Ana SayfaArşivSayı 17Politik düzeyde dinin yeri

Politik düzeyde dinin yeri

Cuma Tat

Marksist yapılar din alanında politik hamleler yapabilecek politik yeterliliğe sahip olmayı yüreklerinde bir ihtiyaç olarak hissetmeli, dini siyasete katmanın gerekliliğini, bu alana girme cesaretini göstererek pratikte sergilemelidirler.

Amaç, düşmanca tutumlar takınıp yermek, bir kısım olumsuz sıfatlar içinde boğulmak, suyu bulandırmak değil, aydınlatıcı ve problem çözücü olabilmektir.

Yönelimimizin kaynağı bilimdir. Bilim ise düşmanca tutum takınamaz. Ancak gerçek dünyada hükmü geçen de politikadır. Politik alanda dinin etkisi altındaki kitlelerle iletişim kurma imkanları var mıdır? Dinin kendi yapısı içerisinde bize imkanlar yaratan dinamikler mevcut mudur? Bu sorulara cevap vermek söz konusu olduğunda tarih biliminin politikayla nasıl buluşturulacağı önem kazanmaktadır.

Yine, üzerinde yoğunlaşacağımız başlıca sorunlar şunlardır: Marksistlerin dine dair politikaları var mıdır? Türkiyeli Marksist çevrelerin dine yaklaşımda somut pratikleri mevcut mudur?

Dini ve onun etkilerini öncelikle her kesimin üzerinde oydaştığı Lenin’in yaklaşımıyla ifade edelim: “Modern kapitalist ülkelerde bu kökler esas olarak toplumsaldır. Dinin en derin kökleri bugün, çalışan yığınların toplumsal olarak ayaklar altına alınmış durumunda ve onların her gün ve her saat çalışan sıradan insanlara savaşlar, depremler vb. gibi olağanüstü olayların verdiğinden bin kez daha şiddetli olarak acıların en korkuncunu, işkencelerin en vahşisini veren kapitalizmin kör güçlerinin karşısında, görünüşteki tam çaresizliklerindedir… İşte modern dinin, eğer bir anaokulu materyalisti olarak kalmak istemiyorsa materyalistin, her şeyden önce, aklından çıkarmaması gereken böylesine bir kökü vardır.”[1] Lenin şöyle devam eder: “Hiçbir eğitsel kitap… yığınların zihninden, bu yığınların kendileri birleşmiş, örgütlü, planlı ve bilinçli bir yoldan dinin bu köküne karşı savaşmayı, her türlü biçimleri içerisinde sermayenin düzenine karşı savaşmayı öğrenmedikçe söküp çıkaramaz.”[2]

Yüzyılların birikimine sahip, halkın afyonu olmuş dine karşı savaşımın temel aracını ise şöyle ifadelendiriyor Lenin: “Birliğimizi, Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni, başka şeylerin yanı sıra tam da, işçilerin her türlü dini aptallaştırılmasına karşı böyle bir mücadele için kurduk.”[3]

Lenin’den yapılan bu alıntılar bizim için temel ve ilk veriler olacaktır.

Peki, daha ayrıntılı konular karşımıza çıktığında ne yapacağız? Yine Lenin’e mi başvuracağız? Biraz evet, biraz hayır. Biraz evet; çünkü bu bizim için temel çıkış noktasıdır. Biraz hayır; çünkü artık yeni hareket tarzları üretilmesi gerekmektedir ve bunun nesnel koşulları da mevcuttur.

Bugün din konusu önemli midir? Evet önemlidir. İlki şu: Her şeyden önce din bugün gericidir. Diğer yandan özellikle son yıllarda gelişip güçlenen ve sisteme tek alternatif gibi gözüken Refah Partisi / Fazilet Partisi’nin aldığı oy ve potansiyelini gören MGK’nın hamleleri ve sağından soluna tüm burjuva partilerin Fethullah Gülen ve benzeri şeyhler ve tarikatlardan el etek öperek icazet almaları dinin toplumda ne denli güçlendiği ve kök saldığının ifadesidir. İlginç ve çelişkili; partilerin bir kısmı ve MGK, dini güçlerle bir taraftan mücadele ettiklerini söylerken diğer taraftan icazet alıyorlar.

Yine Türkiye’de kitlelerin güvenini kazanmış Türk-İslam kırması devlet yapılanması, emperyalizmin hem Ortadoğu’da hem de Kafkaslarda müthiş işine yarayacaktır. Dikkat edilirse tek başına Türki veya İslami bir hükümetin/devletin daha az iş görebileceği kolayca anlaşılabilir.

Dine dair politika üretmek nedir? Bu mesele esasen ülke coğrafyasıyla yakından ilgilidir. Üretilecek politikalarda her yönüyle hassas olunmalıdır. “Aziz Nesin vari” küçük burjuva aydınca yaklaşımlar problemlidir.

Yine Marx’ın yaklaşımını doğru anlamadan ve yorumlamadan, dini, sanki cepheden bir mücadele alanıymışçasına kavrayarak “Din halkın afyonudur” ibaresini, dine karşı her yerde düşmanca muamele edilmelidir, gibi anlamak eğiliminde olan ilkesel yaklaşımları reddetmek gerekir. Marksistlerin yaklaşımı bu olamaz. Marksistler politika geliştiremedikleri için kamuoyundaki, aydın ve idealistçe bu yaklaşımlar tüm sola maledilmiştir. Kamuoyunun, komünistler Sovyetler Birliği’nde camileri kapattılar, Kuran okumayı yasakladılar, Türkiye’de yönetimi ele geçirirlerse aynı şeyi burada da yaparlar, şeklinde özetlenebilecek olan genel yargısını yabana atmamak gerekir. Bu azımsanmayacak düzeyde olumsuz bir havayı sergilemektedir ve böyle düşünen bir halkla komünistlerin barışması, diyalog kurması uzunca bir zaman gerektirecektir.

Bilinir ki “korku, tanrıları yarattı”, ancak bu sadece korku olarak kalmadı. İlkel çağlardan devraldığı insani ilişkilerden bir yumak olarak zaman zaman karşımıza davranışları denetleyen, ticari ekonomik ilişkileri belirleyen, hukuki alana müdahale eden bir sistem olarak çıkıverdi.

Bunun örneklerini özellikle Ortaçağda Batı’da, Roma-Bizans gibi ülkelerde, Uzak Doğu’da Japon-Çin Hanedanlıklarında ve Ortadoğu ile Asya’da İslam hanedanlıklarında görürüz.

Din ile devlet işlerinin ayrıldığı burjuva demokratik ülkelerde dinsel akımlar devlet ve toplum yapısını dinsel ilkelere göre düzenleme iddiasından vazgeçmiştir, vazgeçmek zorunda kalmıştır. Asıl dikkat edilmesi gereken, din ile devlet işlerinin ayrışma yaşamadığı İslam ülkelerindeki İslami örgütlenmelerin yönelim ve iddialarıdır. Bunların güçleri, sağlam bir ekonomik, politik sistem iddiasına sahip olmalarından değil, kapitalizmin vahşice saldırısı karşısında yalnız, çaresiz kalan, zavallılıktan kurtulmak isteyen kitlelerin bu örgütlenmelere dayanmasından gelmektedir.

Bugün İslam’ın kapitalizm dışında bir ekonomik model önermesi mümkün değildir. Buna bağlı olarak, “varolduğu” bilinen İslamın tüm hukuki, felsefi, etik, sosyolojik değer ve anlayışlar da İslamın içinde yer aldığı kapitalist ekonomik modelden bağımsız değerlendirilemez.

Fitre ve zekat sistemi ile faize karşı duruş, mülkiyetten ve sosyo-kültürel değerlerden eşitçe faydalanma imkanını yaratmaz. Kaldı ki Kuran’ın kendisi bizzat zenginlik (mülkiyet) gerçeğini kabul etmiştir. Muhhamed’in kendisi de o dönemin ticari ortamına uygun olarak şöyle seslenmiştir: “Ticaret yapınız, ticarette hayır vardır, bereket vardır.” Burada klasik bir birikim yasası akla gelmektedir.

Dönüştürücü yaklaşım

Somut durumlarda politikamızı neye göre belirleriz, sorusuna cevap verirken karşımızdakinin örgütlü bir güç mü, yoksa bir cami-kilise cemaati, dinsel inancı aynı yönde ağır basan bir topluluk mu olduğunu bilmek durumundayız. Burada ayrım nedir? Ayrımlardan birisi alternatif dinamiktir. Kendince örgütler, tarikatlar, cemaatler kurulup iktidar hedeflenmektedir. Diğeri etkilenmeye, örgütlenmeye muhtaç kitledir ve uygun zaman ile zeminde yaklaşım gösterildiğinde önemli sonuçlara ulaşılabilir.

Dinsel hareketleri politik niteliklerine göre ayırmak gerekmektedir: a) Gerici ve kara yüzlü dinci örgütlü güçler, b) Anti-emperyalist ve anti-faşist dinci örgütlü güçler.

İkincisinde belirleyici yön çok açıktır ve desteklenebilir, işbirliği yapılabilir. Bu konuda örnekler oldukça fazla: Hemen yanıbaşımızda mücadele yürüten bir kısım Filistinli ve Lübnanlı İslami örgütler akla gelir. Dinin etkisinde “körcesine” hareket eden güçler, yani halk açısından bakıldığında yöntem, “Kahrolsun din, yaşasın tanrıtanımazlık” türünden burjuva aydınlanmacı tarzında olmamalıdır.

Türkiye solunun devrimci kesimlerinin genelinde görülen ilkesel, kuru yaklaşıma, yani “dinci gericiliğin bu kadar güçlü oluşunun temel nedeni burjuva demokratik devrimlerin gerçekleşmemiş olmasıdır. Bu sorun devrimle çözülür”[4] diyenlere, şunu sormak gerekir: Polonya’da Dayanışma’nın Kiliseyle el ele vererek ortaya çıktığı gerçeğini, yine İrlanda’da hem Protestanların hem de Katoliklerin dinsel zemindeki tutumlarını demokratik devrim probleminin çözülmediği savıyla açıklayabilir misiniz? Keza Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra ortaya çıkan, sosyalizmle tanışmış Türki Cumhuriyetlerdeki güçlü olduğu söylenebilecek İslami hareketler için ne tür gerekçeler getirilecektir?

Yüzyılların birikimiyle özellikle ezilen ve sömürülenlerde din ya da tanrısal inanç içselleşmiş, bir “yaşam biçimi” olmuştur. Yoksulluk ve çaresizlikle boynu bükülmüş ezilenlerin, bir de örgütlü değilseler, sığındıkları tek yer ruhani dünya olmaktadır. Bu, dinin gericiliğini ortaya koymakla hallolacak bir problem olmasa gerek. Çünkü yerilen, karalanan, mücadele edilen şey yukarıda da belirttiğimiz gibi bir yaşam biçimidir. Bu konuya mutlaka, ince eleyip sık dokuyarak yaklaşılmalıdır. Ayrıca, kapitalizm işçi ve emekçileri ekonomik sömürü çarkına atarken onların dinsel inançlarıyla ilgilenmiyor. Düzenin politik şiddeti elbette dinsel inanç, politik görüş ve taraf ayrımı yapabiliyor.

Uzağa gitmeden bir örnek verelim ve niçin bu yaratıcı politikaların üzerine bir tuğla daha koyamadığımızı bir kez daha düşünelim.

Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye topraklarında yaşayan halkın inançları doğrultusunda nasıl politika üretileceğine dair yaratıcı konuşmalarından birçok örnek gösterilebilir:

“Sevgili vatandaşlarım! Vatan Partisi ‘iş’ ve ‘işçi’ partisidir… Bunu söylerken Müslümanlığın büyük bir hizmetini hatırladım. O büyük söz; ‘Kıyamete kadar yaşayacakmış gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et’ der… Vatandaşlar!: İbadet; halk önünde konuşmak, halk önünde hakkı teslim etmek manasına gelir… Bugün Vatan Partisinin kendini ‘hak’ ve ‘çalışmak’ gibi iki prensip üzerine kurduğunu ortaya koymak lüzumunu duyuyorum.

“İslam’ın büyük prensibi hepimizin bildiği gibi: ‘Leyse lil insane illa masea’ der. Yani, ‘İnsan için çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır, der. İşte o büyük hakikat; aradan binlerce yıl geçtikten sonra bugün dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük içtimai hakikat, insanlığın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır.”[5]

Kıvılcımlı’nın aynı konuşmasından bir başka pasaj. “Gerek paramızın kıymetinin düşmesi gerek hayatın ateş pahası olması tesadüfi değildir. Yani talihsizliğimiz değildir, günahımız da değildir. İlahi bir … demeyelim, azap da değildir. Bizim Tanrıya karşı günahımız nedir ki Tanrı bize böyle azab-ı ilahi göndersin? Bu doğrudan doğruya siyasetin eseridir.”[6]

Dinsel temelli gerici ve her yönleriyle işbirlikçi ve karşı devrimci birçok güç vardır. Hiç tereddütsüz onlarla cepheden mücadele edilmesi gereklidir. Dünyanın farklı coğrafyalarında dinsel temelde veya dinsel argümanları da kapsayan ilerici nitelikli oluşumlar mevcuttur. Bu güçler desteklenmelidir. Ayrıca Marksistler bu güçlerle uygun ve somut koşullarda işbirliği yapabilirler.

Dinsel alanda kalmış olumlu ve örnek olabilecek değerler vardır.

Örneğin, Şeyh Bedrettin, Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus Emre, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Farabi, El Cabir İslam külliyatından bilime, felsefeye, edebiyat ve sanata katkıda bulunmuş olan ve bir çırpıda sayabileceğimiz kişilerdir. Hıristiyan dünyasının da bu konuda önemli değerler barındırdığı bilinmektedir.

Kısaca şu söylenebiliyor: Dini içerikli her şey gericidir, yobazdır ve toplumsal dinamizmi geriye çeker. Bu söylem kolaycıdır ve gericiliği bir adım daha geriletebilecek hiçbir değeri yoktur.

Her şeyden önce, politikada an’daki durum önemlidir. İdeolojik olarak gerici olan nesne an’da denk düştüğü konumla değerlendirilmelidir. Yoksa nesnenin an’daki tutumu anlamlandırılamaz.

Alman komünisti Auguste Bebel, Hz. Muhammed ve Arap Kültürü isimli kitabında insani değerler üretme ve bilime katkıda bulunma açısından İslama ve İslami etkide kurulmuş devlet yönetimlerine ayrı bir önem atfetmektedir. Tabii, Bebel’in bu görüşü bizce sadece bir örnek olmaktan, konumuza yaklaşımda kaynak oluşturmaktan öteye gitmez. Yoksa İslamın bu alanda bir ayrıcalığı olduğunu düşünmüyoruz. Bebel, bilginin, aydınlanmanın önünü açmak isteyen Muhammed’in hadislerinden örnekler verir: “Kim ilim araştırmak için evinden ayrılırsa, o, eve dönene kadar Allah’ın yolunda yürümektedir”, “Kim ilim araştırmak için yola çıkarsa Allah ona cennetin yolunu kolaylaştırır”. Halife Ali de bu konuda şöyle der: ‘Bir adamın en büyük cevheri, onun bilgisidir. Hayatını bilgiye adayan kimse ölümsüzdür. Başka türlü söylersek o kimse yapıtlarıyla ölümsüzleşir.”[7]

Bilimin, aydınlanmanın önünü açmakta ve topluma kolektif dinamik kazandırmakta camilerin ve medreselerin önemi unutulmamalı. Bilinir ki, Muhammed döneminden itibaren toplumsal sorunları tartışma ve sonuca ulaştırma alanı olarak camiler kullanılırdı. Cami, bugünkü gibi pratikten uzak kof ibadet yeri değil, bir anlamda her tür sosyal irtibat alanıydı. Tabii, esas bilgi ve tekniğin okutulduğu alan medreselerdi. Buralarda sosyal bilimler ve pozitif bilimler üzerine bilginlerce ders verilmekteydi.

Sonuç

İki kesim var: Din devleti isteyenler ve devlet dini isteyenler. Bu alanın dışında duran Marksistler bu alana burunlarını sokmak zorundalar.

Din devleti isteyenler: Oluşturdukları veya oluşturmak istedikleri tüm kurumlarla dinin hakim olmasına çalışmaktadırlar. Bu yolda epeyce mesafe katetmişlerdir. Bunlar içinde ittifak yapacak nitelikte hiçbir yapı oluşmuş değildir. Hemen hiçbiri sistem dışına çıkma eğilimi göstermemekte, Ortadoğu, Asya ve Afrika’daki bir kısım dinsel örgütlenmelerin anti-faşist, anti-emperyalist tutumlarının aksine, bizdekilerin görünümü türban takma, kuran kursları açma, cami yaptırma gibi taleplerden yola çıkarak kitlelerin dini duygularını sömüren gerici bir nitelik taşımaktadırlar. İşbirlikçi yanlarını saklamadan icazeti Amerikalılar’a kadar giderek almakta hiçbir mahsur görmemektedirler.

Bu alanda İBDA-C’nin sistem dışına çıkma türü refleksleri vardır. Diğerlerinin hepsi gerici ve faşizan yapıda örgütlenmelerdir.

Devlet dini (isteyenler): Öteden beri devletin dini vardır. Bu, Sünniliktir. Devlet 80’li yıllardan itibaren Sünniliğin halkın kontrolünü elinde tutmaya yetmeyeceğini görerek, Aleviliğin de devlet dini olmasına dönük çabalar içerisine girmiş ve bunda önemli ölçüde başarılı da olmuştur.

Din, geniş kitlelerin ya militanlaştırılması için ya da pasifleştirilip vahşi sömürü ve zulmün tül perdesi olması için kullanılıyor. Marksistlerin bu alandan uzak durma lüksleri yoktur. Somut tutumlar almak zorundadırlar. “İşçi yığınlarını, sömürülen kitleleri, dinci ideolojinin etkisinden kurtarmanın yolu onları sınıf mücadelesine çekmekten geçer.”[8] Bu bir saptama olabilir ama asla ilkesel düzeyde anlaşılan bir yönelim olmamalıdır. Sol bu anlayışı katı, ilkesel düzeyde tutmakla malüldür.

Bugün İslam özellikle üçüncü dünya ülkelerinin ağırlıklı dini konumundadır. Bu önemsenmelidir. Ancak, daha önce de belirtildi, İslama ve diğer dinlere özgü bir ekonomik yapı yoktur. İslamın basit birtakım ekonomik ilkeleri vardır. Ekonomik sistem olarak sunulan bu ilkeler, fitre, zekata dayalı, kalplerin yumuşamasına, iyi niyete hitap eden ve Hz. Ömer adaletini aşamamış bir “sistemdir”.

Bu bakımdan İslam yerli yerine oturtularak, İslami hareketlere ve kitlelerdeki İslami yönelime ilişkin dikkatle ve özenle politik manevralar geliştirilebilmelidir.

Politikada imkan görülen her alanda politikleştirme girişiminden kaçınmamak, bunun her fırsatta kaygısını taşımak zorunluluğu vardır. Politik alanda üretim yapma ve söz söyleme imkanının ilk şartı ise güç ve partisel faaliyettir. Bu olmazsa olmaz koşuldur.

 
 



[1] V. İ. Lenin, Marx, Engels, Marksizm, Sol Yay., s. 269-70.

[2] A.g.e., s. 270.

[3] Lenin, Din Üzerine, İnter Yay., 1. Baskı, s. 10.  

[4] Ali Şahin, “Marksizm ve Din”, Emeğin Bayrağı, Yıl 2, Sayı 14, s. 27.

[5] Hikmet Kıvılcımlı, Eyüp Sultan Konuşması (1957). Bu konuşmanın bir kısmına Teori ve Politika‘nın elinizdeki sayısında yer verildi.

[6] A.g.e., s. 12.

[7] Auguste Bebel, Hz. Muhammed ve Arap Kültürü, Çev.: Veysel Atayman, s. 101.

[8] Ali Şahin, a.g.e.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar