
İran ile İsrail-ABD arasındaki savaşa yaklaşımların sureti haktan görünen üç yüzü var. Bunlara göre;
1. Lenin’in “devrimci yenilgicilik” anlayışı gereği savaşan iki gerici güç arasında taraf tutmamak gerekmektedir. Her ülkedeki devrimcinin görevi kendi ülkesinin yenilgisi için uğraşmaktır.
2. Devletlerin her türlüsüne karşı toplumsal mücadele verilmelidir. Tek dayanağımız halk yığınlarıdır ve ayrımsız bütün devletler düşmanımızdır.
3. Kürtler bölgede ezilen bir ulustur ve İran ile öteki sömürgeci devletlerin çökmesi Kürtlerin nesnel olarak yararınadır.
Bu üç başlığın ayrı ayrı ya da birlikte büyük politik uygunsuzluklar, ağır teorik yanlışlıklar, “bebeksi” gerçeksizlikler, engin darlıklar taşıdığı görüşündeyiz.
Emperyalistler arasındaki savaşta devrimci bozgunculuk!
Son dönemde Ukrayna’daki savaş vesilesiyle başlayan bir Leninizm rantiyeciliği türedi. Buna göre Rusya ile NATO arasında süren savaşta güya Lenin’in devrimci bozgunculuk taktiği izlenmeliydi. Buna bağlı olarak ya da azıcık ayrı olarak, kimi aklıevveller Ukrayna’da bir yurt savunması yapıldığını dahi söyleyebildiler.
Lenin’in İran’a açılan savaş ile bir kez daha gündeme gelmesi bir yandan olumlu bir gelişme olurken, tamamen yanlış anlaşılması bile değil bilinmemesinden kaynaklanan istismarına tanıklık edildi.
Lenin’in devrimci bozgunculuk anlayışı emperyalist yani her iki tarafı da emperyalist olan cephelerin savaşı karşısında geliştirilmiş çarpıcı bir devrimci taktiktir. İki emperyalist kamp vardır, bu kamplarda emperyalist olmayan hatta yarı-sömürge ve sömürge ülkeler de vardır ama savaşı niteleyen “emperyalist” oluşudur Lenin’e göre ve söz konusu devrimci taktiğinin gerekçesi emperyalistler arasındaki “haksız savaş”tır.
Lenin, öyle ki, savaş içinde üzerinde paylaşım hesapları yapıldığını vurguyla belirttiği yarı-sömürge ama bir emperyalist kampın içinde yer alan Osmanlı Devletini savunmayı bir an bile düşündürecek sözler etmez. Böylece Lenin, savaşın kritik bir uğrağı olan Çanakkale’de Osmanlı’nın yurt savunması yapmadığı, orada emperyalist savaşın bir epizodunun cereyan ettiği görüşündedir.
Tekrar ediyoruz: Lenin’in “devrimci bozgunculuk” ve “savaşı iç savaşa çevir” düsturu emperyalist bir savaşın taraflarına ilişkindir. Bir tarafı emperyalist olan savaşta bu tarafa ilişkin olduğu da gayet açıktır.
İran ile İsrail-ABD savaşında Lenin’in gündeme getirilmesi, bu büyük devrimci önderin nasıl anlaşıldığının çarpıcı bir örneğidir. Lenin, emperyalizmin politik teorisiyle devletler arasında kategorik ayrımlar yapmış ve emperyalist olan devletlerle olmayanları açık bir şekilde ayırmıştır. Artık Lenin’de ezen ve ezilen devletler vardır! Lenin, ezen devletlerle ezilen devletlerin savaşını, ilk saldıranın kim olduğuna bile bakmaksızın ezilenler bakımından “haklı savaş” olarak görür. Lenin’in bu ayrımı yaparken ezilen devlet ve ülkelerin sosyalist olduğuna ilişkin en küçük bir yanılsama taşıdığına ilişkin işaret söz konusu olamaz. Lenin, haklı savaş yürüten çok sayıda devletin saf iyiliği temsil ettiği gibi bir zihniyete zerrece prim vermeyecek bir gerçek politikacısıydı.
İşte, devletleri ayrıma tabi tutan Lenin, şimdi, devletlerin topuna karşı “aşağıdan sosyalizm”ci akımların ve hatta artık kültür haline gelmiş her türlü devlet karşıtı eğilimin elinde bir istismar konusu yapılmaya çalışılmaktadır.
Her şeye karşın, yalan yanlış da olsa bu büyük Marksisti referans almak en azından ortak bir kalkış noktası sağlaması bakımından olumludur. Üstelik Lenin gibi açık olarak devletli bir Marksist bizlere kıyaslanamaz bir avantaj sağlar.
İran ile İsrail-ABD arasındaki savaşın niteliği
İsrail-ABD cephesinin emperyalist, yayılmacı, kötü, gaddar, suçlu olduğu konusunda hiç kuşku yok diyeceğiz ama biliyoruz sol hareket içinde olmasa bile sol kamuoyunda bu konuda Aydınlanmacı bir zehirli hava dolaşıyor.
Peki İran? Bu devlet emperyalist mi, yayılmacı mı, paylaşım savaşı mı yürütüyor? Bu sorulara bilinçli bir evet yanıtını ancak İsrail ile ABD’nin uşakları verir.
İran demokratik bir ülke mi? Buna da ancak varsa ahmak bazı İrancılar inanır. İran halkını ezen karşı-devrimci bir rejim tarafından yönetilmektedir. Fakat İran, benzeri birçok ülke gibi Batı emperyalizminin egemenlik zinciri dışında yer alan, emperyalizmin ağır ekonomik ve politik kuşatması altında yaşayan bir ülke. İran’ın bu ikili yönü İslam devriminden beri süreklilik arz ediyor. Dolayısıyla bu ülkenin Lenin’in jeo-politik ayrımı, yani dünya ölçeğinde devletleri ayrıma tabi tutma yaklaşımının işleyeceği örneklerden biri olduğunu biliyoruz. Ancak İran bugün, salt emperyalist zincirin dışında olmaktan kaynaklanan bir sorun yaşamıyor; bu ülke bugün dünya halklarının ve ezilenlerinin baş düşmanı ABD ve onun saldırgan eli İsrail tarafından bir saldırıyla karşı karşıya. İran’da bugün bir yurt savunması yapılıyor. İran, açıkça bir haklı savaş yürütüyor.
Haklı savaş veren bir gücün pirüpak olması gerektiği anlayışı ancak −bir yazarın isabetli kavramıyla− “bebeksi solcular”a özgüdür. Aslında “bebeksi”, bu solcuları içinde bulunduğu dünyadaki gerçek güçler ilişkisi ortamında kimlerin ve hangi güçlerin oyuncağı oldukları ya da olabileceklerini yüzlerine açıkça vurmayan nazik bir sıfattır; zira bebeksi solcuların ezici bir çoğunluğu gerçekte Batı emperyalizminin liberal yüzünün yancılarıdır.
Bebeksi solcular, daha geçen yıllarda ABD’nin sıcak operasyon yürüttüğü Venezüella’da Amerikancı muhalefetle birlikte yolsuz ve yozlaşmış Maduro rejimini devirme çağrısı yapıyordu. Biz nasıl Venezüella’da olanı “21. yüzyıl sosyalizmi” sanan safdillerden değilsek, Maduro iktidarının suçlarını ABD ile eşitleme, hatta Venezüella’da yaşıyorsak bu ülke lehine artırma yöneliminde de olamayız.
İran’a desteğin ancak bu ülkenin rejiminin demokratik ve halklarına özgürlük tanımış olması koşuluna bağlanması “en güzel dünya” solculuğudur ve bu dünyayı artık solcularımızın büyük kısmı ya “hobi bahçesi komünalizmi”nde ya da metropol dayanışma kafelerinde tatmin ederek yaşamaktadır.
Bebeksi liberal solculuk, bu zihniyeti yeni edinmedi elbette. Onlarca yıldır adeta gergef gibi örülen bir hegemonya mücadelesinin sonucudur bu.
Türk Kurtuluş Savaşının emperyalist paylaşım savaşının bir devamı olduğu, Kurtuluş Savaşı veren Türklerin Kürtleri, Rumları, Ermenileri her fırsatta ezdiği ve bu yüzden bu sahte Kurtuluş Savaşına hiçbir destek verilmemesi gerektiği söylenip duruyor birkaç onyıldır. Böylece bir taşla öteki kuş da vuruluyor ve Ankara hükümetini destekleyen Lenin’in devrim ülkesi ret menziline girmiş oluyor. Bunların birer eşik olduğunu, eşik atlandıktan sonra gerisinin geldiğini yaşıyor ve görüyoruz. Devlet değil mi; ha Lenin olsun başında ha Atatürk, kendi kötü gerçekliğini yaşar ve yaşatır!
Oysa Türk Kurtuluş Savaşı emperyalist paylaşım savaşından sonra, yani o konjonktür bittikten sonra başladı. Kurtuluş Savaşı veren Türkler Kürtleri aldatarak ve katlederek, egemen oldukları yerlerde başka bir gücün varlığına izin vermeyerek, yani bu koşullarda, emperyalistlere karşı sınırlı bir mücadele yürüttüler. Türklerin verdiği bu savaş, bütün sorunları, güdüklüğü, suçlarıyla birlikte açık ve net olarak bir “haklı savaş”tı ve desteklenmeliydi.
Ama destek, Mustafa Suphi ve yoldaşları gibi hiçbir politik duyuya dayanmadan, tamamen Kemalistlere güvenerek ve üstelik onların suyunu bulandırmaya −Ankara’da komünist propaganda yapmaya− geldiğini ilan ederek mi olmalıydı? Böyle bir desteği, Kemalistler, neredeyse eşzamanlı, Koçgiri’de Kürtleri katlettiği gibi keserek yok ederdi. Böylece birtakım sığ algı sahiplerinin Kemalistlerin bu tutumunu desteklediğimizi çıkaracağını düşünebiliriz. Bir kere daha hayır; onlar bizim ikinci dereceden düşmanlarımızdı o yıllarda ve o sırada onlara değil emperyalistlere karşı savaşılmalıydı. Ancak kendimizden başka hiçbir güce, bu bırakalım Kemalistler gibi düşman olmayı, en yakın bağlaşıklarımıza dahi tek yanlı şekilde güvenmemeyi öğretecek bir ders olmalıydı komünistlerin akıbeti. (Ama ne gezer, sonraki komünistler aynı zihniyeti devam ettirmişlerdir.)
Bu bağlamda, bugün İran da, molla rejiminin her türlü anti-demokratik ve karşı-devrimci işlev ve tutumuna karşın, emperyalistlerin saldırısı altında yurt savunması ön plana çıkmış bir ülkedir. Bu konjonktürde İran’da varsa mızrağının sivri ucunu Tahran’daki rejime çeviren bir güç İsrail-ABD’nin yerli uşağıdır.
Devlet karşıtı yatay sosyalizm
Her devlete ayrımsız karşı çıkış, bu tür zamanlarda çokça başvurulan Lenin’den zerrece bir şey anlamamış olmanın zirvedeki kanıtıdır. Jeo-politik duyu ve düşünüş Marx-Engels’te de güçlü olarak vardı ama Marksizmin iki kurucusunun bu hususta hatalı birtakım yaklaşımları olmasına karşın Lenin, Marksizmde jeo-politikayı devrimci taktiğin canlı bir öğesi olarak değerlendirmenin parlak örneklerini vermiştir. Bunun ilk temalarından birini devletleri büyük ve küçük, emperyalist ve ezilen olarak ayırmaktır. Lenin, paylaşım savaşı sırasında bile bu ayrıma ilgisiz kalmamıştır. Dolayısıyla devletleri ayırmadan düşmanlaştırmak Marksizme kategorik olarak yabancı anarşizan bir yönelimdir. Bu yönelim geçen yüzyılın Marksizmin yenilgisiyle bitmesi sonucu “devletli / devletçi sosyalizm” anlayışını mahkûm etme gerekçesiyle sosyalist çevrelerde yeşerdi son onyıllarda. Anarşizan yönelimin sorunu gerçekle ilişkiyi onun tayin edici önemdeki bir parçasıyla ilgilenmeyerek, o parçanın içinde yer tutmayı gözetmeyerek nasıl kuracağıdır.
Tarihte ve konjonktürde −bu ikisinde farklı kategoriler devreye girecek olsa da− mücadele gerçek güçler arasında olur; varsayılan, umulan, hayaldeki güçler arasında değil. Buna karşılık, içinde bulunduğumuz şu günlerde, süren savaşa ilişkin bir tutum beyan ederken birer güç olarak ortada olmayan, ancak olmasını çok arzuladığımız muhayyel varlıkları gerçek güçler arasında saymak neye yorulmalıdır? Bu nasıl bir zihindir, gerçekle ilişkiyi nasıl kurmaktadır ve kendine nasıl bir konum biçmektedir −gerçek ilişkiler içinde olmasa bile gerçek ilişkileri anlamak için?
İçinde bulunduğumuz açık gerçek güçler ortamında, birtakım mahfillerde pek muteber sayıldığını gözlediğimiz kimselerden “aşağıdan toplumsal” mücadelenin yürütülmesi türünden pek gerçekçi öneriler geliyor. Hangi somut dayanak, ilişki, olanak üzerinden konuşuluyor? Hiçbir şey!
Bütün bölgede her devletin birer güç olduğu açık. Ürdün gibi sünepe örnekler bile dahil. Bunun dışında devlet olmayan güçler var mıdır? İran’ın doğu sınırlarından Mısır’ın batı sınırlarına, Arap Yarımadasının güney kıyılarından Kafkasya’ya kadar olan bölgede devlet olmayan güçleri sayıyoruz. PKK (kendini feshi henüz pozitif hukuki nitelik kazanmamış olduğu için bu tarihsel adı anmakta sakınca yok), Hamas, Hizbullah, PYD (ve belki Irak’ta Haşdi Şabi). Yemen’de Ensarullah’ı devlet sayabiliriz. Şam’daki yönetim müsveddesini şimdilik hesap dışı tutalım. Yani içinde bulunduğumuz konjonktürde sahada olan ya da sahaya sürebilecek gücü olan devlet dışı üç ya da dört varlıktan bahsedebiliyoruz sadece. (Türkiye’de böyle bir güç olmadığını söylemeye yine de gerek olduğunu biliyoruz.)
Bugün, yukarıda sıraladıklarımız dışında bir güç ya da özne yoktur ortada ve görülebilecek gelecekte olacağı da beklenmemelidir.
Halklar, işçiler, ezilenler?
Hayır, ortada böyle bir özne ya da güç yoktur. Kitlelerin kendiliğinden geniş ve yüksek hareketliliği hiçbir zaman kendi başına bir özne olamaz, ancak devrimci ya da karşı-devrimci özneler için büyük enerji devşirme olanağı sağlar. Fakat kitlelerin hareketi de bütün bölgede pek zayıf seyretmektedir.
Dolayısıyla İran’a dönük savaşa ilişkin yapılan açıklamalarda, İran adındaki ülkenin gerçek varlığı olan devletini olumlama çamurundan kurtulmak için “İran halkları” diyen dil ile, eğer ABD-İsrail’in yarattığı fırsattan yararlanmak amaçlanmıyorsa, hiçbir yere varılamaz. İran halkları gerçek güçler ilişkisinde ya İran devletinden ya da İsrail-ABD tarafından yana olacaktır. Üçüncü bir taraf yok!
Kürt Hareketi devlet gerçeğinden kaçınabilir mi?
Üçüncü bir tarafın olmadığını okuyan devrimci bir Kürt, çatılmış kaşlarıyla kanla kazanılmış kendi güçlerini haykıracaktır haklı olarak.
Açıkça ifade ediyoruz. Bugün İran’da rejim İsrail-ABD saldırıları sonucu çökse Doğu Kürdistan Fars devleti prangalarından kurtulmuş olacaktır.
Fakat burada Kürt devrimcilere, Türklerin Kurtuluş Savaşına ilişkin görüş ve değerlendirmelerini hatırlatacağız. Siz Türklere kendi yordamlarınca bir kurtuluşu hak görmüyordunuz, peki sizin yordamınız başka bölge ezilenleri tarafından hak görülmezse?
Çünkü her ezilenin adeta doğal duyu-düşünüşü dünyayı kendinden ibaret görmek oluyor. Ezilenin doğal duyu-düşünüşünün meşruiyeti tartışılamaz. Buna bağlı olarak, ezilen, ezilme durumundan kurtulmayı öne alıyor. Ancak dünyanın tek bir ezilenden ibaret olmadığını, her ezilenin yanı başında çok sayıda başka tarz ve türlerde ezilenler olduğunu biliyoruz. İşte burada, her bir ezilenin doğal duyu-düşünüşünün darlığı ve ezilenlerin birliği düşüncesi devreye giriyor. Bu andan itibaren mesele karmaşıklaşıyor ve başlangıçtaki meşruiyeti farklı tarzda ele almak gerekiyor.
Bir Kürdün, Irak’tan sonra Suriye’nin, şimdi İran’ın ve ardından Türkiye’nin parçalanması Kürtlerin kurtuluşudur demesi meşrudur. Ama aynı Kürdün, gerisi bizi ilgilendirmez demesi gayrı meşrudur.
Bir Türkün 1920’de işgale ve emperyaliste karşı savaşı meşruydu ama aynı Türkün bu sırada evini toparlamak için yanı başındaki Kürdü ezmesi gayrı meşruydu.
İran’da rejimin yıkılmasıyla kurtulacak Kürt “nihai kurtuluş”a vasıl olacağını sanıyorsa –“hevaller”e özgü deyişle− büyük aldanıyor. Çünkü yeni bir patron şimdiden hazır ve nazır; onun çıkarlarına aykırı bir varlık olmaya yeltenin de görün…
İçinde bulunduğumuz konjonktürün yapısal sonuçlar vereceğini varsayalım. Bunun bir örneğini şimdi Suriye’de görüyoruz. Suriye’de İsrail ve ABD adeta bir “belediyeler birliği” istiyor. Minik devletimsiler vergi toplayacak, sınırlarını öteki devletimsilere karşı da izin verilen silahlarla zabıta türünden koruyacak, birbirleriyle petrol, vergi payı, ticaret ve ihale çekişmeleri içinde yaşayıp gidecek. Bu tablonun eksik olduğunu hissediyoruz değil mi? Eksikliği yani gerçek devlet işlevini İsrail ve ABD telafi edecek. (Türkiye ile ilgili Ankara’da ya da İmralı’da kurulan hesapları şimdilik gündem dışı tutuyoruz.) Modelin, devletsizlik değil, bir büyük devletin patronajında alt/tabi devletler olduğu anlaşılmıyor mu? Kürt devrimcileri bu gidişatın nereye doğru olacağını göremiyor mu?
Kürtlerin İran’da istediği özgürlük bugün Libya’da, Irak’ta ve Suriye’de yaşanan birbirini izin verilen ölçülerde yeme özgürlüğü mü? Kimse Kaddafi, Saddam, Esat demesin; karşımızdakiler kendinden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen Kürtlerse, onların tarihsel hakkını teslim ederiz −tıpkı Barzani gibi− ama sınırını ve gericiliğini de açıkça belirtiriz.
Öte yandan eğer istenilen İsrail’deki kibutz sosyalizmi ise İsrail-ABD için hiçbir sorun olmayacağını dünya âlem biliyor. Kibutz komünalizmiyle Gazzelilerin yarı-insan varlıklar sayılması pekâlâ bir tablo oluşturabiliyor.
“Kurtlarla birlikte ulumak” kötü bir hali ifade etmek üzere kullanılan bir deyimdir ve PJAK, talihsiz bir şekilde Netanyahu-Trump ikilisiyle birlikte “Jin Jiyan Azadi” devrimi çağrısı yapmıştır. Kürt Hareketinin, kadınların bağrından yükselen bu şiarın Siyonist Netanyahu’nun istismar konusu olmasına ilgisiz kalması beklenemez. Meşruiyeti tartışılamaz bir hakkı emperyalistlerle birlikte sıcak operasyon konusu yapmak hakkın taktik olarak gerici kullanılmasından başka bir şey değildir.
Molla rejiminin, Suriye’de Esat iktidarının yaptığına benzer şekilde bölgeyi olası boşaltması koşullarında dahi Kürt Hareketi, artık daha olgunlaşmış eğilimler bulacaktır karşısında. İran’daki mollalar devletinin boşluğunu toplum değil yine bir devlet dolduracaktır kuşkusuz. Bu devlet, azıcık varlığının masumiyetiyle Kürtlere, Leviathan olarak ABD-İsrail’e ait olacaktır. ABD ile İsrail bütün haşmetiyle her yerde olacaktır ve Kürdistan Hareketi devletsizlik gerçeğini ahir ömründe yaşama şansını bulamayacaktır.
Devletsizlik diye bir gerçek seçenek yoktur ve görünür tarihte de olmayacaktır. Bu önermeye karşı çıkış, öznesini her zaman gerçeklerin duvarına toslatacaktır.
Fakat ne gibi çelişkiler yaşıyorsa yaşasın, ne tür zorluklarla boğuşuyorsa boğuşsun, biz, Kürdistan Özgürlük Hareketi olarak bildiğimiz büyük devrimci hareketin toplum ve gelecek programından bahsediyoruz. Onlarca yıllık tarih ile Öcalan’ın teorisinin temel bir yönü esas alınacaksa, Kürt Hareketinin böyle bir gelecek istemediği açıktır.
Peki Kürt Hareketine bir şey mi öneriyoruz bu kadar sözden sonra? Politik düşünüşün bizatihi politik gerçeğin içindeki özneye özgü olduğunu yani kendi somut gerçekliğini ancak o öznenin “analiz” edebileceğini biliyoruz. Kürt kafası ancak Kürt omzunda gerçek düşünüş ortaya koyabilir. Bunun devrimci tarzının olabildiğini Kürdistan Özgürlük Hareketinin bütün tarihi boyunca gördük. Dileğimiz bu devrimci yoldur.
Devrimci çan
İran’da ve Türkiye’de belki geniş çaplı bir savaşa yol açacak gelişmeler karşısında var olan tek devrimci gücün Kürt Hareketi olduğunu saptıyor ve bu hareketin büyük önemini takdir ediyoruz. Ancak Kürt Hareketinin devlet gerçekliğiyle ilişkileniş pratiği olmasa da anlayışında esaslı sorunlar olduğu kanısındayız.
Türkiyeli devrimci ve sosyalistlerin kahir ekseriyetinin “somut koşulların somut analizi” diye andığımız dahiyane taktik ilkeyi bile doktriner kavradığını ve gerçek ilişkiler içinde gerçek bir güç olarak yerini alamamış Türkiye devrimci ve sosyalist hareketinin herhangi bir üyesinin orta erimde gelecek vadetmediğini görüyoruz.
Devrimci ihtimalin çanı ancak Türkiye’de devletin yuvarlanacağı gerçek ve ağır bir krizde çalacaktır. Çan, İran devleti için çalandan farklı olacak ve kesinlikle haksız bir devletin ölümü için haklı bir mücadelenin sesi olacaktır.