
Biz problemlere … çözümler sunmaktan ziyade onları ifşa etmeye çalışmaktayız.[1]
Weber
2007 senesinde Melik Kara imzasıyla Teori ve Politika’da yayınlanan “Post-Devrimcilik Dönemi” başlıklı yazı[2], eskiden olanın (devrimci durumu olmayan bir ülkenin bildik, eski anlamındaki devrimciliğinin) varlığının tehlikeye düşmüşlüğünü, “vasat ümmet”in müminlerinin gönül indirmekten imtina edecekleri; tutsak, oy ve şiddet eylemlerinin sayısına ilişkin, çeşitli ampirik göstergeler üzerinden sergilemesi ve kullanılan bu yönteme kontrastla “post-devrimciliğin”, somut/ölçülebilir olanın alanındaki kifayetsizliği karşısında bir “varolma stratejisi” olarak nasıl da hep sınanamazın alanında at koşturmayı seçtiğine işaret etmesi bakımından günümüz Türkiye’sinde devrimciliğin ahvalini anlamak hususunda önemli, temel bir metin. Ancak bu metnin ötesine geçmek gerekiyor artık. O zamandan bu zamana Türkiye’de (post-)devrimcilikten geri dönülmüş olmasıyla alâkalı değil bu; gerçekliğe ilişkin tespiti inatla ampirik göstergeler, sayılar vs. üzerinden yapmak gerektiğine ilişkin tutumuyla, kavranmasına yardımcı olduğu ampirik gerçekliğin layıkıyla anlaşılmasını bir noktada engellemeye başlayan kabulleri arasındaki gerilimle alâkalı yazının.
Garbis Altınoğlu’nun ve Mehmet Güneş’in mevzubahis metinle ilgili zamanında yapmış oldukları, TvP’nin radikalliği esasen şiddete kudreti yeten bir özne olabilmekle eşlemesi bakımından (bir “dünya görüşü” ve “siyasal çizgi” olarak) devrimciliğin, radikalliğin çarpık bir tanımına gittiği gibi bir eleştiriden[3] el almayacak benim eleştirim (tartışılmasında sıkıntı yok tabii bunun ama soyut bir siyasi “dünya görüşü” ve “çizgi” bilmiyorum ben; dolayısıyla bu konuda bir eleştiri sunulacaksa önce tanımların serdedildiği zeminin tartışma konusu edilmesi gerekirdi herhalde). Aslında eleştiriyi geçen zamanın kendisi sunmuştur; ben bunun çıktısına, yani TvP’nin anlamak derdinde olduğunu ileri sürdüğü ampirik gerçekliğin nasıl da direndiğine işaret edeceğim esas olarak.
Önemli metinler (ki bunlar çoğunlukla konjonktürle bilinçli ve dişe diş bir ilişki kuran metinler olur derinlerde gezinmeyi sevenlerin varsayacağının aksine) gelip geçen zaman karşısında yanlışlanmalarına rağmen, hatta bazen tam da yanlışlandıkları için önemli ve önemi daha da artabilen metinlerdir (metnin kendisiyle dişe diş bir ilişki peşinde olanlara engin bir düşünce sahası açılmış olur böylece çünkü). Bunun bir örneği Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması’dır; Ergun Aydınoğlu’nun bir makalesinde göstermiş olduğu üzere[4], çok kısa bir zaman içerisinde bu metnin konjonktürel müdahalesinin zamansız ve gereksiz olduğu anlaşılmıştır. Ama, metne eklenen ve metinle hasbi bir ilişki kurulmaksızın tekrar edilip duran meşhur tablo üzerinden yapılan Anadolu irfanı tadında sayıklamaları bir kenara bırakırsak, hâlâ değerlidir Küçükömer’in metni; dar konjonktürel müdahalesi boşa çıkmışsa da geniş manadaki müdahalesi yerindedir çünkü: Mesele, Marksist siyasi hareketin bir işçi sınıfı hareketi değil, farklı bileşenleri olan / olması gereken bir hareket olduğu meselesidir[5] (Küçükömer’in kendisinin, yazdıklarının bu içerimlerinin ne ölçüde farkında olduğu ise, amaç yalıtık olarak Küçükömer düşüncesini anlamak değilse özellikle −ki burada amacımız bu değil− neredeyse hiçbir anlam ifade etmemektedir). Düzenin Yabancılaşması Türkiye’nin “otantik burjuvazi”si hakkında değildir, “Saraçhane gençleri” hakkındadır bugün.
TvP’nin ilgili yazısı da bu türden metinlerdendir ve dar konjonktürel müdahalesiyle (‘devrimcilik yok olmak tehdidi karşısında’) geniş konjonktürel müdahalesi (sayılarla vs. devrimcilerin ilişkisi üzerinden sergilenen ‘ideolojik’ devrimci tipi hakkında söyledikleri) arasında bir gerilim mevcuttur ve bu gerilim, ampirik dünyada söz konusu devrimciliğin sürdürülebilir bir varlığa sahip olduğunu kanıtlamış olmasıyla aşılmış durumdadır. Ama gerilimlerin de düzeyleri söz konusudur ve sağduyunun emrettiği bir uyumla birbiri içine oturmak durumunda değildir bunlar (düzeyler arasında böyle bir gerilim olmasaydı bunca metne ve Marksizme de gerek olmazdı zaten).
Bugün Türkiye’de devrimcilik vardır ve göründüğü kadarıyla gayet sürdürülebilir hâldedir. Bir altkültür, (geniş manada) toplumsallaşmamış bir kimlik hareketi olarak varlığını sürdüren bu devrimcilikle ilgili ‘sorun’u TvP’nin mantığının tam tersine giderek kurmak gerekmektedir artık: Türkiye’nin adını hak eden bir Marksist siyasi harekete sahip olamamasının nedenlerinden biri tam da devrimciliğinin sürdürülebilir olmasıdır. Bir noktada niteliksel bir değişimin vuku bulduğunu (yani devrin değiştiğini) inkâr edecek aklı başında bir kimse olamaz herhalde ama eğer gayemiz olanı anlamaksa hoşumuza giden birtakım ideallerle gerçekliği karşı karşıya getirmenin buna yönelik çabaları ileriye değil de geriye götüreceği de muhakkaktır[6] (kuşkusuz −hep− kazançlı, keyifli ve/ama kör eden bir oyundur bu). Söz konusu yazı değersizleşmemiştir ama eskimiştir bu nedenle. Aksi hâlde, önceki iki yazıda işaret etmeye uğraştığım, “vasat ümmet”in, zavallı ampirik gerçekliğin ölgün ışığı karşısında kendinden menkul ideallerinin parlaklığını kuşanması hâlini tekrarlamış olmaktan öteye gitmiş olmayız. TvP’nin (haklı olarak) ölesiye eleştirdiği, “teori”deki işçileri ampirik dünyada bulamayınca dellenen ve bu dünyaya kahreden işçicilerin tavrı da[7] tekrarlanmış olur ayrıca vs. vs.
Özcesi, başlangıç noktası olarak Türkiye’de devrimciliğin tarihe karıştığı belirlemesini değil, devrimciliğin siyaset yapmayı engelleyen bir altkültür olarak direnen bir sürdürülebilirlik sergilediği belirlemesini almak gerektiğini düşünüyorum (Bunun bir başarı olduğu da teslim edilmelidir ayrıca). Yani mesele sürdürülebilir devrimciliğin krizi değil, sürdürülebilir devrimciliğin gizidir. Bir sonraki yazıda bu giz hakkında konuşacağım. Ama çözdüğüm iddiasıyla değil. Giz (belli bir dünyada, o gizin dünyasında, yani bizim dünyamızda) çözülemez de beri yandan. Giz kendi düzeyinden farklı düzeylerdeki olası çözülmeleri karşısında bu dünyadaki tutarlılığını güvenceye alan sağlam bir temele sahiptir çünkü. Sürdürülebilirlik, sürdürülebilirliğin gizine ilişkin bilgiye daha baştan kapalı olmakla emniyete alır varlığını ayrıca.
[1] Max Weber, Sosyal Bilimlerin Metodolojisi, çeviren: Vefa Saygın Öğütle, Küre Yayınları, İstanbul, 2012, s. 77.
[2] Melik Kara, “Post-Devrimcilik Dönemi (Teori ve Politika İçin Durum Misyon Gelecek)”, Teori ve Politika, sayı 46, Yaz 2007: https://teorivepolitika1.net/2012/09/23/post-devrimcilik-donemi/ (Erişim Tarihi: 6.6.2025).
[3] Garbis Altınoğlu, “’Post-Devrimcilik Dönemi’ Başlıklı Yazı Üzerine Dağınık Notlar”, Teori ve Politika, sayı 47-48, Güz 2007 – Kış 2008, s. 51-2 ve Mehmet Güneş’in aynı sayıdaki “’Post-Devrimcilik Dönemi’ Yazısına Notlar” başlıklı yazısı, s. 101-2.
[4] Ergun Aydınoğlu, “Düzenin Yabancılaşması ya da Bir Tezin Tarihsel Kaderi Üzerine Bir Deneme”, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt V, Sayı 1, Nisan 2012: https://dergi.neu.edu.tr/public/journals/7/yazardizini/aydinoglu-e-2012-nisan.pdf (Erişim Tarihi: 6.6.2025).
[5] Sivil toplumculuğun azizi namıyla sunulagelmiş Küçükömer’in bu oluşturucu bileşenler söz konusu olduğunda örneğin bir Avcıoğlu’yla nasıl da benzeştiğini hatırlatmak gerekiyor. Bu bağlamda Düzenin Yabancılaşması esas olarak (sivil-subay) bürokratlara seslendiğini, gözünü kapamak istemeyenin göreceği biçimde pek çok cümlesiyle belli etmektedir. Örneğin metinden muradın, bürokratın kendi yerini tespit edip bunun bilincine gelmesi olduğu ve başka bir yerde de önce bürokratın uyanması gerektiği söylenmektedir vs. Metindeki bu vurgular için bkz. İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması. Batılaşma, Ant Yayınları, İstanbul, 1969, s. 97-8, 135, 138-9. Bileşenler mantığına ilişkin bir değinme için bkz. s. 140-1.
[6] “Normatif bakımdan geçerli olan şeyler empirik araştırmanın nesnesi olduklarında, normatif geçerlilikleri göz önüne alınmaz. Araştırmacıyı ilgilendiren, onun ‘geçerliliği’ değil ‘mevcudiyeti’dir.” Weber, a.g.e., s. 87.
[7] ‘İdeolojik’/‘teorik’ solcular için (işçiciler de bunların içindedir elbette) Türkiye’nin mevcut ahvali, gören göze aşikârdır ki, berbat bir zemin teşkil etmektedir aslında. Devrimci bir değişimin imkânını her daim işçilerin yoksul bedenlerinde arayan doktrinerler (ama her daim yenilikçi doktrinerler) bir yoksul burjuva isyanıyla ve bu isyan marifetiyle CHP’nin, Türkiye’nin sol muhalefet partisi hâline gelmiş olması gerçeğiyle karşı karşıyadırlar. Evet, yoksulluk belirleyici olmuştur sonunda ama işe bakın ki işçilerin değil de burjuvaların yoksulluğudur sokakları hareketlendiren. Bu minvalde bilhassa TİP’in konumu oldukça üzücü bir nitelik arz etmektedir; kapsayarak aştığı TKP’nin, CHP’nin solunu tutmak şeklinde tanımlanan misyonunu sürdürme vizyonu, CHP’nin Türkiye’nin en solcu partisi hâline gelmesiyle boşa düşmüş durumdadır; zaten zayıf olan varlığı iyice anlamsızlaşmaktadır. Aslında genele de teşmil edilmelidir bu: CHP teşkilatında yer almak, devrimci olmaktan daha tehlikelidir bugün genel manada. Ama “sol”a, “muhalefet”e vs. ‘ideal’ ve duygu yüklü anlamlar verilerek bütün bunların savuşturulması da mümkündür (belki biraz zorlaşabilir bu, vakitten vakite). Ama Türkiye’nin sol ahalisi bu dünyanın gerilimlerini kendi dünyasına katıştırmama konusunda oldukça deneyimli ve cüretkârdır, bunu asla unutmamalı. Sürdürülebilirliğin inkâr edilemezliği buradan da çıkarsanabilir rahatça.