Ana SayfaArşivSayı 17“Demokrat” Tiranlık ve Subjektif Devrimcilik

“Demokrat” Tiranlık ve Subjektif Devrimcilik

Nihat Savur

Birinci Bölüm

“Hayır ve şerr bu dünya için tarihsel nitelikli iken, Aleviliğin hakikati bağlamında tarih-dışıdır. Hakikati seçen Hz. Hüseyin, tarihsel olarak ölüme mahkum olduğunu bilen, yaşama, dolayısıyla mücadeleye devam etme şansını, mutlak değerler adına yaptığı seçimden ötürü reddeden bir Hüseyin’dir. Bu özelliğiyle, Hz. Hüseyin Aleviler için hala bir arketiptir.” (Ayhan Yalçınkaya, Alevilikte Toplumsal Kurumlar ve İktidar, Ankara 1997, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yay., s. 55)

Uzun ve tekdüze hikayesi Halkın Kurtuluşu taraftarı olarak başladı. Genç bir öğrenciyken “sen Kürt’sün” diyen arkadaşının annesine “hayır, Alevi’yim” diyordu. Sonra samimi bir biçimde Kürt oldu. Mahpusluk öncesi kısa politik pratiği, Parti’nin kitle temellerinin hızla genişlediği, muhatap halkta ciddi bir uyanmanın başgösterdiği, feodal çetelerle mücadelenin ses getirdiği ve hatta Parti’nin, mücadelenin “kale”lerinde kendi adaylarını belediye başkanı seçtirebildiği bir dönemdi. Alışılmadık bir biçimde eksik olan, kadroların içinde çalışacağı hareketlenmiş bir kitle değil, kitle hareketini yönlendirecek kadrolardı. “Okumuş” biri ve bir “bölge insanı” olarak sınırlı kadrolardan, bu oldukça ağır yükü paylaşmak  zorunda olanlardan biriydi. Şu ya da bu düzeyde sorumluluklarını yerine getirmeye çalıştığını biliyoruz.

Sonra ufak bir hata ama bedelleri –hem kendisi hem de örgütü açısından– çok çok ağır bir hatayı kavga arkadaşlarıyla paylaştı: Bitlis-Diyarbakır asfaltında dikkatsizlikten ötürü kamyonetten düşüp beyin travması geçirdi(ler). Üstlerinde Parti’nin bölge raporları, Başkanlığın talimatları, yurt dışı çalışmaları, geleceğe dönük planlamalar… Hepsi düşmanın eline geçti: ”Basit bir ihmal, bireysel yaşamımızda da bir dönüm noktası oldu. Bu uğursuz ve talihsiz olayın üzerinden on sekiz yıldan fazla bir süre geçti. Ancak yarattığı sızı hala bugün olmuşçasına canlı, diri ve çok yakıcı. Bu talihsiz yakalanmadan sonra başlayan süreç başlı başına bir tarih; acılar, yenilgiler, direnişler, korkular,(…), bir devrimci, bir insana ait duygu ve düşünceler, hayaller ve daha nice sayısız öğeyi içeren bir yaşam serüveni…”  

Hikayesinin devamı dört duvar arasında geçti. Bedenen tutsaktı, ancak –daha pek çokları gibi– kalbi ülkesinin dağlarında atıyordu. Az buz bir şey değil, bir ulusun yaratılması sürecinin hem bir parçası, hem de elleri kolları bağlı bir gözlemcisiydi. Söylemekte beis yok; orada kıstırılmış yaşamaktansa, “dışarı”da, şehitler ordusuna katılmayı tercih ederdi, yine pek çokları gibi.

Olmadı…Ama o, Başkanının “tarz ve temposunu” tutturmak, kısıtlı koşullarda mümkün olduğunca üretken olmak çabasındaydı. Oldu da. Mücadele kendini geniş kitlelere yazılı olarak da ifade etmeye başladığında, hareketin kurak teorik ikliminde kalem oynatabilen az sayıda kişiden biriydi. Bu şekilde, ilgili (hemen) herkes onu tanıdı. Hem de, çarpışanlar, vurulanlar, görev gereği oradan oraya koşuşturanlardan çok daha fazla ve savaşın komutanlarına neredeyse denk bir düzeyde.

70’lerde devrimci olmuştu. İlk politik sloganlar ve teorik tespitlerle, Başkan’ının deyimiyle reel sosyalizmin varlığı koşullarında oluşan yoğun ideolojik atmosferde tanıştı. Dört duvar arasında savaştan pratik olarak tecrit de olsa, olan bitenin ‘70’lerin programını ve sloganlarını doğruladığını görmek kendine ve ideolojisine güvenini pekiştiriyordu. Yazılarındaki zaman ve mekan tanımayan uhrevi tarz, ait olduğu kuşağın ideolojik, politik kavrayışını yansıtır.

Böylece politik yazarlığı, parçası olduğu hareketin geleneksel sol akımlarla ortak terminolojiyi paylaştığı ufacık bir alanda duruyor, bir bakıma örgütünün aksi halde hemen hiçbir etkileşime giremeyeceği kesimlerle dilsel, düşünsel akrabalığını kuruyordu. O yüzden, yalnızca ait olduğu kosmosda değil, hareketi imrenerek izleyenlerin dünyasında da saygı uyandırdı.

Bilebildiğimiz en önemli projesi, bu koşullarda şekillendi. Eli kalem tuttuğuna ve toplanınca yüzlerce sayfayı bulan yazıları bunun en büyük ispatı olduğuna göre, Başkan’ının bir biyografisini yazmak…Neden olmasın(dı)? Destek ve teşvik de vardı. Dahası, esere konu olan kişi ve tarihsel süreci daha yakından bilen ve yaşayanlar, –eğer şehit düşmedilerse– böyle kapsamlı bir çalışma için fazlasıyla hareketli bir ortamda; cephede, binlerce yükümlülük altında ezilir durumdaydılar. O halde, yapabilirdi ve hatta yapmalıydı: “Hemen yazacağım biyografinin plan taslağı üzerinde çalıştım. Yaklaşık bir aylık bir çalışma sonucunda taslağı tamamladım ve önderliğe gönderdim. Bir süre sonra onay ve cesaretlendirici yanıt geldi. Artık bütün güç ve yeteneklerimle yüklenebilirdim.”

Hayatının eserinin, sekizyüzyetmişbeş sayfa yekununda ilk iki cildi çıktı, ve zindanların “kahredici darlığı, sınırlılığı ve yoksunluğunda” sergilediği çalışkanlığı, azmi, ve adanmışlığı, ve geçmişi, ve düşmez-kalkmaz devrimci lafzı, ve çelik devrimci tarzı, ve halka, Partiye, ve Önderine bağlılığı, Ulusal Kongre’de Onursal Üyelikle taltif edilmesini sağladı.

Mutlu son mu? Eğer öyle olsaydı, bu hikaye burada, Parmaksız devrimcinin trajedisine referansla kaleme alınmayacaktı.

İkinci Bölüm

“Çözümsüzlüğün, politikasızlığın hakim olduğu bu topraklarda çözümün somut çerçevesini ortaya koydum. Bu anlamda tarihi rolümü oynadım.”

Eğer daha yeni kurulmuş olan İmralı Partisi, kurucusu, başkanı ve o an için bilinçli yegane üyesi olan kişi tarafından “evrimci” değil “devrimci” olarak tanımlansaydı, iki cildini henüz yayımladığı eseri, ruhuna ve yazılış amacına uygun bir konjonktüre doğmuş olacaktı. Ama o da nesi? Biyografisini ibadet derinliğinde yazdığı şahıs, ezel-ebed devrimciliğin “altın kuralları”nın çok uzağında bir tutum alıyordu. Yeni partinin dili devrimin değil evrimin, savaşın değil barışın diliydi. Ağır bir baskı, dayanılmaz bir zulüm, veya “uyuşturucu” mu bu hale getirmişti yeryüzü-tanrısını? Ne de olsa Romiya Reş’ten her şey beklenirdi. Gelgelelim, “Hayır, üzerimde baskı yok”, diyordu. Bir Türk demokratı olarak ikinci kez doğmuş gibi davranan bu adam, tecrit koşullarında ve Demokles’in kılıcı falan da değil, düpedüz yağlı urgan tepesinde sallanırken dört bir yana laf yetiştiriyor, Çözüm Bildirgeleri, Anayasa Taslakları, somut eylem önerileri geliştiriyor ve hiç de çözülmüş, yılmış, bitmiş gibi gözükmüyordu. O halde ne?

Yaşanmış, bitmiş olayları yazıya dökerken bile migreni tutan, korkunç ağrılarla boğuşan “arınmış“ devrimcinin, tüm varlığıyla bütünleştiği yapı en tepeden başlayarak anlayamadığı bir sürece girer, bir meçhule sürüklenirken büyük bir buhran, bir iç hesaplaşma yaşadığını gönül rahatlığıyla iddia edeceğiz. İlk Manifestosunu kısa bir mahpusluktan sonra tasarlayan, beş yıllık bir çaba sonucu bunu partiye dönüştüren devrimci tiran, şimdi tamamen yeni bir programı, ölümün eşiğinde ve zamanın baskısı, milyonların bunaltıcı sorumluluğu altında üretip bu sefer milyonlara benimsetmeye çalışıyor, hemen anlama ve uygulama bekliyordu. Uhrevi devrimci ise, yirmi yıllık “kariyeri”nde en büyük yardımcısı olmuş “Devrimci Terimler Sözlüğü”’nden bildiği kelimelerin önemli bir kısmını çıkarmak, ve orada olmaması gerektiğine inandığı kelimeleri eklemek koşullarında, hareketin resmi yayın organlarında son yazılarını eski dilin en fazla bir diyalektinde yazmakta direniyordu. Sanıyoruz, bu son yasal temas olmuştur.

Püriten, “niye olduğunu anlamıyorum, ama ne olduğuna eminim” diyerek gerilimli sessizliğini bozdu. Kısa bir aradan sonra ismi yeniden anıldığında, artık kapandığı söylenen bir dönemin ortodoksisini savunmak adına “Direnme Çizgisi” saflarındaydı.

Üçüncü Bölüm

“Yaşanan, ‘doğru’ şeyleri beri yandakilerin aleyhine söyleyen bir anakronik devrimcinin trajedisi…”

Askeri harcamalarına para yetiştirmek üzere uyuşturucu ticaretine başlayan bir devrimci örgüte para tatlı gelir ve davasını satarsa ne denir? Hain mi? Hayır, uyuşturucu kaçakçısı çete denir. Böylece, koka üreten Kolombiya köylüsünün kurtuluş vaadeden gerillasına “patates ekin” dedirtmemiş oluyoruz. Devrimciliğin garantisini ilkeciklerde değil, kendi varlığında, gerçeğinde görmek… Doğru tutumdur bu.

Yayınlanmış iki kitap, dergi sayfalarında yüzlerce satır, ve yirmi küsur yılını adadığı Başkan’ında devrimciliğin garantisini görememek ise hazin bir durum olmalı. Hata kimde? Değişen Başkan’da mı, değişmeyen püritende mi? Yoksa değişen püriten, değişmeyen Başkan mı? Bu soruya cevap arayalım:

Bir ihtimal, devrimci tiran değişmiştir ve savaştırırken, savaştırmaz hale gelmiştir.

O değil miydi, “Savaşçının görevi savaşmaktır. Savaştırmayan her kimse, onu aşmaktır”, diyen? Bu durumda, püritene, en azından haklı bir gerekçe sunmuş oluyoruz, yaşadığı trajediyi yalnızca derinleştirse de. Evet, yaptığı, “doğru”yu kendi cephesini zayıflatma pahasına söylemek oluyor; objektif olarak tasfiyecilik yapıyor. Ne korkunçtur ki, muhtemelen bir kısmını çoktan yazıp bitirdiği biyografinin yeni ciltlerinde, örgütündeki tasfiyeciliğin tarihini ve tasfiyeciliğin tasfiyesini ballandıra ballandıra anlatacaktı; Semir provokatörü diyecekti, sonra Şener diyecekti, Avrupa’da tezgahlanan, zindandan –evet, zindandan!– başlayan provokasyonlardan sözedecekti. “Ama, şimdi durum çok farklı”, diyecektir; ”tasfiye bu sefer tepeden başladı, biz ise direniyoruz, doğru olan da bu değil mi?”. “Doğru”lar adına hareket etmeyen tek bir kişi bile olmadığı bir acımasız zaman ve mekanda, “devrimin bir tür gelişimi ile devrimciliğin bir türü arasında, kahramanını trajik bir kaderle baş başa bırakan çatışma” bir kez daha yaşanıyor.

İkinci ihtimale geliyoruz; Başkan değişmemiştir, püriten ise onu zaten hiçbir zaman tam anlayamamıştır.  

Sekizyüzyetmişbeş sayfa (şimdilik) doldurmak ve zerre kadar bir şey anlamamak mümkün mü? Politikaya dair küçük bir tartışmaya girmek mümkün gözüküyor: Büyük Adam, büyük bir adamdır ve henüz kimse bunu bilmiyordur. Çok özel ve farklı sözcükler fısıldar birilerinin kulağına. Kendi içinde bir bütünlük teşkil eden ve bir hedef, hem de muhataplarının uğruna tereddütsüz ölebileceği bir hedef gösterir. İlk havarileri ki, rantçılık, kariyerizm nedir bilmezler –bunun objektif zemini de oluşmamıştır zaten– büyük savaşırlar, büyük sonuçlar alırlar. Katar ilerledikçe ve büyüdükçe, pek çokları katılır kimbilir hangi gerekçelerle. Az sayıda kişi, ilk büyülü sözcükleri hatırlar ve Büyük Adamın özüne en yakın sayar kendini. Onlar için savaşmak araçtır, ilk kulağa fısıldanan sözcükler ise amaç. Büyük Adam için ise, amacı ne ise odur, ve kulağa fısıldadıkları ise araç. Büyük Amacı riske atan gelişmeler ortaya çıktığında ise İlk Fısıldanan Amaç‘tan –ki aslında vasıtadır– feragat edilebilir, çünkü Büyük Adam’ın Büyük Amacına uygun bir yol teşkil etmemektir artık. Başkan’ının değişmediğini bu şekilde “anlamamak” mümkün…

Ya da daha “bilme”ye ait bir sorun olabilir. Püriten devrimci tarafından iki cilt boyunca kutsanan ve “geleceği gören, her şeyi bilen” adam olarak medyumvari resmedilen adam gerçekten öyle midir? Epistemolojisinin hiç de böyle olmadığını, ve ne kendisi ne de son virajı da onunla almayı becerenler tarafından öyle algılanmadığını iddia edeceğiz: ”…Bu özellik, Parti Önderliğini hiçbir şeye bağlanmadan, anında her duruma göre hareket etmeye hazır bir konumda tuttu. Parti Önderliği ne gelişirse ona göre hareket ediyor ve cevap oluyordu. Biz buna yanılgılı yaklaşarak, Parti Önderliğindeki diyalektiği göremedik. Öyle sanıyorduk ki, yaşanan bu durumu Parti Önderliği önceden görüyor”.

Son ihtimal: Püriten, büyük işler için yeterince olgunlaştığı fikrinin ayartıcı cazibesinden sarhoş olmuş, örgütsel tarihlerinin en uğursuz döneminde bir devrimci kahraman olarak ortaya çıkabileceği yanılsamasına kapılmıştır. Sonuncu ihtimal, istemeden değil bile bile, gönüllü olarak cürüm işleme anlamına geliyor. Objektif sonuçları bakımından ise her seçenek aynı yere varıyor… Üstümüze vazife olmadığından, ancak bu davanın özneleri tarafından dile getirilme hakkı olan en yıkıcı ithamların alanına girmeden, burada duralım.

Son Bölüm

“O yüzden, pratiğe geri dönmek zorundayız. Ama bu Nietzschevari bir unutma değil, teori ve pratiğin birliğini pratikte sağlamaya çalıştığımız dünyada aktif ve refleksif bir çarpışmaya girmek şeklinde olmalıdır” (Roy Bhaskar, Dialectic: The Pulse of Freedom, London 1993, Verso, s. 49)

Hikaye o ki, kader ağlarını sinsice ördü ve püriten devrimciyi iyi ve çalışkan bir öğrencisi ve izleyicisi olacağına dair” söz verdiği Başkanıyla karşı karşıya getirdi. Üstüne üstlük fiziksel olarak eşit, hatta daha avantajlı olduğu koşullarda. En azından tecrit edilmemişti…

Yoksa bu, devrimci püritenizmin tarihsel haklılığının ispatı mı? “Mani, zaman karanlığın tuzağıdır, mühim olan an’dır, diyor. Benim felsefem de budur” diyen bir Başkan’a karşı tümzamanlar devrimciliğinin, pragmatizme karşı ilkelerin, bilimsel gerçekçiliğe karşı eleştirinin…

Yoksa yediği kaba pisleyen birinden mi söz ediyoruz? Bir kariyeristten mesela. Yoksa asıl oportünizm bu mu?

Yoksa Önderliğinin pratiği, ilkeleri çiğneyen bir pragmatizmin ötesinde bir meta-ilkeye mi dayanıyor? Burada sorgulanan biraz da bu. Her an’da devrimci olan bir sloganın, zamanaşırı bir devrimciliğin olmadığını iddia ediyoruz. İnsanlığın başkaldırı tarihinin dehlizlerinde, ölüme meydan okuyan ezilen liderlerinin binlerce yıl geçse de geçerliliğini koruyan sloganları yankılanıyor hala. Özelde püriten devrimciliğin, genelde ise ezilenlerin tarihinin topyekun trajedisini ‘72’den beri iliklerine kadar hisseden bir liderin, kazanabilmenin en küçük bir olasılığını dahi değerlendirebilmek için yaşama bu denli güçlü sarılmasından daha doğal ne olabilir ki? “Bu aşırı ve oldukça tehlikeli bir yaklaşımdı. Sonuna kadar direniş, yiğitçe bir tavırdır. Yine sonuna kadar birbirlerine bağlı olma. Ancak bu bana aynı zamanda şunu da hatırlatıyor; işte ‘aşiretin son ferdine kadar’. Halbuki biz siyasiyiz. Mühim olan böylesine bir bağlılık duygusu uğruna kendimizi tamamen vermek, bitirmek değil.”

Coğrafyasındaki en güçsüz toplumun, “erkek”liğini en az sonuç alıcı, en fazla tüketici tarzda ortaya döken bir toplumun yegane kurtuluşunu, yaşamak ve yaşatmakta, kendini –her ne adına olursa olsun– tüketmekte değil, yeniden üretmekte gören bir önderinden söz ediyoruz.

Bir havarisi, devrimci tiranın diyalektiğini çelişkinin hakim değil hakimiyet altında tutulan, zayıf yönüyle uğraşmak olduğunu söylüyor. Yani, cinsel çelişkide kadın, ulusal çelişkide Kürt, sınıfsal çelişkide yoksul köylülük. Eğer “ahlaki gerekirlik” aranıyorsa işte buradadır; çelişkinin zayıf taraflarının tümüne bağlanma, ve zayıf yönü güçlendirme çabasını her koşulda ve  “devrimciliğin esasları”yla alay eder bir “tarz ve tempo”da sürdürme. Püriten devrimciliğin ilkelerini şu ana kadar anlaşıldığı haliyle önemsizleştiren, veya burada ileri sürülen görüşler onaylanırsa anlamını tamamen yenileyen bir meta-ilke böylece ortaya konmuş oluyor.

Püriten devrimciye karşı “demokrat” tiran ilişkisine dair son bir söz: Devrimci (veya kimilerinin gevelediği gibi “demokrat”) tiran olamayacağı görüşüne katılıyoruz. Ancak “devrimcilikten yola çıkmış, ama devrimciliğini yadsıyıp tirana dönmüş olmak” da sözkonusu değildir. Devrimcilikle tiranlık karşı karşıya konamaz. Meta-ilke geçerliyse ilkecikleri geçersizleştirir, ve “barış ve demokrasi” döneminde devrimci püritenizmi ya provokatörlüğe ya teslimiyete götürür!

Bugün, bu yazıyla birlikte, biraz da öncekinden farklı olarak “bitmemiş bir hikaye”ye nokta koymanın cüretiyle, her iki olası sonucun da tarihsel örneklerine bu dergi sayfalarında kayıt düşmüz oluyoruz…

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar