Ana SayfaArşivSayı 21Küreselleşme-Karşıtı Muhalefetin Olanakları

Küreselleşme-Karşıtı Muhalefetin Olanakları

Erhan Demircioğlu

Zygmunt Bauman’ın yerinde bir tanımlamasıyla “küresel seçkinler”, 2000 yılının gizemli kapısından içeri birkaç yıl öncesinden koşullandırılmış sıkı bir öz motivasyonla ve şiddetli bir arzuyla, yarı sarhoş ve kendinden geçmiş bir halde girdiler. Yeni binyılın sonuna kadar açık kapısından kutsal bir arınmayla ve dünyamıza gizli bir el tarafından kardeşlik bahşedilerek girilecekti. Fakat yeni binyılın cennetine dair mesihçi tasavvurlar, daha henüz binyıla giremeden Seattle cehenneminin mahkemesinde hiçliğe mahkum edilmişti. Seattle’ı geçen binyıla ilişkin tatsız bir anı olarak kolektif bilinçaltına göndermeye veyahut dünya kapitalist sistemine eklemlenen dekoratif bir öğe olarak anımsamaya meyleden küresel seçkinler bloğunun 2000 yılı içinde de süregiden eylemlilikler dizisine karşı kör taklidi numarası fazla uzun sürmedi. Artık hiç kimse, onlar dahil, yeni binyılın kendinden menkul mucizelerine eskiden olduğu gibi tutkuyla bel bağlamıyor. Küreselleşme makro-anlatısının ampirik doğrulanışına hizmet edeceği umut edilen 2000 yılı, tersine küreselleşmeye ilişkin kitlesel bir zihniyet değişikliğine sahne oldu. Daha önceleri küreselleşmeye karşı “burjuvazinin organik aydınları” tarafından dillendirilmiş eleştirilere ek olarak; Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplantılarının ana sponsoru, yazılım tekeli Microsoft’un patronu Bill Gates, yakın bir tarihte, “Afrikalılar’ın bilgisayara değil, ekmeğe ihtiyacı var” diyerek yüce gönüllü bir jestle insanlık davasına olan bağlılığını sergilemiş oldu! Gates’in Afrikalı halkların gereksinimlerine ilişkin orijinal keşfinin masumiyeti oldukça kuşkuludur şüphesiz. Fakat şurası gayet açıktır ki, küreselleşme anlatısının barutu, on yıl kadar önce coşkuyla ateşlenen fitilinden günümüze, tükenmeye yüz tutmuştur. Küresel seçkinler, büyük bir olasılıkla, önümüzdeki birkaç yıl içinde küreselleşmeye alternatif yeni bir merkezi ideoloji, tüm mikro-iktidar ilişkilerinin kendine referansla tanımlanmasını zorunlu kılacak ve karşı eleştirileri zayıf kılacak merkezi bir söylem kurma yoluna gideceklerdir.  

Yeni söylem: Küreselleşme

Hobsbawm’a göre “kısa”, Arrighi’ye göre “uzun” yirminci yüzyılda dünyanın efendilerinin dehşetengiz bir biçimde işlevsel olarak kullanageldiği üç ayrı merkezi söylem varoldu. Bunlar “toplumsal pratiklerin farklı alanları arasında yapısal olarak ilişkiyi sağlayan-aracı olan, değişebilir bir anlama sahip olan karmaşık söylemler”dir[1]. Bunlardan ilki yirminci yüzyılın başında oldukça baskın bir ağırlığa ve dolaşıma sahip olup zaman içinde tedavülden kalkan “uygarlık” ideolojisi etrafında kurulan söylem. Aslına bakılırsa bu söylem, on dokuzuncu yüzyılda tüm ağırlığıyla zihinlere yerleşmiş olup yirminci yüzyıla sarkmış bulunmaktaydı. Diğeri, “komünist ve faşist totalitarizmler”e karşı, soğuk savaş sürecinde, “bireysel özgürlük”, “serbest seçim ilkesi”, “kamuoyu”, “sivil toplum” ve Daniel Bell’i izleyerek “ideolojinin sonu” vb. temalar etrafında kurulan demokrasi söylemi. Ve en sonuncusu Doğu Bloğu’nun dağılması ve Sovyetler Birliği’nin gürültülü çöküşünden sonra, eskiden sınırları düşman kutupla örtülü bir uzlaşma tarafından belirlenmiş bir status quo alanı içinde oyunlarını takdim eden dünyanın efendilerinin artık yeni bir dünya düzeni, küresel bir yeni dünya düzeni çağının başladığını duyuran “küreselleşme” ideolojisi etrafında kurulan söylem.

Her üç merkezin ortaklaşa geldiği nokta, dünya siyasi coğrafyasının keskin bir ontolojik ayrım ile iki ayrı kutba bölünmesidir. Uygar/vahşi, demokrat/totaliter ve küresel/yerel arasında kurulan düalist ayrım, her üç denklemin birinci unsuruna doğal bir etik-siyasal ayrıcalık ve tercih edilebilirlik atfederek ikinci unsurları yalıtıp dışarıda bırakır. Her üç ayrım da farklılıkların yatay düzlemde eşitliği yerine, bu farklılıkları, ilk unsurların lehine, dikey düzlemde hiyerarşik bir kavrayışın konusu yapar. Alt-üst mekansal metaforunda üst katların huzurlu sakinlerinden olan uygar/demokrat/küresel kutsal üçlemesinin, dekadansın içinde yüzen vahşi/totaliter/yerel düşkün üçlemesiyle hiçbir kültürel ve siyasi etkileşimi, diyalogu ve varoluşsal bir ilişkisi bulunmaz. Bu türden ayrımlar, “tartışmayı belli çerçevelere mahkum ederek alternatif yaklaşımları ikili zıtlıklar arasında bir tercihle sınırlandırmaya çalışır”.[2] Siyasal stratejilerin belirlenmesinde üst tarihsel referans parametreleri olarak işlev gören merkezi söylemler, “ben” ile “öteki” arasındaki müzmin karşıtlıkla temellenir. Öteki, ben’in sahip olageldiği yapı ve unsurların tam zıddı bünyesinde özsel olarak yer etmiş olan şeydir. Örneğin vahşi olan, önceden tanımlanmış uygar davranış norm ve alışkanlıklarını (kibar olmak, yere tükürmemek, ayarı bozuk gülmemek, çiğ et yememek[3] vs) bilmeyen ve gündelik yaşamını bu norm ve alışkanlıkların zıddı olan norm ve alışkanlıklara göre sürdüren kişi veya topluluktur. Öteki, ben’in aynadaki imgesi veyahut simetrisidir. Öteki ile ben böylelikle birtakım yapısal farklılıklar öne sürülerek ve sürekli birbirlerine gönderme yapılarak tanımlanmış olur.

Dünyanın efendileri tarafından itinalı bir şekilde yapılan oldukça ayrıntılı sayılabilecek bu tanımlamalar, her şeyden önce dünyanın lanetlilerinin rızasına dayanan ve böylelikle meşruiyet sağlayan tahakküm ve bağımlılık ilişkilerinin üretilmesinde önemli bir yer işgal eder. Asi Fanon’un dediği gibi, dünyanın “siyah” insanları arasında dağıtılan “beyaz” maskeler süratle kapışılır. Ezilenler, ezenlerin değerleri, sistemleri, yaşam tarzları ve kısacası her şeylerine açıklanması kolay olmayan bir psikolojiyle gönüllü olarak hücum ederler ve kendini reddetmeyle beraber gelen kimlik kaybı, toplumsal patolojik bir duruma işaret eder. “Sömürge psikolojisi” ve ezilenlerin sosyo-kültürel davranışlarının ezenle ilişkisel kuruluşu böyle gerçekleşir. Hegemonik bir güç olarak merkezde konumlanma ve bunu devam ettirebilmek ise tam da karşındakinin kimliğini böylesi bir yerinden etmeye dayanır.

Küreselleşme söyleminin diğer iki söylemle karşılaştırıldığı vakit belirgin bir farklılığı mevcuttur. Uygarlık ve demokrasi, tarihsel olarak verilidir; onlar üzerine konuşulurken olmuş bitmiş, tamamlanmış şeyler üzerine konuşmanın, “elde var bir”in rahatlığı hakimdir. Uygarlaşmadan veyahut demokratlaşmadan söz edilecekse eğer, bu, uygar olmayan veyahut demokrat olmayanların, bu sıfatları taşımaya hak kazanmış olanlar tarafından rehabilite edilmeleri sürecidir. Uygar ve demokrat merkez ve bölünmez özneler, vahşi ve totaliter kimlikler üzerine pedagojik bir dikkatle eğilirler. Baron d’Holbach’ın 18. yüzyılın ortasında uygar olduklarını iddia edenlere “uygarlık henüz tamamlanmamıştır” diyerek verdiği yanıt ise silik bir iz bırakıp kaybolmuştur. Küreselleşmede, merkez öznelerin kendi kimliklerine duydukları sarsılmaz güven oldukça zedelenmiştir. Çünkü uygar ve demokrat olduğunu iddia etmenin doğruluğuna duyulan güvene karşılık, kimsenin kendisinin “küresel” olduğunu iddia etmesi söz konusu olamaz. Küreselleşme, farklı tarihsel öznelerin kaçınılmaz nihai bir hedefe doğru ortaklaşa devinip durduğu bir süreç olarak kurgulanır. Bazı tarihsel özneler bu kaçınılmazlığın farkına varmış olup nihai hedefe ulaşmayı kolaylaştırmak için, bir bakıma “tarihi hızlandırmak” (yoksa yönünü değiştirmek ne mümkün) için kolları sıvamışlar; kimileri ise tercihlerini yerelliklere kapanmak yönünde kullanmışlardır.[4] İşte böylece ben ile öteki arasındaki ayrımı yeniden oluşturmanın mümkün olduğu bir alan açılmış olur. Fakat “ben” eskiden olduğu gibi kendi kimliğini “öteki”ne aktarmakla değil, her ikisi dışında işleyen sürecin, yani hem ben hem de öteki dışında gelişen küreselleşmenin gerekli olduğu fikrini “öteki”ne taşımakla yükümlü kılmıştır kendini. “Ben”, mevcut bir zenginliğe değil, sanal bir cennet vaadine sığınarak konuştuğu için “öteki” için inanırlığını büyük ölçüde kaybetmiş olduğu öne sürülebilir. Küreselleşmenin namevcut nimetleri, uygarlığın halihazırdaki nimetleri kadar cazip değildir.

1968 ve “küresel” direniş

Küreselleşme, işleyen gerçek bir sürece mi atıfta bulunur yoksa basit bir “camera obscura” hilesi olarak tersine çevirmeden ibaret olan bir ideoloji midir? Küreselleşme, eğer varsa, nasıl tanımlanabilir? Ulus-devletlerin aşınması mıdır, yoksa çok-uluslu şirketlerin denetim altına alınması, egemenlikleri mi? Eşitsiz bir ataerkil hiyerarşinin dünyanın bakir bölgelerine, ölümcül bir hastalığın insan bedenine şırınga edilme tekniklerine uygun olarak yayılması mıdır, yoksa silahlanmanın ve doğal hayatın katli, ekolojik dengenin bozulmasının genel bir suskunlukla “zorunlu” olduğunun kabulü müdür? Küreselleşme, ırkçılığın mı, yoksa sistemin tüketimciliğinin mi küreselleşmesidir?

Bu sorularla ilgilenmeyeceğiz. Makro ölçekli sorular makro ölçekli cevaplar gerektirirler. Halbuki bu yazı için “nereden bakıldığına bağlı” diyerek perspektivist bir yanıt vermek yeterli olacaktır. Küreselleşme karşıtlarının küreselleşmeye dair oldukça farklılaşan çözümlemeleri onların ortaklaşa bir karnaval düzenlemelerine engel teşkil etmemiştir.

Küreselleşme-karşıtı eylemler, doğaldır ki, ilk olarak 1968 isyanıyla karşılaştırmalar yapılmasını tetikler nitelikte manzaralara sahne olmuştur. İsyankar oldukları üzerlerinden neredeyse “akan”, rengarenk giysileri, marjinal saç modelleri, küpeleri ve hızmalarıyla 1968 ile ortak birtakım romantik devrimci motifler kullanan küreselleşme-karşıtları da her şeyden önce genel sol popülizme uygun olarak, popülist karakterlerini “yaşam tarzı ve giyim kuşam”larında “cisimleştirmişlerdir”.[5] “Hem içindeyiz bu dünyanın hem de dışında” şeklinde özetlenebilecek yaşam felsefesinin somut taşıyıcıları olarak neo-anarşist bir muhalefet çizgisi tutturan küreselleşme-karşıtları, gene 1968’e benzer şekilde beklenmedik bir zamanda infilak ettiler. 1968’de olduğu gibi başıboş bir şekilde deliliğe ve aylaklığa övgüler düzerek sokakları arşınladılar ve otoriteye karşı alaycı ve ironik bir gülmeyle meydan okudular.

“1968’de, eski partilerin yavaş ve oturaklı gösterilerinin karşısında, öğrenci gençlik çarpıcı ve ‘sportif’ eylemler düzenliyordu. Eyleme katılanlar tıpkı yarışa katılan kimseler gibi koşuyor, atlıyor, düzen güçlerini kışkırtıyorlardı.”[6] Enerjik, dikkat çekici ve savaşçıydılar. “Güzellik, sokaktadır!” 1968’den günümüze akıllarda kalmış olan belli başlı sloganlarda biri bu oldu. Paul Virilio’nun deyimiyle onlar “dromokratik devrimci”ydiler; “yol üzerindeki iktidarda devrim” için dövüştüler. Sokaklarda ise iktidardan olan taleplerini veya iktidar taleplerini değil, rüyalarını haykırdılar. Eylemleri nihilist bir reddedişten ve mutlak bir “hayır!”dan güç almaktaydı. “Ya Hep ya Hiç!” dediler. Sonrasında ne oldu? Bir şimşek çakması, keskin bir gök gürlemesi ve gürültülü bir patlamadan geriye “devrimci kitlelerin kinetik enerjisinin ölçüsüz gelişmesi”ni[7] simgeleyen anıtsal bir devrimci ruh kaldı. Geldikleri gibi hızlıca geri çekildiler. Belki de daha uzun süre direnerek düzenin bir parçası olmaktan korktular. Hiçbir zaman devrimci olmadıklarına inandıkları pro-Sovyet komünistler tarafından “anarşist”; düzen güçleri tarafından ise aile ve ahlak düşmanı, vandal ve kutsal olan her şeyin celladı ilan edildiler. Onurlu direnişleri ve isyanlarının haklılığı çok sonraları sessizlikle teslim edildi ve onların mirası üzerindeki hak iddialarının ardı arkası kesilmedi.

Küreselleşme-karşıtları da 1968’deki isyankar kuşağın izinde yürümektedir. Politikayı, askeri savaş terminolojisinden anıştırmalarla oluşturulan politik tahayyülün aksine, oyuncul bir etkinlik olarak tasarladılar. Seattle’da DTÖ toplantılarının yapılacağı binanın önüne dört ton hayvan pisliği döktüler. Washington’da duvarlara sprey boyalarla yazılan yüzlerce yazıdan biri, küfürbaz bir rahatlıkla “fucking WTO”[8] diyordu. Londra’da Winston Churchill’in, İngiltere’nin görkemli liderinin dev heykelini binbir renge boyayıp, heykelin tepesine çim ekerek tanınmaz hale getirdiler. Prag sokaklarında dünyanın yönetici elitlerine nanik yapan kıyamet serserileri gibi dolanıp durdular. 1968 isyanı gibi “insan yiyen sınıf”ın egemen olduğu bir düzene yedek oyuncu rolünü kabul ederek eklemlenen muhalif politik yapıların acizliği ve ataletini yüzlerine vurdular. Konuştukları “dil”, kitabi solcuların meramını sadece kendinden olanlara anlatabilen, sürekli kendi içine kapanıp kristalize olan “dil”den farklıydı. Onlar, açık uçlu ve hızla başkalarına da bulaşan, dile dolanan bir dili tercih ettiler.

Küreseller, yereller ve çevre ülkeler

Küreselleşme-karşıtlarının geleneksel muhalif politik yapılanmalarla kurmuş oldukları düşük yoğunluklu iletişim ve yarı gönüllü birlik, 1968 isyanındaki taraflar arasındaki ayrılıktan nispi bir farklılık göstermekteydi. 1968’de Sovyetler Birliği’ne endeksli politika yürüten ve sırtını uluslararası ölçekte böylesi bir kutba dayayan Avrupa komünist partileri, esas olarak üniversite gençliğinin giriştiği kitlesel başkaldırıyı kurulmuş dengeleri bozan ve kıblesini şaşırmış bir hareket olarak kısa sürede mahkum edebilmişlerdi. Oysa 1968’ten 2000’lere gelindiğinde uluslararası konjonktürde köklü bir değişiklik hasıl olmuştu. “Sosyalizm”in reel bir politik vektör olarak varlığını yitirdiği ve devrimcilerin, yavaş yavaş, günün olanaklarından devrimci bir muhalefet yaratmaya değil, geçmişin kayıp cennetleriyle, nostaljik iç çekişlerle avunmaya meylettiği bir konjonktürde, böylesi kitlesel bir hareketlenmeyi yok saymak kolay değildir. İşte bu yüzden geleneksel politik yapılanmalar metropollerin ortasına kamp kuran yeni toplumsal hareketlenmelere “yolunuz açık olsun” demeyi ve iyi niyet belirtmeyi ihmal etmediler. Söz konusu olan, kader birliği etmekten ziyade ortak bir havayı solumak ve aynı alanı paylaşmaktan herhangi bir sıkıntı duyulmadığını kesik kesik jestlerle iletmekten ibaretti. Asgari kertede bir konukseverlikle ve nazik bir ev sahibi edasıyla “ne iyi ettiniz de geldiniz” ayarında bir diyalog kurulmaya ve olabildiğince çabuk, bu habersiz gelen konuklar defedilmeye çalışıldı.

Cemal Hekimoğlu, küreselleşme-karşıtlarının Türkiye’ye gelmesiyle doğacak muhtemel sonuçları tartışmak isterken, bu tartışmayı uzun süre yürütmeye dayanamayıp, kısa yoldan “sakın ola gelmeyin” diyerek açık tavrını koydu. Hekimoğlu, başka bir yazısında, dünkü çocuklara büyük ve bilgiç bir abi üslubuyla ders verir gibi ve sanki o dünkü çocuklar nazarında dikkate alınması elzem olan geniş ölçekli politik dengelerde reel bir güce sahipmiş gibi, “her şey iyiydi de, işi tadında bırakmak lazım”[9] diyerek bu sefer de gidişattan duyduğu hoşnutsuzluğu sergilemekten çekinmedi. Aslına bakılırsa Avrupa ve ABD’deki tepkiler bu derece dışlayıcı bir renge bürünmese de üç aşağı beş yukarı bu tavra oldukça yakındılar. Örneğin “AFL-CIO gibi patron sendikacılığından kopuşamamış büyük bir işçi konfederasyonu”, “Prag’da çatışmaya girenleri ‘terör’ yapmakla suçlamıştı”.[10] “Uluslararası komünist partilerin eylemlere temsil düzeyinde katıldığı gözlemlendi. Burada ön plana çıkan ağırlık oluşturmaktan, çeşitli toplantılar yapmak ve sonuç bildirgeleri yayınlamaktan, bazı konularda açık tavır sergilemekten çok turistik bir gezi niteliğinde olup; olaydan haberdar olmak, görsel malzeme toplamak ve araştırma yapmak amacını taşıyordu.”[11]

“Yerel” sendikalar ve politik partiler ayrı, “küresel devrimciler” ise ayrı kortejlerde yürüdüler. “Yerel”ler izinli gösterilerini kendilerine tahsis edilmiş yürüyüş güzergahı boyunca yaparak ve alanda taleplerini yarı geçkin bir halde dile getirerek sona erdirdiler. Fransa Nice’de olduğu gibi eylemi tek bir günle sınırlayıp, diğer günlerde “küresel devrimciler”i yalnız bırakmayı tercih eden sendikalar bulunduğu gibi, Çek sendikaları gibi eylemlere ilk gün dahil hiç katılmayanlar da vardı. “Küresel”ler ise polis barikatını yarmayı, düzen güçleriyle bir şekilde çatışmayı, uluslararası ekonomi “kurmay”larını toplantı salonlarına sokmamayı, ara sokaklarda korsan eylemler düzenlemeyi, molotof yapımının inceliklerini öğrenmeyi hedeflediler. Böyle bir tablodan çıkabilecek muhtemel sonuç, şiddet eylemlerinden uzak durmayı seçen reformist çizginin, devrimci çizgiyi reddettiğidir ve bu sonuç, yüksek bir haklılık payı içermektedir.[12]

Buna ilaveten “yerel”ler ile “küresel”ler arasında bir çelişki daha mevcuttur. “Yerel”ler, her şeyden önce, dünyanın dört bir yanından gelip bir anda yoktan varolan birtakım “yabancıların” tiyatral gösterilerinin, kendilerinin yapmış oldukları eylemleri ve talep ettikleri sosyal/sendikal hakları gölgede bırakmasından neredeyse doğal sayılabilecek bir şekilde rahatsızlık duydular. İçinde yaşadıkları ve kendilerine ait olan bir “düzen”in kendilerine dahi sorulmadan başkaları tarafından un ufak edilmeye çalışılmasına karşı “yereller”in göstermiş olduğu içgüdüsel dışlayıcı tavır, politikanın günümüzde öncelikle yerel düzlemde işlemesi gereken bir pratik olduğunu ve ulus-devlet sınırlarının politikanın asli sınırlarını hala belirlediğinin altını çizdi. Ulus-devleti “içerisi”, geride kalanları ise “dışarısı” olarak işaretleyen tarihsel koordinatlar sistemi, mekanın kolektif zihinsel bir ayrımlamaya tabi tutuluşunun bir sonucudur. Özneler arası genel bir uzlaşma olan bu kolektif zihinsel ayrımlama işleminin birtakım “maddi” süreçlere bağımlı olarak etkin hale geldiği düşünülürse, politikanın ulus-devlet içinde konumlandırılmasının da “nesnel” bir gerekliliğe dayandığı ve en azından şimdilik baskın olduğu öne sürülebilir. Bu bakımdan “küresel saldırıya karşı küresel direniş” şeklinde özetlenmiş olan politik strateji, ulus-devletle olan zincirlerini koparmış bir uluslar üstü politikaya gönderme yapıyorsa, o taktirde uzun erimli bir mevcudiyet potansiyeli taşımıyor gibi görünmektedir. “Küresel” bir direniş, uygulanabilir ve sürdürülebilir gibi durmamaktadır. Hala, ulus-devlet’in sınırlarının içini kendine “yurt edinmiş” devrimci örgütler arası “enternasyonalist dayanışma” aşamasındayız; yoksa yersiz-yurtsuz ve daimi sürgün olmayı tercih eden küresel devrimcilerin literal anlamda omuz omuza verdiği bir aşamada değil.

Batı’yı aşamayan evrensellik

Burada üzerinde durulması lazım gelen bir diğer husus, 2000 yılı içinde düzenlenmiş küreselleşme-karşıtı eylemliliklerin, tıpkı 1968 isyanındaki gibi, etkilerinin ve politik kapsayıcılığının esas itibarıyla Batı ülkeleriyle sınırlı kalmış oluşudur. Kuşkusuz 1968’de Vietnam’ın ABD tarafından işgal edilmesi yoğun protestolara sebep olmuştu. 2000’de de başta Nike ve Reebok olmak üzere üçüncü dünya ülkelerinde ucuz çocuk emeği kullanan dev tekeller küreselleşme-karşıtlarının öfkelerinden kendilerine düşen payı almışlar ve bunun yanında üçüncü dünya ülkelerinin borçlarının silinmesi yönündeki talepler oldukça öne çıkmıştı. Diğer taraftan 1968 isyanı üçüncü dünya ülkelerinde de ses getirmişti. 2000’de de küreselleşme-karşıtları ezilenlerin topraklarında çarpışan devrimciler tarafından ilgiyle karşılanmıştır. Fakat buna karşılık 1968’deki “uluslararası” ve 2000’deki “küresel” kargaşanın biricik sahipleri “Batılı” devrimcilerdir ve ne 1968’de, ne de 2000’de “Batılı” ve “Doğulu” devrimciler arasında ortak bir politik duyarlılık ve eşgüdüm sağlanması mümkün olabilmiştir. 1968’e ve 2000’e ait belleklere kazınan imgelerin Batı’yı gösteren simgelerle dolu oluşu boşuna değildir. İsyankar ruhun Doğu’ya sıçramayışının nedeni, Doğu’nun bilinçli bir tercihle kendini tecridi değildir. Bu sıçramama hali, Batı’daki eylemliliklerin karakterinin Doğu’ya olan uygunsuzluğu ile açıklanabilir. 1968’in isyankar kuşağının Aydınlanma aklını sorgulayan, somut devletler sistemini değil otoriteyi eleştiren, “duygu”yu ve “irrasyonel” tepkileri yücelten, kısaca aşkın birtakım felsefi kabullere yönelik muhalefeti[13], “kendi” devletinden bunalmış ve “somut zor”a direnen doğulu devrimciler için sadece ilginç bir romantizm görüntüsü sunmaktaydı. Çünkü “doğulular” rızaya dayalı hegemonya politikasından çok, şiddete dayalı egemenlik politikasının hakim olduğu bir atmosferde yaşamaktaydılar. 2000’e gelindiğinde ise politik konjonktürde birtakım somut öznelerin (DTÖ, IMF, DB) düşman taraf olarak ilan edildiğine tanık olundu. Fakat yine de öne çıkan ve çeşitli devrimci grupları kenetleyen bir slogan olarak “kapitalizmi öldür!”deki kapitalizm kavrayışı, 1968’deki devrimcilerin “düzen” kavrayışından pek farklı değildir. Bir bakıma her iki kuşak da politik olarak varolmayan yel değirmenlerine karşı savaşa girmiş gibidir. Ayrıca bilgisayar kullanma becerileri yüksek seviyede olan, ülkeler arası yolculukları rahat şekilde gerçekleştiren 2000’in seyyahları, gezme pratiğini zorunlu göç olarak bilen ve teknoloji tanışıklığı düşük devrimciler için uygun birer örnek sunmazlar. “Küresel” direnişin sürdürülemezliğine ilişkin tespitin gerekçelerinden biri işte tam da budur -somut ezilenlerin geniş kitlesiyle ilişki kurma olanaklarının kıtlığı.

Fakat gerek 1968, gerekse 2000’deki isyanların içlerinde barındırdıkları bu oldukça mühim zaafları, onların politik etkileri ve uyuşuk zihinlerde uyandırdığı şüpheci soruların önemini yok saymak için kullanmak uygun bir tavır değildir. “Teori”yi sadece örgüt içi konsolidasyonun sağlanmasının aracı olarak düzenli aralıklarla yinelenen bir söz yığını gibi gören politik gruplar için söz konusu eylemlilikler paradigma bozucu bir etkiye sahiptirler. Direnişin tekliğinden direniş sanatlarının çoğulluğuna yönelen kayma, iyi kitap kurtları yetiştiren ve “iktidar”dan azına kanaat getirmeyen sosyalistlerin sistemi için çözülme sebebidir. Politikanın sürekliliği “ilkesi”nden ötürü, süreksizliğinde karar kıldıkları eylemliliklere kör olan kimi sosyalistlerin “süreklilik” kavrayışı sorgulanmalıdır. Hegelyan bütünlük idesi uyarınca, politika-bilim bütünlüğünü politikanın bilimin emirlerini uygulama tekniği olarak kavrayan mantık, süreklilik sorununa da benzer bir çözüm(süzlük) üretir. Kitabi sosyalistler için, süreklilik, tarih bilimi tarafından vahyedilmiş olan sınıfsız topluma geçişin politik evrelerinde sabit bir özneye (işçi sınıfı) adım adım bilinç götürülmesinden başka bir şey değildir. Böylesi “dar grupçu” bir politikanın sürekliliğinin hemen yanında, halkın ani patlamalarını devrimin asli kaynağı olarak gören Lenin’in politikanın süreksizliği fikri bulunur. Eğer illa bir devrimci politikanın sürekliliğinden söz edilecekse, bu, her türden devrimci kıpırdanışa önsel bir olumsuzluk gibi değil, aksine önsel bir olumluluk gibi yaklaşma ve bu türden kıpırdanışlara duyarlı olmanın sürekliliğidir. Duyarlı olmak ise kendini bu türden devrimci kıpırdanışlarla kimi zaman ortak hareket etme olarak gösterebilir, kimi zaman ise sadece gönül birliği etmekle sınırlayabilir. Plekhanov, 1905 devrimi, Kautsky ise 1917 Ekim devrimi için “zamansız” yorumunu yapmışlardı. Günümüzde de kimileri süreksizliği ve ideoloji yoksunluğu yönünde karar bildirdikleri başkaldırılar için “fazla uzatmamak lazım” diyebilmektedirler. Hatta apolitik septisizm, işi, emperyalistlerin parmağı olan komplo teorileri üretme tehdidi savurmaya dek vardırır: “Bu iş tadında bırakılmalıdır. Bu iş tadında bırakılmazsa, sosyalistlerin iş gücü bırakıp bu ‘yeni tipte eylemleri kimlerin parlattığı’nı deşifre etmeye başlamaları gerekecektir”.[14]

“Hedef” tuttu

Türkiye devrimci hareketi içerisinde, küreselleşme-karşıtı eylemlerle ilgili olağanüstü yetkinlikte ve özenli tespitleri Hedef dergisinin yapmış olduğunu belirtmek gerek. Dergide yayınlanmış bulunan ve orta sayfayı hak etmiş olan “Seattle’dan Prag’a: Yeni Enternasyonalizme Doğru mu?” başlıklı yazının, her şeyden önce bu kitlesel hareketi “küçümsememe” ve “değer bilme”, “hakkını verme” hususunda gösterdiği hassasiyet gerçekten ilgi çekici bir devrimci duyarlılık göstergesidir: “Seattle’dan Prag’a devam eden dalga, kapitalizmin dünya üzerinde alternatifsiz ve ebedi zafer ilan ettiği en ters koşullarda tarihi önemde bir sürecin başlangıcı olarak görülmelidir. Açıkçası, şimdiki anti-kapitalizmin bir adım ötesi, sosyalizmin yeniden dünya çapında gündemleşmesi, kendini yeniden tartışması olacaktır. Öte yandan yarattığı sonuçlarla bu hareket, en kudretli, yenilmez ve yıkılmaz gibi göründüğü şu dönemde kapitalizmin ideolojik olarak ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu göstermiştir.”[15] Küreselleşme-karşıtı hareketlerin heterojen yapısının sosyalizm tarihinde, örneğin Birinci Enternasyonal’de de var olmuş olduğu belirtilen yazıda, bu hareketin “kapitalist dünyada yeni bir sürecin başlangıcı”nı gösterdiğine işaret edilmektedir. “1800’lerin ortalarında da aralarında Marx’ın da bulunduğu komünistler bir avuçtular. Avrupa’nın her yanında kaçak dolaşabilen, yatacak yer bulamayacak kadar toplumdan dışlanmış ve güçsüzdüler. Bir taraftan da demokrat burjuva ve reformist veya ihtilalci, işçi veya küçük burjuva hareketliliği vardı. Koskoca bir uluslararası hareket, o sıkışık koşullarda Marx, Engels ve arkadaşlarının kucaklayıcı perspektif genişliği sayesinde gerçekleşti.”[16] “Şimdiki karma, heterojen, şekilsiz hatta çoğu kesimi reformist hareket de yeni bir enternasyonalizm başlangıcı olabilir.”[17] Türkiyeli devrimcilerin pek de alışık olmadığı türden konjonktürel değişimlere duyarlı saptamalardır bunlar.

Bunun yanında küreselleşme-karşıtı eylemliliklerin tarihsel kökenlerini bulmada “çuvaldızı kendine de batıran” özeleştirel tavır ve protestocuların profilini analiz etmede gösterilen dikkatin de üzerinde durmaya değer: “Bu yeni hareket, tarihi bakımdan iki şeyin ürünüdür, her ikisinin de damgasını taşımaktadır. Birincisi, sermayenin neoliberal saldırısının çocuğudur ve ona karşı doğmuştur. İkincisi, geçen yüzyıldaki sosyalizm girişimlerinin başarısızlığının çocuğudur, dolayısıyla sosyalizm idealine, devrim, sınıf, iktidar fikirlerine son derece yabancıdır.”[18] “Bu kuşak yetişirken onlar (Marx, Lenin, Mao, Che) ‘demode’ ilan edilmişti, arasalar bile sosyalizm üzerine okunacak kitap zor bulurlar kitapçılarda. Daha çok ‘çok kültürlülük’, ‘antiküreselcilik’, feminizm, ‘küçük güzeldir’, teknoloji karşıtlığı, ‘postmodernizm’ üzerine okudular ve bu etkiler altında yetiştiler.”[19]

Batı gençliğinin sosyo-psikolojisi ve kültürel analizi, Türkiyeli gençliğe dek genişletilir: “Pekiyi Türkiye bu uluslararası gelişmenin neresindedir? (Yeni) kuşak için her şey daha önemsiz, her şey daha kolay. Bu bir dezavantaj olduğu kadar avantajdır da. Neoliberal ahlakın, ‘postmodern’ ilkesizliğin ve değersizliğin, her çeşit savrulma ve dejenerasyonun etkisi altında. Ama aynı zamanda mevcut kültüre, egemen yaşam tarzına, tüketimciliğe muhalif duygular içinde. Sorgulamadığı hiçbir şey yok, yaşamına anlam verecek değerler arıyor. Bugün aykırı gençlik modalarıyla veya farklı yaşam tarzı kurma çabalarıyla kendini ifade eden gençlik tepkileri yarın çok kolaylıkla önce kültürel bir tepkiye, oradan da hızla toplumsal bir tepkiye dönüşebilir.”[20] Türkiye’deki ahlaki çözülmenin hangi aşamada bulunduğu veyahut yeni “ahlak-karşıtı/dışı” kuşağın politik devrimci bir mecraya yöneltilebilmesinin olanaklılığı/olanaksızlığı tartışma konusu yapılabilir elbet. Fakat yazıdaki “kucaklayıcı perspektif genişliği” tartışılmaz bir üstünlük olarak hayranlık uyandırıcıdır. Melik Kara’nın yokluğuna işaret ettiği farklı sol kesimler arasında “kayış” görevi görecek bir politik örgütlenme böylesi bir siyasi argüman geliştirebilme yeteneğinde olmalıdır.

Yazıda, küreselleşme-karşıtı hareketlere yönelik eleştiri, dostane bir üslupla, kendini en bariz şekilde ilerleyen zamanda mücadelenin “ulusal mı, yoksa küresel temelde mi” sürdürülmesi gerektiğine ilişkin tartışmada gösterir: “Şimdiye kadar her biri geniş yankılar yaratan uluslararası gösteriler, bir noktadan sonra, ulusal zeminlere oturmuş, sürekliliği olan farklı ülkelerdeki hareketlerin uluslararası birliğini ifade etmek zorundadır… bu hareket eğer cidden uluslararası ilerici bir misyon yüklenecekse mutlaka yerel, ulusal mücadele ayaklarına oturmalıdır.”[21] Burada, mevcut küresel muhalefeti, yerel ayaklara oturmadığı için reddetme gibisinden bir niyet yoktur; daha çok bir yol gösterme, hat çizme çabası vardır. Ayrıca emperyalist zincirin zayıf halkalarında ezilen kitlelerin taşıdığı devrimci potansiyel, devrimin merkezinin Doğu’dan Batı’ya kaydığı yönündeki yanılgılara karşı ikaz işlevi görecek şekilde vurgulanır: “Zengin kapitalist merkezlerde en kabadayısının sayısı 20-30 bin protestocuyu geçmeyen gösteriler kapitalizmin kırılganlığını gösterdi. Yarın koskoca Asya’nın, Latin Amerika’nın, Afrika’nın aç milyonları ayağa kalktığında ne yapacaklar?”[22] Batı, “kağıttan kaplan”dır belki, ama o kaplan desenli kağıdı parçalamak Doğululara ait bir görevdir. Şüphesiz öyledir.

Söz konusu yazı, parçalı toplumsal muhalefete uzanabilmenin ve farklı türden çelişkileri kendi söylemine eklemleyebilmenin bir hegemonya politikası kurmak için vazgeçilmez olduğunu belirterek son bulur: “Çözüm, kendi dar, tecrit edilmiş alanımıza daha çok daralıp çıkışı orada aramaktan değil, yürüyen sosyal harekete açılmaktan geçiyor… Yeter ki, sermaye düzeninin yarattığı birbirinden farklı sorunlarda söyleyeceğimiz söz, göstereceğimiz bir çözüm olsun, yeter ki toplumsal muhalefetteki her çeşit kıpırdanışa cesaretle uzanalım.[23]

Sol dergisinde, küreselleşme-karşıtı olarak tanımlanan hareketleri ve eylemlilikleri tartışırken ifadelendirilen merkezi kaygının “küreselleşme karşıtlığı mı, yoksa anti-emperyalizm mi?” sorusu etrafında örülü olduğu gözlemlenebilir. Bu soru, tüm ideolojist keskinliğine ve politik belirlemelere ilişkin katı, ilkesel bir tavra zorlayıcı sorunsalına karşılık, yine de sol cenahtaki genel bir merakı gayet berrak şekilde ortaya koymaktadır. Soru, şöyle bir tercümeye ve arındırmaya tabi tutulabilir ve böylece asli merak daha net ortaya konmuş olur: Küreselleşme mi, emperyalizm mi? Yirminci yüzyılın başında esas olarak Luksemburg, Hilferding, Lenin ve Bukharin tarafından yapılmış olan “kapitalizmin yeni bir aşaması olarak emperyalizm” tahlillerinin en azından üzerinde yeniden düşünülmesi yönündeki teorik ilginin aktığı kanallardan biri “küreselleşme” ideolojisi olmaktadır.

Sartre’ın deyişiyle “Marksizmin durduğu” ve “artık bir şey öğretemediği” bir teorik dibe vurma döneminde, “karşı” tarafın icat edegeldiği kavramlar üzerinden tartışmanın yürütülmesi doğal bir netice gibi görünmektedir. Küreselleşme ideolojisinin etkisi altına ister istemez giren diğer bir sol için sorun esas olarak küreselleşmenin varolup olmadığı, varsa bunun emperyalizm tahlillerini geçersiz kılacak yapısal özelliklerinin neler olduğundan öte, varolan ve içinde soluk alıp verdiğimiz bu küreselleşme denilen şeye nasıl karşı konulacağıdır. Bu politika Atılım gazetesinin manşetinde şöyle özetlenir: “Küreselleşmeye karşı Enternasyonalizm”.[24]

Gerek kapitalizme ilişkin “yeni” birtakım tezler geliştirmek için, gerekse “yeni” direniş odaklarına yol gösterebilmek için olsun, küreselleşme ideolojisinin etki alanına ister istemez adım atan bu tavrın yanı sıra bir de boğucu doktriner tavır bulunmaktadır. Bu tavrın teorik itibar ölçütü, durmak bilmez bir tekrarın ne kadar yoğun şekilde yapılageldiğidir. Emperyalizm tahlillerinin eskimek bilmez üst doğruları ne kadar çok telaffuz edilirse, küreselleşme ideolojisinin de o kadar çok korkup kendi köşesine yığılıp kalacağı inancıyla hareket edilir. Sonuç, küreselleşme ideolojisinin “çürütülmesinden” çok, örgüt-içi bir bilinç tazeleme ve bilgi hatırlama ritüelinin tertiplenmesidir. Bu iki tavırdan ilki, küreselleşme ideolojisinin hegemonik bir üstünlüğe sahip olduğu günümüzde onun pratik sonuçlarını politik “malzeme” olarak kullanıp bu sonuçlarla ideolojiye karşı koyma niyeti dolayısıyla politik açıdan kullanılmaya daha elverişli olsa da, bir “ideolojinin” karşısına bir “bilimsel teori” çıkarma ihtiyacı Marksizm açısından yakıcılığını sürdürmektedir.

 
 


[1] J. MacLean’dan aktaran: Cemalettin Haşimi, “Küreselleşme ve Direniş Siyaseti”, Tezkire, S. 18, Aralık/Ocak 2000/01, s. 155.

[2] A.g.e., s. 152.

[3] Uygar davranış normlarının oluşumu ve vahşi davranış normlarının dışarıda bırakılmasına ilişkin sürecin marjinal tarihini Nobert Elias’ın Uygarlık Süreci adlı eserine borçluyuz.

[4] Burada asıl olarak Marksistlerin başına bela olan zorunluluk ile irade arasındaki düalizm, küreselleşme ideologlarının başına dadanır. Zorunlu yasalarla işleyen ve dolayısıyla “topluma ve tarihe dışsal bir şey olarak ele alınan” küreselleşme süreci, aynı zamanda birtakım tarihsel faillerin aktif rol aldığı “gözlemlenebilir bir şey” (a.g.e., s. 154) olarak nasıl tanımlanabilir?

[5] Necmi Erdoğan, “Demokratik Soldan Devrimci Yol’a: 1970’lerde Sol Popülizm Üzerine Notlar”, Toplum ve Bilim, S. 78, Güz 1998, s. 25.

[6] Paul Virilio, Hız, s. 24. Zor okunulur ve güç anlaşılır bir çeviri olmasına karşın Virilio’nun bu çalışması mekanın düzenlenişinin iktidarın işleyişindeki vazgeçilmez rolü ve hız’ın modern tahayyüldeki yeri açısından öneminden pek bir şey yitirmemiştir. Kuşkusuz özellikle Marksizm üzerine olan kimi bölümler eleştirel bir dikkatle okunmalıdır.

[7] Paul Virilio, a.g.e., s. 28.

[8] WTO: World Trade Organization (Dünya Ticaret Örgütü); “fucking” için “to fuck” (İng.) kökünün anlamına bakın.

[9] Cemal Hekimoğlu, “Kuvayı Seyyareyle Olmaz!”, Sol, S. 105, 29 Eylül 2000, s. 35.

[10] “Seattle’dan Prag’a: Yeni Enternasyonalizme Doğru mu?”, Hedef, S. 103, Ekim-Kasım 2000, s. 13-14.

[11] Emin Sarp, “Prag’ın Gerçek Baharı Neden Sonbahara Döndü?”, Sol, S. 105, 29 Eylül 2000, s. 41. Emin Sarp, Sol dergisinin küreselleşme üzerine olan sayısındaki tek çatlak sestir. “Taşıdığı birçok tuhaf unsura rağmen” küreselleşme karşıtı dinamiklerin, “komünistlerin kollarını sıvaması için uygun zemin yarattığını” iddia eder. Ve işçici-sosyalizmci halatlardan canı sıkılmış gibidir: “…komünistler günümüz konjonktüründe, ‘yükselen bir işçi dinamiği var, bunlar ile uğraşıp vakit mi kaybedeceğiz’ deme lüksüne sahip midir?”

[12] Türkiyeli devrimci örgütler küreselleşme-karşıtı dalgayı beklenenin üzerinde bir ilgiyle karşıladılar. Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) ve Marksist-Leninist Komünist Parti (MLKP), yurtdışındaki eylemlere bizzat katıldı. Bunun yanında sempatiyle karşıladıkları “küresel” direniş ruhunun Türkiye’ye taşınması konusunda devrimci örgütler, reformist örgütlere nazaran önde durdular. Avrupalı devrimci örgütlenmeler de “küresel” direnişe, polis barikatına yüklenerek destek verdiler. Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) “küresel” eylemliliklere duyduğu yakınlık ise eylemlerin devrimci bir ruh taşımasından öte, daha çok eylemlere katılan öznelerin çoğulluğu ve renkliliğinden kaynaklanmaktaydı.

[13] “İnsan ve toplumun zihniyet dünyasını yeniden kurmak ümidiyle akıldan duyguya geçişin ‘sokaktaki çığlığı’ olan Mayıs 1968, dolayısıyla modern aklın üzerine düşmüş bir damla sayılır”.(Abdurrahman Arslan, “Mayıs 1968: Bir Muhteva Meselesi”, Birikim, S. 121, Mayıs 1999, s. 88.)

[14] Cemal Hekimoğlu, a.g.e., s. 35.

[15] “Seattla’dan Prag’a: Yeni Enternasyonalizme Doğru mu?” a.g.e., s. 15.

[16] A.g.e., s. 15.

[17] A.g.e., s. 15.

[18] A.g.e., s. 14.

[19] A.g.e., s. 14.

[20] A.g.e., s. 16.

[21] A.g.e., s. 16.

[22] A.g.e., s. 15.

[23] A.g.e., s. 16.

[24] “Küreselleşmeye Karşı Enternasyonalizm”, Yaşamda Atılım, S. 2000/09, 16 Eylül 2000, s. 1.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar