
Cerit adıyla anılan bir Türkmen topluluğu bugün Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde yerleşiktir. Maraş, Antep, Osmaniye, Adana, Kırıkkale, Kırşehir, Niğde, Kayseri, Sivas, Afyon, Aydın, Mersin ve daha birçok yerde, küçük bir kısmı Maraş’ın Çağlayancerit ilçesi gibi aynı adla anılsa da çoğu farklı adlarla anılan yerleşimleri bulunuyor Ceritlerin. 1960’larda Türkiye İşçi Partisinin ilk yöneticilerinden ve geçen yıl ölen TKP’li Yalçın Cerit yanında, şu yıllarda İzmir Selçuk belediyesinin başkanı Filiz Ceritoğlu’nun adlarını bu topluluktan aldığı anlaşılıyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında Aydın yöresinde ünlü Çakırcalı Ahmet Efe ile birlikte varlık gösteren zeybekler arasında Küçük Cerit Mehmet Efe ile Koca Cerit Mustafa Efelerin adı geçer. Fransa’daki öğreniminden sonra döndüğü İstanbul’da komünizm kovuşturmasında gördüğü işkenceler sonucu sağlığını kaybetmesi yüzünden 1945’te öldüğü bildirilen Silsüpüroğlu Yusuf Bey de Keskinli Ceritlerdendir. 1950’lerden başlayarak birkaç onyıl adı yerel ölçekte duyulan Ceritlerden biri, Antep’in Sofdağı bölgesindeki “Cerit Arası”nın önde geleni Mustafa Çavuş’tur.
Bu çalışmada amacımız, kökeniyle ilgili belirsizliğin sürdüğünü gördüğümüz Cerit adını, göçebeliğin ve göçebe Türklere verilen bir ad olarak Türkmenliğin yapısal özelliklerinden biri olan anarşiyle bağlantısı üzerinden sorgulamaktır.
Devlet düşmanı göçebeler
Türkmenliğine ilişkin herhangi bir kuşku olmayan Ceritlerin İran sahasından batıya ne zaman geçtiğine ilişkin bir bilgiye rastlamadık. Ancak Yusuf Halaçoğlu’nun çalışmasında Ceritlerin 16. yüzyılın başlarından itibaren Halep civarıyla Kayseri ve Niğde ile Çukurova’ya kadar uzanan yörelerde yaylak-kışlak olarak dolaştığının Osmanlı kayıtlarına geçtiğini görüyoruz.
Bu bölge, yüzyıllar boyunca, çeşitli politikaları bakımından Osmanlı’nın göçebe ya da konar-göçer topluluklarla çapraşık ilişkilerine sahne olmuştur. Devlet sürekli ve kararlı olarak bu toplulukları yerleşik yaşama geçmeye zorlamış, bunlar da bu politikaya direnmiştir. “Ferman padişahın dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu bu bölge göçebeliğinin son demlerinin ozanıdır. O dönemlerde devlet iktidarının bugünküyle kıyaslandığında anlamlı zayıflığı yerel dinamiklere uzun yüzyıllar boyu olumlu ve olumsuz sonuçlar yaratıcı şekilde alan bırakmıştır. Ta İran Selçuklularından beri göçebelerin kontrolü ve yerleştirilmesine dönük devlet tavrı yürürlüktedir ama resmi yazında “Büyük…” diye anılan İran Selçuklularıyla, resmi yazında “Anadolu…” ya da “Türkiye…” diye geçen Rum Selçuklularının bölgede güçlü ve istikrarlı bir egemenlik kuramamasından, ve Moğol ile Timur İmparatorluklarının devlet istikrarını bozucu etkisinden dolayı göçebeler genellikle serbest bir şekilde dolaşmıştır bölgeler boyunca. Bölgenin devlet merkezlerinin uçlarında yer alması da bu topluluklara serbest yaşama olanağı sunmuştur. Memlüklerin Moğollara set oluşturabilmesi sonucu göçebe toplulukların Memlüklerin hâkimiyet alanında kendilerine rahat bir yer bulduğu anlaşılmaktadır. Bölgede yaklaşık iki yüzyıl boyunca gevşek bir hâkimiyeti olan Türkmen Dulkadiroğullarının Memlüklerle çekişmeli bir ilişkisi olacak, Osmanlıların bölgedeki hak iddiası 16. yüzyılın başlarında hâkimiyetle sonuçlanacaktır. Ancak bu tarihten sonra da Celali isyanları bölgeyi serbestleştiren etkisiyle devlet dışı topluluklara alan açacak, hatta yerleşik yaşama geçen toplulukların birçoğu tekrar konar-göçerliğe dönecektir.
Bölgeye hâkim olmasından itibaren Osmanlının Türk, Kürt ve Arap göçebe topluluklarla bir düşmanlık ilişkisi içinde olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Türkmen örgütlenmesi
Yerleşik toplumlardan farklı olarak göçebelik kandaş / komünal bir zemine dayanan örgütlenmeyi şart koşmaktadır. Türkmen göçebelerin varlıklarını uzun süreler boyu koruması ve çeşitli tarihsel etkinlikler göstermesinde örgütlülük tayin edici bir faktör olarak öne çıkmaktadır. En büyük örgütlenme biriminin el / il ya da ulus olduğu, ardından boylar ve giderek küçülerek kollar, oymaklar, obalardan oluşan örgütsel birimlerden söz edildiğini biliyoruz. Türkmenlerin örgütsel olarak izinin sürülmesinin, sonradan Arapça kabile ve aşiretin de katılmasıyla iyice zorlaştığı, bu yüzden örgütsel ayrımların ilgili kaynaklarda görece serbestçe kullanıldığı görülmektedir. İslam Ansiklopedisi’ne göre, “Osmanlı kanunnâme ve belgelerinde genel olarak ‘konar göçer’ veya ‘yörük’ olarak kaydedilen teşekküller, yukarıdan aşağıya bir sıraya göre, boy (kabile, taife), aşiret, cemaat, oymak, mahalle, oba (aile) şeklinde bölümlere ayrılmıştır.” Ancak bu birimlerin hiçbir zaman istikrarlı ve homojen olmadığı ve sürekli birbirine çapraz geçişler olduğu anlaşılmaktadır.
Kaşgarlı Mahmut’un 1074’te tamamlanan Divanu Lugati’t Türk’ünde 22 Oğuz boyu sayılmaktadır. Reşidüddin ve Yazıcıoğlu Ali’deki sayının ise 24 olduğu aktarılmaktadır. Bu boyların her birinin kendine özgü damgaları vardır.
Ceritler, Oğuzların 24 ya da 22 gibi epeyi fazla olduğu açık olan boy adları arasında geçmez. Halaçoğlu’nun kitabında, “Anadolu’da Türkmen ve Yörük Grupları” listesinde toplam 88 ad yer almaktadır ve Ceritler bunlar arasında da yoktur. Sadece bir yerde, bir dipnotta, Ceritlerin Dulkadirli Türkmenlerine dahil olduğu ve Barakların Ceritlere ait olduğu ifade edilmektedir. Ancak neredeyse bütün boyların altında Cerit oymak ya da obalarının olduğu da görülmektedir.
Eski kaynaklarda Cerit adına rastlanmaması, bu adın, topluluğun Dicle ırmağının batısına geçişinden sonraki dönemlerde alındığını düşündürmektedir. Bu düşünüm, adın kökenine ilişkin akıl yürütmemizle güçlenecektir.
Ceritlerin adının geçtiği yazılı kaynaklar Osmanlı Tahrir Defterleridir ve onlara ilk kez Osmanlı’nın Yavuz Sultan Selim zamanında bu bölgelere egemen olmasıyla tutulan defterlerde rastlanmaktadır. Gördüğümüz kadarıyla 1519 tarihi ilktir. Onun dışında tamamen sözlü kültürden ve türkülerdeki öykülendirmelerden bir çıkarsama yapma olanağı vardır. Türküler ise esasen ancak çok dikkatle ele alınması gereken bir kaynaktır ve yeni yaşantılarla sürekli olarak değişikliğe uğramaktadır.
Göçebe harmanlanması ve “aşiretin bozulması”
Topluluk birimlerinde karşılıklı çapraz geçişler de neredeyse sürekli bir dinamiktir ve bir örgüt biriminin güçlenmesiyle başka boy ya da kollardaki birimler bu çatının altına girebilmektedir. Geçişlerin aynı kavimle sınırlı olmadığı; Türk, Kürt, Arap birimlerin birbirine karıştığı da kaydedilmektedir. Aynı dinamik süreç dinsel bakımdan da işlemektedir ve bölgede genel olarak İslamiyetin hâkimiyeti içinde toplulukların bu dinin geniş çatısı altına girdiğini ama mezhep gibi ayrımlara da aynı çapraz şekilde tabi olduğunu görüyoruz. Zaman içinde bir boy ya da aşiretin bazı birimlerinin bir mezhebi, ötekilerin başka bir mezhep ya da inanışı izlediği yaygın olarak görülmektedir.
Göçebe birimler arasındaki geçişler adlandırmada da olmaktadır. Mesela, Türk, tarihin bir döneminde bu dili konuşan topluluklardan sadece birinin adıyken, politik egemenlik sonucu, başka adlar altındaki birçok Türkçe konuşan topluluğun Türk adını aldığı bilinir.
Göçebelerin Orta Asya’dan beri giderek gevşeyen bir örgütlenme içinde olduğu anlaşılıyor. Örgütlenmeler çeşitli tarihsel gelişmelere göre değişmekte, kaymakta ve esnemektedir. Örneğin, Osmanlı’nın Kanuni döneminden başlayarak, göçebe boy ya da oymakları daha küçük gruplara bölmeye gayret ettiği aktarılmaktadır. Bu bölme işleminin, yeni bir karmaşıklıkla iyice zayıflatıcı bir işlemle, farklı boy ya da oymaklardan küçük toplulukları bir araya getirdiği bildirilmektedir. Böylece, göçebe örgütlenmesinin gücü azaltılmış ve devlete tehlike oluşturma niteliği bertaraf edilmiş olmaktadır. Kayıtlarda görülen çapraşık adlandırmaların bir nedeninin de bu olduğu söylenmektedir. Bir büyük gruba mensup küçük grup, herhangi bir nedenle bir başka büyük gruba bağlı olarak hareket etmekte, bu küçük grubun da kendi himayesinde bambaşka bir grubun varlığı kaydedilmektedir.
Üstelik bu karmaşık ve çapraz örgütlenme ayrı etnik ve dinsel topluluklar arasında da görülebilmektedir. Mesela bir büyük Türk grubun alt biriminde bir Kürt grubu olabilmekte, bu Kürt gruba bağlı başka boylara mensup Türk gruplar olabilmektedir. Dolayısıyla kaynaklarda sıklıkla geçen “Ekrad-ı Türkmenan” ya da “Türkman-ı Ekrad” tabirleri (yani Türkmenlerin Kürtleri ya da Kürtlerin Türkmenleri), bu toplulukların örgütlenme karışıklığının bir sonucu olmak yanında, etnik ayrımları bugünün kültürel havzasından başka tarzda yaşadıklarını göstermektedir. Nitekim, Türkmen olduğu konusunda kuvvetli bilgiler olan bazıları da Araplı ya da Araplar gibi adlar almıştır. Bu meseleye Türkçü ideolojik ölçütle yaklaşan Halaçoğlu’na göre Osmanlı’da Türk tabiri tamamen köylüyü, Kürt ise “dağlı” ya da “göçebe”yi ifade etmek üzere kullanılmıştır. Oysa bu kullanımların etnik kökene tümüyle kayıtsız olması mümkün değildir.
Göçebeler yüzyıllar boyunca yaşadıkları coğrafyada bugünkü anlamıyla bir etnik ayrım gütmemişler ve genellikle çeşitli ittifaklarını etnisite ve dinselliği çaprazlayan şekillerde karmaşık olarak kurmuşlardır. Buna karşın, dile bağlı bir kimliklenme hiçbir şekilde gözardı edilemez. Ceritlerin yaşadığı bölgelerde yüzyıllar boyunca, Türkler, Kürtler ve Araplar hiçbir şekilde romantize edilmesi gerekmeyen bir nesnellikle, olumlu ve olumsuz boyutlarıyla karmakarışıktır. Bu, tarihsel olarak, örgütlenme amacına aykırı olmamak kaydıyla devlet açısından da böyledir ve mesela 1865’te Ceritlerin de yaşadığı bölgelerde operasyon yürüten Cevdet Paşa’nın Tezâkir’deki anlatımında bu ayrımlar hiç de güçlü değildir.
Fakat göçebe toplulukların uzun tarihi aynı zamanda onların tabiriyle bir “bozulma” yani örgütlenmenin dağılması tarihidir. Bu, bir yandan ekonominin diğer yandan devletin zorlaması sonucu olmaktadır. “Aşiretin bozulması” bu topluluklar için felaket anlamına gelmektedir. Çünkü varlıklarının en önemli belirtisi ve savungâhı örgütlenmeleridir. Göçebelikten yarı-göçebelik olan konar-göçerliğe ve sonra yerleşikliğe geçiş, bu toplulukların artık büyük örgütlenmeye giderek daha az gerek duymaları ve bozulmaları anlamına gelmektedir.
Öte yandan göçebe topluluklar arasındaki ilişkiler karışmayla ya da erimeyle sonuçlanabilen barışçı tarzda olabildiği gibi en az onun kadar yaygın çatışmacı tarzların varlığı doğal bir sonuç olmaktadır. Göçebeler, yaylak ve kışlak gibi alanların paylaşımı yanında bir geleneğe uyarak da sıklıkla birbiriyle savaşmaktadır. Geleneğe göre, aşiretler çeşitli aralarla birbiriyle yağma savaşları yapma töresine sahipmiş. “Kovgun” ya da “kovun kovma” denilen bu töreye göre, yenen taraf yenilenleri yağmalarmış. Yağmanın sınırı konusunda bugünkü toplum ölçülerimizi epeyce zorlayan bir genişlik olduğunu öğreniyoruz.
Anasının bir Cerit kızı olduğu söylenen ve büyük bir Türkmen boyu olan Avşarlara mensup Dadaloğlu’nun Ceritlerle Avşarların kanlı kavgalarını anlattığı bozlakların biri şöyledir:
Cerid’in göçü de üğründü geldi
Avşar’ın gafleti sinemi deldi
Gözü kanlı yiğit komadı kırdı
Boz Kartal’a pay pay oldu ölümüz.
Cerid’in uyluğu duruyor atta
Avşar’ın hopuru çıktı Yarsuvat’ta
Biz bu öğüt ile kurtulmak dertte
Nerde kaldı akıllımız delimiz.
Dadaloğlu bu iş böyle olmadı
Akıllımız delimize uymadı
Bre Cerid burda yerin kalmadı
Urumeli Kırşehir’dir yolunuz.
Göçebe ya da konar-göçerlerin birbiriyle çatışması yanında bu toplulukların neredeyse doğal çatışma, başka bir ifadeyle ilişki tarafını yerleşikler oluşturmaktadır. Göçebe yaşantının epeyce eskiden beri yerleşik topluluklarla simbiyotik bir ilişki içinde olduğu bilinir. Tarım ile hayvancılık birbirine çeşitli şekillerde muhtaç doğal rakiplerdir. Hayvan sürüleri için ekinlik alanlar yayılım işlevine sahiptir ve ekili tarlanın göçebelerin sürülerine karşı korunması gerekmektedir. Buna karşın, göçebeler tarım ürünleri ya da kendilerinin sağlayamadığı bazı teknik avadanlık için yerleşik topluluklara ihtiyaç duymaktadır. Bu ihtiyacı göçebeler ya alışveriş ya da yağma ile gidermektedir. Ancak her halükârda göçebeler bu ilişkinin etkin tarafıdır.
Göçebenin yerleşikle çatışmasındaki öteki tayin edici etmen elbette devlettir. Devlet açısından göçebe, baştaki kuruluş ve genişleme devrinde büyük işlevler görüyordu. Göçebe toplulukların enerjisi yeni toprakların kazanılması ve korunmasında çok yararlı oluyordu devlet için. Bu dönem göçebe için de büyük kazanım sağlıyordu; yağma yapıyor, hayvan sürülerine yeni yayılım alanları kazanıyordu. Fakat genişlemenin durması ve devletin egemenlik alanında düzen kurmaya yönelmesinden, bir başka ifadeyle devletin gelirini artık kendi toplumundan elde etmeye zorunlu kalmasından itibaren göçebeler doğal bir istikrarsızlık öğesiydi artık. Yerleşik nüfusa sürekli zarar vermelerine ek olarak, devlete ne düzenli vergi ne de asker veriyorlardı. Göçebe topluluklar, “oturak” ya da “yatuk” adlandırmasıyla hakir gördükleri yerleşiklerin terbiye edilmişliğinden ve uysallığından farklı olarak, devletin kontrolüne gelmeyen, devlet-öncesi denebilecek bir tarza sahipti. Antep’in Ceritleri için, yerleşik “Antepli götü taplı”ydı!
Nüfusun seyrek, iklim ve bitki örtüsünün elverişli olduğu bölgelerde göçebe yaşam tarzının pastoral anlatılara ve imgeye pek uygun olduğunu varsayabiliriz. Bu hali, Dadaloğlu’nun özgür göçebeliğin son demlerinde bile nasıl yaşadığını şu sözlerde buluruz:
Türkmene bir at, yayla, bir davar ile,
Ala dilber, soğuk su, mor çemenler gerek.
Fakat nüfusun görece arttığı, doğanın verimli olmadığı topraklarda yaşayan göçebelerin yaşamının elbette özgürlük yanında gayet çetin, zorlu ve acılı olduğu besbellidir. Hele hele devletin giderek yakınlaşan varlığı göçebeler için her geçen gün sıkılan bir çember anlamına geliyordu. Devletin varlığı göçebe yaşamının sürekli düşmanı bir etken olarak kendini duyuracaktır.
Bu dinamikler sonucu, devlet devletliğini yaptı ve Osmanlı İmparatorluğu, göçebeleri yerleştirmek için çeşitli önlemler aldı, kısa sürede yerleştiremeyeceğine kanaat getirdiklerini, politik mülahazalarına bağlı olarak uygun gördüğü yerlere sürgün etti. Mesela Maraş’ın geniş çevresindeki bölgelerde dolaşan Türkmen ve Kürt göçebeler, hem bölgedeki yerleşik halkın bunaltısını hafifletmek hem de daha az kontrol altında olan Arap göçebelerine karşı tampon oluşturmak amacıyla −Suriye iç savaşı ve IŞİD ile YPG’nin savaşından beri gayet iyi bilinen− Rakka taraflarına sürüldü. Osmanlı’nın Rakka sürgün operasyonunu birkaç kez yaptığını anlıyoruz. Ama çeşitli aşiretlere bağlı Türkmen göçebelerin büyük çoğunluğu buldukları ilk fırsatta kuzeydeki alışkın oldukları bölgelere geri döndü. İçel ve Gâvur Dağları bölgesinde dolaşan ve aralarında Ceritlerin de olduğu toplulukların sürgün yerleri arasında Kıbrıs da vardır. Söz konusu yüzyıllar boyunca, bölgede darlanan ve Ceritler yanında aralarında Avşarların da olduğu çeşitli göçebe topluluklarının İran ve Azerbaycan bölgesine döndüğü ya da geçtiği de kaydedilir.
Osmanlı’nın, Mısır hâkimi Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşanın bu bölgeleri işgalini zorlukla bertaraf etmesinden sonra, bölgede devlet otoritesini tesis etmek için ve II. Mahmut’tan başlayarak girilen vergi ve asker düzenlemelerine bağlı olarak göçebelere karşı son ve artık sorunu bitirici nitelikteki operasyonu 1865 tarihlidir. Bu dönemde, ünlü Osmanlı devlet adamı ve tarihçisi Cevdet Paşanın politik sorumluluğundaki Osmanlı güçleri, ekonomik ve toplumsal bakımdan takati azalmış son göçebe direnişini de ezdi ve bölgedeki göçebeler iskân edildi. İslahiye, Reyhanlı, Osmaniye gibi yerleşimler bu operasyonla kurulmuştur.
Göçebe yaşamının, her şeye karşın, yerleşik yaşama göre büyük bir özgürlük anlamına geldiğinin duyusal karşılığını, devletin yerleştirme politikasının göçebelerdeki acı ve yıkıcı sonuçlarını Dadaloğlu’nun günümüze ulaşan bozlaklarında ve çeşitli topluluklara mensup Türkmenlerin çok sayıdaki “iskân türküleri”nde görürüz.
Esasen, göçebelik zaten ekonomik, toplumsal ve politik nedenlerle yavaş yavaş çözülüyordu ve aşiretlerin birliği, yerleşenler, göçebelikten konar-göçerliğe geçenler, yeni serbest alanların kalmaması ve olanların giderek daralması sonucu kararlı bir şekilde bozuluyordu. Göçebe terminolojisinde, bu, “aşiretin bozulması” deyişiyle dile getiriliyordu.
*
Ceritler bütün bu karmaşık ilişkiler ortamını yaşayan topluluklardan biriydi. Hatta bazı örneklerde, Ceritlerin devletle çatışmalı ilişkinin kritik bir yerinde olduğu da kaydedilmektedir. Yakılan bir türküde, bir Cerit beyinin Halep valisi tarafından hileli bir çağrı sonucu öldürülmesi üzerine, “Cerit Bekir öldü de söküldü Türkmenlerin kilidi” denir.
Bu anlatı başka bir türküde şöyledir:
Rakka çöllerinden gelen gaziler
Rakka’nın da konca gülü soldu mu?
Yeniden bir haber duydum oradan
Cerid Bekir öldü derler öldü mü?
Cerid Bekir öldü ise kırıldı kilit
Yolumuza çöktü bir kara bulut
Kürdülü Kerim’le Bayındır Halit
Kolu bağlı cellatlara vardı mı?
Kul Sadun’um der ki bulamadık vefa
Hükmümüz geçerdi şol Kaf’tan Kaf’a
Ulaşlu oğlu Hacı Mustafa
Alayları bölük bölük böldü mü?
Cerit adı
Peki bütün bu acılı öyküyle Ceritlerin adı arasında ne gibi bir bağlantı vardır?
Türkiye’de yaşayan Türklerin büyük çoğunluğunun Oğuzlara mensup olduğu bildirilir. Söylenceye göre, Türk boyları Oğuz Hanın oğullarıyla bağına göre adlandırılmıştır. Disipliner ya da popüler tarihçiler, çeşitli boy ve kol hatta aşiret adlarını bu eski söylenceye bağlayabilmektedir genellikle. Fakat Cerit adına ilişkin bir açıklama yapılamadığı görülmektedir.
Yiğit namıyla anılır atasözünü biliriz. Dışarıdan bakanlar, bir kimseye ya da topluluğa kendilerine görünen özelliklerine bakarak ad verebilmektedir.
Toplulukların ad almasının başlıca bir yolu dışarıdan adlandırmadır. Kuzey Amerika Siyularının, çevrelerindeki kabileler tarafından aşağılayıcı bir terim olan “Siyu” ile adlandırıldıkları ve bu adın yaygınlaştığı aktarılır. “Leninizm” tabiri başta muarızlar tarafından pejoratif anlamda kullanılmış, ancak sonradan sahiplenilmiştir. Kürt Hareketinin başta dışarıdakiler tarafından hakir görücü bir şekilde “Apocular” olarak adlandırıldığını, buna karşılık hareketin bu nitelemeyi uzunca süre reddettiğini biliriz. Ancak tarih dönmüş ve bu adlandırma hareketin kendisi tarafından da benimsenmiştir.
Ad alma ya da adlandırma çok çeşitli etmenlere bağlı görünmektedir. Kollar, oymaklar ve obaların adları tarih içinde değişimler ve kaymalar yaşamaktadır. Örneğin Urfa Siverek yöresinde bugün Kürtçe konuşan ve Kürt kültürüne derinden bağlı olduğu ifade edilen Karakeçililerin bu adı Abdülhamit döneminde padişahla iyi ilişkileri sonucu aldığı söylenmektedir. Padişahla akrabalık kavmiyetten önce gelmektedir ve bu aşiretin Kürtçe konuşan mensupları, her yıl Bursa’da düzenlenen Karakeçili toplantılarına, Türk aslına rağmen zamanla Kürtleştikleri iddiasıyla, katılmaktadır. Siverek bölgesi Karakeçilileri Türkçülerin ileri sürdüğü gibi Kürtleşse, ya da aralarında olan Türkmen Karakeçililerin adını politik nedenlerden almış da olsa, her iki yaklaşım, Türkçü ya da Kürtçü tarih anlayışının yetmezliğini göstermektedir.
Ceritlerin adı geçen Oğuz boyları arasında olmadığı açık olduktan sonra bu boyların kollarından birini oluşturduğu düşünülebilir. Ancak Ceritlerin kollar arasında da olmadığı görülmektedir. Şu halde, bu topluluğun muhtemelen Arap-İslam kültürünün baskın olduğu söz konusu bölgelere geldikten sonra bu adı aldığını ve İslam Ansiklopedisi’ndeki sıralamaya göre aşiret, cemaat, oymak konumlarından biri ya da birkaçında olduğunu varsayabiliriz. Varsayımımızı, adlandırmanın dışarıdaki birtakım öznelerce yapıldığına, bu topluluğun eylem ve işlemlerindeki bir karakteristiğe bağlı olduğuna da uzatmanın sakıncası olmasa gerektir.
Ceritlerin namının ne olduğuna ilişkin bir belirtiye, Kırıkkale civarındaki Ceritkale köyü ahalisinin bir anlatımında rastlarız. Bu köylülere göre, Ceritler bölgede hep tercih edilen sulak yerlere yerleşiktir çünkü onların geldiğini duyan Türkmenler yerlerini terk etmiş ve korunaklı yerlere kaçmıştır!
Bölgeye daha önce yerleşmiş ya da konar-göçer konuma gelmiş ve koruyacak malı mülkü olan Türkmen topluluklarla Ceritlerin birbirinden bu şekilde ayrılması manidardır. Burada, yerleşiklere verilen ad olan Türk ile göçebe ya da konar-göçerlere verilen ad olan Türkmenden sonra alt düzeyde bir ayrım daha görmüş oluyoruz. İlk Müslümanlaşan Türklere İranlıların Türkmen adını verdiği ve bu adın adlandırılan tarafından da benimsendiği kaydedilmektedir. Ama adların mahiyeti zamanla kaymaya ve değişmeye uğrayacak ve bu sefer Osmanlı hâkimiyet alanlarında yerleşiklere Türk, buna karşılık göçebe ya da konar-göçerlere Türkmen veya yörük denecektir. “Manav” adlandırması da bildiğimiz kadarıyla önceleri yerleşik tarımcılara aitken, yerleşikliğe geçen ya da daha erken geçmiş olan Türklere de manav denmeye başlanmıştır. Ad geçiş ve dönüşümleri tarih ve yerler boyunca süreklilik arz etmektedir.
Göçebeler ve konar-göçerlerde de, toprağa bağlandıkça toplumsal ekonominin doğal bir unsuru olan yağma, çapul giderek azalmak durumunda kalmaktadır. Bu durumda, göçebeliği daha güçlü olan ya da üretimi daha zayıf olan göçebe topluluklarının yağma ve çapula eğilimleri daha yüksek olabilecektir.
Cerit adının kökenine yavaş yavaş geliyoruz.
Ceritlerin bu adı ne zaman aldığına ilişkin bir kayda rastlamadık. Ama Halaçoğlu’nun çalışmasına göre Tahrir Defterlerinde 1519’dan itibaren bu adın geçtiği anlaşılıyor. Bu, Cerit adının Osmanlı’nın bölgeye hâkimiyetinden önce var olduğu anlamına geliyor. Bu defterlerde ana kollara bağlı çok sayıda ada sahip alt-topluluklar bulunuyor. El ya da boy gibi büyük birimlerin adında bir değişmeye pek rastlanmasa da, koldan başlayarak daha küçük birimlerin adı sıklıkla ve çok çeşitli faktörlere bağlı olarak değişebilmektedir. “Pehlivanlı” adıyla anılan bir topluluğa bu adın, padişahın önünde yapılan bir güreşteki başarıya binaen verildiği söylenmektedir. “Yağubasan” adlı bir topluluğun adının da başarılı bir düşman (yağı) baskınından geldiğini düşünmenin hiçbir sakıncası olmadığını söyleyebiliriz. Topluluklar zaman içinde tanınmış, ünlenmiş liderlerinin adıyla da anılmaktadır. Obaların önemlice bir kısmı bu şekilde anılmakta ve bu adlar görece kısa süre içinde değişebilmektedir.
Mesela, Ceritlerin önde gelen alt kollarından ya da oba topluluklarından birinin adı “Silsüpür”dür. Cerit beylerinden birinin soyu bu adla anılmakta ve bunlar “Silsüpür Ceridi” ya da “Cerit Silsüpür” adıyla geçmektedir kayıtlarda. Keza Cerit Bozlağı olarak bilinen türküde Silsüpüroğlu Fettah Beyden söz edilmektedir. Silsüpüroğullarının halen Kırıkkale Keskin ilçesi civarında yerleşik olduğu bilinmektedir.
Silsüpür! Bu sözcüğün bir topluluğa ad olması düşündürücü değil midir? Bu sözü, göçebe bir topluluğa ad olarak ele aldığımızda akla yağma ve çapulun, yani genellikle yerleşiklerin üretimine göçebelerce el konulmasının gelmemesi zor olsa gerektir. Çağrışım zinciri Oppenheimer’ın devletin oluşumu sürecine ilişkin yaklaşımına kadar uzanacaktır. Oppenheimer’a göre, göçebelerin yerleşiklerle ilişkisi ilk başlarda bir ayının bal yemek için arı kovanını tahrip etmesine benzerdi. Atlı göçebeler yerleşik toplulukların neyi var nesi yoksa yağmalıyordu. Ama sonra giderek kovanın tahrip edilmediği ve arıların bal yapmasını süreklileştirecek bir ilişki kurularak “arıcılık” aşamasına geçilmiş ve devlet böylece ortaya çıkmıştır. Yani el koymanın bir tarihi vardır ve bu tarihin erken bir evresinde göçebe henüz altın yumurtlayan tavuğu kesmeme aşamasına ulaşmamıştır.
Sanırız, göçebe Ceritler ya da onların bir kolu, yerleşik toplulukları, genel ölçülerin üzerinde yağmaladığı, onların varını yoğunu silip süpürmekle ünlendiği için, buna maruz kalanlar ya da devletlü tarafından “silsüpür” namıyla anılmış ve bu giderek onlara ad olarak kalmıştır.
Fakat bu çıkarsama henüz Cerit adına uzanmamıştır. Silsüpür adını bu kadar kolay açıklayabilen bu yaklaşımın Ceritlerle bağı nedir? Sil süpür yalın Türkçe bir sözdür, ama cerit sözcüğünün Türkçe olmadığı besbellidir. Cerit sözcüğünün ne anlama geldiğini sorgulamaya, Ceritlerin yüzyıllar boyu dolanıp durduğu etno-sosyal coğrafyayı göz önüne alarak başlayabiliriz. Ceritlerin dolaştığı yerlerde, özellikle kışlak olarak kullandıkları güneydeki −Halep’ten belki Şam’a kadar inen− kentsel ve kırsal alanlarda kültür diline Araplar hâkimdir. Ayrıca bölgenin politik hâkimi Memlükler ve ardından Osmanlıların da yazılı dilinin öndeki unsuru Arapçadır.
Devletlünün Arapçadan alarak kullandığı birçok terim Türk halk ağzında bir “halk etimolojisi” sürecinden geçerek adeta Türkçeleştirilmektedir. “Alaimi sema” bunun bir örneğidir ve Türk ile Türkmenler, devletlü tarafından söylenen bu tumturaklı ve dilinin dönmediği sözü “ineğimsağma” ya da “eleğimsağma”ya dönüştürmüştür. Böylece gökkuşağı ya da ebemkuşağı, devletlü tarafından, küçümsediği Türkçeden başka bir sözcükle karşılanırken, halk dilinde bir kez daha ısrarla Türkçeleştirilmiştir. “Aşure”nin “aş üre!” olarak anlaşılması da aynı işlemin sonucudur. Nitekim aşure Antep gibi bazı yerlerin Türkmenlerinde “şirinli çorba”dır. Anadolu sözcüğünün ise teorisyen heveslisi Türkçülerin zihni sığlığının bir ürünü olarak “ana dolu!” şeklinde yorumlandığını biliriz. Halk etimolojisi yalın ve masum, ama bu örnekteki gibi uydurmalar ahmaklık ürünüdür.
Göçebe ekonomisinin başlıca bir yönü başka toplulukları yağmaya dayanmaktadır. En basit haliyle, göçebelerin hayvan sürülerinin, yaylağa çıkar ya da kışlağa inerken çevredeki mala mülke zarar vermesi varlık normalitesidir. Ancak, yağma ekonomisinin göçebelikten konar-göçerliğe evrilme sürecinde ve genellikle eş zamanlı olarak devlet tarafından çeşitli şekillerde sınırlanması göçebe yaşam tarzının olanaklarının kısıtlanması anlamına gelmektedir. Göçebe için yiğitlik belirtisi bir eylem, yerleşik toplulukta gayet olumsuz olabilmektedir. (Örneğin, çok uzak olmayan bir geçmişe kadar, Elazığ’ın Maden ilçesi civarındaki bazı köylerde, hırsızlık yapamayan gence kız verilmediği anlatılır.) İşte bu süreç boyunca, bu göçebe vasatında bir topluluk yağma ve çapulda aşırılığıyla öne çıkmış, dikkat çekmiş olmalıdır.
Devletlü ve yerleşikler, silip süpürücülüğünden dolayı bu topluluğu, “cerd edenler” diye anmış olsa gerektir. Cerd, Arapça bir sözcüktür ve “elbisesinden soyma, çıplak hale getirme” anlamına gelmektedir. Bu sözcüğü, “cerd etmek” fiil halinde, Cevdet Paşa, Ceritlerin yaşadığı bölgelerdeki operasyonu da anlattığı Tezâkir’inde kullanmaktadır.
Osmanlı’nın 1865’te göçebelere dönük son büyük ve sonuç alıcı “Fırka-i İslâhiye” operasyonunun politik yöneticisi Cevdet Paşa, Çukurova ile Kozan ve Gavur dağlarında operasyon yaparken iskâna zorunlu kıldığı aşiretler arasında yer alan Ceritlerin ötekilere göre uysallığından bahseder. Uysallaştırılmışlardır! Bu arada, adlandırmaların kökeni konusundaki belleksizliğin bir ifadesi olarak, o bölgede isyan eden Kozanoğullarının adının nereden geldiğini sorgulayan Cevdet Paşa, Antep’te o zaman bile Kozanlı adlı bir semtin olduğunu ama Kozan adının nereden geldiğinin yörede bilinmediğini kaydeder. Bu semt Antep’te aynı adla halen vardır ve Kozanoğulları, sosyalist akademisyen ve politikacı Hayri Kozanoğlu’nun atasıdır. Kozanoğlu, aynı zamanda ünlü ozan Dadaloğlu’nun bozlaklarında geçen isyanın liderlerindendir. Nitekim Kozanlı adının 1535 tarihli Tahrir Defterinde geçtiği görülmektedir.
Böylece, cerd etmekten yola çıkarak, Cerid ve Türkçe sertleştirme eğilimiyle giderek Cerit adının bu göçebe topluluğunu diğerlerinden ayıran aşırı yağma çapul eğiliminin raptolmuş bir simgesi olduğunu sanıyoruz. Dede Korkut’ta azgın boğayı yenen delikanlı nasıl “Boğaç” ile adlanmışsa, izlediğimiz göçebe topluluk da eylemiyle nam salmış ve tarihin ilerleyen aşamalarında eylem ortadan kalktığı için, ad, boşlukta bir anlam arayışına yol açmıştır.
Buna karşılık, Cerit adının, sözcüğün Arapça karşılıklarından biri olan “yaprakları dökülmüş hurma ağacı”yla ve oradan da cirit oyununda kullanılan ince kuru sopayla bağı olabileceğine ilişkin akıl yürütmenin güçlendiricisi bir halk anlatısından söz edeceğiz. Bu anlatıya göre, çöllere sürülen göçebe topluluğundan üç çocuklu bir kadın, çöllerde ölüp kalmalarından duyduğu endişeyle çocuklarını bir mağaraya bırakır. Bir süre sonra kurtulup özlenen yaylalara giderken, küçük de olsa bir umutla, çocuklarını bıraktığı mağaraya uğrar. Kadın, çocukların kurtlar tarafından bakılıp beslendiğini görür ve yanına aldığı çocuklarına fiziksel görünüşlerine göre ad verir. Kara yağız olanı Kurt Karaca, büyük kafasını ince boynunda taşıyanı Boynu İnce, uzun ve sırım gibi olanı da Cerit diye çağırır. Milliyetçi Türkiye kitabıyla 1970’lerde −ve her zaman− teorik bakımdan pek “cerid” ülkücü faşist kesimlerde ünlü olan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocalarından Fikret Eren’in, Maraşlı olduğu göz önüne alınırsa, kitabında kullandığı Kurt Karaca takma adının bu anlatıya dayandığı varsayılabilir. Öte yandan, eski anlatıdaki o adın aslında Kürt Karaca olabileceğine ilişkin ifadeler Türkçüleri zorda bırakacak türdendir! “Cerid”in bağlantılı bir başka karşılığı da “ot ve ağaç yetişmeyen verimsiz çorak yer”dir ve bu basit şematik kitap, söz konusu kesimlerdeki fikri çoraklığı ancak pekiştirmiştir. Ek olarak, Ceritlerin ciritte kullanılan ince kuru sopayı andıran şekilde genellikle uzun ince yapılı bireylerden oluşan bir topluluk olduğu bazı eski türkülere yansımış olsa da, bunların adın kökenine ilişkin ciddiye alınacak belirtiler olmadığı söylenebilir.
Türkmen aşiretleri üzerine çalışmalarıyla bilinen Faruk Sümer’in de Cerit adının kökenine ilişkin belirgin bir sonuca ulaşamadığını görüyoruz. Sümer, “Ceridler” makalesinde, bu adın “cirit” oyunundan ya da “eli çabuk ve becerikli” anlamına gelen “cirit”ten gelmiş olabileceğini söylemektedir. Eli çabuk anlamının bizim izlediğimiz anlamı çağrıştırdığı kabul edilebilir. Ama Sümer ve hiçbir şekilde ciddiye alınamayacak bir sürü amatörün çıkarımı, böyle bir anlayışa sahip olmadıklarından, Ceritlerin adının nesnel bir tarih yaklaşımıyla sorgulanmasını olanaksızlaştırmaktadır.
Bu zayıf varsayımlara karşılık, biz, Cerit adının sil süpürle de bağına dayanarak aşırı yağma çapul eğiliminden kökenlenmiş olabileceğini bir kez daha vurguluyoruz. Silsüpürler ise ya cerd etmeye karşılık gelen Türkçe bir adlandırmaya konu olmuştur ya da Ceritler içinde bile silip süpürücülükleriyle öne çıkmışlardır. Sonuç olarak, bütün olumlu ve olumsuz yönleriyle, yetmezlik ve olanaklarıyla göçebe anarşisinin temel bir boyutu Cerit adında sabitlenmiştir.
Türklüğü edinmenin elverişli yolu
Türkmen göçebeliği, bütün bu boyutlarıyla, gerçekte Türkçü kesimlerin ancak tutarsız ve zayıf bir edinimine konu olabilir. Onlar, her zaman ve en güçlü şekilde devleti eksene alan bir yaklaşıma sahip olmalarıyla, Osmanlı devletinin ezilecek bir topluluk olarak gördüğü Türkmen göçebeleri sahiplenecek teorik ve ideolojik avadanlıktan yoksundur. Hem tarihsel ve hem de mantıksal olarak devlet ile göçebelik ancak çok dar bir kıstakta bir araya gelebilmekte, ana akıntıda her zaman karşıtlar olarak yer almaktadırlar. Devletçi bir tarihsel ve pratik yordamın göçebelik yüceltmesi tamamen gerçeksiz ve tutarsızdır.
Bu teorik ve tarihsel gerçeğe karşın, konuyla ilgili yaşanan ayrışma bambaşka olmuştur. Göçebeler ve tarihte göçebe dinamiği bazı isyanları izleyerek özellikle Alevi tarihçilerce edinim konusu edilmiştir gerçi ama bu dinamik, Türk kimliğiyle, esas olarak devletle birlikte ülkücü Türkçü akıma bırakılmıştır sol hareket tarafından. Bunun devrimci politika ve toplum yaklaşımı bakımından yapısal bir eksiklik olduğunu ifade etmeliyiz. Sol hareket için göçebelik ve göçebe imgesi, 1970’lerdeki politik boyutunu giderek yitirmiş ve kendine ancak folklorik bir öğe olarak yer bulmaya başlamıştır. Bu arada gelişen “aşağıdan tarih” yaklaşımları, “Ferman padişahın dağlar bizimdir” nidasındaki kudretli devrimci dağ boyutunu bir yana bırakarak, göçebeliğin pastoral yönünü esas almakta ve göçebe anarşisinin sorunlarını göğüsleme sorumluluğunu üstlenmeye yetmemektedir.
O halde, ezilenlerin tarihini devrimci tarzda izleyenler bakımından Türkmen göçebeliği nasıl bir edinim konusu yapılabilir? Göçebeliğin bütün varlığıyla sahiplenilemeyeceği açık olsa gerektir. Göçebeliğin birbiriyle bitmezcesine boğazlaşan anarşizan yönünü sahiplenmek mümkün olamaz. Buna karşılık, göçebe yaşamının doğa ile bağı, giderek derin sınıfsal ayrışmalar bulunsa da her halükârda korunabilen komünal nitelikleri, savaşçılığı, zapturapt altına alınmaya direnişi ve hâkimiyet kurmaya doğal eğilimi devrimci bir tarih ve toplum yaklaşımı bakımından edinilmesi mümkün ve gereken özelliklerdir.
Göçebelik, Türk nitelikleriyle birlikte devletçi Türkçü akıma bırakılmayacak kadar değerlidir. Türk nitelik; çünkü devrimci bir politik toplum programının Türklüğü tümden karşı tarafa bırakması koşullarında başarı şansı hiçbir şekilde yoktur. Türklük, elbette uygun bir süzgeç ve şekillenmeyle edinim konusu olabilmelidir. Bir temel yanıyla yakalanamayacak, yakalanması ve benimsenmesi mümkün olmayan hiçbir topluluk olamaz. Bu yükümlülüğü teorik, ideolojik ve politik bakımdan yerine getiremeyecek bir konumda olmak, bir devrimci yaklaşım için başarısızlığa mahkûm edici bir eksiklikle başlanması anlamına gelecektir.
Göçebelik kültürünün varlığını koruyabilen komünal öğeleri devrimci bir yönelimin otantik köklerini bulmak bakımından önemli olanaklar barındırmaktadır.
Kaynaklar
Fatih Yahya Ayaz, “Memlük Tarihçilerine Göre Dulkadiroğlu Şahsuvar Bey İsyanı”, Belleten, C. 77, S. 279, Ağustos 2013, ss. 403-444. https://belleten.gov.tr/tam-metin/169/tur
Altan Çeti̇n, “Bir Memlûk Kaynağında Yer Alan Oğuz/Türkmen Boyları ve Damgalarına Dâir Bir Değerlendirme”, Belleten, C. 72, S. 264, Ağustos 2008, ss. 483-490. https://belleten.gov.tr/tam-metin/68/tur
Yusuf Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 2009.
Ümit Katırancı, “Devlet ve Aşiret İlişkilerine Bir Örnek: Ceridler (1691-1750)”, Çukurova Araştırmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 1, Yaz 2017, s. 52-67. (https://arastirmax.com/en/system/files/dergiler/260436/makaleler/4/1/arastirmax-devlet-asiret-iliskilerine-bir-ornek-ceridler-1691-1750.pdf)
F. Gülay Mirzaoğlu, “Cerit Türkmenlerinde Halk Hikâyeciliği ve Hikâyeciler”, Milli Folklor, Sayı 44. https://millifolklordergisi.com/PdfViewer.aspx?Sayi=44&Sayfa=76
Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler): Tarihleri – Boy Teşkilatı – Destanları, Ankara Üniv. DTCF Yay., Ankara 1972, İkinci Basım.
Faruk Sümer, “Ceridler: Bir Türk Oymağının Tarihi”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 24, Ankara 1988.
Cevdet Paşa, Tezâkir, Haz. Cavid Baysun, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1991.
http://www.caglayancerit.gov.tr/cerid-asireti
Serdar Yakar ve Ömer Kaya, Kahramanmaraş’ta Ceridoğulları, Kahramanmaraş 2003, Ukde Yayınları.
Ali Rıza Yalman (Yalkın), Cenupta Türkmen Oymakları – I, Haz. Sabahat Emir, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1977.