
İsrail ve ABD ile İran arasında şimdilik bir ateşkesle duran savaşa dair Teori ve Politika’nın internet sitesinde politik tutum belirten birkaç yazı yayınlandı. Bu yazıların ortak özelliği İran yanında tutum almak ve Türkiye solunda yaygın olarak gözlemlenen “Ne İran ne İsrail”ci tutumu eleştirerek bize göre politik gerçeğin herhangi bir öğesi olmayan üçüncü bir tarafta yani “Ortadoğu’nun ezilen halkları”nın tarafında olmayı salık veren tutumu eleştirmekti. İran’ın yanında tutum almanın bağımsız devrimci tarzı anlatılıyordu söz konusu yazılarda. Aşağıdaki satırlarda bu iki argüman veri kabul edilecek, yeni bir argüman eklemeksizin yalnızca ikincisi farklı bir bakış açısından ele alınmaya çalışılacak. Türkiye solunun geniş kesimlerince paylaşılan romantik tutumun eleştirisinin nasıl bir yöntem izlemesi gerektiği tartışılacak.
Tartışmayı yürütürken referansım Garbis Altınoğlu’nun “ABD-İsrail-Britanya Şer Ekseninin Son Hamlesi” isimli yazısıdır. Altınoğlu’nun yazısı, içeriğinden çok bir konu olarak İran’a yaklaşım tarzı bağlamında önem taşıyacaktır. Garbis Altınoğlu, uğrunda büyük bedeller ödediği Marksist-Leninist çizgiyi örnek bir şekilde izleyerek, ABD ve İsrail’in karşısında, buna karşılık İran’ın yanında tutum alınması gerektiğini kuvvetli önermelerle savunuyor ve Batı diyebileceğimiz emperyalist blokun İran’a yönelik iki yüzlü politikalarını bir bir sıralıyor. BM’nin sözüm ona Güvenlik Konseyi ile emperyalizmin Ortadoğu’da egemenlik sağlaması yolunda taş döşediğini ve İran’ın caydırıcı bir güç olmasını engellemek amacıyla UAEK (Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu) aracılığıyla bu ülkenin nükleer programını gayrimeşru bir denetime tabi tuttuğunu aynı kuvvetle vurguluyor. Altınoğlu, uluslararası emperyalist düzenin içinde sistemin egemen güçlerini de denetlemeleri gereken sözde devlet üstü bu yapıların, lanse ettikleri varlık amaçlarıyla çeliştiklerini ampirik örneklerle kanıtlıyor.
Peki, tereddütsüz olarak Marksist-Leninist diyebileceğimiz Garbis Altınoğlu yazısında, neden “önde gelen emperyalist devletlerin karşı-devrimci manevra ve pazarlıklarının bayağı bir sahnesine dönüşmekle” nitelediği BM’nin uluslararası hukuku üzerinden bir tartışma yürütüyor? Neden emperyalizmi hedef alırken argümanlarını emperyalizmin hizmetinde olduğu aşikâr olan kurum ve yasalara referanslarla desteklemeye çalışıyor? Neden dünyanın egemeni diyebileceğimiz somut güçlerin yani emperyalist Batı blokunun kurduğu bağlamın içinden tartışıyor? Neden İran’a yapılan müdahalelerin verili bağlam ile de çeliştiklerini vurgulama ihtiyacı hissediyor?
Oysa Marksizmin, hem pratik ayağını oluşturan devrimci politikanın meşruluğunu kanıtlarken hem de mevcut politik gerçekliğin teorik analizini yaparken verili olan bağlamı önsel olarak reddettiğini bilir ve kabul ederiz. Bu bir zorunluluktur; zira onu reddetmezse bu kez kendi varlığını savunacak dayanak noktalarını yitirir. Parantez mahiyetindeki bir cümleyle önsel reddin kale almamak olmadığını belirtelim. Garbis Altınoğlu, adanmış bir Marksist olarak, BM hukuki sisteminin emperyalist blokun meşruiyet zeminini sağlayan bir kurumsal yapılar bütününden daha fazlası olmadığını pekâlâ biliyor. Yani dünya egemenlerinin hukukunun onlar üzerinde bir belirleyiciliği olduğunu önsel olarak reddediyor. Nitekim Altınoğlu, egemenlerin meşruiyet kaynağı olan ve daha fazlası olmayan hukuklarına ve normlarına olan reddiyesini hayat pratiği ile sarsılmaz bir şekilde ortaya koydu. Yine de reddiyesinin en büyük kanıtı olarak gösterilebilecek devrimci pratiğini geride bıraktığı, artık bu konuda kanıtlayacak bir şeyi kalmadığı bir tarihte; 2006 yılının Aralık ayında yayınladığı yazısında İran Devlet Başkanı Mahmut Ahmedinejad’ın şu sözünü bir argüman olarak kullanıyor: “Artık BM Güvenlik Konseyi’nin, ABD, İngiltere ve Siyonist rejimin uşağı olarak hiçbir itibarı kalmadı.” Kuşkusuz Garbis Altınoğlu’na göre “artık” cümlede bir fazlalık; o, İran Devlet Başkanının ifade ettiği sonuca çoktan varmıştı. Altınoğlu’nun Ahmedinejad’dan yaptığı bu alıntı ve şu ifadeler bir noktayı işaret ediyor:
“BM ‘Güvenlik’ Konseyi’nin İran’a ilişkin aldığı son karar özellikle 11 Eylül 2001’den bu yana, Amerikan neo-faşistlerinin emperyalist müdahale ve saldırganlıklarına bir meşruiyet / yasallık kılıfı giydirme çabasını bile bir yana bıraktıklarını ve varolan uluslararası burjuva hukukunu ve BM Sözleşmesi’ni tümden hiçe saydıklarını bir kez daha ortaya koydu.”
Bu ifadeleri ile Garbis Altınoğlu önsel olarak reddettiği bağlamı, onun içine girerek yalnızca o bağlamda anlam ifade eden kavramlarla çürütme çabasında. Kanımca Garbis Altınoğlu’nun yürüttüğü tartışmanın yöntemi yani egemenlerin kurduğu bağlamı önsel olarak reddetmesine karşın yine de o bağlamın içerisinden tartışma yürütmesi onun sarsılmaz gerçekçiliğinin bir semptomu. Bu bağlamın dayanağının, bir gerçeğin, somutun parçası olduğunu biliyor.
Egemen emperyalist güçler hem kendi meşruiyetlerini tesis etmek hem de sürdürmek için retoriklerini geliştirdikleri bir bağlam kuruyorlar. Ardından, ister belirleyicisi ister belirleneni olsun bütün politik güçler mevcut bağlamın çizdiği çerçeve içinden konuşuyor. İşgal hazırlığındaki bir emperyalist devlet işgalin meşruiyetini falanca hukuki kurumun koyduğu falanca hükmü referans kaynağı yaparak sağlıyor. Aynı şekilde egemen emperyalist blokla maddi güç bakımından aşık atamayacak İran gibi politik güçler de bu asimetrik durum uyarınca bağlam içinde meşruiyet aramak zorunda kalıyor. Süregelen İsrail saldırılarına yanıt veren İran, savunma hakkını bağlam içinden referanslar vererek dillendiriyor. Çin gibi, emperyalist egemenliği zorlayan ve SSCB’nin yıkılmasından beri politik dünyayı ilk kez çift −ya da çok− kutupluluğa iten bir süper güç dahi bu meşruiyet kaynağını kullanıyor. İran’a desteğini, örtük veya açık olarak Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın “egemenlik” ve “saldırıya uğramama” ilkeleriyle temellendiriyor. Bana kalırsa bunun nedeni bir kimsenin ekonomik gücüne karşılık gelen senet gibi bu bağlamın da fiziksel güce karşılık gelmesi. Eğer onu imzalayan kişinin, senette yazan meblağa karşılık gelen bir ekonomik gücü yoksa senet bir kâğıt parçasından hallicedir. Buna benzer olarak, verili bağlamı anlamlı kılacak garantör niteliğinde bir veya birkaç fiziksel güç yoksa da bağlam uçup gidecek sözlerden hallicedir. Bu mantığın bizi zorunlu olarak götüreceği yer ise, bağlamı esnetme veya değiştirme kapasitesinin bir politik öznenin fiziksel gücünün büyüklüğüyle paralel olduğudur. Yani verili bağlamın bir politik özne tarafından teorik, ideolojik vb. olarak reddi reel politika yapma söz konusu olduğunda anlamsızdır. Altınoğlu’nun, önsel reddine karşın, reel politikayı analiz ettiği bir yazısında bağlam içinden tartışma yürütmesi bu yüzden oldukça manidar.
Devletleşmek bir yana henüz güçlü ve yaygın bir örgütlülük kuramamış fakat politik özneleşme sürecinde olan devrimci yapılar için verili siyasal düzenin kurduğu bağlamı önsel olarak reddetmek elzemdir. Diğer yandan hem politik özneleşme sürecindeki yapılar hem de bizim ve 2006’daki Garbis Altınoğlu’nun olduğu gibi eli silah değil kalem tutan kimselerin verili, “gerçek” olan bağlamda da tartışma yürütmemesi her yönüyle gerçeklikten kopukluğun bir delaleti olacaktır. Egemenlerin kurduğu hukuki ve normatif meşruiyet bağlamının dışından onun geçersizliği ile ilgili tartışma yürütürken aynı zamanda verili bağlamın içinden onlarla bizatihi kendi kavramlarını silah haline getirerek kavga etmenin yollarını bulabilmeliyiz. Kısacası, İran konusunda da verili bağlam içerisinden tartışma yürütmek bana göre kurmaya çalıştığım mantık uyarınca meşru olmaktadır.
Peki, Türkiye solunun geniş kesimlerinin, İsrail ve ABD ile İran arasındaki güncel savaş ile ilgili bizatihi kendilerinin kurduğu bağlam içinden tartışma yürütmek de aynı şekilde meşru mu?
Garbis Altınoğlu’nun gerçekçi tutumunun buna hayır cevabı vereceğini düşünüyorum. Çünkü Türkiye solunun sözü edilen kesimlerinin, kurdukları bağlamın içinden tartışma yürütülmesini gerekli kılacak bir gerçekliğinin olmayışının, yani gerçeksizliğinin olmasının yanı sıra böyle bir bağlam içinden tartışma yürütmek, tutumuna karşı olduğumuz yaygın sol düşünce ile yanlış bir etkileşim içine girmek olur. Bunu adım adım olabildiğince açmaya çalışayım.
İlk olarak, gerçeksizlikle kast etmeye çalıştığım şeyin somut güçle yakından ilişkili olduğunu söylemem gerek. Tartışma yürütülen bir bağlamı nitelik olarak istediğimiz kadar zayıf ve tutarsız bulalım eğer bu bağlam devrimci veya karşı-devrimci bir politik özne tarafından esas alınıyor veya kuruluyorsa önemlidir. Somut gücün verdiği kudret nedeniyle, önsel olarak reddetsek de, bir bağlam tanımlayan politik özneyle tanımladığı bağlam içine girerek tartışma yürütmek zorundayız. Buna, Selami Bulut’un “Silahlara Veda” isimli yazısında öz-savunma üzerinden kurduğu tartışmanın örnek verilebileceğini sanıyorum. Fakat Kürt Hareketinin aksine Türkiye solu toplam varlığıyla bile politik bir güç değil. Yani Türkiye solunun oluşturduğu bağlam, zayıf ya da tutarsız gibi niteliklerinden bağımsız olarak onu esas almamızı gerektirecek somut dayanaktan yoksun.
İkinci olarak ise, İran üzerine solda üretilen yaygın argümanlara bana göre nasıl bir yöntem çerçevesinde karşılık vermemiz gerektiğini açıklamaya çalışacağım. Bunun için öncelikle bağlamın niteliği bakımından esas alınması gerekip gerekmediğini tartışacağım.
Türkiye solunun geniş kesimlerince yürütülen İran tartışmasının oturduğu bağlam, İran ve emperyalistler arasındaki savaşın iki gerici gücün amansız çıkar kavgası olduğu fikri üzerine kuruludur. Bu kavganın esas mağdurları da hem gerici İran rejimi hem de saldırgan İsrail tarafından ezilen Ortadoğu halklarıdır. Esas olan, bu güçlerin doyumsuz güç ve sermaye hırsından dolayı başladıkları savaşta taraf olmak değil, asıl mağdurların kenetlenip devletleri topyekûn yıkmasını desteklemektir.
Oysa içinde yaşadığımız konjonktürde, ortada İran devletini İsrail ve ABD dışında devirebilecek bir güç yoktur. Seslenilen ezilen halk yığınları ne seslenilebilecek bir politik güçtür ne de yekpare bir bütündür. Bir anlamda, ses olsa da, seslenilen ya da sese gerçek olarak kulak verecek yoktur. Yani bu ses sahipleri somut bir durumun somut analizi bir yana teorik analizini bile yapmıyor; bir bağlam kurmuyorlar. Somut bir durumu onun bir parçası olmayan, onun dışında olan ya da dışında bile −en azından henüz− olmayan soyut özneler bağlamında tartışıyorlar. Tartışma spekülasyonlardan öteye gitmiyor.
Kurdukları bağlam açısından, tartışma kaçınılmaz olarak spekülatif bir Marksist devrimci gücün bu konjonktürde nasıl davranması gerektiği üzerine bir tartışma oluyor. Bu soruna karşın yine de mevcut durum ile ilgili bize göre olumlu olacak bir politik-ideolojik tutum pekâlâ üretebilir ki TvP sitesinde yayınlanan “İran’ın İsrail ve ABD’ye karşı ‘haklı savaş’ı” ve “Bugün İkinci Enternasyonalcilik ‘Ne İran ne İsrail’ demektir”isimli yazılarda bu tür bir tutumun üretildiğini görebiliriz. Burada mevzu üretilen tutum değil tartışma metodudur. Bence doğru olan, kurulan bağlamın bir gerçekliğinin olmayışını vurgulamanın yanında niteliksel anlamda da esas alınacak bir tarafının olmadığını belirtmektir. Dolayısıyla mesele, sadece önsel olarak değil tümden reddetmek ve yeni bir bağlamda tartışmaktır.
Bana göre yeni bir bağlamın kurulması demek aslında Türkiye solunda genişçe yer alan asli sorunu ifade etmektir. Çünkü eleştirdiğimiz asıl şey spesifik olarak İran konusunda alınan tutum değildir. Asıl eleştirilen, politik düşünüş yerine normatif ve/veya ahlaki bir düşünüşün ikame edilmesidir. Somut bir durumun soyut bir tahayyül kerteriz alınarak yorumlanmasıdır. İran bu düşüncenin yalnızca bir uğrağıdır, kaynağı değil. O yüzden İran meselesinde İran’ı desteklediğimizi belirtirken karşıt olduğumuz mevcut sol düşüncenin kurduğu bağlamı reddetmek ve yalnızca somut duruma odaklanmak, aslında tartıştığımız düşünceye yönelmede en iyi yöntemdir.
Tekrara düşmek pahasına birkaç cümleyle bu tartışmayı devam ettireceğim. Bana öyle geliyor ki solun geniş kesimi tarafların keskinleştiği bir konjonktürde taraf alırken ideali arıyor. Gerçek olan kaçınılmaz bir şekilde kirlendiği için temiz ama soyut olan bir tarafa yöneliniyor. Bu taraf, yeri gelir herhangi bir politik güç tarafından temsil edilmeyen dolayısıyla herhangi bir politik varlığı olmayan ezilen halklar olur, yeri gelir her zaman sömürülen fakat bu sömürüyü her zaman “ezilme” olarak yaşamayan işçiler olur. Sabit olan, İran’ın bütün gerçekliğinin aksine, desteklenenlerin, politik anlamda gerçek olmayışlarıdır. Burada söz konusu olan elbette, −şu an ve şu yerde somut birer özne olmayı gerektirmeyen− tarihsel ve toplumsal gerçekliklerinin değil politik gerçekliklerinin olmayışıdır. İran söz konusu olduğunda seçilen taraf bu yaklaşım uyarınca saptanmış bir taraftır.
Bu tarafın olası varlığı halinde nasıl davranması gerektiği hakkında oluşturulacak spekülatif bir senaryo üzerine laf etmek sıcak konjonktür içindeyken bu kez bizzat bizim somuta soyutu katmamız olacaktır. Düşünce egzersizi olarak çok verimli olabilecek bu mesele, günün değil de tarihin içindeki örnekler üzerinden pekâlâ tartışılabilir.
Bizim yapmamız gereken, politik bir konunun politika dışı bir soyutla yapısal özelliklerinden arındırıldığı bir tartışmada soyut değil somut olan politikanın üzerinde durmaktır; bütün temizliği ve püripaklığıyla ideanın yerine gerçek olmasının getirdiği kaçınılmaz kirliliği ile İran’ı, bir bağlam kurarak desteklemektir.