
Kürdistan Devrimci Hareketi, zaman zaman kesintiye uğrasa da 41 yıldır sürdürdüğü silahlı mücadeleyi bıraktığını duyurdu. Aslında bu yeni bir durum değil. KDH kendini daha önce de feshetmiş, silahsız mücadele olanaklarını tartışmış ve tekrar kuruluş kararı almıştı. Bugün neyin değiştiği, anılan kararın gerekçeleri, olası gelişmeler konusunda öznelerin dillendirdiği neredeyse hiçbir veri bulunmuyor. Yansıyan metinlerin yeni şeyler söylemediği ve gelecek konusunda öznelerin de bugün için bir yol haritasına sahip olmadığı açık. Bu belirsizlikler yazının sınırlarını oldukça daraltıyor.
PKK
PKK, başlangıcı 1993 yılına kadar götürülebilecek fakat teorik çerçevesi 1999-2004 yılları arasında Abdullah Öcalan tarafından çizilen ve harekette örgütsel dönüşüm olarak karşılık bulan bir düşünceyi savunmaktadır: “Klasik anlamda” silahlı mücadele dönemi bitmiştir. Bu iki kelimeyi tırnak içine almak durumundayız çünkü bu düşüncenin sahipleri bütün bu süre boyunca silahlı mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Sonuç olarak ortaya çelişkili görünen bir durum çıkmaktadır: KDH teorik olarak reddettiği silahı pratikte bırakamamıştır. Silahın miadını doldurduğu iddiası, düşmanı yok ederek iktidarı ele geçirmenin özgürlük kazandırmayacağı ve devrimin iktidar olmaksızın çeşitli örgütlenmeler (toplumda doğal olarak var olan) ile gerçekleşen kesintisiz bir süreç olduğu inancından hareketle varılan bir sonuçtur. Nitekim hareketin bu yıllar boyunca silahı devleti masaya oturtmaya zorlama aracı olarak kullandığı görülmektedir.
Bu hususlar teorik-ideolojik boyutuyla bu yazıda tartışma konusu yapılmayacaktır. Amacımız tarihsel süreci ortaya koyarak olası gelişmeleri anlamaya çalışmaktır.
Peki bugün ne değişti de KDH silah bırakma kararı aldı? Pek çok kimsenin haklı olarak dile getirdiği gibi devlet 1984’teki konumundan farklı bir yerde görünmüyor. Kanımızca bu konuda altı çizilmesi gereken üç husus var. Gerek kongre metinlerinde gerekse Öcalan’ın kongreye gönderdiği metinde öne çıkan ilk husus değişen uluslararası dengeler. İran’da düşen helikopter, Aksa Tufanı sonucu Gazze’de uygulanan soykırım, Hamas ve Hizbullah’ın aldığı darbeler, Esad’ın gidişi hususları KDH’yi bir tür dönüşüme zorlamış görünmektedir. Nitekim İmralı heyetinin aktardığı “Kürdistan’da yüz tane Gazze olur”, “Öcalan Kürtlerin özgürlüğü kadar güvenliğini de öncelemektedir” cümleleri bu duruma işaret etmektedir.
Bir diğer husus KDH’nin esas hedef olarak belirlediği “demokratik toplumu inşa” stratejisinin hayata geçirilememesi konusunda içine girilen şiddet sarmalının ana neden olarak görülmesi. Başka bir deyişle KDH 2004 yılında ortaya koyduğu “demokratik toplumu inşa hedefini” silahlı mücadele konusunda yaşanan tekrar nedeniyle gerçekleştiremediğini düşünmektedir.
Üçüncü husus ise Rojava, Mahmur ve Şengal’dir. Gerek tepki verenler gerekse destek açıklaması yapanların neredeyse tamamının bu konuya hiç değinmemeleri bir hayli ilginç. Bu durum KDH’yi ele alırken çok dar yaklaşıldığını ve uluslararası konumunun gözetilmediğini ortaya koyuyor. Dahası özellikle Türkiye sol hareketinin KDH’yi ele alırken Kuzey Kürdistan’daki konumunu dar ele alarak onu belirli kitle tabanı olan bir partiye indirgediğini, bunun çok ötesine varan girift toplumsal ilişkilerde doğrudan etkisi olduğu ve bazı hususlarda hegemon güç olduğu gerçeğini ıskaladığı görülmektedir. Rojava, Mahmur, Şengal hattı alınan herhangi bir kararda kuşkusuz temel belirleyenlerden biridir. Hem anılan yerlerin güvenliğinin gözetilmesi anlamında hem de Kuzeyde yürütülecek silahlı ya da silahsız mücadelenin yaslandığı/yaslanacağı güç olarak. Hedeflenenin bu bölgelerdeki silahlı güçlerin bir tür özerkliğini koruyarak bulundukları ülkelere entegrasyonu olduğu görülüyor.
Ağırlığı konusunda emin olmamız mümkün olmamakla birlikte kısa-orta vadede mevcut yöntemlerle yol alınamayacağı inancı ve gerek Öcalan’ın gerek hareketin önder kadrolarının ilerlemiş yaşlarının da etken olduğu kanaatindeyiz. Bu iki etken ile uluslararası gelişmeler nedeniyle öngörülen risk birlikte düşünüldüğünde bir tasfiye ihtimalini engelleyerek bir tür örgütsel yenilenme/dönüşüm çabasının var olduğu görülmektedir.
Devlet
Bu sürecin ön görüşmelerinin olduğuna kuşku bulunmuyor fakat kamusal ilan Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclise daveti ile başladı. Devamında umut hakkı, iç cepheyi güçlendirme, yasal değişiklikler, kucaklaşma, barış, af-infaz düzenlemesi gibi ifadeler dile getirildi aynı cepheden. Devlet somut olarak henüz hiçbir adım atmamış olmasına rağmen bu çıkışları Kürt cephesi oldukça cesur söylemler olarak karşıladı. Peki devlet söylemsel düzeyde de olsa bu yola neden girmiştir?
KDH’yi dönüşmek zorunda hissettiren uluslararası gelişmelerin etkisi olduğuna kuşku yok. Bölgede birçok silahlı güç ve devletin kısa süre içindeki olağanüstü dönüşümü ve olası İran savaşının, gelecekte başıboş bir PKK’nin genişleme kapasitesi konusunda devleti adıma zorlamış olma ihtimali yüksek. Bu genişlemenin Türkiye sınırları içinde dahi olması gerekmiyor. Herhangi bir genişlemenin bu noktadan sonra devleti bir hayli zorlayacağı açık. KDH temsilcilerinin devletin bu adımı atmaya mecbur kaldığı yönündeki açıklamaları bu kanıyı güçlendirmektedir.
Diğer yandan devlet en uzun süreli kesintisiz (10 yıl) savaşta yorulmuştur, en az KDH kadar. Kuşkusuz savaşta küçük görülen hamlelerin dahi büyük sonuçları olabilmektedir fakat devlet şimdilik yapabileceklerin üst sınırına ulaşmış görünmektedir. Kuzeyde gerillayı büyük ölçüde hareketsiz kılmıştır, Kürt siyasetine büyük darbeler vurmuştur. Buna karşın devletin 2019 yılından itibaren bir zafer kazanamadığı ortada. Rojava’da Afrin (2018), Serekaniye ve Grespi (2019) işgalleri, Güneyde ise Haftanin-Hakurke hattında kapsamlı hareketler (2019) sonrasında umulan başarının elde edilemediği görülüyor. 2021 yılında gerçekleştirilen Gare saldırısında ise devletin büyük bir darbe aldığı ortada. Yine bu bölgedeki Mahmur ve Şengal’de de devlet istediğini alamamıştır.
Askeri saldırılar dışında devlet gözaltı-tutuklama, kayyum, toplanma yasakları, zorunlu sürgün vb. türünden atabileceği adımları da eksiksiz bir biçimde atmış görünmekte. Bir bütün olarak bakıldığında yenişememe durumu gerçeği devlet tarafından da kabul edilmiştir.
Çelişkiler
Bu yazının amacının süreç içinde KDH tarafından yayınlanan metinleri teorik-ideolojik olarak tartışmak olmadığını belirtmiştik. Amacımız bu tür bir polemik değil fakat anılan metinler ile KDH’nin kendini bağladığı eski metinler arasında, başka bir deyişle, kendi ifadesiyle Öcalan’ın “paradigma”sı ile son Öcalan metinleri arasında uzlaşmaz çelişkiler bulunmaktadır.
İmralı Heyeti, Öcalan’ın çağrıyı anlamayanlar için “savunmalarımın beşinci cildini okusunlar” dediğini aktardı. Öcalan’ın savunmaları ile çağrı ve sonraki metinler arasında tutarlılığın olduğu kuşku götürmez. Pek çok kimsenin bunları ilk kez duyuyormuş gibi yapmaları gerçekten de tuhaf. Buna karşın anılan metinlerde hiç değinilmeyen ama savunmalarda hedef olarak belirlenen öz-yönetimin (demokratik toplumun komünler aracılığıyla kendini yönettiği ve devlet dışı yapılar olarak devletle çelişkinin merkezinde olan idari yapılar) ana unsurlarından birisi, belki temeli kabul edilen bir husus bulunmaktadır: öz-savunma. 2013-2015 yıllarındaki görüşmelerde bu hususun tartışıldığını biliyoruz. Hatta Öcalan’ın “kuşların bile öz-savunma mekanizmaları var” dediğini, KDH liderlerinin defalarca “öz-savunma olmadan öz-yönetim olmaz” dediğini de biliyoruz. Çağrı ile birlikte yayınlanan hiçbir metinde bu konuya henüz değinilmedi. Eğer teorik olarak bir değişime gidilmediyse, mevcut koşullarda öz-savunmasız demokratik bütünleşmenin gerçekleşme ihtimali, teorinin kendisinin sonucu olarak mümkün görünmemektedir.
Gerek çağrı metninde gerekse devamındaki tartışmalarda SSCB ve sosyalist bloka (“reel sosyalizm” adıyla) bir hayli gönderme bulunmakta. 2025 yılında yapılan bir silah bırakma çağrısının 1991 senesinde yaşanan bir uluslararası başarısızlığa gönderme yapmasının anakronik göründüğünü öncelikle belirtelim. Ayrıca aynı hareketin 1993’ten 2025’e kadar silahlı mücadeleye artırarak devam ettiği gerçeği daha da içinden çıkılmaz bir durum yaratıyor. Biz anılan başarısızlıklardan ziyade hareketin kendi öngördüğü başarıya ulaşamadığı durumlarda ideolojik ve örgütsel dönüşüm yoluna gittiği kanaatindeyiz ki bu çok anlaşılır ve belki de olması gerekendir. Somut olarak söylersek 1993 yılında ilan edilen ilk ateşkes SSCB’nin dağılmış olmasından ziyade 1984-1993 yılları arasında arzulanan başarı düzeyine ulaşılamaması ile ilgilidir. 1999-2004 yılları ise hareketin hem dış hem iç saldırılar nedeniyle en çok gerilediği ve tasfiye ile karşı karşıya geldiği dönemdir.
Bu bilgiler bizi şu noktaya götürüyor: Hareket 2004 yılında önüne koyduğu hedefleri gerçekleştiremediği için bugün bir dönüşüm ihtiyacı hissetmektedir. Bunu KDH’nin liderlerinin ağzından çokça duyduk. Onlar bunu teorik olarak ortaya konulanın pratiğe geçirme adımı olarak tanımladılar. Bu noktada kaçınılamayacak soru daha önce defalarca denenen ama gerçekleşmeyen hedefin önündeki temel engelin silahlı güçler mi olduğudur?
Teorinin gerçekleşme olasılıklarını değil silahlı güçlerin engel teşkil ettiği görüşünü tartışıyoruz. Öncelikle daha önce silahlı güçler Türkiye sınırları dışına çıktı, PKK kendini feshetti, yeni bir örgüt kuruldu fakat olmadı. Daha sonra sayısız kere ateşkes ilan edildi olmadı. 2013 yılında silahlı güçler tekrar sınır dışına çıkmaya başladı fakat yine olmadı. Peki bugün değişen nedir? Gerçekten teoride ana güç olarak yer alan komünlerin örgütlenememesinin sebebi silahlı güçlerin varlığı mıdır? Bu soruların cevabını bizim vermemiz kuşkusuz mümkün değil fakat öz-savunmanın ayrılmaz bir parça olduğu bir teorik varsayım, bizi doğal olarak, bırakın komünün önünde engel olmayı, silahlı güçlerin komünün ön koşulu, onun mütemmim cüzü olduğu sonucuna götürür. Geçmişte hem bu coğrafyada hem dünyanın çeşitli yerlerinde silah bırakanların başına gelenler bu soruya güçlü bir cevap verilmesi gerektiğini fazlasıyla ortaya koymaktadır.
Abdullah Öcalan’ın PKK kongresine gönderdiği metinde komün örgütlenmesinin temel inşa gücü olacağı öne sürülürken bunun belediyelerin varlığına atıfla olanaklı olduğu söyleniyor. Biz iyimser olma umuduyla belediyenin ötesine geçerek, belediyeler de dahil “demokratik toplumu inşa” amacıyla oluşturulan bütün kurumları buna dahil ederek konuyu ele almak ve gerçekten bir zemin olup olmadığını anlamak istiyoruz. Öncelikle bunların hiçbiri 2004-2025 arasındaki gibi varlıklarına devam edemeyecektir çünkü artık silahlı güç bulunmayacaktır. Bunu varsayıyoruz. Anılan kurumların bu tarihler arasında güçlendiği anlar ile silahın gücü arasındaki korelasyon pozitif görünmekte. Nedensellik kelimesini kullanmıyor oluşumuz iyimserliği koruma çabası ile ilgilidir. Yanıldığımızı varsayarak devam edelim. Belediyeler de dahil anılan bütün kurumlar (en iddialıları görünen DTK-HDK) dahil hangi komünal özellikler arz etmektedir? Devlete alternatif/karşıt hatta devlet-dışı yanları nelerdir?
İddialı görünebilecek ama biraz yakından bakan için buz gibi bir gerçek şudur: Bu yapıların hemen hepsi kariyer olanakları için bir arayış, bir sıçrama tahtası olmuştur. İddiayı abartılı bulanların bu kurumların içinde yer alanların büyük çoğunluğunun birkaç yıl sonra nerede olduğuna hatta bu birkaç yıldan sonraki birkaç yılda nerede olduğuna bakmasını tavsiye ediyoruz. Dolayısıyla KDH’nin komün örgütleme zemininin olduğu, bunun ön çalışması olduğu ve bunun ancak silah olmaksızın hayata geçirilebileceği iddiası oldukça tartışmalıdır.
Sonuç Yerine
Bu süreçte devletin şimdilik attığı tek adım bazı tutsakları İmralı cezaevine götürmek oldu. İnfaz yasasındaki değişiklikte dahi adli suç ayrımı yapmaksızın infaz süresi kısaltılırken, hasta siyasi tutsaklarla ilgili tek adım atılmadı. Askeri saldırılar ise eskisi gibi devam etmektedir. Buna şaşırmıyoruz. Hatta KDH’nin müzakerelere devam ettiğini ve henüz adım atılmamış olmasının hiç atılmayacağı anlamına gelmeyeceğini dahi varsayalım. Buna karşın düşündürücü olan bir bütün olarak Kürt siyasetinin adım atılması için hiçbir şey yapmıyor oluşu. Buna aklımızın erdiğini söyleyemeyiz.
Türkiye devrimci hareketinin barışı destekleme imkânı bulunmuyor. Çünkü henüz yeterince savaşmadı. Savaşı destekleme şansı da bulunmuyor. Çünkü henüz yeterince savaşmadı. Kendisinin özne olmadığı bir sürece yaklaşımının yegâne ölçüsü atılan adımın düşmana verdiği zarar-yarar dengesi olabilir. Tüm gelişmelerin henüz bir süreç olduğunu, şimdiye kadar söylenenlerin (kongre dahil) niyet beyanı olduğunu göz önünde bulundurarak ve yukarıda izah ettiğimiz kuşkulara karşın zarar-yarar dengesinde henüz kesin sonuçlara varmanın mümkün olmadığı kanaatindeyiz.