de, toplumun da amacı genel mutluluk olmalıdır. Babeuf’un sosyalizminde kimse ne yoksul ne yönetici- yönetilen olabilecekti. Bütün üreticiler ortak bir yere çalışacak, böylece geleneksel ticaret ortadan kalkacak, bilimler ve sanatlar kölelikten kurtulacaktı.
Babeuf’un politikadaki devrimci tutumunu kendi deyişiyle şöyle özetlemek mümkündür: “Ezen mutlulara karşı ezilen mutsuzlardan yana” olmak.
Babeuf bunun için Robespierre’in devrilmesinin ardından, aralarında Buonarrati’nin[9] de bulunduğu bir grupla; hedefi propaganda ve gizli örgütlenmeyle ezilen mutsuzların ayaklanmasını sağlamak olan gizli bir örgüt[10] kurar.
“Bu örgüt başında gizli bir yönetim komitesi, her yönetim bölgesinden bu komiteye bir görevli ile ordudan beş kişi bağlıdır.”[11]
Babeuf’un ezenle, ezilen tanımlaması ve zenginlikle yasaların arasındaki bağı sergilemesi dışında, mülkiyet ilişkisi üzerine tanımlamalarında bir netlik söz konusu değildir.
Ancak, pratik olarak iki şey yeterince nettir Babeuf’ta:
1- Devrim: Devrimi ezilen mutsuzlar yapacaktır. 2- Örgüt: Ezilenler devrimi, gizli-askeri örgütün propaganda ve eylemle verdiği desteğin sonucu ve işaret ettiği tarzda yapacaktır.
Babeuf, Engels’in Fransız materyalistleri için söylediği gibi, kapitalizmi ve sonuçlarını kötü oldukları için elinin tersi ile itiyordu. Fakat kötü olan kapitalizmi ve sonuçlarını açıklayamıyordu. Babeuf, bu sıkıntıyı Rousseaucu bir yöntemle aşmaya girişti. Rousseau’ya göre insana zararlı – olumsuz ne varsa tümü yine topluma ve toplumsal ilişkilere bağlanır, dolayısıyla iradesini (zorunu) oluşturan toplumsal ilişkiler insanları özel mülkiyetin yol açtığı mutsuzluğun ortasında bulur.
Owen’ın komünleri, Babeuf’un birbirinden haberi olmayan gizli örgüt birimleri ve bunları yöneten komite…
Engels, R. Owen için şöyle diyor: “Amerika’da bütün servetini feda ederek yaptığı, başarısız komünist denemeler onu iflas ettirdi…” Ancak “işçilerden yana olan her gerçek ilerlemede R. Owen’ın adı geçer.”[12] “…Owen, soyaçekim dışında, özellikle, gelişme dönemi boyunca yaşadığı çevrenin insan kişiliğini şekillendirdiğini savunuyordu.” Öyleyse insan, aslında Rousseau açısından da mümkün ve istenen bir şey olmayan Rousseaucu ilkel doğa durumuna dönmelidir! Owen’da ilkel doğa durumuna dönmenin karşılığı veya Babeuf’un sözünü ettiğimiz gizli örgütünün işlevini ya da bir tür öznenin işlevini komünler yerine getirecektir. Bunlar başka toplum biçimlerini hedeflerler, tıpkı Rouseau’nun ilkel doğayla özgül bir toplum biçimini kastettiği gibi.[13]
Komünlerdeki insanlar, tıpkı Rousseau’nun çocuğu gibi yalnızca komündeki mevcut ama kurulmuş (sunulmuş) olan doğal düzeni, yani gerçeklik düzenini tanımaktadır.
Babeufcu gizli örgüt modelinde ise örgütü oluşturan insanlar; yapay düzenin zararlı etkilerinden örgüt aracılığıyla korunmuş olduğu için, yapay düzeni, (ne olursa olsun) hedefledikleri mutluluğu ve bunların arasındaki ilişkiyi anlayabilirler…
“Eşitler[14] halka ulaşmak için… broşür, afiş, türkü gibi araçlardan yararlanırlar. Yeminliler, yönetici komitenin günlük parolasını sokakta halkı toparlayarak bildirmekle görevlidirler. Bu ekipler aynı zamanda halkın ihtiyaçlarını tam olarak öğrenmek zorundadırlar. Bu bilgilere göre yönetici komite en etkili propaganda temalarını bulabilecektir. Eşitler ‘ortak mutluluk’a götürecekleri halka sıkı sıkıya bağlı ileri karakollardır.“[15] Yasadışılığa itilmiş olmanın (da) etkisiyle, kurulan örgütün bireyi yapay düzende örgütün merkeziliğinin aracılığıyla görece arı (doğaya dönmüş) olabilecektir. Böylece baskı, toplumun baskısı olmaktan çıkmış, örgütün baskısına, ortak mutluluk amacının mübah baskısına dönüşmüştür. Rousseaucu bakışa göre,” İnsanlar ölçü olarak yalnızca birbirlerini almaya, birbirlerine göre davranmaya başlarlar; nesnelerle gerçek ilişkileri tümüyle kopar, ‘artık olduğumuz gibi görünmeye cesaret edemiyoruz, baskı altında yalan söylüyoruz. Bu arada toplum adını verdiğimiz sürüde herkes aynı biçimde davranıyor;’ Burada yitirilen, gerçek varoluş biçimidir.“[16]
Yitirilen varoluş biçiminin hiç olmazsa bir kısmı örgütle geri kazanılır. “Toplumsal rekabetin sonucunda başkalarıyla rekabete girmiş olan” bencil insan, örgüt aracılığı ile yapay düzenden çıkabilecektir; çünkü örgütün propaganda faaliyetini yürütmektedir, örgütün uygun gördüğü dolayımla varolmakta ve davranmaktadır. Rekabet ise başkalarıyla rekabet olmaktan çıkmış, ezen mutlu azınlıkla mücadeleye dönüşmüştür artık!
O zamana kadar benzeri olmayan Babeufcu gizli devrim örgütü, bundan böyle bütün proleter hereketleri etkileyecektir. Ta ki, Komünist Manifesto kuramsal etkilerini gösterinceye kadar.[17] Ama daha önce şunu belirtmeliyiz: “….tüm gizli kardeşlik örgütleri ….. uluslararası bir üst nifakçılar örgütü oluşturacak yönde birbirlerine bağlanma yolunda sürekli girişimlerde bulundu.” Fakat gelişmenin seyri farklıydı. Dönemin özelliği, “… 1789 modeline uygun olarak, kitlelerin politikaya katılması olgusunun ve kitle devriminin bir kez daha olanak içine girmesi, dolayısıyla yalnızca gizli kardeşlik örgütlerine dayanmanın eskisi kadar zorunlu olmaktan çıkmasıdır… Kitlesel eylemsizlik olgusundan (kitlenin pasifliğinden) çok uzak bir görünüm ile, 1830 Temmuz’unun Paris’i, çok sayıda barikatın, bu tarihten önce ve sonra görülenlerden çok büyük sayıda yükselişine tanık oldu… Halk ayaklanmasının sembolü durumuna gelen barikatları kuran kimseler endüstri proletaryası olarak nitelenebilecek duruma geldi.“[18]
b- Ütopik sosyalistlerde antagonizma ve öznenin yönü[19]
Yanlış sonsuz şekillere girebilir; doğru ise yalnız bir türlü olur.
(J.J. Rousseau)[20]
İngiliz iktisat tarihçisi E. J. Hobsbawm, ‘sosyalizm’in sözcük olarak 1820’lerde kullanılmaya başlandığını yazıyor.
Bu bize, birinci olarak, kitle hareketinin o zamanın diliyle mutluluk isteyen ezilenlerin tarihsel akış içerisindeki önderlerinin teorik olarak saptanmış bir tutuma sahip olduklarını; ikinci olarak, modern ekonomideki kitlelerin tarihsel akışta bir alternatifin içerisinde yönetilmeleri gerektiği düşüncesinin doğduğunu ilan etmektedir. Fransız devriminden beri halk kitlelerinin mevcut sistemi etkilemeleri ve tarihi oluşturmadaki rolleri zamanın düşünürlerini etkilemiştir. Sosyalizm teriminin bir hedef olarak konulması; artık tarih felsefesinin basit açıklamaları olarak tarihin birkaç büyük adamın eseri olduğu ya da onların çabası ile geliştiği savının sorgulanmaya başlandığını da göstermektedir.
Genel olarak, dönemin (1750-1848) devrimci ve filozofları “mutluluktan, yeni bir dönemden, sömürüden, azınlıktan ve çoğunluktan” söz ediyorlardı, çözümleri bu kavramlar üzerine yoğunlaşıyordu. Bunların tümü de yeni modern ekonominin birer alternatifi olarak öne sürülen ve fedakarca mücadelesi verilen çözümlerdi.
Dönemin sosyalistleri, “toplumun teker teker bireyler yığınından yapılı olduğu ve bu yapının itici gücünün bireylerin, bireysel çıkarlarının hasım olarak birbirleriyle yarışmanın meydana getirdiği yolundaki liberal tezlerden, temelden farklı bir varsayıma yöneldiler.” Bu, aralarında genç Marx’ın da bulunduğu bir kesimin “insanlık tarihinin en eski idolojik geleneğine uygun bir tarzdaki insanın doğuştan bir toplumsal varlık olduğu düşüncesine dönmüş olduklarını göstermektedir”. Genç Marx bu teze “yabancılaşma” terimi ile katılır ki bu, Rousseaucu düşünceyi hatırlatmaktadır. “Kapitalizm eleştirilerinin birçoğu burjuva toplumun insanlıktan çıkarıcı yanına doğrudan doğruya uygarlığı, sosyalizmi, bilimi ve bunların tümünü suçlayarak tepki gösterdiler. ‘İnsanlıktan çıkarıcı’, yerine Hegelcilerin ve genç Marx’ın kullandığı terim olan yabancılaşma, toplumun birbirinden bağımsız bireylerin etkinlik alanı olmaktan çok, insanların bir yurdu olduğu yolundaki eski toplum anlayışını yansıtır.“[21]
Sosyalistlerin düşünceleri, aslında, mevcut burjuva liberallerinin de nihai amacı olan; toplumu mutlu edecek; insanların bozulmamış yeteneklerini özgürce kullanabileceğ ibir uğraktan ya da geleneksel Fransız ve İngiliz liberalizminin tezlerini ve dayanaklarını kullanarak bu tezleri daha ileri taşımaktan ibaretti. Sosyalistlere göre sosyalizmin ortaya konulmuş bir düşünce olması yetiyordu, “çünkü [onlara göre] sosyalizm salt gerçeğin, sağduyunun ve adaletin dışavurumudur.”[22] Dünyayı fethedecek olan hiç kuşku yoktu ki genel olarak teknolojiye ve kapitalizme karşı olan her şeydi. Yani tüm doğal değerlerdi.
Bu düşünce, ütopyacı sosyalistlerden (Marx-Engels, Lenin ve izleyicilerine rağmen), bugüne açılan tarihsel bir kanalı; hümanizmi ve salt iyiliği içinde barındıran bir düşünce sistemi kanalını taşımaktadır.
Ama o zaman ütopik sosyalistlerin açmış olduğu bu kesintisiz kanal, klasik liberal geleneğin dışındaki devrimci ve tarihsel kanıtları kendine dayanak yapma tutumunu benimsedi. Örneğin Fourier, toplumda kadına verilen özgürlüğün, genel özgürlüğün doğal ölçüsü olduğunu söylüyor ve toplum tarihi kavram ile toplumun bütün tarihsel gidişini yabanıllık, barbarlık, ataerklilik ve uygarlık olarak dört aşamaya ayırıyor.[23] Ve yoksulluğun, burjuva toplumun yani ekonomi demek olan uygarlığın yarattığı aşırı bolluktan doğduğunu belirtiyor. Fourier’e göre uygarlık denilen yeni toplumsal ve ekonomik düzen bir kısır döngüden ibarettir. Kendi çelişkilerini çözememektedir. Fourier belki de bundan dolayı “insan soyunun eninde sonunda yok olacağı” düşüncesine kapılmıştı. Kısır döngüden kurtulmanın yolu olarak, “İnsan aklının ilkel mutluluk yolunu yeniden bulması ve onu çağdaş endüstrinin koşullarına uydurarak benimsemesi gerekir diyordu.”[24] Fourier’in bu anlayışı, insanların içinde bulundukları mevcut durumu kabul etmekten ziyade yine ilkel insanın idealleştirilip yüceltilmesine yönelmektedir. Fourier böylece kendi dörtlü aşamasının sonuncusu olan uygarlığı da kabul etmez ve Hobsbawm’a göre “Çözümü endüstriciliğin arkasında değil ötesinde (Tarihsel ilkel topluluklar geleceğin komünizmine modeldir) arar”. Demek ki toplumsal evrim geri çevrilmelidir. Tarihsel evrimi ve kanıtları kendisine dayanak yapan Sanit-Simon’a göre politika bir üretim bilimi idi[25] ve politika ekonomiyi tümden soğuracaktı.
Engels’e göre bu düşünce, ekonomik koşulların politik kurumların temeli olduğunun bilgisiydi ve Saint-Simon’da embriyon halinde bulunmaktaydı. Bu ciddi, tarihsel kanıtçı düşünceler kapitalizmin yönünü ve nihayet devletin ortadan kaldırılmasını öngörüyordu. Ancak Owen tarzı komünal deneylere daha az düşkün olan Saint-Simoncular[26] bir zamanlar Osmanlı’nın baş belası olan Mehmet Ali Paşa’nın ülkesi Mısır’da Mehmet Ali Paşa diktasında bir yönetimle, düşündükleri Toplumsal Mutluluk’u gerçekleştireceklerine inandılar.
“Gerçekten, ütopyacı sosyalistler, Saint-Simoncular, Owen, Fourier ve ötekiler, gerçeğin, eğitimden geçmiş ve sağduyulu tüm insanlarca hemen benimsenebilmesi için açıklanmasının yeteceğine öylesine inanmışlardı ki, sosyalizmi gerçekleştirme yolundaki çabalarını, sosyalizmin işçilere yarayacağı kesin olmakla birlikte, işçilerin bilgisiz ve geri bir grup oluşturdukları düşüncesiyle, her şeyden çok etkili sınıflara yönelik bir propagandaya başvurma ve pilot sosyalizm toplulukları kurup bunları uygulama üzerinde yoğunlaştılar.”[27]
Owen, Fourier, Saint-Simon gibi ütopik sosyalistler bir kuram oluşturamadılar ama işçi sınıfı hareketinin yükselişinde ve kapitalizmle ezilenlerin hesaplaşmasında Komünist Manifesto’ya kadar iyilikçi ve ahlakçı öğeleriyle önsel kuramcılar; önemli aktörler olarak ezilenlerin saflarını hiçbir zaman, hiçbir biçimde terketmediler. Kapitalizmin işlemeyecek bir sistem olduğunu söylemeleri, klasik liberal gelenekten bir ayrılığı ortaya koymaktadır. Kapitalizmin (=uygarlığın) yoksulluk yaratacağını göstermekle kalmayıp, içinde zorlama olmayan bir devletin de gerekliliğini vurguladılar. En önemlisi, ezilenlerin kurtuluşu için; temelde aydın gruplara, etkili kesimlere de yönelip kurtuluşta aydınların etkili olacağını da söylediler ama eğitimsiz halkın eğitilmesi için sistem ya da devlet dışındaki komün- topluluklar gibi kolonileri, düşüncelerinin merkezine özne olarak yerleştirip bunu pratiklerinde vurguladılar.
Tanrının Dünyadaki Yürüyüşü
Oysa Hegel, felsefi sisteminde insanlığın kurtuluşu için gereksinim duyulan şeyin ya da öznenin devlet olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü göksel (ilahi) güç devlettir. Sivil toplum kurumları, buyuran tanrı ya da buyuran kralın yerine artık devletin buyruğunda olmalıdır. Elbette Tanrı ortadan kaldırılmış değildir, ancak kral ortadan kalkmıştır. Hegel’de “…. devletten ayrı düşünülen toplum, manevi bakımdan nötr olan nedensel yasaların yönettiği ve ahlaki bakımdan anarşi içinde bulunan bir ortam olarak düşünülmüştür.….” Devlet, “Tanımı gereği bütün ahlaki amaçları tekeli altına alıyordu… Bunun açık gereği devletin saltık olmasıydı, çünkü ahlaki değerleri devlet taşıyordu… birey, ancak kendini devletin hizmetine adarsa, onur ve özgürlüğüne ulaşırdı.“[28] Dolayısıyla ussallık ilkesinin merkezindeki devlet, insan-öznelere yaradılış ilkesini yani özgürlüğü atfedecek evrensel ve ontolojik bir bütünlüktür.
fiimdi hemen burada Fourier, Owen, Saint-Simon ve daha önce Babeuf’a dönelim. Babeuf her zaman proletaryanın istemlerini dile getirdi. Örgütünü kurdu ve bunu hayatıyla ödedi. Tavır aldığı devleti gizli örgütü ile yıkma deneyine girişti. Fourier, Fransa’da reformistlere tavır alırken, Owen İngiltere’de çartistlere tavır aldı. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto‘da belirttiği gibi (daha sonraları Blanqui de buna dahildir), ütopyacı sosyalistlerin ortaya koyduğu pratik, nihayetinde, tarihsel gelişme ile ters orantılı da olsa proletaryanın tedrici, kendiliğinden sınıf örgütlenmesini reddetmektedir. Bunun yerine; özel olarak tasarlamış oldukları toplum örgütlenmelerini koydular. Tarihsel kitle eyleminin yerine kendi kişisel- bireysel yaratıcı eylemlerini koyup fiilen uygulamaya giriştiler. Önce kendilerini (özellikle Owen, Fourier), sonra devletin dışındaki komün/kolonileri sınıf mücadelesinin (yalıtık) öznesi olarak kabul ettiler.
Hegel, kurtuluşu devlette bularak çözüm sunuyor. Hegel’de birey ancak devletin siyasal ve ekonomik organları aracılığı ile bir kişiliği kazanma amacına yönelebilir, eğer birey devletin kurumlarına bağlanamaz ise biçimsiz bir şey olacaktır.
“Devlet göksel istektir; şu anlamda ki, yeryüzünde varolan ve dünyanın yürürlükteki biçimi ve örgütü olarak ortaya çıkan bir düşüncedir.”[29] Sabine’e göre Hegel’deki devlet, “… bilinçli amaçlara, belli yasa ve ilkelere uymaktadır ve Tanrı’nın dünyadaki yürüyüşü” olarak; ne istediğini bilmeyen halka, biçim verdiği sivil toplum kurumları aracılığıyla yol gösterecek, onları eğitecek ve yaşamlarını düzenleyecektir. Bu sistemin amacı, halk denilen ne istediğini bilmeyen şeyleri oluşturan bireylerin; bilinçlerini yükselterek ve yurttaşların arasında uyumlu bir bütünün parçaları olarak görülmelerini sağlamaktır. Bunu kuşkusuz yasalar ve sivil toplum kurumları düzenleyecektir. Burada sözünü ettiğimiz, Hegel’in devleti ne adına ilahlaştırdığı değil, sivil toplum kurumlarının ülküsel amacı olarak devlete biçtiği roldür.
Devlet, bilinçli amaçları, bilinçli amaçları sebebiyle belirlenmiş yasaları ve ilkeleriyle öznedir. Ama bu aslında devletin benliksizliğidir de…
Hegel, “Her faydalı nesne başkası için varlıktır, bu yüzden de benliksizdir. Fayda varlığın sürekli olarak öznelliğe dönüşmesi biçiminde gerçekleşir ve giderek ben in kendine çevrilmiş bakışı haline gelir”[30] (=çelişkinin kendi içinden belirlenmesi) diyor. Buradaki faydalı nesne devletten başka bir şey değildir. Ve faydalı nesne olarak devlet, bir başkası içindir. Yani halkın varlığıdır, zaten benliksizilğinin de kaynağı budur. Devlet kendini oluşturmak, kurmak ya da “olumlu anlamdaki özgürlüğü olanaklı kılmak” amacıyla halk-için varlık olmak durumundadır.
Çünkü ancak o zaman “olumlu bir eylem olarak nesnelleştirmeyi gerçekleştirecek, nesnelleştirme ise nesnel gerçekte bir düzenlemeyi, bir farklılaşmayı beraberinde getirecektir”. Böylece devlet ben’in kendine çevrilmiş bakışı haline gelirken en başından bir özne rolünü gerçekleştirecektir.
Hegel’in özne devleti (Tanrının yeryüzündeki yürüyüşü olarak) bilinçlidir ve dışsal koşullardan da bağımsız olduğu gibi, halkla kurduğu ilişkide önemli olan devletin rolüdür. Halkın buradaki rolü uyumdur. Hayatın özü değişim olduğuna göre, yasalar ve kurumlar aracılığıyla düzenlenip farklılaşan halk, yüzünü devlete dönecektir. Halk için varlık olarak devlet; halkla kurduğu ilişkide halkın kendi karşısında durmasına izin vermediği sürece kendisine çevrilmiş bakışını, daha doğrusu kurtuluşunu ve özgürlüğünü gerçekleştirecektir. Özgürlük de böylece devletten başlamış olacaktır.
Devlet bir başkası (halk) için varlık (olumsuzlama), yani karşıtı olarak kalamayacağına göre, kendine (olumlama) dönmektedir. “Olumsuzlamak olumlamaktır… Dolayısıyla Hegel ‘olumsuzlamanın olağanüstü gücü’ derken, ona göre olumsuzlamanın yaratma sürecinin ta kendisi olduğunu aklımızda tutmamız gerekir… Dolayısıyla olumsuzlama, olumlu bir varlığın özünün ta kendisidir. Ve dünyanın var olabilmesi için her şeyden önce olumsuzlama gücü, ‘olumsuzlamanın olağanüstü gücü’ gereklidir.”[31] Olağanüstü güç, özne-devletin kendine çevrilmiş bakışı ya da içten belirlenen çelişkidir. Devletle halkın ilişkisi sivil toplum dolayımı ile kurulan bir karşıtlık ve aynı zamanda da bir karşılıklı bağımlılık ilişkisidir. “Devlet kendini bilen, bilinçli ve emredendir”; sivil toplum aracılığıyla devlet tarafından temsil edilen ahlaki amaçları ya da halkın/nesnenin düşüncelerini açığa çıkartarak kendine dönmeyi, özne-nesne özdeşliğini gerçekleştirmektedir. Devlet halkta saklı olanları gizlendikleri yerden alarak ortaya çıkartmaktadır, çünkü halk ne istediğini bilmeyen şeyler olarak; bilen emreden ve bilinçli olana (yani devlete) açıktır. Demek ki devlet bir bütündür ve özne ile nesne bu bütünlüğe (antagonizma ortadan kaldırılarak) içselleştirilmiştir.
Düşünce Gerçekliğe Yöneliyor
Bizi yöneten, dünyayı ellerinde tutan kimselerin bizim kadar olması, bizim yapabileceğimiz kadarını yapması yetmez. Bizden çok üstün değillerse, bizden çok aşağı sayılırlar, çok şeyler vaat ettikleri için çok şeyler yapmak zorundadırlar.
(Montaigne)
Daha 1848’e gelinmemişti, ama işçi emekçi eylemleri Avrupa’yı sarsıyordu. Marx ve Engels Alman İdeolojisi‘nden sonra tarihsel ilkeleri ortaya koymak ve sınıf mücadelesindeki belirsizliği gidermek için Komünist Manifesto‘yu yayınladılar! Bunlar bize Marx ve Engels’in; eskiden beri var olan eğilimlere karşı bireysel, kollektif ve kuramsal olarak nasıl savaşacaklarını bildiklerini ya da saptadıklarını göstermektedir. Bunun en iyi örneklerinden birisi Komünist Manifesto’nun adı konusunda Engels’in Marx’a tavsiyesidir. Engels Marx’a şunları söylüyor: “İman Tazeleme üzerinde biraz daha düşün. Biz din kitabı üslubunu bir yana bıraksak ve şunun adına Komünist Manifesto desek daha iyi olacak diye düşünüyorum.fiöyle ya da böyle bunun içinde tarih de olacağına göre, şimdiki biçim uygun görünmüyor.”[32] Engels’e göre tazelenecek iman, yemin ya da kitlelerde yabancılaşmayı, imansızlığ çağrıştıran bir veçhe söz konusu değildir; eski eğilimlere karşı ve bununla beraber Komünizm için savaşılmalıdır.[33]
Engels’in Marx’a müdahalesi; tarihsel olarak bir dönemin kapandığını, ortaya koydukları düşüncenin Komünist Manifesto’yla beraber gerçekleşmeye yöneldiğini ve bu gerçekliğin (programı ile) “vazgeçilmez bir sınıf mücadelesinin konusunu ve hedefini oluşturmuş ve halen de oluşturmakta” olduğunu belirlemektedir. Bunun bugünden de baktığımızda “aynı anda hem geriye çevrilmezliği hem de tamamlanmamışlığıyla tanımlandığını söyleyebiliriz”.[34]
“Kitlelerin yaptığı bir tarihi kanal”dan bugüne geliyoruz: Devrimlere ve sınıf kavgasına rağmen bunların içinde ya da Marksizmin dış sınırlarından Babeuf, Fourier, Saint-Simon, Owen ve filozof Hegel açmış oldukları kanaldan suyun yüzündeki köpüklerle bize ilerlediler. Tabiî, Marx ve Engels’in Marksizmi de kendi kanalından bize ilerledi.
Rousseau’dan beri, aradaki büyük ütopyacı sosyalistler ve Hegel felsefesi de dahil olmak üzere oluşturulan kuramların tarihte ve bugündeki karşılığı siyasal yönden belirlenmiştir. Ancak, esasında yönü belirsiz ve çelişkili olan sınıf mücadelesinin ilk kavramlar sistemi, çelişkisini, belirli bir tutum almakla -siyasal pratikle- karşı karşıya kaldığında ortaya çıkarmıştır. Tekrarlıyoruz: Günümüzde iyice ortaya çıkan çelişki, tarihsel bir kanaldan -sınıf mücadelesiyle- bugüne taşınmıştır. Marx ve Engels’in kanlı-canlı oldukları zamanda da bu kanallar akmaktaydılar. Marksizm, bu düşünce ve siyasal pratik kanallarını varlığı ve kuramı ile hiçbir zaman ortadan kaldıramamıştır. Zaten, Gotha ve Erfurt Programı’nın yazılışı, II.Enternasyonal, Lenin’in kuramsal muhatapları buna tanıklık etmektedirler.
Sözünü ettiğimiz bu tarihsel kanallar -günümüzde de olduğu gibi- kendi tarihsel koşullarında ahlakçı bir temel öğe ile yeni ekonomi biçimini reddettiler. Aslında bunu tam olarak, yeni durumu bir türlü kabul edememek olarak açıklayabiliriz. Fourier, Saint-Simon, Owen gibi sosyalistler, politikalarını geri çevrimli bir dünya üzerine kurdular. Bu açıkça kapitalizme karşı savaşmak yerine ondan kaçınmaktı: Yoksa sonuçta Saint-Simoncuların M. Ali Paşa’lı devletini, Owen ve Fourier’in komünlerini başka türlü açıklamanın imkanı bulunmuyor! Çünkü kapitalizmi olduğu gibi kabullenememeyi saptayan başlangıç noktası; genel mutluluk olmakla beraber, sanayi ötesi ve ilkel insanlıdır. Yani doğacı bir tahayyülün felsefesi üzerine kurulan ilkel komünizmdir. Bu, bir tarihsel zamanı sözkonusu ederek, kapitalizme karşı bir süreksizliği saptamaktadır.
Oysa Marksizmin sınıf kavgasındaki mekanı kapitalizmdir. Marksizm kapitalizmin dönüştürücülüğünü kabul etmektedir, ama Babeuf, Fourier, Saint-Simon’in ezilenler için gerçekleştirdikleri mücadeleyi onaylarken, Hegelci sistemin tersine devleti de reddetmektedir.[35] Kapitalizmin varlığını kabul etmek; bir sistemi-maddi bir nesneyi ve bir felsefenin doğasını kabul etmeyi, onu tanımayı içermektedir. Kapitalizmin felsefesini ve doğasını kabul etmek, onu onaylamak değil; bir sınıf mücadelesinin yapıcı birliğinin siyasal hedeflerine, toplumsal üretimin ve ideolojilerin nesnel çözümlemesi ile oluşturulan yeni bir devrimci kuramla ulaşmaktır.
Bu her şeyden önce; sınıf mücadelesinde hem ideolojik hem de siyasal boyutların artık hep varolacak biçimde kurulmuş olması sonucunu doğurmaktadır. Balibar’ın deyişiyle artık geri dönülmez bir noktadır.
Marx ve Engels; Babeuf’un gizli örgütü, Owen ve Fourier’in komünleri, Hegel’in devletinin evrensel ruhunun yerine işçi sınıfı partisini koyarlar. Ya da kuramlarının geri döndürülemezliğinin içine, siyasal ve ideolojik mücadeleyi gerçekleştirmek üzere mevzileri kazanacak ve aynı zamanda “teoride sınıf mücadelesinin izini sürecek” olan partiyi de dahil ederler. Kapitalizme karşı nasıl mücadele edileceğini, proletarya diktatörlüğüne nasıl varılacağını işçi sınıfına bütünlüklü olarak parti gösterecektir.
Ama bu, örneğin Babeuf’un gizli örgüt modelinden daha ileri bir biçimde henüz gerçekleşmemiştir. Parti; Marksizmin “geri dönmeme noktalarındaki başlangıç saptamalarının kavramlarından biridir”. Marksizm kuramını, Komünist Manifesto‘nun ortaya koyduğu savaş ilanının tanıklığında, burjuva dünyasından ve geri-çevrimli ütopik sosyalist dünyadan bir kopuşla gerçekleşmiştir.[36] Ve Marksizmin bu kopuştan çıkan kavramları ancak yeni bir yönelimle yeniden kurulduktan sonra geri çevrilemez hale gelmiştir. Marx ve Engels’in özellikle Manifesto’dan başlayarak vurguladığı proletaryanın sınıf partisi, Lenin’in proletarya diktatörlüğü kuramı çerçevesinde kurulduğu andan itibaren kopuşa kesinlikli olarak dahil olmuştur.
Marksist öznenin kuramsal anlamı böylece ortaya çıkacaktır: Düşünceyi gerçekliğe yöneltecek ya da düşünceyi gerçekleştirecek olan partidir. İşçi sınıfı partisi Lenin’den itibaren Marksizmin geriye döndürülemez noktalarından biri olarak ortaya konulmuştur. Lenin’in partisi, siyasal özne olan proletaryaya toplumsal, siyasal ve kuramsal olanın eklemlenmesidir. Bu anlamıyla Leninizm, Marksizmden ayrı bir kanalda değil bilakis Marksizmin ontolojik tabanındadır.
Bugün, Marx ve (Engels iki arada bir derede kalmak koşuluyla) Lenin iki ayrı dünyada değerlendiriliyor. Marx’ın kuramı ya da Marksizm’in izini sürdüğü (sınıf kavgası) teori ancak Lenin’le ölçülerek ve Lenin yanlışlanarak ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Böylece Marksizm ve Leninizm, her biri sadece bir tarafta olmak üzere, ontolojik ve epistemolojik ayrıma tabi tutulmaktadır. Esasında Marx (Engels neredeyse hakkı yenilmemek üzere nötrleniyor) büyük ütopik sosyalistlerin başlangıç saptamalarının kanallarından Lasellacı, II. Enternasyonalcı ve Menşevik bir tarza yerleştiriliyor. Lenin; Lenin’e has bir dünyaya, görmek için aramaya gerek olmayan proletarya diktatörlüğü ve parti/özne kavramlarının içine yerleştiriliyor. Çünkü Lenin’in ortaya koyduğu kuramı dışında ikame edilebileceği bir kanal yoktur. Ne kadar kolay bir iş,Lenin’in ne olduğunu anlamak için kuramını ne kadar parçalarsak parçalayalım, ayrıma tabi tuttuğumuz her parçada partiyi ve devrimi görüyoruz.
Marx ile Lenin ayrıştırıldığında Marksizmin yukarıda sözünü ettiğimiz geri dönmeme noktalarının “proletarya diktatörlüğü ve parti kuramları” sebebiyle Lenin yerine örneğin Kautsky tarafından tamamlandığı ortaya çıkmaktadır.
Sınıf kavgasında iki egemen düşünceden biri olan Marksizm, bütünlüklü teorik ifadelerini gerçekleştirmenin merkezine partiyi yerleştirmiştir.
Komünist Manifesto, I. Enternasyonal ve Lenin bunu göstermiştir.
Ancak bugün, Marx ve Engels’in koptuklarının, ve Lenin’in muhataplarının kuramları; teorinin teorisi olarak yani sınıf kavgası ve parti geri çekilerek Marksizmin geri döndürülemezliğine dahil edilmiştir. Bu elbette, bilimsel birer kavram olan parti ve sınıf kavgasının politik ideolojilerce belki de iman tazelemek için siyasal yönelimler uğruna ters-yüz edilmesidir.
[1] Engels’ten Paris’teki Marx’a (Barmen, Ekim 1844), Marks-Engels, Seçme Yazışmalar 1., Çev.: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., Ankara 1995, s. 12.
[2] Engels, Fourier için şunları söylüyor: “Fourier … diyalektik yöntemi, çağdaşı Hegel kadar ustaca kullanır. Aynı diyalektiği kullanarak sınırlanmaz insan yetkinliği konusunda söylenenleri çürütür.” Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Çev.: Öner Ünalan, Sol Yay., Ankara 1993, s. 65.
[3] E. J. Hobsbawm, Devrim Çağı, V Yay., Ankara 1989, s. 225.
[4] E. J. Hobsbawm, a.g.e., s. 387.
[5] E. J. Hobsbawm, a.g.e. s. 234 (Hobsbawm, Marx’ın Ren Endüstricilerinin yayın organı olan Neue Rheinische Zeitung’un editörlüğünü yapmasını buna örnek gösteriyor.)
[6] Bu nokta da bugünkü sorunlara dayanmaktadır. İçerdiği sorun hiç kuşkusuz Marksizmin devrimciliği sorunudur. Marksizmin devrimciliğini çıkartıp, yerine, toplumdaki sorunları yalnızca kendi terimleriyle belirlenen grupların (kadın, çevre, barış hareketi gibi) ortaklığını koyduğumuz zaman, sorunların birbirini karşılıklı belirlemeleri ortadan kalkacak, antagonizmanın yerini üst düzeyde bir sentez alacaktır. Bunlara genel sosyalleşme çabaları denilebilir. Bu noktada devrimcilik de kapıdan çıkartılabilir.
[7] E. J. Hobsbawm a.g.e., s. 207.
[8] Devrim Yazıları: Babeuf Dosyası, Çev.: S. Eyüboğlu, V. Günyol, Sosyal Yay., İstanbul 1974, s. 73-74.
[9] 1828’de yayınlanan “kompoloculuk tarihi” Temmuz monarşisi sırasında devrimci demokratların ve işçilerin yeraltı örgütlenmeleri büyük bir öneme sahipti. Hobsbawm, Buonarrati için, “radikal devrimcilerin en yetenekli ve en yorulmak bilmez olanıydı” diyor.
[10] Bu örgüt yapısı, teknik bakımından bugünkü “öncü yapılar”ı andırır.
[11] A.g.e. s., 58.
[12] Engels, Ütopik ve …. s. 69 Gülnur Savran, Sivil Toplum ve Ötesi, Alan Yay., İstanbul 1987, s. 57.
[13] Rousseaunun, toplum sözleşmesi, demokratik bir burjuva cumhuriyeti oldu ve yalnız öyle olabilirdi, toplum sözleşmesi kendi politik yeteneğine güveni kalmayan burjuvazinin, önce Directoire’nin ahlak bozukluğuna ve sonunda Napoleon despotizminin kanadı altına sığındığı terör sırasında gerçekleşmesini buldu. (Age., s. 58-60)
[14] Eşitler ve yeminliler; gizli kardeşlik örgütü v.b:. Fransız Devrimi sonrası
oluşturulan muhalif örgütlerin genel adı.
[15] Babeuf Dosyası. s. 58.
[16] G. Savran, a.g.e., s. 59.
[17] Komünist Manifesto kuramsal etkisini, işçi sınıfı hareketinin uzun süredir varolan bütünlüklü sorunlarının bugünden geriye doğru tarihi inceleme sürecinde göstermiştir.
[18] E.J. Hobsbawm, a.g.e., s. 214.
[19] Özne’nin epitemolojik yönü ile değil pratik ve ideolojik yönü ile ilgileniyoruz.
[20] Rousseau, İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk, Çev:. S. Eyüboğlu, s. 28
[21] E.J. Hobsbawm, a.g.e., s. 451.
[22] F. Engels, Ütopik ve …, s. 69.
[23] Engels, a.g.e., s. 69.
[24] Hobsbawm, a.g.e., s. 452
[25] Engels, a.g.e., s. 64.
[26] Hobsbawm, a.g.e., s. 453.
[27] Hobsbawm, a.g.e., s. 452.
[28] G. Sabine, Yakın Çağ Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev.: Ö. Ozankaya,
Gündoğan Yay., s. 46.
[29] A.g.y., s. 49.
[30] Savran, Sivil Toplum ve Ötesi, s. 118.
[31] W.T.Stace, Hegel Üzerine, Çev.: M. Belge, V. Yay., s. 67.
[32] Engels’ten Brüksel’deki Marx’a (Paris, 23-24 Kasım 1847) Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, C.I. s. 43.
[33] Engels’in Marx’a müdahalesi, Birikim yazarı Ö. Laçiner’i tamamen haklı çıkarmaktadır! Laçiner şöyle diyor: “…diyalektik ve tarihsel materyalizmi, bilimsel sosyalizmi sistematik ve tutarlı bir bütünlük oluşturacak şekilde “kodlayan” Engels’tir. … Engels’in yaptığı soyut ifade edilmiş olanları kesin ve “anlaşılır” -somut- hale getirmekten başka birşey değildir…Engels’in bunu yapmakla Marx’ın fikirlerinin-Marksizm olarak hızla yaygınlaşan bir benimsenme gücü” herkesin anlayabilmesi özelliği kazandırdığı açıktır” (Ömer Laçiner, “Marx Marksist miydi?”, Birikim 84, Nisan 1996, s.8.)
[34]E. Balibar, Althusser İçin Yazılar, Çev.: Hülya Tufan, İletişim Yay. İstanbul 1991, s. 43.
[35] Bkz.: Osman Albayrak, “Felsefi ve Bilimsel Açıdan Devlet Üzerine”, Teori ve Politika-2, Bahar 1996.
[36] “Geriye dönülmezlik”i YIlmaz Sezer “ilke”leştiriyor. Bak.: Y. Sezer, “Tarih Biliminin Devrimcileştirilmesi Sorunu”, Teori ve Politika-2, Bahar 96, s. 4 vd.