Ana SayfaKürsüHedef Ülke İran - II

Hedef Ülke İran – II

İran’ın Nükleer Programı

14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu, ölümüyle unutulmaya terk edilmemesi gereken yazılar kaleme aldı. Altınoğlu’nun yazılarının ‒bizce küçük bir yön dışında‒ temel özelliği, artık dağılmaya yüz tutan Marksist-Leninist doğrultuyu yansıtmasıydı. Bu nitelik, bizi ona karşı yükümlü kılmaya yeter. Bu bağlamda, Garbis Altınoğlu’nun konjonktüre uygun düştüğünü değerlendirdiğimiz yazılarına yer veriyoruz. (Altınoğlu yazılarının editörlüğünü Nazım Taban yürütmektedir.)

Ön not

Garbis Altınoğlu, uzun yıllar İran’ın emperyalist saldırganlık tarafından kuşatılmasına dikkat çeken yazılar yazdı. Marksizm-Leninizmin öğreti olarak genel doğrultusunu temsil etmek bakımından bir mihenk gördüğümüz Altınoğlu’nun bu ülkeyi ta 2000’lerin ilk yıllarından beri neden savunduğunun gerekçeleri bizatihi bu bilgi yüklü ve öğretinin temel ilkelerini yansıtan yazılarında bulunuyor.

Aşağıda sunduğumuz yazı, 11-22 Ekim 2005’te yayınlanan uzun çalışmanın ikinci bölümü. Yazının ilk bölümünü 21 Haziran’da yayınlamıştık. Yazı, 2011’de Belge Yayınları tarafından Ortadoğu: Seçme Yazılar adıyla kitaplaştırılan yapıtta da yer alıyor. Önümüzdeki günlerde yayınlayacağımız üçüncü bölüm “İsrail’in Rolü” ve son olarak dördüncü bölüm de “Kürtlerin Konumu Üzerine Birkaç Söz” başlığını taşıyor.

Bu vesileyle, değerli Ermeni Marksist-Leninisti bir kez daha saygıyla anıyoruz. 

***

ABD ve İsrail uzun süredir İran’ın kitle imha silahları ve “nükleer silah programı” konusunda yaygara yapıyorlar. Bu demagojik yaygaranın tonu, 2003 Martında Irak’ın işgalinden sonra daha da yükseldi. Bu iki terörist devlet, ortaya hiçbir kanıt koymaksızın İran’ın, NPT’nin (=Nükleer Silahların Yaygınlaşmasını Önleme Anlaşması) bütün ülkelere tanıdığı hakka dayanarak yürüttüğü sivil nükleer enerji üretme çalışmalarını hedef alıyor ve bu çalışmaların, gizli bir nükleer silahlanma çalışmasını kamufle eden bir örtü olduğunu ileri sürüyorlar. Özellikle 2003’ün ortalarından bu yana, başını Britanya, Fransa ve Almanya’nın çektiği −ve İran’dan farklı olarak NPT’yi imzalamamış olan İsrail’in, Pakistan’ın, Hindistan’ın nükleer silahları konusunu asla ağzına almayan ve özellikle de NPT’yi göz göre göre çiğneyen ve devasa bir nükler silah stoğuna sahip bulunan ABD sözkonusu olduğunda süt dökmüş kediye dönen− AB ülkeleri de bu uğursuz koroya katıldılar. Örneğin, AB’nin Dışişleri ve Güvenlik Bakanı Javier Solana, Ağustos 2003 sonunda Tahran’a yaptığı bir ziyarette İran’ı, NPT’nin ek protokollerini imzalaması konusunda uyardı ve onlara, bu protokolleri imzalamamalarının kendileri için kötü olacağını söyleyebildi.

İran, ileri sürülen kaygıları gidermek amacıyla Ekim 2003’te İran, Britanya, Fransa ve Almanya’yla bir anlaşmaya vardı ve nükleer programıyla ilgili olarak aldığı güven arttırıcı önlemler çerçevesinde tam saydamlık sağlamayı ve uranyum zenginleştirme çalışmalarını gönüllü olarak ve geçici bir süre için askıya almayı kabul etti. Böylelikle İran’ın nükleer tesisleri IAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı) uzmanlarının olağan denetimlerinin yanı sıra ani ve daha kapsamlı denetimlerine açık hâle getirildi. Ama Kasım 2004’e gelindiğinde IAEA Genel Direktörü Muhammet Elbaradey, o güne kadar İran’da deklare edilmemiş herhangi bir nükleer malzeme ya da çalışma saptanmadığını söyleyecekti. IAEA’nın bugüne kadar İran’ın nükleer tesislerinde yaptığı son derece detaylı araştırmalar ortaya bir nükleer silah yapma programı savlarını doğrulayacak hiçbir veri koymadı. Buna rağmen −Irak’ta ve başka yerlerde yaptıkları gibi− İran’ı peşin olarak suçlu ilân eden ABD ve İsrail bildiklerini okumaya devam ediyor ve onun kendisinin SUÇSUZ OLDUĞUNU KANITLAMASINI isteyebiliyorlar. Dünya işçi sınıfı ve halklarının bu can düşmanlarının, elleri milyonlarca ve milyonlarca emekçinin kanıyla lekelenmiş bu savaş suçlularının, bu ikiyüzlü sahtekârların yaygaraları konusunda söylenecek çok şey var.

Her şeyden önce, İran’ın nükleer çalışmalarının 1957 gibi erken bir tarihte başladığını anımsamak gerekiyor. Washington ve Londra’nın uşağı olan Pehlevi kliği tarafından yönetilen İran bu tarihte, ABD ile ilk sivil nükleer işbirliği anlaşmasını imzalamıştı. Bu anlaşmanın imzalanmasını izleyen 20 yıl boyunca ABD İran’a, nükleer programını geliştirmesi için zenginleştirilmiş uranyum, plütonyum ve tekniksel destek sunmuş ve ilk deneysel reaktörü satmıştı. Şah Rıza Pehlevi’nin, nükleer silah üretmeyeceği yönünde hiçbir yükümlülük altına girmemesine ve nükleer silah edinme ihtirasının bilinmesine rağmen, 1970’lerde ABD Başkanı Gerald Ford İran’a, yakıtıyla birlikte sekiz nükleer santralin ve uranyum zenginleştirmede kullanılan lazerlerin satışını onaylamıştı. O dönemde İsrail’le ilişkileri iyi olan ve ABD’nin Körfez bölgesindeki çıkarlarını korumak için tepeden tırnağa silahlandırılan İran’ın nükleer programı üzerinde hiç de bugünkü gibi kıyametler kopartılmamış, Şah’ın, bugünkü İran yönetiminin imzalamış olduğu NPT’yi imzalamayı reddetmesi bile sorun yapılmamıştı.

ABD ile İsrail’in nükleer silah ya da kitle imha silahı tehdidi konusunda asla içtenlikli olmadıkları Washington’un; İran, Suriye, Mısır ve Ürdün’ün BM “Güvenlik” Konseyi’ne sunduğu karar tasarısına karşı aldığı tavırla bir kez daha ortaya çıktı. Tüm Ortadoğu’nun nükleer silahlardan arındırılmasını öngören Aralık 2003 tarihli bu karar tasarısı, ABD’nin veto tehdidi üzerine geri çekildi. Bunun nedeninin ABD’nin, Siyonist canavarın nükleer dişlerinin çekilmesini kabul etmeye hiçbir zaman yanaşmaması olduğu açık. Bugün dünyada, 9’u nükleer silahlara sahip 30 ülkenin aktif nükleer programları bulunmasına rağmen Siyonistler ve ABD emperyalistleri, tüm dikkatlerini İran’ın sivil nükleer çalışması üzerinde yoğunlaştırmış bulunuyorlar. Herhangi bir yasa ya da hukuk tanımayan ve kendilerini dünyanın efendisi sayan Amerikan neo-faşistleri, hangi devletin nükleer silah sahibi olması ya da hatta hangi devletin barışçı amaçlı nükleer çalışma yapması gerektiği konusunda tek yetkili makamın kendileri olduğunu düşünüyor olmalılar.

ABD; 1990’lı yıllarda kendisinin desteği ya da göz yummasıyla nükleer silahlara sahip olan ve tüm dünyanın gözleri önünde bunları geliştirmeye devam eden Pakistan ve Hindistan’ın NPT’yi imzalamasını, nükleer tesislerini IAEA’nın denetimine açmasını talep etmemekte, Brezilya gibi başka bazı ülkelerin nükleer alanda sürdürdükleri çalışmaları dert etmemektedir. Tabiî ABD, en gelişmiş savaş uçakları, tanklar, füzeler ve savaş gemilerini de kapsayan konvansiyonel silahlarla tepeden tırnağa donanmış olan ortağı ve şubesi İsrail’in, 200 ila 500 dolayında olduğu tahmin edilen nükleer cephaneliğinin ve nükleer denizaltılarının varlığını dahi kabul etmemesini, NPT’yi imzalamamasını ve IAEA’nın denetimine tâbi tutulmamasını da dert etmemektedir.

Dahası, ABD’nin son yıllardaki askerî harcamaları kendisinden sonra gelen 15 devletin −ya da AB’nin 25 ülkesi artı Rusya ile Çin’in− askerî harcamalarının toplamından daha fazladır. SIPRI’nin (Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) rakamlarına göre, 2004 yılında ABD’nin askerî harcamaları, 1,035 milyar dolar (ya da 1 trilyon 35 milyar dolar) olan dünya askerî harcamalar toplamının yüzde 47’sine denk düşüyordu. Yani, sürekli olarak yenilediği ve büyüttüğü devasa bir konvansiyonel silah stokuna ek olarak 7,000’den fazla nükleer silaha sahip olmasına rağmen ABD, NPT’nin gereklerine uymamaktadır; o, NPT’nin, nükleer silahlara sahip olan devletlerin, bu silahlarının sayısını zaman içinde azaltmalarını öngören maddesine uymadığı gibi, bu anlaşmaya aykırı olarak mini-nükleer bombalar ve yeraltındaki pekiştirilmiş silah silolarını hedef alan yeni nükleer silâhlar geliştirmekte, uzayı silahlandırmakta ve kendi nükleer cephaneliğinin IAEA uzmanları tarafından denetlenmesine izin vermemektedir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, dünyada atom bombasını ilk ve son kez kullanmış bir devlet olma “onuruna” sahip olan ABD, ‘önleyici vuruş’ faşist askerî doktrini uyarınca, kendisi için tehdit oluşturduğunu ya da oluşturabileceğini düşündüğü devletlere saldırma ‘hakkı’na sahip olduğunu savunmakta ve bunun, nükleer silahları olmayan ülkelere ve hatta “terörist gruplara” karşı nükleer silahlarla saldırma ‘hakkı’nı kapsadığını da ileri sürebilmektedir. Bunun için Amerikan haydutlarının sizi ya da birilerini, kendileri açısından ‘potansiyel tehlike’ olarak görmeleri yeter.[1]

Öte yandan, Yanki emperyalistleri, tıpkı Irak’a karşı giriştikleri korsanca saldırıdan önce yürüttükleri dezenformasyon kampanyasında olduğu gibi, genel olarak İran’ın askerî kapasitesini ve özel olarak da İran’ın nükleer çalışmalarının düzeyini ölçüsüzce ve histerik bir tarzda abartmakta, hiçbir kanıt olmadığı halde İran’ın barışçı amaçlı nükleer çalışmalarının ardında gizlice nükleer silah üretme çabasının yattığından kuşkulandıklarını söyleyip durmakta ve hatta bu ülkenin adeta nükleer silah yapma aşamasına geldiğini ileri sürmektedirler. ABD ve onların uzantıları, Irak’a karşı giriştikleri korsanca saldırıdan önce de, Bağdat’ın çok miktarda kitle imha silahına sahip olduğu, hatta nükleer silah programı bulunduğu ve Saddam Hüseyin kliğinin bu ‘korkunç’ silahları dolayısıyla gerek komşuları, gerek Batı Avrupa ve gerekse ABD için ne büyük bir tehdit oluşturduğu yalanını tekelci medyanın yardımıyla aylar boyu yineleyip durmuşlardı.[2] Benzer bir süreç şimdi de yaşanıyor.

Kaldı ki, karşılarındaki güçlerin, −ABD, İsrail, Britanya vb.− binlerce ve binlerce nükleer başlığa ve çok daha güçlü hava, deniz ve kara kuvvetlerine sahip olduğu hesaba katıldığında, İran ya da Kuzey Kore gibi bir ülkenin birkaç adet nükleer silaha sahip olması neyi değiştirebilirdi ki? Zaten ekonomik güçlüklerle ve ülke içindeki sorunlar ve hoşnutsuzluklarla boğuşmakta olan bu ülkelerin, son derece sınırlı güçleriyle ABD’ye ya da ortaklarına saldırabileceklerini ya da onlar için tehdit oluşturabileceklerini ileri sürebilmek demagojinin doruğu değilse nedir? Hangi ülke yöneticisi, ABD’nin konvansiyonel ve nükleer silahlarla yapacağı korkunç misillemeyi göze alarak bu ülkeye saldırmaya kalkışabilir? Dahası, sürekli olarak sömürgeci ve emperyalist müdahale ve işgallerin hedefi olmuş olan bu ülkelerin başka ülkelere karşı saldırgan bir politika izlediklerini gösterecek tarihsel veriler olmadığı gibi, ABD ve Batı Avrupa başta gelmek üzere sömürgeci/ emperyalist ülkelerin tüm tarihi adeta geri ve bağımlı ülkelere saldırı, onları teslim alma ve onların zenginliklerini yağmalama tarihidir.

İran bütünüyle haklı olarak, uluslararası anlaşmalar ve NPT çerçevesinde barışçı amaçlarla nükleer enerji üretimine dönük çalışmalarını sürdürmektedir. Ve ABD ve AB’nin baskı, tehdit ve şantajlarına rağmen bu hakkından asla vazgeçmeyeceğini, kendisinden bunun istenmesinin bir “nükleer apartheid”dan başka bir şey olmadığını söylemektedir. O böyle davranmak suretiyle, ‘efendi’ ülkelerin ‘geri’ ülkelere göre ayrıcalıklı ya da George Orwell’in deyişiyle ‘daha eşit’ olmaları gerektiğini savunan ABD ve ortaklarının sömürgeci mantığını da reddetmekte ve tüm nükleer-olmayan ülkelerin haklarını savunmaktadır. ABD ve İsrail’in baskısıyla İran’ı uluslararası anlaşmalarla sahip olduğu barışçı nükleer çalışma yürütme hakkından yoksun bırakmaya çalışan AB emperyalistlerine gelince onlar, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Britanya ve Fransa yöneticilerinin Hitler faşizmi karşısında oynadığı rolün benzerini oynuyorlar; yani asıl saldırgan güçlere −ABD ve İsrail− tavır almak yerine, kurban edilmek istenen ülke ya da ülkelerin üzerine gidiyor, saldırgan güçleri yatıştırmak için potansiyel kurbanları daha ve daha fazla taviz vermeye teşvik ediyor, hatta zorluyorlar. Ama, İkinci Dünya Savaşı öncesinde/ sırasında ve en son Irak’ta yaşananların da gösterdiği gibi bu yol, saldırganları daha fazla yüreklendirme ve küstahlaştırma yoludur. Bu yol, barışı muhafaza etme değil, savaşı yakınlaştırma yoludur. ABD-İsrail saldırganlarına karşı çıkmama, onların işini kolaylaştırma politikası, son çözümlemede Batı Avrupa emperyalistleri açısından da kendi bindiği dalı kesmek anlamına gelmektedir. Onlar, kendileriyle enerji ve ticaret alanında önemli ilişkileri bulunan İran’ı kurban etmeye çalışmak suretiyle, dünya ölçeğinde tam ve sınırsız egemenlik kurmak, AB emperyalistlerini de hizaya sokmak ve onları da Washington’un diktasına uymaya zorlama peşinde olan Yanki haydutlarının işini kolaylaştırmakta ve kendi emperyalist iddia ve ihtiraslarını rüzgâra savurmaktadırlar.

Bu arada, NPT’nin hiç de adil bir nitelik taşımadığını, nükleer silahlara sahip “büyük” ülkelerin nükleer tekelini sürdürmeye ve bu silahlara sahip olmayan ülkelerin nükleer silahlardan yoksun tutulmalarına hizmet ettiğini belirtmem gerekir. Kuşkusuz, tutarlı demokrat ve enternasyonalistler asla nükleer silahların yaygınlaşmasından yana olmadıkları gibi daha da ileri gider ve bu korkunç silahların tümüyle yasaklanmasını savunurlar; ama onlar nükleer silahların yaygınlaşmasına karşı çıkmak adına ABD başta gelmek üzere belli başlı emperyalist devletlerin nükleer tekelini de hiçbir koşul altında onaylamazlar. Nükleer başlıklı füzeleriyle İran’ı birkaç dakika içinde vurabilecek durumda olan ABD ve İsrail’in bu ülkeye nükleer silahların da kullanılabileceği bir saldırı yapmak üzere hazırlandıklarını açıkça dile getirdikleri, onu açıkça tehdit ettikleri ve ABD’nin; üsleri, kara, hava ve deniz kuvvetleriyle İran’ı kuşatmış olduğu bugünkü koşullarda, Tahran’ın IAEA’nın denetimlerine karşı çıkması da, NPT’den çekilmesi de, kendi nükleer silahlarını yapmaya girişmesi de bütünüyle meşrudur. Saldırgan ülkelerin tepeden tırnağa silahlı olduğu, ancak saldırıya hedef olan/ olmakla tehdit edilen ülkelerin silahlanmamaları, hatta silahsızlanmaları gerektiği ancak faşist, ırkçı ve sömürgeci bir mantık ve “hukuk” anlayışıyla savunulabilir.

George W. Bush Öncesi

Aslında ABD’nin İran’a karşı saldırgan ve düşmanca tutumunun kökeni, neo-faşist Bush kliğinin 2001 yılında iktidarın dizginlerini eline geçirmesinin çok daha öncesine dayanıyor. 1953 yılında ABD ve Britanya, aktif bir biçimde destekledikleri işbirlikçileri aracılığıyla, İran petrollerini ulusallaştıran Başbakan Musaddık’ı devirmiş, yerine, başında Şah Rıza Pehlevi’nin bulunduğu gerici ve monarşist güçleri geçirmişlerdi. Bu tarihten Şubat 1979’da kadar, ABD emperyalizminin bu sadık uşakları tarafından yönetilen İran, Washington’un en önemli bölgesel dayanaklarından biri ve İsrail’in en önemli bağlaşığı oldu. 1979 “İslâm devrimi” İran’ı ABD’nin yörüngesinden kopardı ve Washington’un Ortadoğu üzerindeki hegemonya ve denetimine ağır bir darbe indirdi. 4 Kasım 1979’da Tahran’daki ABD elçiliğinin basılması ve buradaki ABD diplomatik personelinin 444 gün boyunca rehin tutulması ise iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştiren ek bir faktör oldu. Bu yüzdendir ki, 1979’dan bu yana bütün ABD yönetimleri −Jimmy Carter (1977-1981), Ronald Reagan (1981-1989), George H. W. Bush (1989-1993), Bill Clinton (1993-2001), George W. Bush (2001-2005)− İran’a karşı aynı saldırgan ve düşmanca hattı izlemişlerdir.[3] 22 Eylül 1980’de ardına ABD’nin yanı sıra Rus sosyal-emperyalistlerinin ve Batı Avrupa emperyalistlerinin desteğini alan Saddam Hüseyin kliğinin İran’a saldırması, 25 Mayıs 1981’de ABD’nin teşvik ve desteğiyle; Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin katılımıyla Körfez İşbirliği Konseyi’nin oluşturulması ve ABD’nin bölgeye giderek daha büyük bir askerî yığınak yapması vb. hep aynı amacı taşıyordu: Özellikle “İslâm devrimi”nin ilk yıllarında, kendi “İslâmî toplum” modelini bölge ülkelerine ihraç etme peşinde olan bu ülkeyi zayıflatma, etkisizleştirme, bölgedeki petrol kaynakları üzerindeki denetimini ve İsrail’in güvenliğini pekiştirme. ABD Başkanı Ronald Reagan 13 Ekim 1981’de yaptığı bir konuşmada, “(Suudi Arabistan’ın) ikinci bir İran olmasına izin vermeyeceğiz”[4] diyordu. Bölgedeki gerici Arap devletlerinin hemen hemen hepsinin ABD ve İsrail’le açık/ gizli işbirliği içinde bulunması, “kendi” işçi sınıflarını ve halklarını vahşî bir biçimde ezen bu rejimlerin Filistin halkının 1920’lerden bu yana süregelen ulusal direnişine kayıtsızlıkları ya da ihanetleri ve Ortadoğu işçi sınıfı ve halklarının önünde devrimci alternatiflerin bulunmaması, İran “İslâm devrimi”ni kısmen ve bir süre için de olsa bir umut ışığı hâline getirdi. Bu ise, 1980’li yıllarda ABD, İsrail ve Körfez bölgesindeki gerici Arap rejimlerini; tüm İslâm ümmetini, kendilerini ezen Büyük Şeytan’a ve onun ortak ve kuklalarına karşı durmaya, onları devirmeye çağıran ve dahası Lübnan’da, Filistin’de ve yer yer Körfez bölgesindeki radikal ve diğer İslâmî muhalefet hareketlerine belli bir destek sunan İran’a karşı bir cephe oluşturmaya itti.

Saddam Hüseyin kliği, İran-Irak savaşının 1988’de sona ermesinin üzerinden iki yıl geçmeden, 1991’de ABD’nin önderlik ettiği bir koalisyonun karşı-saldırısıyla Kuveyt’ten sökülüp atılmasıyla sonuçlanacak olan yeni bir işgal macerasına atıldı. İran’ın tarafsız kaldığı bu savaşın ardından gelen ekonomik yaptırımlar, Kuzey ve Güney Irak’ta kurulan sözümona güvenli bölgeler ve Irak’ın belirli aralıklarla bombalanması ABD ve ortaklarının Mart 2003’te Irak’a karşı girişeceği savaşın önsözünü oluşturacaktı.

1993’te başlayan Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde ABD, İran ve Irak’a karşı dual containment (=ikili kuşatma) adı verilen bir izolasyon ve karantinaya alma politikası izledi. Daha 1994 gibi erken bir tarihte, Clinton yönetimi Irak rejimini “kriminal” ve İran rejimini de “terörist” olarak nitelendiriyordu. Clinton’ın Ortadoğu işleri danışmanı Siyonist Martin Indyk tarafından 1994’de kamuoyuna açıklanan ikili kuşatma stratejisi, Körfezin, yani petrolün ve İsrail’in “güvenliği”nin yanı sıra Filistin-İsrail “barış süreci”nin selâmeti açısından tehlike sayılan İran ve Irak’ın “askerî ihtirasları”nın denetim altına alınmasını öngörüyordu: Bu, Irak için 1991’de BM “Güvenlik” Konseyi kararıyla belirlenen ve özellikle emekçi halk için öldürücü sonuçlar veren/ verecek olan ambargo ve yaptırımların sürdürülmesi ve İran için −ABD’nin, diğer emperyalist devletlerin de desteğiyle daha da güçlendirmeyi umduğu− bir ekonomik izolasyon anlamına geliyordu. ABD Kongresi ile Clinton yönetimi; İran’ın, borçlarının yeniden yapılandırılması, bu ülkeye kredi açılması ve silah satılması ve İran’ın nükleer programının sürdürülmesi için gereken teknolojinin sağlanması yolundaki isteklerinin ertelenmesi/ reddi için yoğun bir uluslararası kampanya yürüttü. Uzun sözün kısası, Tahran’ın bugünlerde yoğun ve histerik bir kampanyanın konusu olan nükleer programının engellenmesi, aslında Şah’ın devrilmesinden bu yana ABD’nin en temel hedeflerinden biri olmuştu. Bunun İsrail’in, Ortadoğu’da nükleer silah tekelini, kendi “güvenliği” açısından vazgeçilmez bir köşetaşı olarak görmesiyle sıkı sıkıya ilintili olduğu tartışma götürmez. Bu haydut devletin 1981’de, o sırada İran’la savaşmakta olan Irak’ın Osirak nükleer santralini vurması, Siyonistlerin Ortadoğu’daki nükleer tekellerini ne pahasına olursa olsun sürdürme biçimindeki temel politikalarının gereğiydi. İsrail’in stratejik çıkarları, bölgedeki tüm devletlerin zayıf ve güçsüz düşürülmesini, başlarına Batı-yanlısı kukla rejimler geçirilmesini ve olanaklıysa eğer etnik, dinsel ve mezhepsel çizgilerde bölünmesini öngörüyordu. Bölgenin iki görece güçlü devletinin karşılıklı olarak birbirlerini tüketmesine yarayan İran-Irak savaşı olsun, Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgalinin ardından 1991 savaşıyla ağır bir biçimde cezalandırılması olsun bu amaca hizmet edecekti. 

Yapımına Alman şirketi Siemens’in başladığı ve İran-Irak savaşı sırasında önemli ölçüde zarar gören Buşehr nükleer santralının onarılması ve yapımına devam edilmesini, Siemens de içinde olmak üzere tüm Avrupa firmalarının −tabiî ABD ve İsrail’in baskısıyla− reddetmesi de, ikili kuşatma politikasının somut ve tipik bir uygulamasıydı. ABD, 6 Mayıs 1995’te Amerikan şirketlerinin İran’la her türlü malî, ticarî ve ekonomik ilişkisini yasakladı. Dahası ABD, 1996’da çıkardığı ILSA (=İran-Libya Yaptırımlar Yasası) yardımıyla İran’la ticarî ve ekonomik ilişkilere giren diğer devlet ve şirketleri cezalandırmaya da girişti ve İran’ın Rusya ve Çin’den nükleer reaktör satın almasını da, uluslararası hukuka ve NPT’ye ters düşme pahasına önlemeye çalıştı.

Ancak, özellikle 1991’den sonra Körfez bölgesinde ABD’nin kalıcı hâle getirilen ve daha da güçlendirilen askerî varlığının gölgesi altında sürdürülen ikili kuşatma politikası, esas olarak amaçlarına ulaşamadı: Bu politika, altyapısını mahvettiği, ekonomik gelişmesini durdurduğu ve halkına çok büyük acılar çektirdiği Irak yönetimini devirmeyi başaramadığı gibi, İran’ın nükleer programını sürdürme çabalarını ve Tahran’ın, ABD’nin izolasyon politikalarına rağmen ekonomik ilişkilerini çeşitlendirmesini önleyemedi. Başını Suudi Arabistan’ın çektiği Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri bile, özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren ihtiyatlı bir biçimde de olsa İran’la ilişkilerini geliştirmeye yöneldiler.

Devlet başkanlığı seçimlerini “reformist” burjuvazinin temsilcisi Muhammet Hatemi’nin kazandığı 1997 sonrasında, ABD’nin İran’a karşı güttüğü saldırgan politikada kısmî bir yumuşama görüldü. Bu dönemde ABD, İran’a karşı, bu ülkedeki “ılımlı” güçlerin konumunu güçlendirmeyi amaçlayan daha esnek bir çizgi izlemeye yöneldi. Kötü ünlü stratejist Zbigniev Brzezinski, 1997’de şöyle diyecekti: “Dahası, ABD-İran düşmanlığını sürdürmek Amerika’nın çıkarına uygun düşmez… Güçlü, hatta dinsel motivasyonlu −fakat bağnaz Batı-karşıtı olmayan− bir İran bile ABD’nin çıkarına uygun düşer.”[5] Kaleyi içten fethetmeyi öngören bu politika bağlamında İran’la dolaylı görüşmelere girmesinin yanı sıra ABD, Rus firmalarının İran’a balistik füze teknolojisi satmalarına yaptığı itirazları da yumuşattı. Ocak 2000’de ise, 1979’dan beri bu ülkeye uyguladığı ambargoyu kaldıran ABD, İran ürünlerinin kendi pazarına girmesine izin verdi. Irak topraklarının ABD ve Britanya savaş uçakları tarafından korsanca bir tarzda bombalanmasına ve özellikle de uygulanan acımasız ambargoya bağlı olarak bu ülkede −BM rakamlarına göre− en az bir milyon kişinin ölümünden sorumlu olan Başkan Clinton işte tam da bu dönemde şer ekseninin İran’a karşı düşmanca bir politika güttüğünü şöyle itiraf edecekti:

“İran’ın olağanüstü jeopolitik önemi nedeniyle, zaman içinde çeşitli Batı ülkeleri tarafından ciddi biçimde istismar edildiğini kabul etmemiz gerekiyor. Şunu söyleyebilmemiz önemli: ‘Bakın, benim ülkemin ya da benim kültürümün ya da bugün bizimle müttefik olanların 50-60 ya da 100-150 yıl önce size yaptıklarına kızmakta haklısınız.’”[6]

Kuşkusuz bütün bunlar ABD ile İsrail arasındaki bağların gevşemesi anlamına gelmiyordu. 31 Ekim 1998’de, İsrail Başbakanı Netanyahu ile ABD Başkanı Clinton arasında, Siyonist devletin hedef olduğu ileri sürülen bölgesel füze ve kitle imha silahları tehditlerine karşı güvenlik önlemlerinin arttırılması için bir Mutabakat Memorandumu imzalandı. Bu memorandumla ABD, İsrail’in “savunma ve caydırma yeteneğini” arttırma yükümlülüğü altına giriyordu. Burada, 1996’dan itibaren ABD emperyalizminin teşvik ve desteğiyle Türkiye ile İsrail (ve Ürdün) arasında bir kez daha gelişmeye başlayan sıkı askerî ve ekonomik ilişkilerin Suriye ve Irak’ın yanı sıra İran’ı da hedef aldığına işaret etmek gerekir. Ancak, 1999’dan itibaren Türkiye-Suriye ilişkilerindeki gerilimin kısmen azalması, Türk gericilerinin Irak ve İran’a karşı tutumlarında bir yumuşama anlamına gelmedi. 11 Eylül 2001 olaylarından sonra ise onlar, bazı rezervlerine rağmen sinsi ve ikiyüzlü bir biçimde Afganistan, Irak, Suriye ve İran’ı hedef alan ABD-Britanya-İsrail blokunun yanında yer almaya devam ettiler.

1998’den itibaren uluslararası ortamın daha da gerginleşmesi ve emperyalistler arası çelişmelerin daha da keskinleşmesine bağlı olarak, Clinton yönetimi daha gerici ve saldırgan bir politika izlemeye başlamıştı bile. ABD ve Britanya savaş uçakları Aralık 1998’de Irak hedeflerine, Mart 1999’da ise ABD’nin başını çektiği NATO kuvvetleri Yugoslavya’ya karşı yoğun bir bombardıman gerçekleştirmişlerdi. Her iki saldırı eyleminde de saldırgan devletler BM örtüsünü kullanmaya ya da uluslararası burjuva hukukunun arkasına saklanmaya gerek duymamışlardı. ABD, kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle Irak’ı âdeta sistemli bir biçimde bombalar ve diğer bazı ülkeleri tehdit ederken ABD Kongresi 20 Mart 1999’da Yıldız Savaşları olarak da anılan SDI (=Stratejik Savunma İnisiyatifi) projesini yaşama geçirmeyi kabul etmek suretiyle yürütülmekte olan nükleer silahsızlanma çalışmalarına ağır bir darbe indirdi; ABD Senatosu ise Ekim 1999’da diğer nükleer silah sahibi devletlerin nükleer silah edinmelerini engellemek ve nükleer çalışmalarını denetlemek amacıyla hazırlanan Nükleer Silah Deneme Yasağı Anlaşması’nı onamayı reddetti.

Öte yandan, 1990’ların ikinci yarısı Rusya’yı adeta bir yarı-sömürge konumuna düşüren Yeltsin kliğinin ABD yanlısı teslimiyetçi politikalarının gözden düştüğü ve Rusya’yı yeniden güçlü ve bağımsız bir emperyalist devlet hâline getirmek ve “Yakın Çevre” adı verilen eski SSCB toprakları üzerindeki nüfuzunu arttırmayı/ yeniden kurmayı hedefleyen büyük burjuva fraksiyonunun güç kazandığı bir dönem oldu. Bu fraksiyonun temsilcisi olan Vladimir Putin Ağustos 1999’da başbakanlık, 26 Mart 2000’de yapılan seçimlerden sonra da devlet başkanlığı koltuğuna oturdu. Bu yıllarda, Kafkasya ve Hazar Bölgesi enerji kaynaklarının denetimi konusunda Rusya ile ABD arasında giderek artan bir çekişmeye tanık oluyoruz. Örneğin, ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Stuart E. Eizenstat Kasım 1999’da ABD Senatosu’nda yaptığı konuşmada, “Orta Asya ile Kafkaslar’ın Rusya’nın egemenliğine bırakılmaması” ve “Avrasya’nın enerji yollarının ABD ile diğer Batılı ülkelere kapatılmasının önlenmesi” gerektiğini söylüyordu.[7] ABD ile Britanya’nın denetiminde bir Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan ekseninin inşasına başlanmasının ve Rusya ve İran üzerinden geçen petrol boru hatlarına alternatif olarak −çok daha uzun ve pahalı olan− Bakû-Tiflis-Ceyhan boru hattının öne çıkarılmasının gerekçeleri de bundan başkası değildi.

Hızlı ekonomik büyümesine bağlı olarak kapitalist-emperyalist hiyerarşideki yeri yükselen Çin ile ABD’nin boyunduruğundan kurtulan Rusya’nın kendi aralarındaki güvensizlik ve rekabete rağmen, özellikle Afganistan’ın işgalinden sonra Orta Asya’ya yerleşen ABD’nin atağını durdurmak ve püskürtmek için işbirliği yapmaya yönelmeleri de şaşırtıcı değildi. Daha Yeltsin döneminde Çin ile Rusya arasındaki ikili ilişkilerin gelişmeye başlaması ve bu iki devin yanı sıra, Tacikistan, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan’ın da katılımıyla kurulan −ve daha sonra İran, Pakistan, Hindistan ve Moğolistan’ın gözlemci üye sıfatıyla katılacağı- ŞİÖ’nün (Şangay İşbirliği Örgütü) bölgesel bir güç olmaya yüz tutması, tahmin edilebileceği gibi Avrasya’da kendilerine rakip olabilecek bir devletin ya da devletler blokunun varlığına katlanamayacaklarını çok önceden ilân etmiş bulunan ABD emperyalistlerini telâşlandıracaktı.

ABD’nin −İsrail’in de basıncıyla− giderek daha saldırgan bir politikaya yönelmesini hızlandıran nedenler arasında; 1997 yılında yapılan seçimleri kazanarak devlet başkanlığı koltuğuna oturan Muhammet Hatemi ve ekibinin İran’ın genel siyasal yönelimi konusunda herhangi bir önemli değişiklik yapmaması/ yapamaması, Hizbullah’ın uzun yıllar süren inatçı bir direnişten sonra Siyonistleri Güney Lübnan’dan kovmayı başarması (Mayıs 2000) ve 28 Eylül 2000’de İkinci Filistin İntifadasının başlamasıyla, Clinton kliğinin desteklediği Filistin-İsrail sözde barış sürecinin bitmesi de bulunuyordu.

Dolayısıyla, Bill Clinton’ın başkanlığının özellikle ikinci döneminde, ABD’nin daha saldırgan bir politika izlemesinden yana olan ve neo-con (=yeni-muhafazakâr) olarak adlandırılan neo-faşist kanadın sesini giderek yükseltmeye başlaması, nesnelerin doğası gereğiydi. Örneğin, 1997’de PNAC adlı ‘düşünce üretim kuruluşu’nu oluşturan ve George W. Bush döneminde iktidarın kilit noktalarına gelen neo-faşistler, Eylül 2000’de “Rebuilding America’s Defenses” (=“Amerika’nın Savunmasını Yeniden İnşa Etme”) adlı raporu hazırladılar. Neo-faşistlerin manifestosu sayılan bu belgede şöyle deniyordu:

“Amerika’nın küresel liderliği ve onun, hâlihazırdaki büyük-devlet barışının garantörü rolü; Amerikan anayurdunun güvenliğine, Avrupa’da, Ortadoğu’da ve onun çevresindeki enerji kaynağı bölgede ve Doğu Asya’da bizim yararımıza olan güç dengesinin sürdürülmesine ve ulus-devletlerden oluşan uluslararası sistemin; teröristler, örgütlü suç ve diğer ‘devlet-dışı aktörler’ karşısında istikrarının muhafazasına bağlıdır.

“ABD’nin, serseri devletlerin balistik füze, nükleer başlık ve diğer kitle imha silahlarından oluşan küçük ve ucuz cephanelikleri karşısında savunmasız duruma düşmesi durumunda hâlihazırdaki Amerikan barışı kısa ömürlü olacaktır. Kuzey Kore, İran, Irak ve benzer devletlerin Amerika’nın liderliğini zayıflatmasına, Amerika’nın bağlaşıklarını korkutmasına ya da Amerikan anayurdunun kendisini tehdit etmesine izin veremeyiz. Korkunç bir maliyet ve yüzyıllık bir çaba karşılığında elde edilmiş bulunan Amerikan barışının nimetleri, böylesine baştan savma bir tarzda israf edilmemelidir.”

G. W. Bush kliğinin izlemekte olduğu strateji ve politikaların belirlenmesinde son derece önemli bir rol oynayan ve yeni-muhafazakârlar ve onlarla iç içe olan Siyonist lobiler uzun yıllardır ABD’nin, Ortadoğu haritasını kendi ekonomik ve siyasal çıkarları ve İsrail’in “güvenlik” gereksinimleri uyarınca yeniden düzenlemesini ve bu arada Irak, İran, Suriye gibi ülkelerde rejim değişikliği sağlamasını savunuyorlardı. Örneğin, 2000’de Bill Clinton’ın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran’la iş yapmak isteyen ABD tekelleri tarafından, bu ülkeyle ilişkilerin normalleştirilmesi için sıkıştırıldığında, ABD’deki en büyük Siyonist lobi olan AIPAC (Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi), bütün üyelerine Kongre liderlerine aşağıdaki mektup ya da e-posta mesajını gönderme direktifini vermişti:

“Temsilciler ve Senatörler:

“Size bu mektubu, uluslararası teröre sunduğu desteği, barış sürecine muhalefetini ve kitle imha silahları edinme çabasını durdurmadan İran’a daha fazla tek yanlı jestler yapılmasına karşı olduğumu duyurmak için yazıyorum.”[8]

G. W. Bush ve ekibinin Kasım 2000’de yapılan başkanlık seçimlerini tartışmalı bir biçimde kazanmasının ve özellikle de 11 Eylül 2001 olaylarının ardından ABD emperyalizmi yeniden, PNAC (Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi – 2006’da kapandı) ve AIPAC’ın önerdiği daha saldırgan politikalara geri dönecekti. Bunun en önemli işaretlerinden biri 2001’de, içinde neo-faşist AEI’nden (=Amerikan Girişim Enstitüsü) Michael Ledeen’in, kötü ünlü ve güçlü Siyonist lobi kuruluşu AIPAC’tan Morris Amitay’in ve CIA’ın eski direktörlerinden James Woolsey’nin de yer aldığı ve vitrinine faşist Şah Rıza Pehlevi’nin ABD’de sürgünde yaşayan oğlu Rıza Pehlevi’yi yerleştirmiş bulunan CDI’nun (=İran’da Demokrasi Koalisyonu) kurulmasıydı.

Bush kliğinin iktidara gelmesi ABD emperyalizminin, kuşkulu 11 Eylül olaylarının da yardımıyla Irak ve İran’a karşı sürdürdüğü dezenformasyon ve histeri kampanyasının dozunun yükseltilmesine ve savaş hazırlıklarının arttırılmasına yol açacaktı. ABD devlet başkanlığına seçilmesinden sonra 29 Ocak 2002’de yaptığı ilk “Birliğin Durumu” konuşmasında G. W. Bush, terörü desteklediklerini ileri sürdüğü Kuzey Kore, İran ve Irak’ı ve onların bağlaşıklarını “şer ekseni” olarak niteleyecekti. 


[1] En son Mart 2005’de yenilenen Doctrine for Joint Nuclear Operations (=Ortak Nükleer Operasyonlar Doktrini) çerçevesinde Pentagon;  düşmanlarını, kendisine karşı kitle imha silahı kullanmaktan caydırmak ve ABD’nin nükleer silah kullanma niyet ve yetisini kanıtlamak, kendi kuvvetlerine, ABD’nin bağlaşıklarına ya da sivil halka karşı kitle imha silahı kullanan ya da kullanmaya niyetlenen düşmanlarını etkisizleştirmek, düşmanlarının, ABD’ne ya da onun dost ve bağlaşıklarına karşı kullanabileceği kimyasal, biyolojik silahların bulunduğu yeraltındaki derin ve pekiştirilmiş bunkerleri vurmak, sayıca çok güçlü düşman konvansiyonel kuvvetlerine karşı koymak, ABD’nin ve onunla birlikte hareket eden çokuluslu kuvvetlerin operasyonlarında başarıyı güvencelemek için, yani akla gelebilecek hemen hemen her durumda nükleer silah kullanabileceğini belirtmektedir. (Bkz. http://www.globalsecurity.org/wmd/library/policy/dod/ip3 12fc2.pdf )

[2] 8 Eylül 2005’te ABC TV kanalında Barbara Walters’in sorularını yanıtlayan ABD eski dışişleri bakanı Colin Powell, Irak’a yapılan barbarca saldırı öncesinde dünyayı kandırdıklarını, biraz utangaç bir biçimde de olsa itiraf etti. Anımsanacağı üzere Powell, 5 Şubat 2003’te BM’de yaptığı sunumda uydu görüntülerinin vb. yardımıyla Irak’ta kitle imha silahlarının “varlığını kanıtlamış” ve böylelikle Irak’ın uluslararası burjuva hukukunun bile çiğnenmesi yoluyla yasadışı bir tarzda işgalini meşrulaştırmaya çalışmıştı. Şimdi bu bay kalkmış, BM’de yaptığı konuşmanın, kendi meslekî sicili için bir “kara leke” oluşturduğunu söylüyor. Elleri Irak vb. halklarının kanıyla lekelenmiş olan bu bayın açıklaması, belki bir özür olarak kabul edilebilirdi. Tıpkı, ABD saldırganlarının Vietnam’ı acımasız bir biçimde bombaladıkları 1961-1968 yılları arasında ABD “Savunma” Bakanlığı görevinde bulunan Robert McNamara’nın sonradan Vietnam savaşının bir “hata” olduğunu kabul etmesi gibi. Ama, bu yalanların yardımıyla yapılan bombardımanlar, gerçekleştirilen katliamlar, haritadan silinen köyler, yerle bir edilen kasaba ve kentler, zehirlenen ormanlar, su kaynakları ve yaşamları söndürülen yüzbinlerce ve milyonlarca insan ne olacak? ABD tekelci burjuvazisi ve emperyalizmi, bu ve benzer savaş suçlarının tümünün hesabını vermeden günümüzün bu Cengiz Han’larının özürleri kabul edilebilir mi?

[3] Burjuva basını ve literatüründe olduğu gibi bu yazıda da biçimsel olarak benzer bir üslûp kullanılmakta ve yer yer, o an hükümette bulunan ekibi anlatmak için George Bush yönetimi, Bill Clinton yönetimi ibaresi kullanılmaktadır. Ancak, pratiğin de yeniden ve yeniden doğruladığı Marksist devlet teorisinin gösterdiği gibi, aralarındaki daha çok detaya ilişkin farklılıklara rağmen bu ‘yönetimler’in hepsi de ABD tekelci kapitalizminin temel politikalarını sürdürmektedirler. Dolayısıyla, Amerikan devlet aygıtının ve onun temel politikasının, başkanların ve onların ekiplerinin değişiminden fazlaca etkilenmeyen bir sürekliliği olduğunun unutulmaması gerekiyor.

[4] Aktaran Jeff McMahan, Reagan and the World, Londra, Pluto, 1984, s. 8.

[5] “A Geostrategy for Eurasia”/ “Bir Avrasya Jeostratejisi”, Foreign Affairs, 76:5, Eylül/Ekim 1997.

[6] Aktaran Yasemin Çongar, Milliyet, 21 Şubat 2000.

[7] Bkz. Milliyet, 22 Kasım 1999.

[8] AIPAC, 2000.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar