Ana SayfaKürsü“Vasat Ümmet” – II

“Vasat Ümmet” – II

‘Yanlış Bilincin’ Kaybı

Bireyin devrimci oluşunun (aslında genel manada orijinal bireyin ortaya çıkışının) yüzeye yapışmakla mümkün olduğu düşüncesindeyim, derinlere inmekle değil. “Burjuva bireyin rafineleşmesi” diyebiliriz buna. Kendi bedeninin, eylemlerinin, düşüncelerinin tek ve mutlak sahibi sıfatıyla birey fikrine; dünya tarihinin belli bir döneminin koşulları içinde neşvünema bulmuş ve bugün de günlük gerçekliğimizin nihai düzeyde aşılması mümkün olmayan koordinatlarını ve sınırlarını teşkil eden, bu nedenle de yüzergezer, ikincil diyebileceğimiz fikirler karşısında, kendini dayatan ağır bir gerçeklik namıyla duran bir ‘global’ fikre[1] yapışmak demektir bu. Teorik diyebileceğimiz bir düzlemde bilince çıkarılmış olması gerekmez bunun; hatta tersine, tam da böyle bir ‘teorik’ bilincin olmayışıyla ‘başarılı’ öznelik konumları edinmek mümkün olur çoğunlukla.[2] Bu fikre, kendine yapışmakla yapışır devrimci. İşlediği her fiilin, söylediği her sözün, attığı her adımın kendisine ait olduğu ‘yanlış bilinci’ ile hareket etmekle maruftur. Ancak pratik düzlemde hepimiz mevzubahis bilinci paylaşıyor olduğumuza, bu bilincin ötesini hayal dahi edemeyecek olduğumuza göre, ne ayırt eder devrimci figürünü öyleyse biz geriye kalanlardan?

(i) Pratik bireylik bilinci (nihayetinde pratik olmayan bir bilinç yoktur ya), kendisiyle bu bilinci ikiye katlamaksızın iştigal ediyor olmasıyla kazanır tutarlılığını (ve rahatını da). Kişilere soyut/somut uzamları içinde yakın olan nesneler birincil derecede ilgiye mazhar olur ve burjuva bireyin hırsı, parlaklığı ve cehdi bu nesneler üzerinden güçlü bir ışık yayarak parlarken uzam içinde uzağa düşen nesneler söz konusu olduğunda bireyliğin ateşi de sönmeye başlar, nesneler ne kadar berideyse o denli derinlere inilir, derinler de karanlık olmakla bilinir çoklukla. Geniş manada sol ahali söz konusu olduğunda, şöyle misallendirebiliriz bunu: Evlerine LED ekran televizyon, altlarına araba alırken, tatillere giderken, günlük zorunlu rekabetlere girişirken; özcesi kendi hayatlarını yaşarken yüzeyde olmaktan hiçbir sıkıntı duymadıkları görülen kimseler, solculuk dairesine girildiğinde günlük dertleri telaşla bir yana fırlatıp, hemen kalkıp koşarak ilk gördükleri derinliğe atarlar kendilerini (ortalık yatıştığında çıkıp yine gerçek hayatlarına dönebilirler nasılsa, o kadar da derin değildir derinlikleri). Gündelik hayatın serin-sıcak, acı-tatlı hesapları, “SİYASET” yazılı tabelanın önüne gelindiğinde unutuluverir; sadakat, adalet, haslık gibi çok değerli, “iç”ten yükselen değerler hatırlanıverir birden, refleksle. Siyaseti hayatlarının bir parçası olarak görmediklerinin en şaşmaz kanıtıdır bu aslında. “Vasat ümmet”in siyaset yapmakta çıkarı yoktur. Gerçek çıkarlarının sürekliliğini sağlamak için “siyaset”i kullanmaktadır çıkarı (Çıkarlarının ne olduğunu ve bunu nasıl aradıklarını şaşmaz bir kesinlikle bilmelerine gerek yoktur; aslında bilişsel bakımdan ne ölçüde az farkındalarsa bunun, çıkarlarını o denli kudretli bir bilinçle savunmaları mümkün olur). Bundandır ki gerçekten siyaset yapanların kire pasa bulanmış o hâllerinden iğrendiklerini bildirirler, soyut bir evrenselliğe sıkı sıkı sarılmışlardır. Çok yükseklerde yahut çok derinlerdedirler (Peki tümüyle soyut bir evrensellik mümkün müdür gerçekten; bu sorulmaz hiç, ihtiyaç yoktur). Dünyanın düzü, yüksek ahlaki ölçütleri ile kendinden menkul faziletlerinin ihtişamlı kıvrımlarına kıyasla fazla düz kalmaktadır.   

Derinlere inmekle yüzeye yapışmak arasındaki farkın acil durumlar, çoğu yüreğin dayanamayacağı kıyamet vakitleri bağlamında daha da keskinleşen farkını Yalçın Küçük’ün İtirafçıların İtirafları kitabından izlemek mümkündür. Cezaevlerinde itirafçılara “gerçekçi” dendiğini belirtir Küçük; “akıllı”dırlar onlar. Özneliklerini reddederken birer profesöre dönüşür hepsi; devrimci harekete katılan gençlerde hep yalnızlık, ilgisizlik, cinsel bunalım arayan “CIA’in uzman profesörleri” gibi itirafçılar da kendi eksiklik ve yoksunluklarını sergilerler sergileyebildiklerince; genel olarak çözümleyip genel olarak anlatırlar (“Evrensellik” uğrağı!). İtirafçılığı reddeden ise her şeyi üzerine alır, her şeyin de üzerinde durur bir ve aynı hareketle; sanki hiçbir belirlenim ona dokunmamış, dokunamazmış gibi. Bir fiilin illa birinin üzerine kalması gerekliliği inkâr edilemez hale geldiğinde, bunu yüklenir devrimci, yoldaşlarının üzerine kalmasın diye. Öznenin işkencede, mahkemede özneliğini silişi dahi ne derece özne olduğunu gözler önüne sermeye yöneliktir; edilgenlik, failliktir burada aslında. Bir şey yapmamak, yapma iradesine dönüşür: “Tahsin Alpşar, ‘TİKB mensubu bir kişinin eylemini görsem, duysam veya tahmin etsem bu şahsı kesinlikle güvenlik kuvvetlerine bildirmem’ diyor; mahkeme tutanaklarında yer alıyor. ‘Karakol baskınına katılmış olsaydım veya herhangi bir suç işlemiş olsaydım alınan ifademde polise doğrusunu söylemezdim,’ bunları da kendisini sorguya çeken polislerin yüzlerine ifade ediyor. Polisler de çok kızıyorlar.”[3]

Erdoğan Yazgan’ın 1983’te, öldürülmeden önce ailesine yazdığı mektuptaki şu cümle de önemli bir misal, yüzeye inançla yapışmışlığa dair: “Sanayi Mahallesi’nde doğmasaydım da devrimci olurdum.”[4] Küçük’ün itirafçılarının tam zıddını yapar burada Yazgan; elbette ki devrimci oluş ve kalış öyküsü, birçoğu (hepimizin yaşamları için söylenebileceği üzere) kendisine kapalı olan bir dizi belirleyici gücün tesirleriyle şekillenmiştir ama işe bakın ki Yazgan, Marksist teorinin (en azından onun -güçlü- bir yorumunun) vaz ettiklerini yalanlayarak ancak, devrimci bir Marksist olmanın gereklerini yerine getirmeyi başarabilir layıkıyla (Her zaman böyle olmak durumunda değil bu kuşkusuz, politik devrimci olmanın da çeşitli yordamları ve fazları var; görkem olduğunu -kuvvetle muhtemel aldanarak- sandığımız nesne uğruna haddini aşan genellemelerde bulunmamak gerekiyor – yapabildiğimizce).

Ve diğer ayırıcı vasfa geliyorum, yine Yazgan’ın mektubu üzerinden: (ii) “Siz ve sizin gibilere layık olmaya çalıştım” diyor ailesine; “bu duygular beni ayakta tuttu” diyor. “Dar gelirli bir memur ailesi olarak hepinizin beni anlayacağına inanıyorum” diye yazıyor. Mesafenin hem yakınlık hem de uzaklık anlamına geldiğini hatırlayalım. Karşılaşma hep bir mesafe koyma ve de mesafeleri aşma anlamına geliyor. Yazgan ailesine halkı olarak hitap ediyor, bu uzaklıkta yeniden karşılaşıyor onlarla ve onların da üyesi oldukları halka olan yakınlığıyla, muhabbetiyle ölüme gidiyor. Komünizmin Darth Vader’ı İsmet Özel’in “halksa kal’am onu kal’a kılan benim” sözünün buna denk düştüğü kanısındayım. Öyleyse devrimcinin (aslında genel manada orijinal insanın) bir ayırıcı vasfı da karşılaşmalara kendine özgü bir tarzda açık olmasıdır. Sözde eşit, dengeli, “yapıcı”, “olumlu” karşılaşmalardan bahsetmiyorum burada; karşısındakine saldıran, onu işgal etmeye çalışan ve ancak bu motivasyonla  (devamlı ve devamlı) harekete geçtiği içindir ki zaman zaman yeni fikirler ve deneyimler tarafından saldırıya uğraması, işgal edilmesi de imkan dahiline giren karşılaşmalardan[5] bahsediyorum (Bu saldırgan iradenin dengesizleştirdiği, haddini aşan karşılaşmalar olmasaydı, harikulade hiçbir yaratıya da sahip olmayacaktı dünya şu anda – daha huzurlu bir yer olacaktı belki sadece).

Bir devrimcilik sagası yazmak değil niyetim kesinlikle (İnsanların yapmaya niyeti olmadıkları işleri dünyanın en kıymetli şeyleriymiş gibi allayıp pullamasının getirdiği kekre bir tat var, böyle bir tat vermek değil çünkü niyetim). Efsane anlatıcısı ya da ağıtçı değilim. Devrimciyi överek bu dünyanın dışına atmak bir yana dursun, tersine, onun saydığım veçhelerinin tam da gündeliklik içinde ve gündelikleşerek yüzlerini göstermiş olduğunu söylemeye çalışıyorum (“profesyonel/meslekten devrimci” tabiri tam da buna denk düşüyor). İsim aynı kalmasına karşın değişen, bu gündelikliğin doğasıdır bugün işte. O tür devrimcilik artık (neredeyse) kimsenin çıkarına değildir. Aynı namı taşıyan “iç-ten” duygular (devrimci coşku, öfke, adalet tutkusu vs.), siyaset yapmalarına değil de konforlu bir mesafeden dolaysız gündeliklikleri uğruna “siyaset”ten faydalanmalarına yaramaktadır sol ahaliden insanların. Faydanın anlamı değişmiştir ve gayet faydalı bulunmaktadır bu.

Ama yüzey durmaktadır hâlâ karşımızda: Türkiye’de devrimciler vardır. Öyleyse ilgi çekici olan ve açıklanması gereken olgu, devrimciliğin geçmiş dünyanın bir nesnesi hâline gelmesi değil, hâlâ nasıl var olduğu ve sürdürülebilirliğinin hâlâ nasıl sağlanabiliyor olduğudur; görünürde bunu mümkün kılacak hiçbir alamet yok gibiyken hem de.


[1] Post-Marksizmin sıkıntısı bunu anlayamaması, söylemin fazları olduğunu kavrayamamasıdır. Laclau ve Mouffe örneğin, akımın kurucu eseri olan Hegemonya ve Sosyalist Strateji’de öne sürdükleri, siyaseti mümkün kılanın bölünme (parçalanmışlık durumu) olduğu şeklindeki vurgularında haklı olmakla birlikte (bu öncülün ölçüsüne vurarak Lenin’i de Post-Marksist -ve de revizyonist devrimci- sayabiliriz), herhangi bir eklemlenme ilişkisi için bir zorunluluk bulunmadığı ve tüm politik öznelerin farklı söylemler marifetiyle, yine hiçbir zorunlu dayanak söz konusu olmaksızın, eklemlenebileceği yönündeki iddialarıyla abartıya kaçmaktadırlar.  Genel/’global’ toplumsal bilinci oluşturan bilinç durumlarıyla, anlamlandırma pratikleriyle (daha) keyfî ve tikel olanlar arasında epistemolojik bir ayrıma gitmemektedirler çünkü (ki bu, eleştirmeye giriştikleri Marksizmin, sırrına vakıf olamadıkları temellerinden biridir); halbuki ilk durumda söylem, artık çoktan maddî gerçekliğin bir parçası namıyla verili bir şey hâline gelmiş, hegemonik (iddia sahibi) söylemlerin üzerinde işlemek durumunda olduğu zemine dönüşmüştür. Bu bakımdan Post-Marksizm, pre-Marksizmdir de.

[2] “[F]ailler, tam da içinde bulundukları durumun neredeyse bir toplumsal ilişkiler çarkının etkisi altında olduğunu ‘anladıkları’ anda bu toplumsal ilişkileri asla değiştiremeyeceklerine inanırlar. Bu noktada, faillerin kendi talihsizliklerin[in] farkına varmaları ve onların nedenselliklerini belirli bir olay örüntüsü ve anlatı bağlamına yerleştirmeleri hayli sıklıkla ve çelişkili bir şekilde, ufukların kapandığının bilincine varmalarıyla atbaşı gider. Fail kimi zaman durumun bilincine varmış olduğundan daha fazla hezimete kapılır. Farkındalık özgürleştirmez, kolektif eyleme doğru götürmez; aksine, acı bir tat hissine yol açar.” Danilo Martuccelli, “Sosyoloji ve Eleştirel Duruş”, Sosyoloji Ne İşe Yarar? (der. Bernard Lahire) içinde, çeviren: Zuhal Karagöz, Pinhan Yayıncılık, İstanbul, s. 161-2. Bundandır ki entelektüeller, genelde, bulup bulunabilecek en güvenilmez dava adamları olsa gerektir. Ancak Martuccelli daha geniş bağlamda konuşuyor; kamuoyunun genellikle haberdar durumda olmasına karşın kayıtsız kaldığı gerçeğine işaret ediyor örneğin, yukarıdaki sözlerinin öncesinde (s. 155). Entelektüeller ile hayatı daha dolaysızca yaşayanların motivasyonlarını vs. ele almak söz konusu olduğunda bilgi ile enformasyon arasındaki farkın titizlikle vurgulanması gerektiği kanısında olmakla birlikte, şu anda yaptığımız gibi, bir tür çıkarsızlıktan çıkarın artık mevzubahis “ümmet”in (entelektüeliyle, entelektüel olmayanıyla) bütününün çıkarına olmaması durumunu anlamak söz konusu olduğunda, bunun paranteze alınabileceği kanısındayım. Ne dersek diyelim adına (bilgi, enformasyon, “teori”), artık gerçekten de çok çok fazla şey yaşanmış olduğundan mıdır bugüne değin bilmiyorum, terazinin bilmekle, farkında olmakla tartılan tarafı tüm ağırlığıyla çökebildiğince çökmüş gibi duruyor aşağı (yine bir ‘derinleşme’ var işin içinde yani). Artık Kuvvacı olmuş bir Marksist şöyle diyordu vakti zamanında: “Zaman zaman fazla akıllı olmaktan korkmak gerektiğini düşünüyorum.” (Yalçın Küçük, Bir Soran Olursa, Tekin Yayınevi, Ankara, s. 174-5) “Gerçekten” bilip bilmediklerinin, ‘akıllı’ olup olmadıklarının ise, anlamaya çalıştığımız saf yüzey söz konusu olduğunda, yalnız bu düzlemde ama, açıklayıcı bir değeri olmadığını düşünüyorum.

[3] Yalçın Küçük, İtirafçıların İtirafları, Haziran Yayınevi, İstanbul, 1987, s. 166.

[4] İnönü Alpat, Popüler Türkiye Solu Sözlüğü. Solun Yüzyıllık Öyküsü, Dipnot Yayınları, Ankara, 2008, s. 93. Mektuptan yapılacak diğer alıntılar da aynı sayfada yer alıyor.

[5] Bu bağlamda, Onur Eylül Kara’nın, ilk yazıda ele aldığım kitabıyla aynı soydan olduğunu düşündüğüm bir başka kitaba bakmak faydalı olacaktır; Serhat Celâl Birdal’ın, ’60-’80 arası Türkiye solunun “arzu politikası” üzerine çalışmasına. Arzunun “ideolojiye kaydolmasıyla” (yazarın bir gerekçe sunmaksızın zamansal ve varlıksal sıralama bakımından başa koyduğu, ‘saf’, belirlenimsiz) devrimci heves ve heyecanın sönümlenmeye başladığı;  “bir üniversitede yapılan demokratik eğitim temalı bir işgal, bir fabrikada daha insanca ücret için çıkılan grev, çiftçilerin mahsullerinin taban fiyatının yükseltilmesi için düzenledikleri miting arasında kendiliğinden oluşan bakışım ve titreşim”in mühürlenip tekdüzeleştiği gözlemini buluruz burada. Serhat Celâl Birdal, Bir Başka Devrim. Türkiye Sol Hareketinde Arzu, İdeoloji, Politika (1960-1980), İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, s. 115, 117. Tekdüzeleşmenin neden her şart ve koşulda istenmeyecek bir durum olması gerektiği gibi soruları bir yana bırakıyorum; bahsedilen “bakışım ve titreşim”in “ideolojiye kayıtlı olmak”tan beri olduğunu kim söylemiş? “Bakışım” zamansal/varlıksal öncelik taşımadığı gibi bu karşı karşıya gelme durumunu yaratan da tamamıyla (en geniş anlamıyla) ‘ideolojik’ yönelimler, tutkular, arzulardır. Orta sınıftan bir üniversite öğrencisini Sökeli tarım işçilerini ziyaret edip miting örgütlemeye yönelten örneğin, hangi “kendiliğinden” ve belirlenimsiz, ideoloji-öncesi kuvvettir Allah aşkına? Kitapta Birdal, “Marksizmin bilindik” altyapı-üstyapı ikiliğini aştığı zehabıyla duygulanımların maddi gücüne işaret ederken de (s. 103) bahsettiği ikiliği çözmüyor, son derece “ideolojik” bir formda yeniden üretiyor onu; duygulanımlar doğallaştırılırken bunları bozucu kuvvetler olarak görülen (ve duygulanımlarla ancak bu yönde alakası kurulan) “ideolojik” kayıtlar ikincilleştirilerek bir çeşit “üstyapı” muamelesi görüyor. Elbette ki çok çok daha kudretli bir eser olan, Said’in Şarkiyatçılık’ının da temel sıkıntısı budur aslında. “Hümanist” bir bireşimin peşinde olduğunu söyleyen Said, Şarkiyatçılığın karşısına belirlenimsiz, eşit karşılaşmalar peşinde koşma idealini koyar. Halbuki karşılaşmanın dengesizliği, bireşimler için kaçınılmazdır; tam da bu nedenle Said’in bireşimsel eseri de çubuğu fazlasıyla bir yöne büken bir siyasi müdahale olmuştur aynı zamanda; fazla ileri gitmiş, abartıya kaçmıştır. Birdal’ın eserinde gördüğümüzü Said’de de görürüz; Marx da bir sömürge memuru da Şarkiyatçı söylemin (şöyle veya böyle) sözcüleri namıyla sunulurken kanlı canlı, gerçek Şarklının Şarkiyatçılıktaki yokluğundan dem vurulur bir yandan da; sanki belirlenimsiz, tümüyle doğal bir Şarklılıktan bahsedilebilirmiş gibi tınılar sözleri. Bu ilham verici eserin (kitabın kendi amacı bakımından) en yoksul pasajları, Said’in, eleştirdiği Şarkiyatçılarla bir anlamda birleşerek, bize belirlenimsiz bir varoluşun mümkün olduğunu söyleyen yorumlarının yer aldığı bölümleridir. Ben kendi payıma mavzubahis bireşimsel çabanın ufkunun “rafineleştirilmiş Avrupamerkezcilik” olması gerektiği kanısındayım (Yakın zamanlarda Marx ve Doğu toplumları üzerine yazılmış çalışmaların ekserisinin savunduğunun yahut sezdirmek istediğinin aksine, Marx’ın güzergâhının da Avrupamerkezciliğin reddine değil rafineleşmesine doğru olduğunu düşünüyorum). Umuyorum ki yakın bir zamanda müstakil bir yazıda bu sorunu daha geniş bir şekilde ele alabileceğim.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar

Silahlara Veda

“Vasat Ümmet” – III

Bayram Ola