Ana SayfaArşivSayı 19-20Sınıf Politikaları ve Radikal Demokrasi

Sınıf Politikaları ve Radikal Demokrasi

Sınıf Politikaları ve Radikal Demokrasi*

 

Andrew Gamble

Çeviri: Özgür Yakupoğlu

Ellen Meiksins Wood’un son kitabı olan Sınıftan Kaçış (The Retreat From Class) kendisinin Yeni Hakiki Sol olarak adlandırdığı akımın argümanlarına karşı, karşı durulması zor ve etkili bir saldırıdır.[1] Marx ‘Hakiki Sosyalistler’ damgasını, sosyalizmin ‘belirli bir sınıfın ve belirli bir zamanın ihtiyaçları’ndan ziyade ‘“daha akılcı” bir toplumsal düzen sorunu’ olduğu ilüzyonuna kurban düşmekle suçladıklarına yapıştırmıştı. Sosyalizmin işi artık bir sınıfın diğer sınıfa karşı mücadelesinden çok ‘Doğruluk’, ‘İnsan Doğası’ ve ‘Genel olarak İnsan’ın kökenlerini geliştirmekti. Gerçek yarılmalar kavramsal yarılmalar olarak yorumlandı. Kavramların dünyayı yıkma ya da yapma gücü vardı. Wood, 1980’lerin Yeni Hakiki Sosyalistlerini, birçoğunun geçmişinde, Althussercilik veya Maoizm ve bazen de her ikisi bir arada bulunan farklı bir aydınlar grubu olarak tanımlamaktadır. Herhangi bir partiye veya fraksiyona bağlı değildirler ancak ortak bir sınıf ve sosyalist strateji görüşüne sahiptirler. Wood, bu akımın politik sağında bulunan ve akımın temelini oluşturan teorik argümanları geliştirmekte en fazla çaba sarf etmiş olanlar üzerinde yoğunlaşır. Ancak o, bu akımı çok geniş ele almakta ve ortanın solundaki aydınların arasında ve ayrıca İşçi Partisi ve İngiltere Komünist Partisi içinde de giderek daha etkili hale gelen Marxism Today ve New Statesman dergilerine kadar yaymaktadır.

Bu akım, daha önce, ‘yeni revizyonizm’[2], ‘en yeni Sol’[3] (newer left) ve daha geniş olarak ‘Avro Komünizm’[4] olarak nitelendirilmişti. Wood’un hedefi buna oranla biraz daha dardır. O, Avro Komünist bir perspektifi paylaşıyor olmalarına rağmen kapitalizm ve sosyalist projenin doğasına dair Marksizmin temel varsayımlarını terk etmediklerini düşündüğü sosyalistleri bir kenara ayırmıştır. Özellikle Stuart Hall ve Eric Hobsbawn’ın belirsiz bir konumlanış aldıklarını düşünmektedir. Stratejik yargılarını hatalı bulmakla beraber kendi politik analizlerinde sınıf politikasına dair bir çerçeveye hala sahip olduklarını belirtmekten de geri kalmamaktadır. Aynı tespitler Nicos Poulantzas için de geçerlidir. Wood onun, daha sonraki birçok radikal revizyonun yolunu hazırlamış olmasına rağmen asla Marksizmden kopmadığını iddia etmektedir.

Wood’un esas amacı Marksizmi açık bir şekilde terk ederek yeni eyleyici (agency) , demokrasi ve sosyalizm kavramları geliştirmiş olan sosyalistlere karşı durmaktır. Bu yeni revizyonist akımı birleştiren şey ideoloji ve politikanın özerk olduğu ve hiçbir anlamda sınıf ilişkileri gibi herhangi bir toplumsal temelin ifadesi veya üretimi olmadığı varsayımıdır. Sınıfların ortadan kaldırılması, sosyalist projeden kesilip çıkarılır. İşçi sınıfı kapitalist toplum içinde, sosyalist stratejide kendisine ayrıcalıklı rol veren herhangi bir özel konum teşkil ediyor olarak görülmez. Ekonomik ilişkilerle politika arasındaki ilişki bütünüyle olasılığa bağlı bir hale gelir. Toplumsal hareketler sınıftan bağımsız bir şekilde oluşturulabildiği için sosyalizm mücadelesi, içlerinden hiçbirinin temel olarak diğerlerinden daha önemli olamayacağı bir demokratik mücadeleler çokluğu olarak yeniden tanımlanır. Sosyalizm bir kez daha maddi çıkarlar yerine evrensel insan hedefleri vasıtasıyla tanımlanmış olur. Böylece, sosyalizm gündemini tanımlama noktasında aydınlara kilit bir rol verilir.

Eyleyici

Wood’un bu fikirler karşısındaki argümanı basittir. Sınıfın öneminin tanınması uygulanabilir herhangi bir sosyalist proje açısından isteğe bağlı bir şey değil, temeldir. İşçi sınıfının merkezi role sahip olmasının sebebi kapitalist toplum içinde en fazla sömürülen ve baskı altında tutulan sınıf olması değil sermaye üreten sınıf olarak yapısal konumunun ona eşsiz bir devrimci potansiyel vermesidir. Wood’a göre Marksist konumlanışı diğer sosyalist konumlanışlardan ayıran ve yeni revizyonistlerin terk etmek istediği tam da bu iddiadır. Sosyalizmin işçi sınıfıyla olan bağı işçi sınıfının toplum içinde en fazla bastırılan grup olmasına bağlı olursa, o zaman işçi sınıfının büyük bir bölümü toplum içinde en fazla bastırılan grup olmaktan çıktığında sosyalizm dümensiz bırakılmış olurdu. Wood’un argümanına göre farklı grupların maruz kaldığı baskı tarihsel olarak değişir ancak sömürü kapitalist üretim biçiminin yapısal bir özelliğidir. İşçi sınıfının sömürülmesi, artık emeğin artık değer formunda ücretli işçilerden çıkarılması, kapitalist üretim biçiminin kendisi ortadan kaldırılmadan yok edilemez.

Wood, sermaye ve emek arasındaki sömürüye dayalı ilişkinin artık, bir üretim biçimi olarak kapitalizmin yeniden üretilmesinin merkezinde olmadığını söylemelerine olanak tanıyan alternatif kapitalizm analizini sergileyen yeni revizyonistlere meydan okumaktadır. Aslında yeni revizyonistler ekonomi-politik sorununa çok az ilgi göstermektedirler. Analizleri, klasik Marksizmin öne sürdüğü ekonomik olanla politika arasındaki ilişkiyi reddetmektedir. Politika ve ideoloji yeni revizyonistlerin öne sürdüğü şekilde özerk iseler, bu durumda, teorik bir aygıt olmaktan öte bir gerçekliği olmadığı ve gerçek etkilere sahip olamayacağı için kapitalist üretim biçiminin yapısını tartışmaya gerek yoktur. Wood bu yer değiştirmenin zemininin Poulantzas tarafından hazırlandığını öne sürmektedir. Pouulantzas, kapitalist devleti ve görece özerkliğini teorileştirme noktasındaki muhtelif girişimlerinde odağı, sermaye ve emek arasındaki karşıtlıktan iktidar bloğu ve halk arasındaki karşıtlığa kaydırır. Daha sonra bu durum çalışmalarında, sınıfların ve sınıf mücadelesinin parti mücadelelerinde kenetlenmiş politik örgütlemeler ile yer değiştirmesine yol açar.

Bununla beraber bu argümanlar Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe ile Paul Hirst ve Barry Hindess tarafından çok daha fazla geliştirilmiştir. Bunlar klasik Marksizmi iki ana temelde reddetmektedirler: İlk olarak işçi sınıfının hiçbir nesnel çıkarı yoktur; ikinci olarak ise ‘kapitalizmin mantığı’ içinde birleşik bir işçi sınıfının gelişimini garanti eden hiçbir şey yoktur. Bu iddialardan ilki, işçi sınıfının kapitalist üretim biçimi içindeki yapısal rolü açısından teorize edilebileceğini net bir şekilde reddeder. Laclau ve Mouffe bunun yerine, işçi sınıfının büyük ölçüde klasik Marksist hayal gücünün bir ürünü olduğunu öne sürmektedir. Tarihsel olarak var olmuş olan ise, kimlikleri çoğunlukla sınıfla çok az ilişkide olan parçalı bir işçi sınıfıdır. İşçilerin sınıf dışında çok başka çıkarları olmuştur ve hakim faktör olarak sınıfın ortaya çıkma eğilimi yoktur; daha ziyade tersi geçerlidir. Bu, çok kısa tarihsel dönemlerin dışında, kendisi için sınıf çıkarlarının peşinden koşulmasının önde geldiği bir işçi sınıfını veya onun politik bilincini tanımlamanın imkansız olduğu anlamına gelir. Bu sadece sınıf içinde bir azınlığı teşkil eden küçük işçi grupları için geçerli olmuştur.

Bundan dolayı işçi sınıfı politikada gerçek bir güçten ziyade daima potansiyel bir güç olarak kalmıştır. Laclau ve Mouffe’a göre söz konusu durum kesinlikle, gelecekte düzelecek bir rastlantı değildir. Sınıf konumu asla, bütün işçileri veya bir çoğunluğu harekete geçirecek faktör olmayacaktır. Paul Hirst’e göre ise bunun sebebi oldukça açıktır: bu teorilerin epistemolojisi hatalıdır. Marksizm de dahil, toplumsal ve sosyal fenomenin oluşmasına yol açan temel bir gerçeklik olduğunu öne süren bütün sosyal teoriler yanlıştır. Genel nedensellik teorileri terk edildiğinde sınıf gibi varoluşlar çözülür. Bunun yerine, toplumsal çözümleme belirli koşullar ve fenomenler çokluğu ile karşı karşıya kalır.

Wood haklı olarak Laclau ve Hirst’in tüm Marksizm akımlarını, kadercilik ve işçi sınıfının dünya-tarihsel misyonuna dair bir inanç taşıyor olarak tanımlamakta yanılıyor olduklarını iddia etmektedir. Marksist gelenek içinde bazen bu çeşit metafizik inançlar toplumsal ve politik analizlerin yerini almıştır. Marx ve Engels’in bazı yazılarında kaderciliğin kökleri bulunmaktadır. Ancak Marksizmin bütün sunduğu bin yıl sürecek hükümranlığın (Chiliasm) yeni bir biçimi olsaydı, sahip olduğu entelektüel etkiye asla ulaşamazdı. Tarihin seyri hakkında asla tarihsel ve bilimsel olmayan garantiler aramamış olan Marksist gelenekler her zaman olmuştur. Laclau-Mouffe ve Hirst, özellikle, Marksistlerin sınıf yapısı, sınıf katmanlarının doğası ve hareketlilik yeteneklerine dair yürütmüş oldukları tarihsel, sosyolojik ve politik incelemeleri dikkate almadılar. Leninist gelenek bazen bu yetenekler hakkında yanılsamaya düşse de sınıfın yapısına dair en iyi çalışmalardan bir bölümü Leninist gelenekten çıkmıştır. Hirst, somutun analizinin yerini alan bir genel teorinin verimsiz olduğunu iddia etmekle haklıdır. Ancak bu durum da, herhangi bir teori tarafından yönlendirilmeyen bir ampirisizmdir.

Wood, Laclau ve Mouffe’u, öne sürdükleri alternatifi haklı çıkarmakta gerekli olabilecek Marksizmin merkezi teorik önermelerini, bu önermeler üzerinde, sürdürülen teorik analize benzer bir şekilde durmaksızın terk etmelerinden dolayı eleştirmektedir. Geçmişte Marx’ı revize eden ve eleştiren birçokları gibi reddedilen teorik miras onların çalışmaları açısından hala genel çerçeveyi ve uyarıcı unsurları sunmaktadır.[5] Hala söyleyecek bir şeyleri olan bir Marksizm, gelecek hakkındaki bütün apriori garantileri terk etmek zorundadır. Ancak bu, kapitalizme dair bir teorik analiz sunma girişimlerinin terk edilmesi ile aynı şey değildir. Eğer böyle olsaydı, gerçekten, şu sıralar sıkça duymakta olduğumuz, Marksizmin sonu ve sosyalizmin ölümü gerçekleşmiş olurdu. Marksizm, kendi varsayımları ve teorileri noktasında açık ve eleştirel olduğu zamanlarda daima en iyi durumda olmuştur. Bu herhangi bir varsayımda bulunma veya herhangi bir teori inşa etme girişiminden kaçmaktan oldukça farklı bir şeydir.

Wood, işçi sınıfının sosyalist proje için vazgeçilmez oluşuna dair Marksist vurgunun imanın şartı olması gerektiğini düşünmektedir. Bu, işçi sınıfının kapitalizm içindeki özel konumundan kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce o, sömürülen sınıftır -bu üretim biçimi altında artık-emeği üretmesi gereken sınıf. İkinci olarak ise olmaması durumunda hiçbir sermayenin de var olamayacağı, üretimde bulunan sınıftır. Üçüncü olarak da kolektif üreticilik rolü, sömürüyü ortadan kaldırıp yeni üretim biçimini kurma noktasında ona nesnel bir güç vermektedir.[6] Wood, bu nesnel özelliklerden hiçbirinin politik örgütlenme veya politik bilinç açısından herhangi bir zorunlu ardışıklık ifade etmediğini vurgulama noktasında oldukça dikkatlidir. Onlar ise dikkatlerini, daha ziyade, sınıfın kendi iç bölünmesinin üstesinden gelebilmesi ve sosyalizm mücadelesinde kendi potansiyelinin farkına varmaya muktedir birleşik bir güç haline gelebilmesinin olanaklarını sağlayan örgütsel araçlar ve ideolojik ve politik mücadele biçimleri üzerinde yoğunlaştırmışlardır.

Demokrasi

Wood, kapitalizmin, ilişkilerinin ve kurumlarının gerçek bir ‘genel çıkar’ı yansıtan bir toplumun gerçekleştirilmesi için hem koşulları (üretim sürecinin artan toplumsallaşması) hem de bir eyleyiciyi (işçi sınıfı) yaratan ekonomik ve sosyal bir düzen olduğuna dair ortodoks Marksist görüşe katılmaktadır. Daha önceki politik düzenlemeler için iddia edilen genel çıkar yanlıştı çünkü, sınıflar ortadan kaldırılmamıştı. Bundan dolayı bu çeşit iddialar, genel bir çıkar olarak hakim sınıfın çıkarını maskeleyen bir pelerin olarak iş görür. Sadece işçi sınıfının özgürlüğüne kavuşması bütün sınıfların ortadan kaldırılmasını sağlayabilir ve sadece işçi sınıfı kendi özgürleşmesinin eyleyicisi olabilir.

Laclau-Mouffe ve Hirst’e göre maddi çıkarlar ve ideoloji veya politika arasında basit bir ilişki olmadığı için mücadelenin hiçbir sorun veya alanı kendiliğinden veya özünde sosyalist değildir. Gerçek bir genel çıkarı gerçekleştirme mücadelesi işçi sınıfına dayanmak zorunda değildir. Bu, bir sınıf mücadelesinden ziyade demokratik bir mücadeledir. Sınıf mücadeleleri çoğunlukla demokrasiyi yayma savaşında önemli olabilir ancak bu açıdan temel öneme sahip değildirler. Diğer mücadele biçimleri daha önemli olabilir.

Son yıllarda sayıları giderek artan birçok sosyalist, sosyalizmi sınıfın özgürleşmesinden ziyade demokrasinin genişletilmesi olarak tanımlamaya başladı. Laclau ve Mouffe ile Hindess ve Hirst’ten ayrı olarak Wood ayrıca Gareth Stedman Jones, Gavin Kitching ve Samuel Bowles ve Herbert Gintis’den de alıntılar yapmaktadır. Hepsi de liberal demokrasi ile sosyalist demokrasi arasında güçlü bir bağ görme eğilimindedirler ve ikincisini birincisinin genişlemesi olarak ele almaktadırlar. Sosyalizmin, liberalizmin reddedilmesinden ziyade onun uygulanması olduğu fikri bir dizi yöntemle teorize edilmektedir. Örneğin Bowles ve Gintis mülkiyet hakkına vurgu yapan bir demokrasi ile kişilerin haklarına vurgu yapan bir demokrasi arasında ayrım yapmaktadır. Laclau ise, özgürlük ve eşitliğe ulaşmak için toplumsal ilişkilerin evrensel bir zemin üzerinde dönüştürülebileceği söylemsel koşulları ilk kez yaratmış olan modern çağlardaki demokratik devrimin önemine vurgu yapmaktadır. Sosyalizmle ilişkilendirilen spesifik talepler bu söylem içinde bir araya getirilir. Belirli bir sınıfın veya yeni bir üretim biçiminin ortaya çıkması yeni politik ve ideolojik yapıların yaratılmasından daha önemsizdir.

Wood bu nosyonları güçlü bir şekilde eleştirir. İlk olarak demokratik devrim diye bir şey olmadığını belirtir; ikinci olarak da sosyalist demokrasi kavramı –sosyalizm demokrasiyi halk iktidarı olarak tanımlamaktadır– ile liberal demokrasi kavramı –liberalizm için ise tam zıttı anlama gelmektedir– arasında bir yarılma olduğunu söyler. Liberal demokrasi altında sadece halk egemenliğinin radikal potansiyelinin fitilini sökmek ve katılımı azaltan ve devletin karar verici mekanizmasını kontrolünden izole eden kurumsal bir yapı oluşturmak için çaba gösterilmiştir. Yeni revizyonistler mevcut devleti sosyalist hedeflere ulaşmak için kullanma yeteneğine dair iyimser; işçi sınıfının potansiyeline dair ise kötümser bir bakış açısına sahiptir. Umutları, parlamento üstü sınıf mücadelelerinde değil bireysel ve toplumsal hakları genişletmek için seçimlerde çoğunluğu kazanacak ve devletin yasama mekanizmasını kullanacak olan geniş bir toplumsal ittifaktadır.

Strateji

Strateji konusundaki temel anlaşmazlıkların altında, farklılık gösteren demokrasi anlayışları yatmaktadır. Son zamanlarda Laclau’nun konumlanışı, son yüzyılda sosyalist geleneğin sosyalizme ulaşılabilecek dört görüş ortaya koyduğunu öne sürdüğü Marxism Today dergisinde büyük bir netlikle ortaya çıkmıştı.[7] Yirminci yüzyılın ilk yarısında birçok Marksist ve hatta Marksist olmayan şahıs tarafından kabul edilmiş olan bu görüşlerden ilki sosyalizmi, üretici güçlerin kapitalizmin artık daha fazla gelişimi için herhangi bir çatı sunamayacağı noktaya kadar gelişmesinin ürünü olarak görmektedir. Ekonomi daha toplumsallaşmış hale geldiği için böyle bir kapitalizm varlığını sürdürebilecek bir üretim biçimi olmaktan çıkarak çöker ve sosyalist toplum örgütlenmesi ve politika daha zorunlu ve gerçekten kaçınılmaz hale gelir. İkinci perspektif sosyalizmin değiştirilemez zaferi noktasında çok emin değildi. 1920’ler ve 1930’lardaki demokrasi ve faşizm arasındaki mücadeleden doğmuş olan bu perspektif demokratik güçlerin halk öncülerini örgütlemek suretiyle kapitalist devletin barbarlığa dönüşünü durdurmaya çalıştı. İşçi sınıfı, faşist saldırıya karşı demokrasiyi güvence altına alabilmek ve sosyalizme doğru ilerleyiş olasılığını koruyabilmek için aktif bir şekilde diğer partiler ve toplumsal gruplardan müttefikler arayacaktı. Üçüncü perspektif ise sosyalizm adına temel mücadeleyi emperyalist ve ezilen uluslar arasındaki çatışma olarak tanımladı. Sosyalizme, ulusal anti-emperyalist devrimlerin ve ulusal kurtuluş savaşlarının zaferiyle ulaşılacaktı. Emperyalizmin zincirlerini en zayıf noktalarından kırmak suretiyle kapitalist dünya sistemi dağılacak ve kapitalist metropollerde devrim bir kez daha bir olasılık haline gelecekti. En son perspektif de sosyal demokrasininkidir. Özellikle Batı Avrupa’da yaygın olan bu perspektif sosyalizme geçişi halk girişiminin istikrarlı bir şekilde genişletilmesi, kolektif olarak refaha ulaşılması ve ekonominin düzenlenmesi üzerinden tasavvur etti.

Laclau, solun çağımızdaki krizinin, bütün bu perspektiflerin zemininin artık bunlardan herhangi birine inanmanın çok zor olduğu bir noktaya kadar aşındığı için ortaya çıktığına inanmaktadır. Bu akut bir kırıklık ve doğrultu yoksunluğuna yol açmıştır. Dört perspektifte de ortak olan şey işçi sınıfına duydukları inançtır. Ancak Laclau, işçi sınıfının bu merkeziliğini terk etmenin sosyalist projenin yenilenmesi bakımından en önemli adım olduğunu iddia etmektedir. O, “işçi sınıfı şu anda hangi açıdan merkezidir?” diye sormaktadır. Sosyolojik bir açıklama olarak nosyon, işçi sınıfının niceliksel azalışı ve ekonomik bölünmüşlüğü sebebiyle giderek daha kabul edilemez hale gelmektedir. Politik bir nosyon olarak bu, asli olarak işçi sınıfı mücadeleleri olmayan diğer mücadele türlerinin artan önemi sebebiyle ‘açık olmaktan uzak’tır. Bu, işçi sınıfının hedefleri ve imkanları açısından sınırlı bir eyleyici olduğu ve Marksist geleneğin evrensel sınıfı veya global özgürleşmenin zorunlu eyleyicisi olmadığı anlamına gelmektedir.[8]

Tarihsel bir eyleyici olarak işçi sınıfının sosyalizme ulaşma açısından sınırları varsa bu sınırlamanın nasıl üstesinden gelinir? Laclau, içinde problemin çözülmeye çalışıldığı ancak sırayla reddettiği üç yöntemi genel olarak belirtir. Eric Hobsbawm gibi Marksistlerin stratejik düşüncesinin kalbinde yatan halk öncüsü fikri sosyalist stratejiyi hala, işçi sınıfı ile diğer gruplar arasındaki ittifaklar açısından tasavvur etmektedir. Özellikle 1960’lardaki bazı Yeni Sol akımlar arasında yaygın olan ikinci bir yaklaşım ise muhtemel bir devrimci eyleyici olarak işçi sınıfını yok sayıp yerine öğrenciler veya üçüncü dünya özgürlük hareketleri gibi, aynı rolü oynayabilecek bir başka eyleyici geçirmekti. Üçüncü bir alternatif de tek tek sorunlar etrafındaki radikal hareketlerin bölünmüşlüğünü ve özerkliğini kabul etmek için tek bir ayrıcalıklı eyleyici nosyonunu terk etmekti.

En son konumun Laclau’nun konumlanışına çok yakın olduğu düşünülebilirdi ancak o, ırkçılık karşıtı hareketler, feminist hareketler, yeşiller hareketi gibi önemli gördüğü çeşitli mücadelelerin bağlantılandırılması gereksinimine vurgu yapan bir yaklaşım adına bunu reddeder. Bunu yapmanın aracı ise farklı grupların özel mücadelelerini, radikal demokrasi mücadelesini bu mücadelelerin en önemli amacı haline getirmek suretiyle aşabilecek bir politik harekettir. Laclau, demokrasi mücadelesinin son iki yüzyılı içinde üç hayati tarih seçer: halk alanında ortaya çıkan eşitliğin temeli olarak gördüğü 1789; bu temelin sosyalist talepleri kapsayacak şekilde genişlediği 1848; ve çağdaş demokratik mücadele arazisini meydana getiren yeni hareketlerin ve taleplerin çoğalmasına damgasını vuran 1968. 1917 yılı dikkat çekici bir şekilde bu tarihler arasında yoktur.

Sosyalizm, daha geniş radikal demokrasi mücadelesi içinde bir an olarak sınıflandırılır hale gelir. Bununla beraber Laclau’nun yeni bakış açısına göre gelecekteki sosyalist toplumun neye benzeyeceğine dair bir taslak yoktur. Demokratik eşitlikçiliğin (egalitarianism) genişlemesinin, yönelim hakkında önceden bir hüküm vermediğini öne sürmektedir. Bunun için mücadele verirken artık, politika açısından herhangi bir ‘ayrıcalıklı nokta’ yoktur. Geçmişteki komünist ve sosyal demokrat gelenekler tarafından önerilen devletçi sosyalizm görüşünün yerine Laclau, devletin, içinde sınırlı ve kesin işlevlere indirgendiği kendi kendini düzenleyen bir toplum ideali önermektedir.

Bu, belki de Wood’la küçük bir temas noktasıdır. Wood, liberal demokratik geleneğin temel değerinin demokratik görünüşlerinden ziyade liberal görünüşlerinde yattığını; sınırları katılımın cesaretlendirilmesinden ziyade halk iktidarı üzerine yerleştirdiğini düşünmektedir. Laclau’ya itirazı ise onun tamamen liberalizm içinde bir konuma geri çekilmesindendir. Bütün bunlardan sonra sosyalist proje, liberal projenin emrine giren ve giderek onun demode bir safhası haline gelen bir şey olmaya başlar. Wood’un aldığı konum büyük bir mantıksal güce sahiptir. Aslında sosyalizmin geleneksel olarak ilişkili olduğu şeylerden çoğunu terk etmiş olan projeleri neden sosyalist projeler olarak nitelemeye devam etmek isteyelim? Laclau ve diğerleri radikal liberalizm adına çok güçlü ve inandırıcı bir argüman ortaya koymaktadırlar. Ancak Wood sosyalizmin başat bir şey olduğunda ısrar ederken tamamen haklıdır.

Sınıf politikaları ve işçicilik

Sınıf politikalarının savunucuları iki temel iddiada bulunmaktadır: (a) Sınıfların bulunduğu bir üretim biçimi olarak kapitalizme dair Marx’ın yaptığı analizin ana unsurları, materyalist tarih kavramı geçerliliğini korumaktadır; ve (b) sosyalizme sadece işçi sınıfının eyleyiciliği üzerinden ulaşılabilir çünkü başka hiçbir grup eşdeğer bir çıkara veya potansiyel güce sahip değildir. İlk iddia sosyalistler arasında daha geniş destek bulmaya devam etmektedir ve Wood haklı bir şekilde, kapitalizmin tatmin edici başka hiçbir nitelendirilmesinin önerilmediğine işaret eder. Marksizm içine dahil edilmiş olan bütün değişiklikler ve gelişimler açısından Marx’ın orijinal teorik görüşleri dengeli bir şekilde, araştırmayı boğmaktan ziyade teşvik etmeye ve modern kapitalizmin doğasına dair yeni anlayışları cesaretlendirmeye devam etmektedir.[9]

İkinci iddia son zamanlardaki tartışmanın merkezinde durmaktadır. Marksist geleneğin kadercilik ve determinizmi reddetmiş olan bölümlerinde kapitalizmi faal bir üretim biçimi olarak analiz etmek ile onun işçi sınıfı tarafından yıkılmasının zorunluluğunun tesis edilmesi arasında bir ayrılma vardır. Wood, kapitalizmin gelişme yolunda, sosyalizmi ve işçi sınıfının radikalleşmesini kaçınılmaz kılan hiçbir şey olmadığı noktasında hemfikirdir. Sorun yeterli örgütlenme biçimleri ve liderlik tarafından devrim potansiyelinin ayırdına varılıp varılamayacağıdır.

Bu, Wood’un kitabında gerçekten hiç yüzleşmediği esaslı problemleri ortaya çıkarır. Sınıf politikalarını takip ederken insan, bugüne kadar gelişmiş kapitalist toplumlarda varsaydığı hakim biçimden, işçicilik politikasından kaçınabilir mi? İşçicilik, kapitalist toplum içinde, bu toplumun doğasına meydan okumadan işçi sınıfının yaşam standartlarını savunmak için işçi sınıfının bağımsız örgütlenmelerinin kullanılmasını kapsar. Bu konumlanış, Wood’un kitabının gelecekteki baskılarında belki de kendisine bir bölüm ayrılmasını hak eden David Selbourne tarafından büyük bir zevk ve düşmanlıkla sunulmaktadır.[10] İşçinin özel çıkarlarının onu çözülmez bir şekilde sermayeye bağladığını ve devrimci bilincin gelişmesine dair sosyalist umutları çok büyük bir aldanma haline getirdiğini öne sürmektedir. İşçicilik uzlaşma ve entegrasyonu destekler. Sadece örgütlü bir işçi hareketi sermayenin hakkından gelebilirdi; ancak bir kez örgütlendikten sonra işçi hareketleri, kapitalist düzenle işbirliği yapmanın sağladığı avantajların onu çökertmenin getireceği kazançlardan genel olarak daha ağır bastığını gördüler. Örgütlü işçinin özel çıkarı kapitalizmin yıkılışında değil onun varlığını sürdürmesinde yatmaktadır. Bu, sosyalizme ulaşmak için işçi sınıfının bağımsız örgütlenmelerinin kullanılması fikrine dayanan herhangi bir politikanın da altını oymaktadır. Selbourne, Sol’un, Thatcherizmin başarılı olmasının sebebinin işçileri kendi gerçek çıkarları noktasında bazı ideolojik el çabuklukları ile ikna etmesi olmadığını anlayamadığını ileri sürmektedir. O aslında birçok işçiye artık kendi örgütlerinin sağlayamayacağı en çok istedikleri şeyi vermektedir. Thatcherizm etkin bir şekilde işçilerin gerçek ‘nesnel’ çıkarlarını tatmin etmektedir. Bu yüzden birçok işçi 1970 ve 1983’de onu desteklemiştir. Selbourne’un konumu uç noktadaki terimlerle belirtilmiş ve solda çok az tartışılmıştır. Ancak bu konum, sınıf politikaları hakkında esaslı bir Sol perspektifi yansıtmaktadır –İşçicilik eleştirisi ve sosyal demokratik politikaların sınırları. Selbourne, Sol İşçicilik eleştirilerinden ayrılır çünkü sınıf politikalarının İşçiciliği asla aşamayacağına inanmaktadır. İşçi sınıfı sermayenin hakkından gelmek için devrimci bir parti tarafından yönlendirilmeye asla ikna olmayacaktır.

İşçiciliğin Sol eleştirilerinin çoğu sosyal demokratik partilerin pratikte nasıl sermayeyle sürekli olarak işbirliği yaptığını ve onunla asla karşı karşıya gelmediğini göstermeye yoğunlaşmışlardı. Onların perspektifi hegemonik olmaktan ziyade daima ekonomik-kolektif olagelmiş ve göreve seçilme radikal değişimi hayata geçirmekten ziyade daima onu ertelemenin bir vesilesi olmuştur.[11] Ancak sosyalist partiler için alternatif bir strateji olduğunu ima ederek kötümserlikten sürekli kaçınmışlardır. Hakiki bir sosyalist programı benimseyebilir, bunun seçmenler tarafından kabul edilmesi için mücadele edebilir ve onu masa başında bir sonuca ulaştırmak için hazırlıklı olabilirlerdi. Böyle bir alternatif, parlamenter bir rejimin sınırları dahilinde radikal bir sınıf politikasının geliştirilme olasılığına bağlıdır. Bu, Adam Przeworski’nin sosyal demokrasi analizinde net bir şekilde incelenmiş olan olasılıktır.[12] Sosyal demokrat partilerin, sosyalizme aşamalı bir reform süreci üzerinden asla ulaşamayacak olmasına rağmen sosyal demokrasinin programları ve örgütlenmelerinin kullanılması dışında kitle desteğini sağlama şansının zayıf olduğunu olağanüstü bir netlikle iddia etmektedir. Sosyal demokrasi Rosa Luxemburg’un tanımladığı modeller üzerinden çökmeye devam etmektedir: ya hareketlerin kitle karakterinin terk edilmesi ya da nihai hedeflerinin terk edilmesi.

Przewoeski Sosyalizmi klasik Marksist terimlerle, çalışma süresinin minimuma indirildiği, sınıfın ortadan kalktığı ve insanların bütün kaçınılabilir sınırlamalardan özgürleştiği bir toplum olarak tanımlamaktadır. Bunun mevcut politika içinde pratik bir alternatif olmayan bir ütopya olarak kaldığını öne sürmektedir. Sosyal demokrat politikalar bu anlamda asla sosyalist değildir. Tam istihdam, eşitlik ve verime ulaşmaya çalışmak üzerinden kapitalizmi geliştirmeyi amaçlamaktadırlar. Przeworski, “bu ikinci en iyi ancak olması muhtemel en iyidir” der. Kapitalist toplumsal ilişkilerin ve parlamenter bir rejimin sınırlaması altındaki sınıf politikaları sosyalizme değil, işçi sınıfının kapitalist düzen içinde maddi koşullarının gelişmesine götürür. Ticarete dayalı bir toplumda emtiaların alıcıları ve satıcıları olarak işçilerin konumunun bireysel veya kolektif araçlar vasıtasıyla tatmin edilip edilemediği seçime dayalı politikalar için önem yüklü ancak sosyalizm açısından çok az öneme sahip pratik bir sorundur. Przeworski, sosyalizm, eğer herhangi bir anlamı varsa, kar peşinde koşmanın, ücret köleliğinin ve sınıf bölünmesinin ortadan kaldırılmasına işaret etmelidir, der. Sosyalizm henüz bir başka düzen değildir. Tüm toplumsal düzenlerin sonu olan, yabancılaşmadan muaf bir toplumdur. Sosyalistlerin problemi, kapitalizmin sosyalizme politik bir geçişi olası ve akla yatkın hale getirebilecek bir özgürlük ihtiyacı ortaya çıkardığını göstermenin kolay olmamasıdır. Sınıf politikasının savunucuları geleneksel olarak, acil maddi çıkarlar için verilecek mücadelenin özgürleşmeye ve sınıfların ortadan kaldırılması için devrimci bir mücadeleye dönüşeceğini iddia ettiler. Ancak bugüne kadar, gelişmiş kapitalizmin parlamenter rejimleri içinde bunun bu şekilde gerçekleştirilebileceğine dair çok az şans görülmüştür. Kapitalizmi daha verimli ve daha insancıl hale getirme mücadelesi sosyalizmi daha yakına getirmemiştir. Przeworski’nin mantığı bana zorlayıcı görünüyor. Sosyal demokrasiyi niteleyen tam istihdam ve daha büyük eşitlik mücadelesi gerekli olan ancak kapitalizmin sosyalizme dönüşmesine dair herhangi bir olasılık taşımayan sınırlı bir projedir. İşçi sınıfının merkezi rolünü tartışan ve radikal demokrasi ve toplumsal adaletin peşinden koşulmasını solun en temel hedefi haline getirmek isteyen Soldaki insanlar sosyalizm değil sosyal demokrasiye dair bir tartışma içine girmişlerdir. Sosyal demokrasinin bugüne kadar içinde çalıştığı belirli bir biçime saldırmaktadırlar. Ancak Wood’un yapmaya eğilimli olduğu gibi, İşçiciliği yeni revizyonistlerin yaptığı gibi reddetmenin basit bir mesele olmasının hala sınıf politikalarını merkezi hale getirdiğini öne sürmek yanlış olurdu. Sosyal demokrasi kapitalizmi başarılı bir şekilde yönetirse işçi hareketinin radikalizmini kaybetmesi ve kapitalizmle uzlaşacak olması sosyalistlerin ikilemidir. Eğer başarısız olursa seçime dayalı politikalar da marjinal hale gelir ve sosyalizm bir fikir olarak itibardan düşer. Yaşadığımız şu günlerde gelişmiş kapitalist ülkelerde her iki sonuç da görülebilmektedir.

Bunun sosyalistler için anlamı, biz radikal liberaller olmayı kabul ediyor ve kapitalizmi reforma uğratmak için en iyi araçları arıyoruz veya kapitalizme karşı İşçici bir hareketin sürdürebileceğinden daha geniş bir karşı hareket yaratmak suretiyle sosyalist projeyi hayatta tutmayı deniyoruzdur. İngiltere’ninki gibi yıkılmak üzere olan eski bir rejimde böyle bir yeni politik hareketin ortaya çıkmasını kolaylaştırmak için seçimlere yönelik reformlar da dahil belirli temel kurumsal reformlara gerek olacaktı. Bunun zafere ulaşabileceğine dair hiçbir garanti yoktur. Ancak en azından Thatcherizm ve Yeni Sağ’ın diğer kuvvetlerinin yok etmek için ellerinden geleni yaptığı radikal olarak farklı bir toplum olasılığını açık tutabilir.

Thatcherizm hiç şüphe götürmez bir şekilde, kapitalist düzenin tekrar oluşturulması ve güçlendirilmesine adanmış bir sınıf politikası biçimidir. Ancak başarısı kısmen, sınıf savaşını ulusal-popüler sorunlar alanında dövüştürüyor olmasından gelmektedir. Sosyal demokrasi ya da sosyalizme yönelmiş olan başarılı bir Sol sınıf politikası da bu alanda kazanmak durumundadır. Wood, Thatcherizm içinde İngiltere’deki hakim sınıfın hegemonyasını tekrar oluşturmasına ve onu sınıf savaşını böylesine merhametsizlik ve enerji ile sürdürmesine yardım eden orijinal unsurların farkına varamaması noktasında hatalıdır. Ancak Thatcherizmin, İngiliz toplumsal formasyonunun sınıfsal analizinden soyutlandığında hiçbir anlamı olmadığını vurgularken haklıdır.

Wood’un kitabı, İngiltere’de ve diğer başka yerlerdeki sosyalistlerin İşçiciliğin zayıflatıcı mirasından kaçmanın yollarını aradıkça yüz yüze gelmek zorunda kaldıkları sorunlar üzerine ciddi bir şekilde odaklanması açısından yerindedir. Bu makalenin okuyucularının bu mirasın hatırlatıcılığına ihtiyacı yoktur. Wood sorunu net bir şekilde, yeni revizyonistlerin radikal demokrasisi ile sosyalist sınıf politikası arasında bir tercih olarak ortaya koymaktadır. Ancak ileriye doğru giden gerçek yol pekala her ikisinden de alınacak anlayışları birleştirmekte yatıyor olabilir. Sosyalist bir hareketin gelişimi, demokrasiyi yaymak açısından, İngiliz geleneksel rejiminin, genellikle İşçi Partisi’nin tam desteği ile direnmekte olduğu radikal reformlara gerek duyabilir. Belki de sadece bundan sonra, İşçiciliğin susturulmasıyla beraber sınıf politikası, Ellen Wood ve diğerleri tarafından tasavvur edildiği gibi geniş anlamda, kapitalizmi desteklemekten ziyade ona meydan okuyabilecek türde sosyalist hareketleri ortaya çıkarmaya başlayabilir.

 

 


* Alındığı kaynak: New Left Review, Sayı: 164, ss. 113-22

[1] Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış (The Retreat From Class), Verso, Londra 1986.

[2] Ralph Miliband ‘İngiltere’deki Yeni Revizyonizm’ (The New Revisionism in Britain), New Left Review 150, Mart Nisan 1985. Bu makale boyunca ‘yeni hakiki sosyalistler ‘ tanımlaması yerine ‘yeni revizyonistler’ kullanılacaktır.

[3] Ben Fine, Laurence Harris, Marjorie Mayo, Angela Weir, Elizabeth Wilson, Sınıf Politikaları (Class Politics), London n.d.

[4] İngiliz Marksizmi İçindeki Argümanlar (Arguments within English Marxism), Verso, Londra 1980, isimli kitabın 7. Bölümünde Perry Anderson, Avrupa Komünizmi ile devrimci sosyalizmin sosyalizme geçişe dair teorik ve stratejik yaklaşımlarını etkili bir şekilde karşılaştırır.

[5] Bunun ayırdına varılması birçok yeni revizyonistin hala neden “Marksist” sıfatını kabul ettiğini açıklayabilir.

[6] Wood bu belirlemeleri oluştururken takip eden makaleden alıntılar yapmıştır. Bakınız: Francis Mulhern ‘Towards 200 or News from You-know-Where’, New Left Review , Kasım – Aralık 1984, ss. 22-3.

[7] Ernesto Laclau, ‘Sınıf Savaşı ve Sonrası’ (Class War and After), Marxism Today, Nisan 1987, ss. 30-33.

[8] A.g.e., s.30.

[9] En son örneği Alan Carling’in ‘Rasyonel Tercih Marksizm’ (Rationel Choice Marxism). Bakınız: New Left Review 160, Kasım-Aralık 1986.

[10] David Selbourne, Left behind: Journeys in British Politics, Jonathan Cape, London, 1987.

[11] Bu eleştiriye esaslı katkılar şunlardır: Ralph Miliband, Parlamenter Sosyalizm (Parliamentary Socialism), Londra 1973; David Coates, İşçi Partisi ve Sosyalizm Mücadelesi (The Labour Party and the Struggle for Socialism), Cambridge 1975; Tom Nairn, ‘İşçi Partisinin Doğası’ (The Nature of the Labour Party), Perry Anderson., Sosyalizme Doğru (Towards Socialism), Londra 1965.

[12] Adam Przeworski, Kapitalizm ve Sosyal Demokrasi (Capitalism and Social Democracy), Cambridge 1985; ve ‘Tarihsel bir Fenomen olarak Sosyal Demokrasi’ (Social democracy as a Historical Phenomenon), New Left Review, 122.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar