
I) MART AYINI İKİ TÜR KİTLE HAREKETİ BELİRLEDİ
Newroz ve Batıda İstanbul merkezli patlak veren ve ülke çapına yayılan anti-faşist kitle hareketleri Mart ayına damgasını bastı.
Her biri kendi nesnel özgünlüğü üzerinde yükselen ve dinci faşist iktidarı köşeye sıkıştıran iki büyük kitlesel hareket, aslında Türkiye’nin geleceğini birlikte inşa edecek iki dinamiğin önemini, birleşik bir halk hareketinin yaşamsal önemini gösterdi.
Bu yıl Newroz, daha büyük kitlelerin katılımıyla coşkulu tarzda kutlandı. Newroz kutlamaları Amed ve İstanbul’da doruk noktasına ulaştı. Kürt halkı 2025 Newroz’unda da ulusal özgürlük talebini güçlü tarzda dile getirdi. Dünden bugüne Newroz kutlamaları, “devletle bütünleşme”yi, tam teslimiyeti dayatagelmiş devlet ve yönetici merkezlerine karşı ulusal direniş ve devrimci başkaldırı günleri olageldi. Bu yıl da Newroz serhildanı aynı kudretini ortaya koydu.
Batıda patlak veren ve çok değişik kesimlerden kitleleri bir araya getiren kitle hareketi ise, ekmek, özgürlük, hukuk, adalet talepleriyle şekillendi. Ancak Kürtlerin ulusal eşitlik talepleri hareket içinde ya doğrudan yer bulmadı ya da sınırlı, yarı dolaylı biçimlerde yansıdı. Öyle ya da böyle, Kürt sorunu ve mücadelesi kendi varlığını, baskısını açıkça ortaya koydu. Örneğin, Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın Saraçhane’deki ırkçı açıklamalarına karşı doğan güçlü tepkiler üzerine Özel’in Kürt halkından özür dilemesi; keza Özel’in İstanbul ve Amed Newroz mitinglerine mesaj gönderme ihtiyacı duyması, her iki mitingde de okunan Özel’in mesajlarının CHP’nin daha önceki tutumlarından daha ileri açıklamalar olması; “Kent uzlaşısı”nın araçsallaştırılarak CHP’ye karşı “terör” iddiası ile operasyonların örgütlenmiş olması, bu şekilde okunabilir. DEM patlak veren halk hareketine desteğini açıklamakla birlikte örgütlü bir seferberlikle hareket içerisinde yer almadı. Bununla birlikte, on binlerce Kürt emekçisi, yurtseveri, DEM taraftarı harekete katıldı. Kürt halkı terörde, Kürt düşmanlığında, kayyumculukta sınır tanımayan Saray’ın suratına inen ağır tokadı sevinçle karşıladı…
Batıda patlak veren ve politik gündemi belirleyen anti-faşist kitle hareketi, Newroz kitle hareketinden farklı olarak, kendiliğinden gelişen, devrimci bir liderlikten, örgütlü olmaktan yoksun bir halk hareketi karakteristikleriyle biçimlendi. Ekonomik yoksullaşmaya, siyasal baskılara, toplumsal adaletsizliğe, ahlaki ve kültürel çöküşe karşı patlak veren kitle hareketi, Erdoğancı diktatörlüğe karşı çok değişik toplumsal kesimleri seferber eden bir hareket oldu. Hareketin yönü, istikrarı, geleceği henüz netleşmemiştir. CHP, kendisini aşan anti-faşist kitlesel hareketi Erdoğancı diktatörlüğün CHP üzerindeki ağır baskılarını kırmak, erken seçim ve İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesi hedefiyle yedeklemeye yönelmiş durumdadır. Devrimci hareketimizin oldukça zayıf durumu CHP’ye istediği manevraları yapma, inisiyatif geliştirme olanağı sunmaktadır.
Patlak veren anti-faşist halk hareketi, şimdilik, dinci faşist lümpen elebaşının İstanbul, Ankara belediyelerine ve CHP’ye kayyum atama plan ve saldırısını boşa çıkardı. Böyle olmakla birlikte, CHP ciddi yaralar aldı.
Kitle hareketi, CHP’yi de CHP’ye rağmen “yumuşama”, “normalleşme” politikasından uzaklaştırarak “faşizme karşı mücadele”, “sokaklara”, “sokaklar bizimdir” politik tavrına taşıdı. Bu gelişmeler (“sosyal patlama”), şimdilik, dinci faşist elebaşının ve sarayın psikolojik ve politik inisiyatifi kaybetmesine, inisiyatifin sokaklara çıkan milyonların ve burjuva ana muhalefet partisinin eline geçmesine yol açtı.
2025 Newroz’unun bir kez daha kanıtladığı gibi, Kürt halk hareketi anti-faşist, anti-sömürgeci karakteri ile dolaysız politik niteliktedir. Ulusal özgürlük istemi harekete damgasını basmaktadır. Türkiye’de Kürt halkına dayanan Kürt ulusal mücadelesi son 40 yılı aşan mücadele gücüyle, örgütlülüğüyle, önderliğiyle, sürekliliğiyle tartışılmaz bir şekilde öndedir ve Türkiye’de siyasal özgürlükler mücadelesinin de öncü dinamiğidir. Bu dinamiğin, sınırlı kesimler hariç, Türk halk mücadele dinamiğiyle birleşememiş olması ise en büyük dezavantajıdır. Tersinden bu olgu, Türk halk mücadelesinin ve işçi sınıfının dezavantajıdır. Bu olgu, halkları zayıf düşürmekte, faşizm ve sermayenin lehine geniş alan açmakta, manevralar yapmasına hizmet etmekte, ağır saldırıların püskürtülmesini de engellemektedir.
Her iki hareket, nesnel olarak, siyasal özgürlük temel talebinde ortaklaşmaktadır. Bu ortaklaşmanın Kürt ve Türk ulusundan halkların birleşik mücadelesi çizgisinde geliştirilmemesi çeşitli milliyetlerden proletaryanın da temel bir zaafıdır. Kuşkusuz ki, halkların mücadelesine öncülük yapabilecek proletarya hareketine dayanan bir komünist partinin yokluğu bu tablonun başına yazılmalıdır…
Türkiye’de değişik uluslardan ve ulusal topluluklardan emekçilerin, işçilerin, kadınların, diğer ezilen toplumsal kimliklerin mücadeleleri ve tarihsel deneyimi Türkiye’nin gündeminde duran ve süreçleri belirleyen temel tarihsel ve güncel sorunun politik özgürlük sorunu olduğunu açıkça ortaya koymaya devam etmektedir…
II) ERDOĞAN’IN STRATEJİSİNİN KARAKTERİSTİKLERİ

2025 Newroz kutlamaları dinci faşist iktidarın “Terörsüz Türkiye”, “Türk Kürt ittifakı”, “iç barış”, “cephe gerisini tahkim” etme adına yürürlüğe koyduğu oyun planına karşı güçlü bir devrimci yanıt oldu. Kürt halkının faşizm ve sermayenin “ulusal demokratik taleplerinizden vazgeçin, şartsız teslim olun” çağrısını kabul etmeyeceği açıktır. Mart ayında verilen bu yanıt, Batıda patlak veren anti-faşist kitle hareketi ile buluştu. “Batı” ve “Doğu”daki geniş kitlelerin mücadelesinin buluşması ve hele de birleşiklik ve süreklilik düzeyine sıçraması daima faşizm ve sermayenin en büyük korkusu olageldi; böyle bir buluşma ve gelişme çizgisinin diktatörlüğün sonunu getireceğini en iyi Türk egemen sınıfları, Saray ve faşist diktatörlük bilmektedir.
Saray’ın “oyun planı” gözden düşmüş Erdoğan’ın sürekli gaspettiği ve göstermelik hale gelmiş seçimlerle yeniden başkan seçilmesini; dinci faşist politik rejimin süreklileştirilmesini; “sosyal patlama”ları önleme ve ezmeyi; içeride ve dışarıda Kürt ulusal hareketinin tasfiye edilmesini hedeflemektedir. Fakat böyle bir planın yaşam bulması, iç cephenin tahkim edilmesinden geçmektedir. İç cepheyi tahkim politikası ise faşist “iç barış” politikasına dayanmaktadır. Faşist iç barış ve istikrar politikasının zafere ulaşmasının tek yolu ise faşist devlet terörünün sistematik geliştirilmesinden geçmektedir. “Terörsüz Türkiye”nin anlamı budur.
Karşımızda aşırı çürümüş, politik ve toplumsal temeli daralmış, güç kaybetmeye devam eden; inşa edilen politik rejimin henüz sağlamlaşmadığı, kalıcılığının tehlikede olduğu; “rıza üretme yeteneği”ni çoktan kaybetmiş, içerde ve dışarda terör silahı dışında başka bir silahı kalmamış; tümüyle göstermelik hale gelmiş sandıkta seçimleri kaybettikleri koşullarda seçim sonuçlarını kabul etmek bir yana, iktidarı devretmeye de niyeti olmayan bir egemen sınıf kliği ve lideri ile karşı karşıyayız… 19 Mart’tan bu yana daha da zayıflamış, yaralı hayvandan beter, henüz toparlanmaktan uzak, ağzından zehirli köpükler saçan saldırgan bir iktidarla karşı karşıyayız. Halk desteği zayıflamış, son tertibinin altında kalmış, alışageldiği ayarları bozulmuş, ayakta kalmak için, “Allah’ın ipidir” deyip AB ve özellikle ABD, Trump ipine sarılarak kendini pazarlamaya çalışan dinci faşist bir hilkat garibesi var karşımızda.
Erdoğancı dinci faşist diktatörlük hiçbir yasayla sınırlanmamış terör ve OHAL iktidarıdır. Türkiye kayyumlar ve OHAL politikası ile yönetilmektedir ve yönetilecektir. Dinci faşist iktidarın önünde başka bir seçenek de yoktur. Politik iktidar tekelini ele geçirmiş Erdoğan’dan, Erdoğan-Bahçeli iktidarından “demokratikleşme”, “demokrasi”, “hukukun üstünlüğü”ne dayalı açılımlar beklenmemesi gerektiği açıktır.
“Terörsüz Türkiye”, “iç barış”, “Türk yüzyılı” politikasının özü ve özeti de neo-Osmanlıcı yayılma stratejisi ile birlikte yukarıda işaret ettiğimiz gerçeklerden oluşmaktadır.
“Böl ve yönet” politikası dinci faşist “iç cephe”yi sağlamlaştırma stratejisinin sacayaklarındandır. Bu plan ve duruş, yönelim Kürt ve Türk halklarının birleşik mücadelesini engelleme, halkları karşı karşıya getirme, İmralı ve DEM üzerinden Kürtleri oyalama ve zaman kazanma, aynı zamanda hiç olmazsa “muhafazakâr Kürtler”i geri alma politikasında da ifadesini bulmaktadır. Unutulmamalı ki, Orta Doğu’da değişen güç dengeleri ve iç politikada Erdoğancı faşist diktatörlüğün ihtiyaçları Saray iktidarını Öcalan’a gitmeye mahkûm etmiştir. Bu gidiş, demokrasi ve demokratik çözüm, demokratik barış amacından tümüyle yoksun bir gidiş ve manevradan ibarettir.
Biliniyor, faşizm kutsal devletten ve devletin cisimleşmiş mutlak iradesi liderden bağımsız gelişebilecek her türlü kitle mücadelesinin amansız düşmanıdır. Mutlak otorite ve biat peşinde koşan, ağzından çıkan her sözü Tanrı-padişah-halife sözü gören ve gösteren Erdoğan, “Milletin takdiriyle geldiğimiz bu koltuklarda ebediyen oturacak değiliz. Emr-i hak vaki bulduğunda kara toprağa döneceğiz.” iğrenç açıklamasından da görüleceği üzere ömür boyu Başkanlık için yanıp tutuşmaktadır. Mutlak ve kesintisiz iktidar isteyen Erdoğan ve siyasal İslamcı sermaye, faşizmin, faşist diktatörlüklerin temel karakteristik özelliklerini dinsel örtü altında şirazesinden çıkmış tarzda temsil etmektedir. “Tek adam diktatörlüğü”nün işçi ve emekçi mücadelelerine, kadınların, Alevilerin, ezilen kimliklerin mücadelelerine, Kürt halkının ulusal demokratik savaşımına karşı sınır tanımayan kini ve saldırganlığı söz konusu niteliklerle ve nitelikle şekillenmiştir. Dinci faşist terör ve emperyal yayılmacı sermaye devleti ve rejim gerçeği dinci faşist megalomanda tam olarak karşılığını bulmuştur. İç cephenin sağlamlaştırılmasından (“barış”, “istikrar”dan) anlaşılan tek şey, Saray diktatörlüğüne koşulsuz itaat, biattır. ”Terörsüz Türkiye” propagandasının bundan öte anlamı yoktur. “Terörsüz Türkiye” politikası proletarya ve halkları, her düzeyde Kürt ulusal devrimini ve kazanımlarını ezme ve tasfiye politikasıdır. Böylece neo-Osmanlıcı emperyal yayılmacı stratejinin istikrarını da güvence alma politikasıdır…
Saray oyun planını, aynı zamanda burjuva muhalefeti zayıflatma, burjuva muhalefetin ana partisi olan CHP’yi gözden düşürme, parçalama operasyonlarıyla birlikte gündemleştirmiştir. Saray iktidarı yalnızca Kürt ulusal mücadelesini, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesini değil, burjuva muhalefeti de etkisizleştirip tasfiye etmeyi, yedeklemeyi, ıslah etmeyi hedeflemektedir. İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesinin hemen ardından 19 Mart’ta İstanbul Belediyesi’ne düzenlenen operasyon, birkaç gün sonra resmen ilan edilecek ama fiilen Cumhurbaşkanı adaylığı açıklanmış olan İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu’nun tutuklanması, çok sayıda İBB çalışanının gözaltına alınması ve tutuklanması söz konusu harekat planının, saldırı politikasının ürünüdür.
Saray’ın bu saldırıları durmayacak, son seçimlerde birinci parti haline gelen CHP’ye kayyım atama, hatta olanaklı olabilirse kapatma da dahil CHP’ye dönük linç kampanyası devam edecektir. DP ve Menderes’in özellikle on yıllık iktidarının ikinci yarısında CHP’ye ve siyasal ve toplumsal muhalefete karşı örgütlenen linç kampanyası Erdoğan’ın yakın tarihsel esin kaynaklarından birisidir. Küstahlığı da aşan bir kibrin temsilcisi tescilli Amerikancı, İsrailci Menderes liderliğindeki DP iktidarı, o denli zıvanadan çıkar ki, 27 Mayıs 1960’da gerçekleşecek askeri darbenin hemen ön gününde (18 Mayıs 1960), “CHP’nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı” iddiasıyla kurdurduğu “Tahkikat Komisyonu” aracılığıyla CHP’yi kapatma noktasına dek gelmiştir. Bu saldırganlık, farklı koşullarda, Abdülhamitçi, Vahdettinci, Hitlerci Erdoğan eliyle sürmektedir. Kuşkusuz ki her iki liderin saldırganlığının merkezinde daima işçi sınıfı, halklar, ezilenler, özgürlük mücadelesi olmuştur…
İmamoğlu’nu gözaltına almayla (19 Mart) zamandaş patlak veren milyonlara ulaşan anti-faşist dalga, başta üniversite gençliği olmak üzere gençliğin ve geniş kitlelerin baskı ve mücadelesiyle ortaya çıkan tablo şimdilik Erdoğancı diktatörlüğün planını esas olarak boşa çıkarmış olsa da dinci faşist diktatör uygun fırsatlar yaratarak saldırılarını derinleştirecektir.
Erdoğan ve Bahçeli’nin iç savaş tehdidi, (“Demokrasi dışı arayışlara girişenler bedelini ödemeye de hazır olmalıdır!” “Sokağa davet edilenlerin karşısına 15 Temmuz’da olduğu gibi başkaları dikilirse kaçınılmaz çatışma nasıl önlenecek”) kokuşmuş ırkçı faşist lider Bahçeli’nin üstelik baş düşmanı olduğu “Barış, demokrasi, hukuk, kardeşlik” adına gelişen kitle hareketini faşistlikle suçlaması, yaygın tutuklamalar, gençliğe dönük özel tehdit ve baskılar Saray rejiminin varlık ve yokluk sorunuyla karşı karşıya kaldığının bilincinde olduğunu göstermektedir…
İmamoğlu’nun sözde “bağımsız yargı” eliyle gözaltına alınması birikmiş anti-faşist öfkenin patlamasına vesile oldu… Bahçeli ve Erdoğan, kirli planlarını devreye sokarken böylesine bir halk hareketiyle karşı karşıya kalacaklarını ön görmemişlerdi. Saray rejimi CHP ve İmamoğlu’na dönük saldırıları bir plan dahilinde yürürlüğe soktu. HDK operasyonu, “Gezi davası”nın yeniden ısıtılmasıyla yapılan tutuklamalar tesadüfi değildi. “Kent uzlaşısı”nın hedef alınması, “bölücü terör”, “terörle işbirliği” gerekçelerinin sürekli gündemde tutulması, aynı zamanda dinci faşist cunta ve iktidarın hedefini, hedeflerini de ele vermekteydi…
Gelinen aşamada, 19 Mart dönemecinden sonra, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tır. Süreci “tersine çevirmek” olanaklı değildir. Erdoğancı faşist diktatörlük “cin”i şişeye geri sokamayacaktır. Korku duvarında derin ve kapsamlı bir gedik açılmıştır. Sokağa çıkan, öz güven kazanan gençlik ve kitleler, özellikle son on yıldır nefessiz bırakıldıkları cenderenin dışına çıkmayı başarmış durumda. Hareket ilerler, durağanlaşır, geriler vb. ancak gelişmenin yönü (komşu ülkelerden birine açılacak savaş ya da kontrollü faşist iç savaş ve sıkıyönetim ilanı vb. gibi faktörleri hesap dışı tutmamak gerekir ama) geriye değil, ileriye dönüktür. Üstelik Erdoğancı dinci faşist diktatörlük ve bağlaşıkları en zayıf dönemini yaşamakta ve geniş kitlelere bir gelecek vaatleri de yok… Siyasal ve toplumsal, ahlaki ve kültürel krizin daha yıkıcı hale gelerek süreceği açıktır…
Önümüzdeki süreçte de faşizm ve sermayenin, Saray’ın ekonomik ve siyasi saldırıları yoğunlaşarak sürecektir. Sömürülen ve ezilen kitlelerin, işçi sınıfının mücadelesi de gelişecektir… Ana sorun bu sürecin devrimci bir önderlik, devrimci bir birleşik cephe tarafından örgütlenip, yönetilememesidir. Anti-faşist yükseliş devrimci öncülük sorununun enerjik tarzda çözülebilmesi bakımından değerlendirilmesi gereken politik bir fırsat yaratmıştır. Gerisi işi bilene, kılıcı kuşanana kalmıştır.
Ancak her hâlükârda devrimci stratejik hedef, ilk temel adım işbirlikçi burjuva devletin sınıfsal temelleriyle birlikte yıkılmasıdır… Taktik hedef ise, faşist diktatörlüğün en zayıf halkasını oluşturan Saray rejimini yıkarak yolu açmaktır… Sarayın yıkılması Kürt halk hareketinin de lehinedir ve “Barışın toplumsallaştırılması”nın yolunu da açacaktır…
III) “BARIŞI TOPLUMSALLAŞTIRMAK” AMA NASIL?

Yapılan anti-Kürt, anti-demokratik, milliyetçi gerici propagandaya karşın DEM Parti CHP ve İmamoğlu merkezli yapılan saldırılara ve operasyona karşı çıktı. Önce DEM Eş Başkanlarından T. Hatimoğulları, daha sonra Hatimoğulları Bakırhan’la birlikte Saraçhane’yi ziyaret ederek, dayanışma açıklamaları yaptılar.
CHP Genel Başkanı bu konuda şunları söyledi:
“İlk günden itibaren tüm muhalefet partileri dayanışma gösterdi. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları ve kıymetli heyeti daha önce ziyaretimize gelmişti. Şimdi de Newroz’un ardından DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ve değerli heyetlerine sürece katkıları ve destekleri için teşekkür ediyoruz. Newroz yeni bir başlangıç ve barış umutlarının yeşermesi demektir. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin barışı için ortak mücadelemizi aynı kararlılıkla sürdüreceğiz.”
Böylece DEM ile CHP’yi karşı karşıya getirme planı da şimdilik göreli olarak boşa çıktı. Faşist diktatörlüğün ve başındaki Saray cuntasının “Kent uzlaşısı”nı araçsallaştırmasını basit ve dar anlamda DEM ile CHP’nin karşı karşıya getirilmesi olarak okumamak gerekir. Aslında saldırı salt CHP’ye dönük bir saldırı da değildir. Öteden beri “Kent uzlaşısı”nın hedef alınmasından bu olguyu görebiliriz. “Kent uzlaşısını” hedef alan saldırı ve zorbalık İBB’ye ve İmamoğlu’na dönük operasyonlarla da doruk noktasına çıktı. Bu gerçek, kimsenin gözünden kaçmadı. Sorun iki partinin karşı karşıya getirilmesinin ötesindedir; bu mesele diktatörlük ve cuntanın halklara dönük kurduğu kapsamlı ve çok katmanlı stratejik oyun planı ve saldırılarının bir parçasıdır… “Böl ve yönet”, halkların birlikte mücadelesini engelle, CHP’yi ve burjuva muhalefeti parçala, DEM’i “muhalefetten” kopar, tarafsızlaştır, yedekle plan ve saldırganlığı, aynı zamanda dünya ve bölge konjonktürüne uzanan bileşenleriyle birlikte düşünülmesi gerektiği de açıktır…
Serhildanlar yolunda yürüyen Kürt halkının öfke ve mücadelesinin son günlerde Batıda patlak vermiş ve büyümekte olan anti-faşist kitle hareketi ile bir biçimde buluşmuş ve çakışmış olmasının Saray’ın ve dinci faşist diktatörlüğün hesaplarına ciddi bir darbe indirdiği ve önü kesilemezse daha büyük darbeler indireceği açıktır. Söz konusu iki dinamiğin buluşması henüz birleşik bir ittifak ilişkisine dönüşmemiştir ama daha şimdiden Saray ve diktatörlüğü zayıflatırken, nesnel olarak Kürt tarafının elini de güçlendirmiştir. Dinci faşist iktidarın Öcalan’a giderek önünü açtığı “süreç”te bu buluşma son derece değerlidir ama bu buluşmanın ve Batıdaki yükselişin henüz istikrarlı olmaktan uzak olduğu da unutulmamalıdır.
Erdoğan’ın halkların mücadele alanlarında buluşup kardeşleşmesine, böylece hem barışın toplumsallaşmasına hem de Batıda başlamış olan anti-faşist mücadeleye karşı daha etkin saldırılara girişeceğinden de kuşku duyulamaz…
Bakırhan’ın “Bizim başka önceliğimiz var, barışı toplumsallaştırmak.” açıklaması halkların birleşik mücadelesinin geliştirilmesini ve böylece “barışın toplumsallaştırılması”nı önleyecek gerçek bir tehlikeye işaret etmektedir. Bakırhan’ın açıklamasının, dinci faşist iktidarın Kürt dinamiğini ve mücadelesini Batı merkezli anti-faşist toplumsal mücadele dinamiğinden uzaklaştırma, hatta karşı karşıya getirme politikasına alan açtığı ve açacağı, nesnel desteğe dönüşeceği görülmelidir. Bakırhan açıklamasında ortaya çıkan politik tutum, tesadüfi ve kişisel olmaktan çok uzaktır. O, bir eğilimi, bir yönelimi, dar ulusalcı/milliyetçi bir uzanımı dile getirmektedir.
Devlet ve Saray’ın Öcalan’la başlattığı süreç, DEM’i de sınırlayan karaktere sahiptir. Kuşkusuz ki, Kürt halkı, yurtsever hareket, DEM başlamış olan (ve bugün için tıkanmış görünen) süreci yok sayarak hareket edemez. Ancak Saray kurduğu oyun planıyla, devreye soktuğu strateji ve taktiklerle, Kürt halk hareketi ile Türk halk hareketinin buluşmasını, ortaklaşmasını, birleşik bir mecrada akıp gelişmesini önlemeyi hedeflemektedir. Bu oyuna düşmemek gerekir. Bu hedefleme, yurtsever hareketin, DEM’in, bileşenlerinin hararetle savunduğu, geliştirmeye çalıştıkları “Üçüncü Yol” politikasını tasfiye etme kararlılığı taşımaktadır. DEM’in “barış” ya da başlatılmış olan süreci gerekçe göstererek Batıda gelişen anti-faşist yükselişle dayanışma açıklamalarının ötesine pek de geçmeyen politik tutumlar sergilemesi ise, tam da buna hizmet etmektedir. Sorun “Müzakere mi mücadele mi?” ikilemine mahkûm edilemez. Henüz ne olduğu aydınlanmamış, derin ve kapsamlı kafa karışıklığı ve güvensizlik üreten “süreç”, halklar ve yurtsever hareket bakımından çok tehlikeli bir dönemin açık işaretlerini vermektedir. Bu tehlike ve tehditlerin boşa çıkarılarak sürecin Kürt halkının lehine geliştirilebilmesi ise iki ulustan işçilerin, halkın ve ezilenlerin mücadelesine bağlıdır.
Bunu görmezden gelmenin Kürt hareketine bir yararı olmayacaktır. Diktatörlük ve faşist şefleri Kürt halkının demokratik barış, demokratik çözüm hissiyatını, taleplerini kullanarak Kürt halkını pasifize etmeye, bir biçimde yedeklemeye çalışmaktadır. Bu olguyu göz önüne aldığımızda, anti-faşist hareketle, üstelik milyonlara yayılmış bir hareketle, “barış ve müzakere” görüşmelerini karşı karşıya koyarak meseleye yaklaşmak Kürt halkının elini zayıflatırken dinci faşist iktidarın elini güçlendirecektir.
Başlamış olan süreç, yurtsever hareket tarafından, “Demokratik Toplum Süreci” olarak tanımlanmaya başlandı. Kanımızca, Kürt halkı bu süreçte Türk halkıyla, Batıda gelişen anti-faşist yükselişle birleşik hareket etmekle elini güçlendirecektir. Bu bir politik zorunluluktur. Bunun bir zorunluluk ve gereklilik olup olmamasına kuşkusuz ki yurtsever hareket karar verecektir. Ancak her halükârda bu zorunluluk ve gereklerden uzak durma ya da mesafeli kalma eğilimi “Barışı toplumsallaştırma” görevine de aykırıdır. Tepeden işi bitirme yöntemi ve politikasıyla “barışı toplumsallaştırma”nın zorunluluk ve gerekliliğe yanıt verilemeyeceği açıktır. Batıda, daha özgün hedeflerle CHP’yi özel olarak hedefleyen faşist operasyon ve terör saldırısının “Kent uzlaşısı”nı hedef alması, “terörle işbirliği”, “bölücü teröre yataklık”, “Terörsüz Türkiye” propagandası eşliğinde geliştirilmesi bile tek başına bu konuda bize fikir vermektedir.
Barışın toplumsallaştırılmasının önündeki temel engel, dinci faşist iktidardır ve işi tepeden bitirme tutumudur. Bunun sağa sola çekilecek hiçbir yanı da yoktur. Minareyi çalıp kılıfı da hazırlamanın işçi sınıfına, Kürt halkına, Türkiye halklarına zerre kadar faydası da olmayacaktır.
Dinci faşist diktatörlük ve yönetim merkezi Saray, iç ve dış hedeflerine ulaşmak ve iktidarın sürekliliği için yolu açmaya, yolu temizlemeye, dikensiz gül bahçesi oluşturmaya çalışıyor ama 19 Mart ve sonrası eyleme geçen milyonların hareketi bu hesapları ve yönelimi darbelemenin, geriletmenin, boşa çıkarmanın yolunu gösterdi…
Bu süreçte DEM’in Batıda başlamış olan halk hareketine destek açıklamasına karşın örgütlü bir tarzda sürece katılmaması ya da sınırlı katılması, dayanışmacılığın ötesine geçmemesi halkları bekleyen tehlike ve tehditleri açıkça yansıtmaktadır. Bakırhan’ın “Bizim önceliğimiz barışı toplumsallaştırmaktır” açıklaması ortaya konulan ve koyulmak istenen mesafenin çarpıcı bir formülasyonudur. Bilakis ABD, TC, Saray, İmralı merkezli tepeden “işi bitirme” politikasının doğrudan doğruya “barışı toplumsallaştırma”nın önünde engel oluşturduğunu görmemek üç maymunu oynamak anlamına gelmektedir. Kapalı kapılar arkasında kalan, halklar nezdinde demokratik tartışma ve sorgulamayı önleyen, böylece “barışın toplumsallaşması”nı engelleyen bir süreçten ne demokratik barış ne de demokratik çözüm çıkar.
Batıda patlak veren anti-faşist kitle hareketi CHP’yle ve CHP kitlesiyle sınırlı değildir. Bilakis CHP’yi aşan, CHP’yi de ileri taşıyan, Özel’i “Haydi sokaklara, faşizme karşı mücadeleye”, “Mitinge değil eyleme geldik” dedirten bir kitledir söz konusu kitle. Bu hareketin içinde yer almak, “Üçüncü Yol” politikasıyla yol açmaya çalışmak, hareketi birleşik geliştirmek herhangi biçimde CHP’li olmak, CHP’ye tabi olmak anlamına da gelmemektedir. Bu tip yorumlar, buna kapı açan ve teşvik eden yorumlar ve ajitasyon oportünist niteliktedir. Faşizme karşı öfkeyle sokaklara çıkan ve Saray’a ağır darbeler indiren dev kitleleri salt CHP’nin kitlesiymiş gibi sunan bir kafa aslında bir yandan Erdoğan’ın CHP’yi kriminalize ederek sağcı kitleleri etrafında toplama savaşımına güç taşımakta, diğer yandan da CHP’ye değerli bir hizmet sunmaktadır. “Biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz” açıklaması, zayıflığının farkında olan birisinin söyleyebileceği bir sözdür ancak. Zaman zaman izlediği taktiksel bağlaşma ve manevralar, bazı önemli zaafları DEM’i ve kitlesini CHP’li, CHP kitlesi yapmamıştır ve yapmaz da. DEM kitlesinin nasıl bir kitle olduğu ise zaten biliniyor.
Son yıllarda, bütün sorunlara karşın, CHP ve HDP-DEM kitlesi arasında olumlu bir etkileşim ve yakınlaşma ortaya çıktı. “Kent uzlaşısı” aynı zamanda bu yakınlaşma-etkileşim-tanışmanın açık bir biçimi ve yansıması oldu. CHP’nin tabanı emekçi bir taban. Bu tabanın CHP’nin bürokratik ve tutarsız yönetimine ve dinci faşist iktidar karşısındaki pasif ve uzlaşıcı politikasına karşı gitgide büyüyen tepkisi vardı. Bu tepki CHP gençliğinde daha belirgindi. Patlak veren son halk hareketinde CHP’nin giderek aktif ve önde gelen pozisyona geçmesinde büyük kitlelerin ve gençliğin harekete geçmesinin temel rolünün yanı sıra, kendi tabanının, özelde genç tabanının özgül bir ağırlığı oldu. Bunu görmek, tutarlı demokratik ve anti-faşist çizgide bu tabana seslenmek ve yakınlaşmak imkanlarını yitirmemek bakımından da DEM’in “Müzakere” gerekçesiyle anti-faşist yükselişten uzak kalmaması, dahası daha özgül politikalarla, “cephe gerisi”ni geliştirmeye önem vermesi gerekir. Bu bağlamda sorunun esasını CHP ile ittifak değil, CHP kitlesine hitap etme kabiliyetini geliştirerek bir de bu yoldan halkların tabandan buluşmasını teşvik etmektir… Bunun CHP’lilikle, onun “eylemci kitlesi” olmakla bir ilişkisi yoktur. Gelişen anti-faşist halk hareketi ile araya mesafe koyularak barışın toplumsallaştırılamayacağı açıktır.
Patlak vermiş hareket nezdinde milyonların eylemleriyle örgütlü ve aktif ilişkilenmek, öncü pozisyondan müdahale etmek, ulusal ve sınıfsal talepleri, ulusal eşitlik ve demokratik barış istemlerini tam bir tutarlılıkla kitle hareketine taşımanın CHP’li olmakla, “CHP’nin eylemci kitlesi” olmakla anlamlandırılamayacağı herkes nezdinde açık olmalıdır. Aslında bu tutum, “müzakere” gerekçesine sığınarak gelişen anti-faşist hareketle araya konulmak istenen mesafenin ifade biçimidir. Bu tutum, başta Kürt halkı olmak üzere halklara kaybettirir. “Batıyı kazanarak” demokratik barış talebini toplumsallaştırmayı önler. Doğu ve Batının birleşik mücadele gücünü açığa çıkarıp “müzakere” sürecinde faşist karşı-devrimi zayıflatarak sürecin halklar lehine geliştirilmesi fırsatının yitirilmesine hizmet eder.
Bakırhan’ın Erdoğan-Bahçeli cephesinden gelen kirli psikolojik savaş baskısı karşısında yapmak zorunda kaldığı şu açıklamayı birlikte okuyalım:
“Aslında ‘DEM Parti bu sürecin karşısında’ derken aslında bizim oradaki duruşumuzu eleştiriyorlar. Ne yapacağız biz? Kayyım atanınca iyi mi ettiniz diyeceğiz? Türkiye’nin 1. partisi olmuş bir önceki seçimde. Demeyecek miyiz geçmiş olsun diye? Bunun karşısında durduğumuzu kendilerine iletmeyecek miyiz?”
Bu açıklama, Erdoğan ve faşist iktidarın hangi beklentiler içerisinde hareket ettiğini göstermektedir. Bu açıklama, DEM ve Kürt halkı üzerindeki politik baskı ve psikolojik savaşın hedef ve manevralarına tercüman olmaktadır. Bu baskı sistemli devam edecektir. Tıpkı, Öcalan’ın kamuoyuna sunulan açıklamasından hemen sonra, üstelik hiçbir adım atmaya yanaşmadan başlatılan ve hala, “Hemen kendinizi feshedin. Hemen gelip devletin şefkatli adaletine sığının. Ateşkes-mateşkes yok. Yoksa hepinizi yok ederiz” minvalinde yürütülen kirli psikolojik savaş örneğinde olduğu gibi. Erdoğan-Bahçeli’den, mafya-narko-terör-soykırım merkezi Saray’dan başka ne beklenir ki! Bu vb. oyunları ve saldırıları bozacak en önemli şey, halkların birleşik mücadelesidir. Barışın toplumsallaştırılmasının yolu da buradan geçmektedir. Bu temel olmadıkça, bu temele sağlamca basılmadıkça, diplomasiyle, diplomatik açıklamalar ve övgülerle, burjuva partilerle yapılan görüşmelerle, “onlar da olumlu yaklaşıyor” türünden açıklamalarla barış toplumsallaştırılamaz. Bu tip görüşmeler, diplomatik açıklamalar da gereklidir, kaçınılmazdır ama işin esasını da oluşturmadığı görülmelidir…
Açık ve kesin olan şey şudur: Dinci faşist iktidar ve özel savaş aygıtı, bütün gücüyle Kürt halkını, yurtsever Kürt hareketini, DEM’i Türk halk mücadelesinden, Türkiye devrimci hareketinden, iki halkın mücadelesinin ortaklaşmasından alıkoymak için “yeni süreç”i tepe tepe kullanacaktır. Bakırhan’ın söz konusu yakınmalarının da sonu gelmeyecektir.
Gezi Haziran Halk Ayaklanması döneminde (2013) on milyonların kitlesel hareketine rağmen yurtsever hareketin ve HDP’nin “barış görüşmeleri ve çözüm” gerekçesiyle araya koyduğu mesafeyi ve olumsuz sonuçlarını hepimiz hatırlıyoruz. Aynı şey bir kez daha gündemde. Kürt halkı ve gençliği Haziran Ayaklanması’na onbinler, yüzbinler halinde katılmasına karşın, yurtsever hareket (ve HDP) bu tarihi ve siyasal önemi oldukça büyük olan dönemeçte sürece örgütlü ve militanca katılmadı. Aynı politik tutum ve duruş günümüz koşullarında bir kez daha gündemleşmiş bulunuyor.
Bu çelişkiden kaynaklanan ciddi sorunlar yeni süreçte de gündemde olacaktır. Bu süreçte Kürt yurtsever hareketinin özgün taktikler izlemesi anlaşılır ama bu özgünlük, Batıda patlak veren, gelişme potansiyeli yüksek kitle hareketine ve benzeri “sosyal patlama”lara örgütlü bir inisiyatifle öncü konumdan katılmaktan uzak durmaya yol açmamalıdır.
Dar ulusal hedeflere doğru geri çekilme ve kendini sınırlama Kürt halkının lehine değildir. Kuşkusuz bunun İmralı irade kırılmasına dayanan nedeni, nedenleri var… Fakat HDP-DEM programı tutarlı demokratik içeriğe sahip anti-faşist bir programdır. Bu program siyasal özgürlükçü, kadın özgürlükçü, ekolojik içerikli, halkların birleşik mücadelesini hedefleyen, faşizm ve sermayeye karşı ekmek, özgürlük, adalet, ulusal eşitlik taleplerini birleştiren bir mücadele çizgisini ifade etmektedir. DEM programına ve hedeflerine bağlı kalındığı koşullarda Batıdaki hareketten uzak kalmak, tanık olduğumuz mesafe politikasıyla davranmak olanaklı değildir. Mesafe koymak demek, DEM programı ile araya konulan mesafe demektir aynı zamanda…
Başlamış olan “müzakere” gerekçe gösterilerek söz konusu tutarlı anti-faşist demokratik çizgiden uzaklaşma eğilimi, dar ulusal taleplere doğru çekilme eğilimi, halkların birleşik aktif politik hareketini geliştirmenin önüne çıkan veya çıkabilecek eğilim, Kürt halkının değil, Kürt ulusal burjuvazisinin eğilimini ifade etmektedir. Burada sorun, Kürt ulusal taleplerinin “müzakere” gerekçesiyle daha fazla öne çekilmesi değil, bu bağlamda bir sorun yok; sorun, ulusal talebin/taleplerin halkların ortak sorunları, halkların birlik ve dayanışmasını kurmanın zeminini oluşturan ekmek, özgürlük, toplumsal adalet talepleriyle birlikte ele alınmaması ya da önemsizleştirilmesinin halkların mücadelesinin ortaklaşmasına karşı mesafeli bir tutumla iç içe geçmesidir. Oysa ulusal eşitlik talebinin işçi sınıfının, halkların, ezilenlerin talepleriyle iç içe ele alınması, birleşik savaşımın geliştirilmesine hizmet edecektir. Kürt ulusal istemlerinin daha derin ve kapsamlı bir temel üzerinde iradeleşmesine yolu açacaktır. Böylece geniş bir bağlaşmaya ve “cephe gerisi”ne dayanılarak “müzakere” çerçevesinde süren ve sürecek savaşım alanında da, Kürt hareketinin ve Öcalan’ın eli güçlenecektir. Saray ve ittifakları üzerinde doğacak baskıyla kurulan tuzaklar boşa çıkarılabilecektir.
Normalde Kürt yurtsever hareketinin, Batıda patlak veren ve gelişen anti-faşist mücadele ile bir ittifak ilişkisi içerisinde etkin tarzda ilişkilenerek yürümesi gerekir. Bu ilişkinin pasif değil, aktif olması gerekir. Bir tür “tarafsızlık” politikası tümüyle yanlıştır. Batıda ayağa kalkan hareket, eğer doğru ele alınırsa, aslında İmralı ve Dağ’ın elini güçlendirecektir. Eleştirdiğimiz hareket tarzının izlenmesinin birçok etkeni var kuşkusuz, ama son tahlilde mesele gelip “İmralı paradigması”na, hatta bu kez, söz konusu paradigmanın da gerisine düşülme yönelimine dayanmaktadır… Bu bağlamda sorunu Öcalan çizgisi ve yönelimleri temelinde ele almak yerine, “işine geldiği” için Öcalan çizgisi ve yöneliminden bahsetmeden DEM’i öne çekerek dolaylı ama keskin eleştiriler yapmak yönteminin de eleştirilmesi gerektiği açıktır. Birleşik mücadele ideolojik ayrılıkların üstünü örtmemeli ve komünist, devrimci eleştiri gücü kendini her zaman ortaya koymalıdır.
Kanımızca, “barış süreci”yle, “Müzakere süreci”yle sokaklar, coğrafyamızın dört bir yanını saracak birleşik kitle eylemleri karşı karşıya konulamaz. Bu, çok tehlikeli bir durumdur. Bunu isteyen ve dayatan Erdoğancı dinci faşist diktatörlüktür. Aksine, bu süreçte devlet ve “Cumhur ittifakı” ve Saray üzerinde politik ve toplumsal baskının derin ve kapsamlı tarzda örgütlenmesi gerekir. “Barışı toplumsallaştırmak” ancak bu yoldan olanaklı hale gelebilir.
Batıda gelişen ya da gelişecek anti-faşist yükselişten veya mücadelelerden uzak kalmak veya durmak, “Türkiyelileşme”yi, “Türkiyelileşerek barışı toplumsallaştırma”yı darbeleyecek; şovenizmin hegemonyası altında olan geniş emekçi kitleleri kazanmayı zorlaştıracak, Türk milliyetçisi psikolojk savaşa güç taşıyacak ve ilerici kitlelerde ön yargıları büyütecektir. Yapılması gereken şey, “Üçüncü Yol”u çöp sepetine atmak değil, sınıfsal ve ulusal mücadelenin gerekleri doğrultusunda zenginleştirerek yürümek olmalıdır.
“Müzakere”, “demokratik barış”, “demokratik çözüm” meselesinin gündeme girdiği koşullarda, Kürt ulusal hareketinin taleplerinin güçlü bir tarzda vurgulanması, birleşik mücadelenin gerekleri ve gereksinmeleri ekseninde özgül taktikler izlenmesi, manevralar yapılması, propaganda ve ajitasyon dilinin Türk milliyetçiliğinin, şovenizmin, ulusal zulmün teşhirine özgün bir tarzda yoğunlaşması gerekir. Kuşkusuz ki bu politik ustalık ve yaratıcılık gerektirir. Öncülük iddiası ve misyonunun bu bağlamda da özgülleşerek somutlaşması gerekir. Yurtsever hareketin bu durum ve koşullarda ulusal istemlerini daha büyük bir güçle vurgulaması, taktiksel söyleminin özgülleşmesi, politik manevra gücünün özgünlük kazanması kaçınılmazdır ve bunda ters bir şey de yoktur. Bizim eleştirdiğimiz şey, ezen ve ezilen ulus gerçeğinde halkların birleşik mücadelesini sekteye uğratacak, geri çekecek, halklar nezdinde birleşik mücadelenin enerjisini açığa çıkararak yürümeyi zayıflatacak “mesafe koyma” gibi tutum ve davranışlardır. Dinci faşist diktatörlüğün İmralı, PKK, KCK’nın beklediği adımları atmadığı koşullarda, her hâlükârda bu “mesafe” hikayesi, pratikte tam olarak karşılığını bulmayacaktır, ancak; devletin hesap-kitabı ne olursa olsun, çeşitli adımlar attığı ve sürecin ilerliyor göründüğü koşullarda “mesafe” meselesi daha yakıcı bir sorun olarak gündemleşecektir…
İşçi sınıfının, sömürülen kitlelerin, gençliğin, kadınların, ezilen kimliklerin ekmek, özgürlük, eşitlik, adalet taleplerinin Kürt ulusunun ulusal özgürlük talepleriyle ve mücadelesiyle birleştiği, gürül gürül çağlayan ortak bir nehire dönüştüğü oranda, bu, “barışı toplumsallaştıracak”, Kürtlerin de lehine sürecin önünü açacaktır. “Barışı toplumsallaştırma”nın ana muhatabı Saray ve devlet değildir. Saray ve devletle tepeden “anlaşarak” “işi çözme” yöntemiyle barış toplumsallaştırılamaz. Bu kuvvetlerle, şovenizmin hegemonyasında olan Türk halk yığınlarının geri eğilimleriyle uzlaşarak Türkiye’de demokratik anti-faşist çizgide “barışı toplumsallaştırmak” olanaklı değildir. Eğer “müzakere, barış, demokratik toplum” çizgisi gelip devletin, politik iktidarın, Türk halkının şovenist eğilimlerinin şöyle ya da böyle meşrulaşmasına dayanarak “barışın toplumsallaştırılması”na hizmet edecekse, buradan da barış ve demokrasi çıkmaz. Kuşkusuz ki Kürt halkının, demokratik ve devrimci güçlerin, yurtsever hareketin “Barışın toplumsallaştırılması”ndan anladıkları ile devlet ve Saray’ın anladığı şey aynı değildir. Araya asla eşit işareti konulamaz. Kanımızca burada iki ayrı dünya karşı karşıyadır. Böyle de olsa, Öcalan merkezli bakış açısında, politik duruşta çok ciddi sorunlar olduğu ve bu bağlamın hele de “süreç”in görünürde ilerlemeye başladığı koşullarda daha açık ortaya çıkacağı şimdiden görülmelidir. Kuşkusuz ki dileğimiz, süreçten Kürt halkının, Türkiye halklarının, Orta Doğu halklarının güçlenerek çıkmasıdır.