
Devamlı surette derinlerde oldukları zehabıyla yazan ve konuşan kimselerin, rastlanabilecek en yüzeysel insanlar oldukları ihtimali (elimde bunu kanıtlayacak bir araç bulunmasa da) kuvvetli görünüyor bana. Zavallı dünyamızın kırık dökük işlerine ‘fazla’ gelen, ince ayarı yapılmamış düşünsel jestler ile kendinden menkul neolojizmler, sıradan günün bildik ışığı altında çok çok fazla geliyor artık; çok fazla, çok eksik olabiliyor eşzamanlı olarak. Zihnimizin bir yerlerinde beliren bıkkın, zorlantılı bir gülümseme eşlik ediyor bu anlık ölçüm işlemine. Derinliğin, haddinden fazla parlatılmış bir yüzey şeklinde tezahür ettiği görülüyor. Aksiyomların kanıtlar kisvesinde durmamacasına üst üste yığıldığı, şişip duran metinsel uzamlar, biraz yakından incelediğimizde, paradoksal biçimde boş olduklarını söylüyorlar bize. Niyetlenilmiş zekâ kıvraklığı alametleri (iyi niyetlerle ama), onları alkışlamaya değil de berilerindeki, acayip giysiler giyinmekle maruf, kemikleşmiş çıkarlardan daha da şüphelenmeye itiyor, bunların peşine düşmeye zaten alışmış olan zihinleri. İlla derinlere inilecekse de belli bir yüzeyden başlamak gerekliliğine, hiçbir kayba uğramaksızın ‘başkaldırmak’ mümkün ancak. “Teori” alanındayız çünkü; bu imalat sahasında işleyen üretim süreçlerinin çıktılarının hiçbir derde fayda etmiyor olması, bunların seri üretimine geçilmesinin gerekçesi dahi olabiliyor nihayetinde. İşe yarar bir şeyler üretmek niyetindeysek, söz konusu mamul malların işe yararlığını sorgulamaktan vazgeçmek bahis konusu değil ancak. Öyleyse ürünü alıp uygun bir ışık altında incelemeli bir başta; yüzeyden başlayalım diyorum yani. Her şey (ilk bakışta) bütün derinliğiyle o yüzeyden başlıyor, hatta bizatihi orada duruyor olamaz mı? Dönüp dönüp bakmak gerekir ötesine berisine elbette, bazen gözlerimizi kapatmamız da gerekir ama esas olan, ilk bakışta (her ilk bakışta) göründüğü hâlidir yüzeyin, gündelik hâlidir onun; zaten gündeliklik dışında bir yaşam bilmez o. Neden böyle görünmektedir peki? Neden böyle görünmek zorundadır? İlla bırakmayalım diyorsak “derinliği”, derine inmek için yüzeyden başlamak değil de yüzeyi anlamak derdiyle derinlere inip inip sonra mutlaka çıkmak gerekir yüzeye yine ve yine diyelim, bunu kavramak için. (Marx’ın, siyasal iktisadın eleştirisine metanın tahlili ile giriştiğini hatırlayalım. Meşhur ilerlemenin belli bir dünyanın ilerlemesi olduğunu ve bu dünyanın çıkışı olmadığını hatırlayalım ayrıca –dolayısıyla ondan keyfe keder, boylu boyunca çıkıp kurtulunamayacağını.) Dolayısıyla yüzeysel olan, derine inemediği için değil, hep derinlerde olduğu için yüzeyseldir; sırrına vakıf olamayacağı yüzeyde ikamettedir fasılasız olarak bu nedenle. Oraya bakmalıyız biz de.
Onur Eylül Kara’nın minör siyasete dair kitabı, sıkça rastladığımız bu derinliklerin önemli örneklerinden biri. Kara, (tasvip etmediği) majör siyasetin (bildiğimiz siyasetin yani); “insanları, tekilliklerini ortadan kaldırarak ve olumsuzlayarak bir araya getiren güçlü majör kimlikler”e dayanan özdeşlik ilkesine ve çatışmacı siyasete dayalı olup “şimdiyi, bugünü askıya alan, onu kurban eden, insanı ve insan topluluklarını araçsallaştıran aşkın güçler ve belirleyenler” üzerinde yükseldiğini, aşkınlık düzleminde yaşandığını söylüyor burada. “Majör siyaset”e bir alternatif namıyla sunmadığını söylese de tasvip ettiği minör siyaset ise içkinlik düzleminde yaşanan, tekilliklerin çokluğunda temellenen ve kamusal dostluk / dostça siyaset etiğini gözeten bir endamla gezinerek gelip geçiyor karşımıza.[1] Şimdi inatla ve gururla yüzeyden bir gıdım aşağıya inmememiz gerektiğini ilan ederek soruyorum: Aslında mevzubahis içkinlikte çoklarının sırrına vakıf olamayacağı bir aşkınlık olduğu iddia edilmiş olmuyor mu burada? (Eğer böyle değilse kitaptaki prefigüratif siyaset övgüsünü nereye koyacağız ve eğer “majör siyaset”in aşkınlığından, yaldızından pay alma derdi yoksa ortada, neden sadece “minörlük” denmiyor da “minör siyaset” deniyor?) Kimlerin içkinlik düzleminden bahsediliyor? Tekillikler sakın sahip olanların gözü gibi saklayıp esirgediği bireylikler ve bunların “dostça” kümelenmeleri olmasın; bu bahsedilen tekillikler çokluğu, bireyliğe yeterince sahipmiş gibi görülmediği (ve dolayısıyla da bireyliği olmadığı) için tekillikten de sayılmayan, istenmeyen faillere hırslı, tehditkâr ama bir yandan da korkulu nazarlarla bakıyor olmasın hep, yakınlarındayken bile, uzaktan? Kadıköy çok bozuldu.
Mevzubahis “tekillikler çokluğu”nun alt sınıflara nasıl baktığına ilişkin bir fikir edinmek için Grand Korçi’nin gayet özgürlükçü yazısına bakılabilir.[2] Yazıda temel olarak, AKP’nin “her yere metro” politikası sonucunda Kadıköy’ün cılkının çıktığı belirtilmekte ve alt sınıfların seyahat etme özgürlüğünün genişletilmesinden yakınılmaktadır. Kastım, “yozlaşmış” orta sınıf karşısında ezilen halkımızın insaniyet dolu kucağı gibi, artık kimselerin içtenlikle inanabileceğine ihtimal vermediğim, bir karşılaştırma üzerinden yoksul güzellemesi yapmak değil. Yoksul bir burjuva olarak İstanbul’un en “proleter”, dolayısıyla da en berbat ilçelerinden birinde yaşıyorum. En kötüsünden bir “müşterek”te, bireyselliğin ezildiği bir büyük ortaklıkta yani. İnsanların karşılıklı saygı ve haklar dairesinde birbirine bireyler namıyla davrandığı bir mekân arıyorsanız yanlış yere geldiniz. Dolayısıyla burası da dışlamanın, müphem nazarlarla süzmek bir yana, tehditkâr bakışları (duruma göre) gelip geçenin alnının çatına yapıştırmanın mahalidir. (Yapıştırılanın her vakit bakışlarla sınırlı kalmadığını söylememe gerek var mı illa?)[3] Bu bakımdan Kadıköylülerin, özgürlük cennetlerini koruma istekleri gayet anlaşılabilirdir. Ancak sorunlu noktaları da unutmamak gerekiyor: (i) Seyahat hakkı, uluslararası olarak tanınmış bir insan hakkıdır. (ii) Hakların eşit olduğu yerde hükmünü yürüten hakemimiz zor olduğuna göre, bu alanlarını korumaya gerçekten gönlü olanların, barbarları mekânlarından zorla atması gerekir (Mevcut ‘yersizlik’leri hesaba katıldığında böyle bir savaşı kazanamayacakları da kesin olsa gerektir). (iii) Dışlama hususunda ve düşünülebilecek pek çok başka başlık altında da, Esenyurt’ta ya da Bağcılar’da gezen “dızo” bir ortalamaya tekabül ediyorsa, Kadıköy’ün özgürlükçü burjuvası da bir ortalamaya tekabül eder ve bunların da, ikisini ortak kesen bir başka ortalamaya (bilhassa dışlama örüntüleri babında) denk düşerek ortaklaştıklarını görmemek için Türkiye hakkında hiçbir şey bilmiyor olmak gerekir.
“Eğitimsiz halkımız”ın TikTok videolarının sulu komikliği yahut cinnet geçirten duygusallığı bir yerlerden bir şeyleri beceriksizce taklit ediyor olmanın kusurları dolayısıyla hakir görülüyorsa ve bunu çoğunlukla hak ediyorsa, adalet ve liyakat isteyen özgürlükçü okumuşların o çok kendilerine has zannettikleri jestleri, duruşları ve fikirleri de aynı kusurları taşır ve, neden olmasın, hakir görülmeyi hak ederler; tek fark, ikinci kusurun diğeri karşısında bir doluluk namıyla durmasıdır. Yüzeydeyiz yine, gerçeklik diyoruz buna. Acıklı olansa, Saraçhane vakasından da görüleceği üzere, yoksuluyla profesyoneliyle okumuş burjuvaların ekserisinin, kendi dar çıkarlarını gerçekleştirmek için dahi olsa, öteki karşısında başka nazarlar takınmak zorunda oldukları hâlde, buna gönüllü ve/veya bunun farkında olmamalarıdır. Telefonlarının kameralarını açar, kendilerini çekerler; bu sırada, asgari sorumluluğa sahip her aktivistin düşünmesi gereken önlem de geçmez çoğunun aklından, herkeslerin yüzü ayan beyan ortada, internette, ekrandadır. Dışarıya böyle kazara değil de bilinçle, sınıf bilinciyle [sic] yöneldiklerinde ise sadece özgünlüklerinin altını kalınca çizmek için yaparlar bunu: “Mitingciler” vs.
Ekserisi kanarya sevenler türü bir dernekle dahi iştigal etmemişlerin İttihatçılığının, Kuvvacılığının vs. tek açıklayıcı değeri, “yepyeni” bir neslin tek bir hakiki ve yeni kahramanı ve sancağı dahi olmamasıdır. Bu bakımdan Saraçhane vakasının olumlu özelliği namıyla sunulan, “gençler/insanlar meselenin İmamoğlu meselesi olmadığının farkında” şeklindeki tespitin bizleri sevindirmesi değil, üzmesi gerekir. Somuta gönül indirilmemektedir hâlâ çünkü. Yüzeyde kalmak korkusuyla derilerinin mutlak esiri olur insanlar. Asla konjonktürde aranmayan evrensel, havada, hayaletimsi, kıvrılan iplikler hâlinde süzülmektedir; okumuş burjuvanın hemencecik uzanabileceği bir yükseklikte, gündelik hayatının yavan hoşluklarının tam üzerinde hem de. Arayüzü unutun.
Öyleyse ortaya çıkıyor ki orta sınıf sol ahali, kendi içkinliğinde bulmaktadır aşkınlığı; bu içkinlik ise, anlaması o kadar da zor olmamalı, yüzeyin kendisidir aslında. Kara’nın kitabının üst başlığının Yapabileceğimizi Yapmak olması bile tek başına anlatmaya yetiyor bunu esasında. Minör siyasetin öznelerinin siyasal varoluşunun aslında onların yaygın, her günkü gerçekliği, yaşamlarının kendisi hâline geldiğini yazmaktadır Kara.[4] Ama tersten tutup da bu sözü doğruyu göstersek: Her günkü dolaysız gerçeklikleri, siyasi varoluşlarının kendisi olmuştur bu insanların. Metinde ele alınan ÇerÇöp Çorbacılar’a kulak verelim ya da; her zaman yapılabilecek bir şeyler olduğunu düşündüklerini söylüyor onlar. Ya orta sınıf sol ahali her zaman zaten yapabileceği şeyleri yapıyor olduğu için oluyorsa bu?[5] Yani yapılabilecek olan, sınır aşımını yahut ürkekçe de olsa hudutları milim milim aşmayı değil de halihazırda bulunulan mevkiyi hasetle ve poz keserek, ölümüne savunmaksa? “Zaten Yapabileceğimizi Yapmak” yahut da “Yaptığımı Yaparım Ben Yalnız” olsaydı kitabın ismi, çok daha uygun düşerdi içeriğine gibi geliyor bana.
Aslında Kara bir noktada açıkdillilikle katılıyor da burada yazdıklarıma (aslında, yüzeyde, ne söylemekte olduğunu tahmin etmiş midir bilinmez): “Minör siyaset özneleri, majör siyasetin içine çekilmek istemiyorlar çünkü öncelikle buna ihtiyaçları yok ve üstelik bu dahil oluş eylemliliklerinin otonom özelliğine de zarar verecek.”[6] Görüldüğü üzere burada majör siyasetin kötülüğü, son derece pratik bir düzlemde tanımlanıyor; “otonomluğu” orta sınıftan olmak ve “dönüştürücü” faaliyetlerini de bu sınıfın çeperlerinin ötesine milim atmaksızın yürütmek olarak okumayı öneriyorum, “içine çekilme” (bir başkasında kaybolma) korkusunu da bunun bir cüzü olarak görmek gerekiyor.
Minör siyaset hükmünü sürüyor (öyle ki devrimci/sosyalist solun da bu hükümranlığın kurallarıyla temelde/n bir derdi yokmuş gibi görünüyor –bunu daha sonra ele alacağım). Çünkü (en geniş manada) sol ahalinin “majör siyaset”e, bildik siyasete ihtiyacı yok. Bundandır ki, bugünün meseleleriyle alakası olduğu zehabıyla, Leninizmin doğruluğundan-yanlışlığından dem vurmak örneğin, gülünç kaçıyor. Leninizmin yanlış olması; uygulanması zor yahut tehlikeli vs. değil, düpedüz yanlış olması, ona kimselerin ihtiyacı olmamasından kaynaklanmaktadır. Leninizmi otantik bir akademik güzellik ve/veya çoktan zora girmiş hayatlarını nafile biçimde sürdürmeye uğraşanların tutunduğu bir bahane olarak görenler dışında tabii (bunlar ihtiyaçlar işte mesela).
Bu mesele karşısındaki kavrayışsızlığın ilginç bir örneğini, Doğan Çetinkaya’nın yakın zamanda sarf ettiği, mealen, günün gerekleri bakımından Marx’ta kayda değer bir şey bulunmadığı, dolayısıyla ona boş verilebileceği, bunun yerine Leninizme sarılmak gerektiği yollu sözlerinde görüyoruz.[7] Marksizmi (ve elbette Marx’ı) değerli kılan, fazlar ve bunların arayüzleri üzerinden düşünme yordamını yürütmek hususunda zorluk çektiği görülen Çetinkaya, kendisinin dahi ihtiyaç duymadığı bir çözüm önermekte olduğunun farkında değil herhalde.[8] Marx’a boş vermeseydi böyle bir çözüm de önermeyecekti, bunun hiçbir şeyi çözmeyen bir “çözüm” olduğunu halihazırda görmüş olacaktı çünkü.
Özcesi burjuva birey, burjuva bireyliğini çözümleyemiyor (ihtiyacı yok buna). Bu nedenle de bireyliğini rafineleştiremiyor. Bu olmaksızın da devrimcileşmesi mümkün olmuyor. Bireyleşmiyor, bireycileşiyor. Hep derinlerde geziyor çünkü, kendi derinlerinde. Yüzeyselleşmek bir kader hâlini alıyor; varoşların hiç değilse bahanesi var.
[1] Onur Eylül Kara, Yapabileceğimizi Yapmak. Minör Siyaset ve Türkiye Örneği, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019, s. 13-4, 16-7.
[2] Grand Korçi, “Alkol, kafein ve glikoz kıskacında Kadıköy”, Gazete Duvar, 14 Mart 2019 (Erişim Tarihi: 18.3.2025).
[3] Öyleyse varoşlar, yoksulların hapsedildiği mekânlar olarak görülmemeli sadece (acıyan, sözde himayeci bir tavırla yapılmamalı en azından bu). Varoşlar, yoksulların kurtarılmış bölgeleridir de bir bakıma. Belli vakitlerde ve belli ölçülerde değişebilen coğrafi/soyut hudutlarla ayrılan egemenlik alanlarından müteşekkildirler. Açık erişim rejimlerinin Allahı olarak kabul edilmeleri gerekir. Öyle ki buraların yerlilerini asgari nezaket, duyarlılık ve tanı(n)ma ölçütlerine zorlayacak bir düzenleme (örneğin bitmek bilmeyen gürültü kirliliğinin ortadan kaldırılmasıyla ya da çevre temizliğiyle alakalı sıkı bir düzenleme), zaten alışık oldukları düşük ücretlerden, hayat pahalılığından, yalanı meslek edinmiş siyasetçilerin dizi dizi çıkışlarından çok daha güçlü bozucu etkiler yaratan, isyana getirici motivasyonlar olabilir onlar için.
[4] Kara, Yapabileceğimizi Yapmak, s. 128.
[5] Devlet de zaten okumuş burjuvaların en fazla yapabileceklerini yapmalarını istiyor. Ama bu burjuvalar onu da anlamıyor. Örneğin Özgür Lig’den bir görüşmecinin şöyle söylediğini okuyoruz kitapta: “Ülkenin durumu, OHAL vs. ama şu anda top oynanabiliyor orada.” Bir “inşa” faaliyeti namıyla anılıyor bu. a.g.e., s. 110.
[6] a.g.e., s. 95 (vurgular bana ait).
[7] “Y. Doğan Çetinkaya: Lenin’i Tartışmak,” YouTube, 21 Ocak 2025: https://www.youtube.com/watch?v=GX5QfS9eh4c (Erişim Tarihi: 14.05.2025).
[8] Burada bir başka yanlış tanıma da söz konusu; insanın hobi olarak yaptığı bir işle gerçek işini karıştırması durumu bu tam adıyla (ancak günlük hayatın ve dolayısıyla kişiliğin bütünlüğünün hakkınca sürdürülmesine olan katkıları düşünüldüğünde, bilinçli bir yanlış tanıma olduğu da söylenebilir bunun; nadir rastlanan bir vaka değil). Okumuş burjuva asla doymaz.