Ana SayfaArşivSayı 22Jeo-Ekonomik Emperyalizm, Kapitalizmin Güncel Aşaması

Jeo-Ekonomik Emperyalizm, Kapitalizmin Güncel Aşaması

Bernard Gerbier

Çeviri: Betül Çolak


K. Marx ve F. Engels, belli nedenlerden ötürü, bize kapitalizmin dinamiği hakkında bir teori bırakmamışlardır. Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması[1] ile V. İ. Lenin düşüncesini özellikle İngiliz kapitalizmi üzerinde yoğunlaştırmıştı. İlk formülasyonu yapmak ise uzun süreli çevrimler teorisiyle N. Kondratiyev’e nasip olmuştur. O zamandan beri, bu konu üzerinde birçok değişiklik oldu. Grenoble ekolünün düzenleme teorisinin sorunsalında konumlanarak,[2] burada ele almak istediğim sorun kapitalizmin jeo-ekonomik emperyalizm aşamasına gelişidir.

Üzerinde yazılanların çokluğu kriter olarak alındığı takdirde (ki bu, sadece Marksistlere özgü bir olay değildi), emperyalizm hakkındaki tartışma yüzyıl dönemecinin bir karakteristiğiydi. Tartışma ve çalışmalar, daha sonra bitmedilerse de, artık aynı etkiyi yaratmadığını teslim etmek gerekir. Bu olguyu açıklamak için, “emperyalizmin demir ökçesi”nin eski gücüne sahip olmadığı varsayımı dile getirilebilir ve kanıt olarak da çoğunlukla dramatik olmuş olsa da, sömürgelikten kurtulma sürecinin engellenememiş olması verilebilir. Bu etkinin azalmasında, SSCB’nin varlığı (niteliği hakkında düşünülenlerden bağımsız olarak) gerekli olmuştur. Bu, özellikle Üçüncü Dünya’nın çıkarlarını savunmak için uluslararası kurumlar kurulması bağlamında önceki dönemdeki eylem ve sonuçlarının azımsanamayacağı Bağlantısızlar Hareketi’nde apaçıktır. Örneğin, Birleşmiş Milletler bünyesindeki Ticaret ve Kalkınma Konferansı Örgütü (UNCTAD – United Nations Conference on Trade and Development; Conférence des Nations Unies sur le Commerce et le Développement) Üçüncü Dünya’nın sesini duyurabildiği bir merci olurken Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) için aynı şey söylenemez.

Bu yüzden bu makale SSCB’nin çöküşünün (yapılan analiz ne olursa olsun), dünyanın yeniden paylaşımı imkanları bağlamında basit jeo-politik etkileriyle, kapitalizmin, yüzyılın ikinci yarısında yaşanan kapitalizmden ziyade yüzyıl dönemecinde yaşanana (jeo-politik emperyalizm) daha yakın yeni bir aşamasını, jeo-ekonomik emperyalizm aşamasını açtığı fikrini savunuyor.[3] Aslında iki dönem de sermayenin dünyanın bütününe tartışmasız yayılması egemen ideolojisini paylaşıyor (Geçmişte K. Kautsky’nin ultra-emperalizmi ve bugün F. Fukuyama’nın tarihin sonu). Ancak, “küreselleşme” tartışması bazı zorluklarla karşılaşmaya başladı: “Bölgeselleşme” gerçekliği gittikçe artan biçimde rakamlara ve kurumlara yansıyor ve ekonomistler ile politikacılar arasında bu iki hareketin birbirlerine karşıt mı olduğu yoksa birbirini tamamlayıcı karakterde mi olduğu tartışması hararetle sürüyor.

Bize göre küreselleşme ve bölgeselleşme, kendi lehlerine dünyayı yeniden yapılandırmaya çalışan, sosyal sermayeleri de değişik bir biçimde içine alan, iki karşıt sermaye hareketidir ve bu durum jeo-ekonomik emperyalizmi karakterize eden ekonomik savaşa yol açar.

I.Dünyanın Çatışmacı Dünya-Ekonomileri Olarak Yeniden Yapılanması

Kriz oluşturan dünyanın yeniden yapılanması çatışmacıdır: Zafer veya kendi çıkarlarının korunması için savaşan ulusların parçalarını (sermaye ama aynı zamanda işçiler) karşı karşıya getirir. Bu konu bugün “küreselleşmeye karşı bölgeselleşme” sorunu altında ele alınıyor. Küreselleşmeden özellikle dünyanın Amerikanlaşması, kıtasallaşmadan ise bu hegemonik niyete tepki oluşturma anlaşılıyor.

I.1. Küreselleşme bugün esas itibarıyla dünyanın Amerikanlaşmasıdır

Küreselleşme bugün esas itibarıyla dünyanın Amerikanlaşmasıdır. Amerikan sermaye ve devletinin dünyaya dönmesini belirtir. Bu dönüşün kendisi de Japon firmalarının dünyaya yayılmasıyla 80’li yıllarda yaşanan dünyanın Japonlaşmasına verilen cevabın bir ürünüdür. Japon firmaları bunu, uzun vadede piyasaları fethetme amacıyla yatırımlarını en uygun şekilde yerleştirmek için baştan küresel boyutu kabul eden bir strateji ile gerçekleştirdiler (strateji uzmanı bir devlet tarafından desteklenen sabırlı sermayeler). Daha sahip olmadıkları küresel aktiflerin yeniden yapılanmasıyla karşılaşmadıkları için bunu sadece bu firmalar gerçekleştirebilirdi.[4] Bu akın sadece ekonomik değil aynı zamanda kültürel (sanat, spor, vs.) bir niteliği haizdi ve ekonomik ve kültürel boyutun sıkça birbirine omuz verdiği gözlemleniyordu (Hollywood şirketleri gibi kültürel endüstrilerin satın alınması, özellikle sportif gösteri ve film satışı, vs…

Bu Japonlaş(tır)ma karşısında, Amerikan sermayesi ve ABD, Stratejik Savunma İnisiyatifi’ne (l’Initiative de Défense Stratégique) dayalı karşı atak ve ekonomik devrimlerini kurdular: Amerikan ekonomisi ani bir coğrafi (Kuzey’den Güney’e, Doğu’dan Batı’ya doğru) ve yapısal (“eski” çelik endüstrilerinden yeni bilgi endüstrilerine doğru) değişim yaşadı. “Boş şirketler” (vasıfsız işçilerden oluşan) gerçekte bilgisel devrimin yeni teknolojik paradigmasının motor endüstrilerinin şirketleri olan dolu şirketlerin (gri maddeden oluşan) yükselişini gizliyordu. ABD, bu aşamada, üretim sistemini ve dünya-ekonomisini (économie-monde) İngiltere’nin de hegemonyasının ikinci evresinde takındığı rantiye tavrı benimseyerek yeniden yapılandırıyordu:

merkezde, küresel egemenlik faaliyetleri (teknoloji, hizmetler, anlayış faaliyetleri- R. Reich’in bahsettiği karar);

yarı çevrede, yerleri değiştirilmiş endüstriyel faaliyetler (örneğin Meksika’da otomobil);

çevrede, bileşim maddelerinin endüstriyel faaliyetleri.

Özellikle askeri-endüstriyel yapılarında[5] tekrar biçimlenen Yeni Teknik Düzen’in motor sermayeleri özgürlük ve küreselleşme talep ediyor[6] ve dünyaya yeni ve gerileyen bir liberal ideoloji yayıyorlar.[7]

Amerikan küreselleşmesi tezi en sistematik biçimde, kendisi bu tezin içerdiği politik problemi ortaya koyan R. Reich[8] tarafından geliştirildi: “Biz kimiz? Cevap, ulusal ekonominin sınırlar arasında göreceli olarak az yer değiştiren tek görünümünde yer alıyor: İşgücü, nüfus” (ibid. s. 18). Diğer bir ifadeyle, sermayenin uluslararası göreceli hareketliliği ile emeğin uluslararası göreceli hareketsizliği arasındaki çelişki küreselleşme tezinin sınırına işaret ediyor. Çünkü kar yaratmak için, öncelikle bir toplum yani bir devlet tarafından organize edilen bir sermaye-emek ilişkisi gerek. Bu olguyu unutmak bir hata; sermayenin hareketliliğinin ürettiği kırılmalardan gittikçe daha çok endişelenen burjuvazinin kendisinin yapmadığı bir hata.[9]

Amerikanlaşma, Anglo-Sakson olmayan toplumları zora sokarak, gittikçe ne olduğunu daha açık bir biçimde ortaya koyuyor: Küreselleşmeden yararlananlar tarafından ilgili ulusların bizatihi kendi içlerinde ulusal dayanışmaların yıkılmasının kabulü. Bu yüzden, kapitalizmin bünyesinde bir tepki biçimi şekilleniyor: Kıtasallaşma.

I.2. Kıtasallaşma[10]

Kıtasal kurumsal ve/veya gümrük anlaşmalarının yükselişi aşikar bir olgu. Bu olgu, ticari ve üretimsel bölgeselleşmeleri takip ve onlara eşlik ediyor.[11] ABD dahil, kapitalist üretici güçlerin gelişimi için çok dar hale gelmiş ekonomik ve politik çerçeve olan ulus ile hala çok büyük bir çerçeve olan bütün dünya arasında kıtasal boyutun, üretici güçlerin işlemselliği ile kapitalist sosyal ilişkilerin işlemselliğini uzlaştırıcı olası bir çözüm olduğu düşünülebilir. Aslında, A. J. Morrison ile K. Roth’a göre, global stratejiler, bölgesel stratejiler uygulayıp bunun avantajlarını gören firmalara büyük işletme sorunları getiriyor:

günümüzde bölgesel düzey, büyümeden kaynaklanan verim artışı ve yönetim kontrolü ve iletişim zorluklarına yol açan ölçek ekonomilerinin arasındaki denge noktasını temsil ediyor;

bölgesel düzey piyasaya daha iyi bir tepkiselliğin oluşmasına izin veriyor;

bölgesel düzey iyi bir örgütsel uyarlanabilirlik düzeyidir: Firmanın ve çevresinin bütün potansiyelinden yararlanılabilmeyi sağlar.

Bu kıtasallaşmalar, kuşkusuz çok farklı politik derinlik ve ritimlerle, kurumsallaşıyorlar. Bu durum üçlü kutuplar arasındaki ilişkiler için de geçerli: Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği’ne (APEC) cevap olarak Asya-Avrupa Toplantısı (ASEM) ortaya çıktı. Aynı şekilde, üçgenin üçüncü kenarı periyodik olarak gündeme geliyor: L. Brittan, son olarak Yeni Transatlantik Piyasa’yı (New Transatlantic Market) önerdi. Her halükarda önemli olan ağırlık merkezini kendine en yakın yere çekmek için çabalamak ve Bismark’ın ünlü deyişini uygulamak: “Üç kişi olunduğunda, ikisinden biri olmak gerekir”. Üçlü kutup ile jeo-ekonomik emperyalizm çağına giriyoruz.

II. Jeo-Ekonomik Emperyalizm

Emperyalizm konusu yüzyıl dönemecinin ekonomik ve politik tartışma ve literatürünün çok önemli bir konusu olmuştur. Söz konusu dönem, aynı zamanda, güçlü bir açılma dönemiydi[12] ve bu dönemde (dış pazarlardan ziyade) kaynaklara erişim, gruplar ile egemen ekonomiler arasındaki rekabette çok önemli bir rol oynuyordu. E. Hobsbawm, bundan, “İmparatorluk çağı” olarak söz ediyordu.[13]

E. N. Luttwak okumasından sonra,[14] bu literatür tekrar yorumlanabilir ve o zamanın emperyalizminin bugünün jeo-ekonomik emperyalizminden farklı olarak jeo-politik bir emperyalizm olduğu hipotezi geliştirilebilir. O zaman, dünya-ekonomileri oluşturmak için gereken emperyalizm önce askeri karakterdeydi: (Özellikle) kaynakları ekonomik olarak kontrol altına almak için ülke fethetmek söz konusuydu, bu da, kaçınılmaz olarak, paylaşımı biten dünyayı savaşa götürüyordu. Kapitalizmin bugünkü işleyişini açıklamak için bu düşünce tarzını tersine çevirmek gerektiği fikri öne sürülebilir: Piyasaların fethi günümüzde ülkelerin fethinin ve dünya-ekonomileri kurmanın aracı olmuştur. Kapitalizmin savaşçı olmayan söz konusu yeni işleyiş mantığı, daha hukukileşmiş yeni bir düzenleme şeklini de beraberinde getirir: Yeni bir sosyal düzenleme yöntemi olan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ).

II.1. Kapitalizmin savaşçı olmayan yeni işleyiş mantığı

Kapitalizmin yeni işleyiş mantığı şöyle sentetize edilebilir:

(Lenin’in tanımından yola çıkarsak, Kuzey güçleri arasında Kuzey’de gerçekleşen) emperyalist savaşlar ABD’nin tartışmasız askeri üstünlüğü ve ulusların (NATO ve OECD’nin genişlemesiyle belirginleşen) dünyanın ABD tarafından yönetilmesi üzerindeki uzlaşmaları yüzünden artık imkansız hale geldi;

piyasaların fethi ülkelerin fethinin önüne geçiyor ve “egemen” ulusların bağımlılığının bir aracı haline geliyor. Zaten bunu gerçekleştirmek için, hakim ekonomiler gıdasal, teknolojik, finansal (borç) bağımlılıkları organize etmekten kaçınmıyorlar, böylece de “temiz” öldürücülüğün yeni silahlarını ediniyorlar.

söz konusu fetih, giderek, hakim ekonominin üretim sistemini kıtasal dünya-ekonomisi ölçeğinde (yakın yarı-çevre ve daha uzak çevre ile) organize etmeye izin veren üretim sermayesi ihracı haline gelen sermaye ihracı ile yapılıyor.

bu sermaye ihracı bilgi toplanması ve kullanımında daha yüksek bir verimlilik üzerine kurulmuş bir rekabetçi avantaj gerektiriyor. Yani sermayenin, organizasyonunu bilgi devriminin getirdiği yeni potansiyelleri en iyi şekilde kullanmak için değiştirmesi gerekiyor. Sermaye artık sadece finansal nitelikte kalamaz, bütünleşmek zorunda: Ticari (ve/veya hizmet) sermayesi artık Keiretsu tarzı gruplarda kilit önemde bir rol oynuyor.[15] Bu bütünleşme, böylece, çok sektörlü grupların kaidesi (taşıyıcı sütun) olan ekonomik aklın[16] gerçekleşmesine izin veriyor.

bilgisel rekabet çağına özgü boyut etkilerinden maksimum fayda sağlamak için gruplar daha çok büyümeli ve daha çok faaliyet, ulus ve teknolojiyi kucaklamalıdırlar. Özellikle, araştırma-geliştirme faaliyetlerini geliştirmeli ve bundan mümkün olan en yüksek seviyede yararlanmalıdırlar. Yani bu kaynakların çoğuna en yakın yerde durmalı ve olabildiğince çok teknolojik ittifaka katılmalıdırlar. Konsantre olmalılar ve bunun için gittikçe daha geniş bir finansman bulmalılar: Bütünleşmiş sermayenin gücü mantığı banka sermayesini aşarak sigorta ve emeklilik fonu gibi “finansın yeni sacayakları”na ulaştı. Böylece, finansal verimlilik kritik büyüklük yarışında hayati bir şart ve (kendi dalında) küresel oligopole katılım için gerekli bir şart haline geldi. Ama F. Chesnais tarafından kapitalizmin yeni düzenleme yöntemi olarak ortaya konan bu mekanizma geçici bir mekanizmadır: Oligopolün tekrar oluşması mekanizmasıdır. Kriz dönemleri yapısal bir istikrarsızlık, radikal bir belirsizlik ve eski oligopollerin istikrarsız hale gelmesi ve rekabetin coğrafi ve teknik (yeni teknolojiler dalları ve meslekleri yeniden tanımlıyorlar) genişlemeleriyle de gerçekleşen teknolojik değişimin hızlanmasıyla belirginleşir. Yavaş yavaş, yeni oligopollerin istikrar kazanması (özellikle teknik değişimin yavaşlatılmasıyla) sermayenin düzenli ve istikrarlı bir yönetimine dönük kolektif çıkarı tekrar oluşturur.

Bu olgu sosyal ilişkilerin yeniden düzenlenmesini gerektirir (yeni bir sermaye-emek ilişkisi). DTÖ’nün kurulması bu ihtiyacın ürünlerinden biridir. [17]

II.2. Yeni bir sosyal düzenleme yöntemi: DTÖ

DTÖ’nün kurulması (ABD’nin tek başına karar verme yeteneğini kaybetmesiyle[18]) egemen ekonomiler ile egemen sermayeler arasındaki güç ilişkilerinin değişmesine işaret eder. Bu durum “kapitalist gruplar” arasında bir uzlaşma merciinin oluşumu ve barışçı ilişkilerinin hukukileşmesini gerektirir (meşru şiddeti devlete transfer eden ulusların bünyesinde de durum böyle gelişmiştir). 1948 yılında, ABD, (kendi işine gelen GATT’ı devrede bırakarak) Uluslararası Ticaret Örgütü’nün kurulmasını engelleyebilmişken 1994 yılında, tersine, kendisinin talep ettiği Uruguay toplantısından (Uruguay Round) çıkabilmek için (sadece ticari olmayıp) ekonomik ilişkilerin uyum ve yönetimini üstlenen bu örgütün kurulmasını kabul etmek zorunda kaldı: R. Reagan’ın ABD’si başlıca rakiplerini yola getireceğinden emindi. Bu round’un başarısızlığı ABD’ye aşağıdan alması ve başka bir strateji bulması gerektiğini gösterdi. Çünkü Avrupa “Tek Pazarı”na geçiş ABD’yi alt bir konumda bırakabilecek güçteydi: Tehlike, özellikle küreselleşme döneminde stratejik bir silah olan normları tanımlamada etkin[19] (AB’nin dönüştüğü) daha büyük bir pazar kapasitesinde saklıydı. Yeni bulunan strateji DTÖ’nün ortaya çıkışından biraz önce bölgesel bir strateji olarak NAFTA’nın ortaya çıkarılmasıydı.[20] Bu kurum Kuzey Amerika’yı tekrar bir referans pazarı haline getiriyordu. Bu durumda, ABD tanımı üzerine ağırlığını koyarak DTÖ’nün kurulmasını kabul edebilirdi, zira bu örgüt kurumsallaşmış çok taraflılık örtüsü altında liderliğini yaymasına olanak tanıyacaktı.

Ancak, bu tür kurumların kuruluşunun getirdiği yenilik küçümsenemez: Bunlar aracılığıyla egemen ulusların ve özellikle Uluslararası Olarak Egemen Ekonomi’nin gücünün ifade bulmasının yanında ifade bulan bir başka husus daha var: Uluslararası ilişkilerin artan oranda “hukukileştirilmesi” (Ramses 94). DTÖ bünyesinde İhtilafların Çözümü Bölümü’nün kurulması da bunu gösteriyor, yine de saf olmayıp hukukun güç ilişkilerinden azade olmadığını akılda tutmak gerek. DTÖ, böylece, devletin uluslararası rekabetin bir aktörü olması dolayısıyla tek başına piyasanın örgütleyemediği ekonomik ilişkiler üzerinde egemen ekonomiler arasında bir uzlaşma alanı açıyor. Fakat, bu analiz doğruysa, jeo-ekonomik emperyalizm aşaması kıtasal boyuttaki ekonomileri (Hindistan, Çin, Rusya. belki Brezilya) bu uzlaşmanın zorunlu tarafları yapıyor. Çin’in adaylığı çevresinde oluşan kaynaşma hali bunun bir ispatı mahiyetinde.

Dünyanın bu yeni paylaşımının kaçınılmaz sonucu kıtasallaşmamış Üçüncü Dünya’nın “yeniden sömürgeleştirilmesi” ve kalkınma hakkının tamamen devridir:

bir yandan, borç-alacak dönüştürme mekanizmaları, dünya-ekonomilerinin kutuplaşma eksenleri çerçevesinde Kuzey firmalarına çok büyük miktarlarda kamu alacaklarının transferiyle Üçüncü Dünya’nın gerçek anlamda soyulmasına olanak tanıdı. Böylece, bu firmalar kendilerini hiç olmadıkları kadar örgütlü hale getirdiler ve merkez ve çevre arasındaki güç ilişkileri daha evvel hiç olmadığı kadar çevre aleyhine döndü. Çünkü günümüzde, merkez geçmişe göre daha güçlü ekonomik, politik, kültürel ve askeri ağırlığa sahip kıtasal ekonomilerden oluşuyor: Jeo-ekonomi dünyası gittikçe daha eşitsiz hale geliyor.

diğer yandan, R. Reagan’ın çatışma politikası ve SSCB’nin çökmesiyle ani bir biçimde kendini tekrar merkezlerle aynı çizgiye getiren Üçüncü Dünya, ekonomik olarak çatlamasıyla aynı zamanda birliğini kaybetti. Üçüncü Dünya, ihracatla gelecek büyümeden medet umarak sorunlarının üstesinden gelebilmek için kendisini Kuzey’e teslim etti. Merkezlerin temsil ettiği açılımlara erişme umuduyla uluslararası serbest ticareti ve liberalizmi kabul ederek aslında fiilen tüm kalkınma umudundan vazgeçti: Kalkınma, kalkınma deneyimlerinin (19. yüzyılda ABD, Almanya, Japonya ve daha yakın bir tarihte Güney Kore ve Tayvan) bize gösterdiği gibi, aslında, koruma (F. List) ve kalkındırıcı bir devlet gerektirir. Ancak, Üçüncü Dünya ülkelerinin ısrarla talep ettiği DTÖ’ye katılım her türlü özel muameleden hızlı bir biçimde (en fazla 10 yıl içinde) vazgeçmeyi içerir.

Zaman serbest ticaret alanları olarak örgütlenmiş dünya-ekonomileri oluşturma zamanı: ABD Amerika kıtaları için İnisiyatif’i öne sürüyor. Avrupa (Avrupa ülkelerinin serbest ticarete açılmaları gerçekleştiği için Akdeniz ülkelerinin tamamen serbest ticarete açılmalarının karşısında kendisinin az miktar sermaye önerdiği) Avrupa-Akdeniz (euro-méditerranéen) programına girişiyor; aynı zamanda Doğu’ya doğru genişliyor ve Afrika’yı açılmaya davet ediyor. Kıtasallaşmamış Üçüncü Dünya için perspektif açık: Bağımlılığın içine gömülme. Çünkü ekonomik teori açık ve kesin: Serbest ticaretçi dünya-ekonomileri dünyası, V. İ. Lenin’in emperyalizmin kanunlarından biri olarak öne sürdüğü eşitsiz kalkınmanın gelişimine tanık olur. Bu bakış açısından, jeo-ekonomik emperyalizmin kanunlarının jeo-politik emperyalizminkilerle aynı olması halinde kıtasallaşmamış Üçüncü Dünya halkları için kaygılanacak çok şey var.

http://www.internatif.org/EspMarx/Marx_98/Contributions/Autres%20contributions/Gerbier.html

 


[1] W. Lénine, L’impérialisme, stade suprême du capitalisme, Editions sociales et Editions du progrès, Paris et Moscou, 1971. Burada G. DE BERNİS’in dikkatleri çektiği bir noktayı hatırlatalım. G. DE BERNİS eserin başlığında hesaplanamaz sonuçları olan bir çeviri hatasını tespit etmiştir: Fransızca’ya “suprême” olarak çevrilen Rusça kelime “çağdaş” olduğu gibi “en yüksek” anlamına da geliyor (Yüksek Sovyet gibi).

[2] Özellikle bakınız, GRREC, Giscard, le destin de la crise. Essai sur la logique économique d’un septennat, PUG, Grenoble , 1981; Crise et Régulation, Recueil de textes 1979-1983, Publication de l’Université Pierre Mendès-France de Grenoble, 1983; Crise et Régulation, Recueil de textes 1983-1989, idem, 1991. Bu makale için özellikle birinci derlemeyi kullanacağız.

[3] Bu nokta daha aşağıda geliştirilecektir.

[4] A. J. Morrison ve K. Roth, The Regional Solution, an Alternative to Globalization, Transnational Corporations, Vol I, no 2, Ağustos 1992.

[5] Özellikle bakınız: A. Joxe(dir.), “Le débat stratégique américain 1994-95; Révolution dans les Affaires Militaires?”(Amerikan stratejik tartışması 1994-95; Askeri Meselelerde Devrim?), Cahier d’Etudes Stratégiques 18, GSD-CIRPES, EHESS, Paris, 1995.

[6] Bakınız: J. Nagels, Uluslararası Kolokyum’un açılış konuşması “Kapitalizmden kapitalizme: Dünyada ve Avrupa’da değişimler ve alternatifler”, Université Libre de Bruxelles, 13-14 Mart 1998. Listesine özellikle ideolojinin vektörleri ve bilgi devriminin tekniklerini kullanan kültürel endüstrileri eklemek yerinde olur.

[7] Bakınız E. Todd, L’illusion économique, essai sur la stagnation des sociétés développées, Gallimard, Paris, 1998.

[8] R. Reich, L’économie mondialisée (Fransızca çeviri), Dunod, Paris, 1993.

[9] 1997 yılındaki tartışmadan beri Davos forumundaki tartışmaların gelişimine ve IMF ve Dünya Bankası’nın yöneticilerinin sorgulamalarının gelişimine bakınız.

[10] Bakınız B. Gerbier, “la continentalisation, véritable objet de la mondialisation” (Kıtasallaşma, küreselleşmenin gerçek nesnesi), La Pensée, no 309, Ocak-Şubat-Mart 1997; “la continentalisation, moment présent de la dynamique du capital” (Kıtasallaşma, sermaye dinamiğinin güncel anı), Analyses et Documents Economiques, no 74, Ocak 1998.

[11] Bu konu üzerindeki literatür çok zengin. Biz burada sadece D.R.E.E., “l’intégration économique régionale”, les Notes Bleues, no 66, Ekonomi Bakanlığı, Paris 1995, 1-15 Temmuz 1995’i belirteceğiz.

[12] Bakınız: P. Bairoch ve R. Kozul-Wright, Globalization myths: some historical reflections on integration, industrialization and growth in the world economy, UNCTAD Discussion Papers, no 113, Mart 1996.

[13] E. J. Hobsbawm, The Age of Empire (1875-1914), Cardinal, Londra, 1989.

[14] E. N. Luttwak, Le rêve américain en danger (Fransızca çeviri) (Amerikan rüyası tehlikede), Editions Odile Jacob, Paris 1994 (Amerikan başlık jeo-ekonomik savaşım ve Amerikan gerilemesi ile ilgili açmazı veremiyor). E. N. Luttwak’ın Prusya Genel Kurmayı’nın ve Afrika’nın fethinde İngiltere ile Fransa arasındaki rekabetin uyandırdığı hayranlık üzerine yazdıklarına bakınız.

[15] D. Haber, Les sogos shoshas. Comment les sociétés de commerce international japonaises gèrent le monde, Economica, Paris, 1993.

[16] C. Harbulot, La Machine de guerre économique. Etats-Unis, Japon, Europe, Economica, Paris, 1992.

[17] B. Gerbier, “Bir uluslararası örgütler teorisi için: DTÖ”, “Uluslararası ticaret çevre ve kalkınma” kolokyumunda tebliğ, IEPE ve GRREC, Université P. Mendès-France de Grenoble, 5-6 Eylül 1996, yayınlanacak.

[18] P. M. de la Gorce, Le dernier Empire, le XXIème siècle sera-t-il américain? (Son imparatorluk, 21. yüzyıl Amerikan yüzyılı mı olacak?), Grasset, Paris, 1996’ nın tersine, Amerikan ekonomik hakimiyetinin 1945-1970 dönemindekine göre önemli ölçüde azaldığını ileri süreceğiz. Ancak, ekonomik boyutu işin içine katmadan hakimiyetten söz edilemez.

[19] L. Thurow, La maison Europe, superpuissance du XXIème siècle, Calman-Lévy, Paris, 1992.

[20] Ch. Deblock ve D. Brunelle, “NAFTA and Strategic Regional Integration” (NAFTA ve Stratejik Bölgesel Bütünleşme), Güz 1996.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar