
AKP’nin %30’un altına doğru gerilediği bir iklimde neredeyse sadece Tayyip Erdoğan figürü ve dış politik doktrinle zemin kazansa da ekonomik/ iç politik tablo ve PKK’yle uzlaşma çabası sebebiyle fazla güç kazanamayan milliyetçi/ mukaddesatçı diskura yaslanabilen bir rejim var ülkede. Devamlılık için, baskının dozunu daha da arttırmak, siyasetsizleştirme saldırısını yükseltmek ve gemileri tamamen yakmaktan başka çare görmüyorlar. Artık toplumsal ya da siyasal/ sosyal/ ekonomik sınırları test etmek gibi bir icranın kalmadığı, eşiğin çoktan aşıldığı ortadadır. Dahası meselenin, oldukça uç bir hamle olduğu açık olan İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla bitmeyeceği, iktidarın dizginsiz hücum hâlinin süreceği görülüyor. Daha, Gezi soruşturması gelecek ve havuz medyasında, iş adamlarına hatta ta 28 Şubat’a yönelik operasyonların gerçekleştirileceği de dillendirilmekte. Yeni ve karmaşık, çelişkili çözüm süreciyle unutulmuş gibiyse de binlerce isimlik bir listenin sızdırıldığı bir HDK soruşturması da el altında. Rejim, vatanı ve milleti salt kendinin kılmakta kararlı.
Tüm bunları çok kötü insanlar oldukları için yapmıyorlar. Zorunda oldukları için bu yoldalar. İktidar, varlığını sürdürebilmek, tesis edilen tiranlığı süreklileştirebilmek için sert olmak zorundadır. Bunun da bir sonu yok. Her dönemeçte daha da sert, daha da orantısız olacak. Büyük bir mücadele geleneğine sahip büyük bir ülke olan, klasik ve güçlü çatışma dinamikleriyle yoğrulmuş ve çelişkilerin her geçen gün daha da derinleştiği Türkiye’de aynı şekilde hayatta kalmayı istiyorlarsa mânâsız, saçma, fazla aşırı dahi gelebilecek her aracı ve yöntemi yürürlüğe koyacaklar. Ve iyi biliyoruz, dünya ve Türkiye bugün siyaseten öngörülemezliklerle, sürprizlerle karakterize olmaktaysa da AKP için “olmaz” diye bir şey hiç olmamıştır.
Vaziyet
Ekrem İmamoğlu ve diğer belediye görevlilerinin 19 Mart’ta gözaltına alınmasıyla Türkiye yeni bir döneme girdi. İmamoğlu’nun belediyeyi aldığı günden beri sokakta, kahvede bir kayyım ihtimali tartışması, AKP gelenekleri göz önünde tutularak hep vardı. Lakin İstanbul gibi bir şehirde bunun yaratabileceği karşı-tepkinin büyük olacağı öngörüsü bu ihtimali ciddi oranda dışlıyordu. Fakat rejim çok büyük bir kavgaya cesaret edebildi. Hem yolsuzluk hem terör soruşturmalarıyla İmamoğlu ve çok sayıda kişi gözaltına alındı. Ve “Türk Son Baharı” başladı.
Normalde düzen için, düzen siyasetinin, muhalefetinin alanlarını daraltmak mantıklı bir hamle değildir. Zira düzenin aleyhine tehdit risklerini arttırırsınız. Fakat rejim, muhalefetin de çokça katkı sunduğu toplumsal sinikliğe güvenmiş olacak ki bu sert hamleyi yapmaya kendini hazır gördü. Buraya bir anda gelinmediği açıktır ama bizce yine de, her şeye rağmen bu kadarı ciddi bir cüret zehirlenmesi olarak okunmalı. Meselenin sadece bir zehirlenme değil yukarıda da belirttiğimiz gibi politik ajandanın zaruretinden kaynaklanmış bir hamle olduğunu da belirtiyoruz. Bu sebepledir ki rejim, her ne kadar ileriye dönük birçok noktada zekice taktikler kurgulamış olsa da girişilen işin hacmi ve içerdiği belirsizlikler gereği bir paldır küldürlükle de malul olmuştur.
İmamoğlu’nun diploma iptaliyle başlayan, Erdoğan’ın en büyük rakibini siyaseten imha süreci, takip eden adımlarla muradına ulaşmada çiğ ama işe yarar bir taktik gidişata sahiptir. Fakat bu “şah mat” hamlesi toplumsal meşruiyeti tesis etme noktasında akim kalışıyla beceriksizcedir de. Satranç tahtası başında iktidarın kudretli duruşu oyunu sürdürmek isteyen halkın bariyerine çarpıyor. CHP, kendince −yenilgiden başka bir anlam ifade etmese de− bir “pata” durumuna yani büyükşehir belediyesine kayyım atanmamasına razı gibi bir profil çizmişse de, halk çok daha fazlasını isteyerek rejimin karşısında duruyor. “Mitinge değil eyleme geldik” sloganının sık yankılanması, bu, konuşmak değil artık eylemek isteyen, canından bezmiş kalabalığın parolası. Saraya yürümek istiyorlar, adliyeye yürümek istiyorlar, Taksim’e yürümek istiyorlar. Ama bu çeviklikte ve kudrette bir önderliğe sahip değiller.
Yine de Beyazıt’ta öğrencilerinin barikatı yıkmasıyla başlayan isyan, CHP’yi, Özgür Özel’i sınırlı da olsa sertleştirmiş görünüyor. Gençliğin bu itmesi olmasaydı kim bilir ne boyutta kepazeliklerle karşılaşacaktık.
Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasak yedikten sonra tek adamlığa yükselen kariyerini düz hesapla İmamoğlu’na da yakıştıranların politik aklı epey bir güvenilmezdir, malum. Oysa Erdoğan’ın içeri atıldığı dönem ve devamında devlette bir iç savaş vardı. Ekonomik krizin siyasal krizle birleştiği ve Marmara depreminin yaşandığı bu sürecin sonunda Ana-Sol-M hükümeti devrildi ve milyonların nezdinde CHP ve biraz MHP hariç klasik partilerin zerre itibarının kalmadığı ortamda, yeni döneme çok iyi hazırlanan AKP/ Erdoğan “halka umut olarak”, Batı’nın ve klasik büyük burjuvazinin de desteğiyle iktidara geldi. Süreç bu “muhafazakâr demokratları” çağırmıştır adeta, öyle bir dönemeçtir o.
Bugünse devlet yekparedir ve dimdik ayaktadır. İmamoğlu’nun Erdoğan’ın kaderini yaşayabilmesi için tek şart işleyen direniş momentinin sönmeden başarıya ulaşması oluyor böylece. Ve bunun için İmamoğlu’nun salıverilmesi de yetmiyor, diploması da geri verilmeli. Yani her hâlükârda, düzenin içinde kalınarak aşılması zor bir problem var ortada. Güç dengelerine bakılınca dengeyi yerle bir edecek çok sert bir karşı hamle gerekiyor İmamoğlu’nun siyasal ölü hâline getirilmemesi için. Ya da en azından devletin gözünü korkutabilecek, ona geri adım attırabilecek sağlam bir koz. Öyle görünüyor ki CHP −tabiatı gereği− yalnızca bu koza, yani halka, halkın tüm ülkeyi saran kitlesel eylemliliklerine güveniyor sadece. Şiddeti onaylamayan ama “bak bu da var” dedirten aba altında sopalı, blöfçü bir eğilim.
Genel grev/ genel direniş sesleri de ülke gerçeğine çarpıyor. Örgütlü işçilerin çok büyük bir bölümü sarı sendikalarda, az sayıda çalışanı örgütleyen DİSK, KESK de artık mücadeleci sendikalar değil. Toplumsal zemini hazırlanmamış, güç dengelerini gözetmeyen bir grev çağrısı ham hayal olarak kalıyor. Bu durumda da, yani üretimden gelen gücün kullanılamadığı zeminde de, ortaya, tüketimden gelen gücü öne sürme fikri çıkıyor. Yani hem örgütlenmesi zor hem de kısa sürede tavsayabilecek bir eğilim.
Direniş
Direniş meselesine rücu edelim bu duraktan. Devlet, bu sert halk direnişini bekliyor muydu peki? Bizce reaksiyonun bu kadar büyüyüp dahası süreklileşmesini ve bu denli yüksek cesareti beklemiyorlardı. Eylemlerin “ikinci bir Gezi” olarak tüm ülkeye kararlı bir şekilde yayılmasını ise hiç kestirememişlerdir. Kesin kurduklarını düşündükleri “korku imparatorluğu” diye anılan mefhumun bu derece sarsıntıya uğraması onları şüphesiz darbeledi, şaşırttı ve daha da öfkelendirdi. Başta, Soylu konseptinden çok farklı olarak görece “ılımlı” olan ve bugün hâlâ, sadizme varsa da seçici olan devlet şiddetini, ivmelenme ihtimali görülen eylemleri dizginlemeye yönelik bir yatırım olarak pekâlâ görebiliriz. Lâkin su bir kere yolunu buldu ve cesaret bir sabite hâline geldi. Türkiye’nin her yerinde polisin yüzüne yüzüne yakası açılmadık küfürler de eden kalabalıklar devletin, copun, gazın, TOMA’nın karşısında gece yarılarına dek direniyor. İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla psikolojik çöküş yaşamayan milyonlar 23 Mart gecesi daha da kitleselleştirdiler eylemlerini üstelik.
Peki biz böylesi yaygın, kitlesel ve militan bir direnişi bekliyor muyduk? Kitlesel bir tepki beklesek de, hayır, bu derece militan, öfkeli ve ısrarlı bir karşı koyuş beklememiştik. Bunun bu denli ülke sathına yayılmasını da.
Ama daha şaşırtıcı olan başka bir şey de var bu eylemlerde. O da kitlenin bileşenleri, özellikle polisle burun buruna çatışanların siyasal kimliği. Eylemler CHP temelli olduğu için, ne kadar militan çıkarabilecekleri tartışmalı olsa da −Gezi’de de belirgin bir güç olan− Kemalist, sol Kemalist, ulusalcı gençlerin bir ağırlığı olacağı kesindi. Mesele İmamoğlu meselesi olarak tanımlanmadığı için “burjuva kuyrukçuluğu”yla mahkûm edilmeyeceğinden hareketle devrimci, sosyalist gençleri de güçleri ölçüsünde göreceğimizi biliyorduk. Zaten direnişin fitilini ateşleyen Beyazıt, saatlerce çok sert çatışmaların yaşandığı ODTÜ’yle, sol, baştan rengini verdi eylemlere. Elbette ki buralarda eylemlere katılanların tamamı solcu değil, ODTÜ’de bile bozkurt işareti gördük.
Ancak bilhassa bizzat gözlemlediğim Saraçhane Bozdoğan Kemeri olmak üzere bütün ülkedeki eylemlerde CHP’nin daha sağındaki Türkçü, milliyetçi, Turancı gençlerle, örgütsüz hatta düpedüz lümpen bazı gençlerin eylemlerdeki varlığı da şaşırtıcı derecede güçlüdür. Her iki küme büyük bir öfkeyle ve direkt polisle karşı karşıya gelmek için alanlara geliyor. Hiçbir çatışma hatta eylem tecrübesi olmayan bu gençler, sosyalistlerin yanında, yer yer onlardan daha fazla olarak, zıt sloganların birbirine karıştığı alanlarda polislerle çatışıyorlar.
Gençliğin doğal heyecanı ve atikliği bir yana, Türkiye’de her toplumsal kalkışmada gençlerin öncülük yapmaları da bir yana, andığımız vaziyette gençlerin geleceksizlikle, kaybedecek hiçbir şeylerinin olmadığı gerçeğiyle yaşamaları başat faktördür. Siparişlerini dağıtıp Saraçhane’ye dövüşmeye gelen motokuryeler bu bapta başlı başına bir fenomendir mesela.
Yine de bu aşırı milliyetçi gençlerin −ultra ulusalcılar değil, onlar AKP’li oldular− kendi ideolojik âlemlerinde bir töz gibi duran “kutsal polis”e böyle kafa tutabilmeleri çok yeni bir durum olarak fark edilmeli ve not edilmelidir. Her kitle hareketinin heterojenliğiyle muhtelif zaafları ihtiva etmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Ancak andığımız bu gerçeklik, eylem(ciler)in kendi içinde de bir riske, tehlikeye, tehdide dönüşebilir. Özellikle −zaten eylemlere pek rağbet etmeyen− Kürtler için. Kürtlerin eylemlere katılması sadece çözüm süreci sebebiyle değil, −polise yönelerek (!)− “Apo’nun piçleri yıldıramaz bizleri” diye slogan atan bu bileşen sebebiyle de zordur. Eylemler Gezi gibi İstanbul’da geniş bir alanda ayrı komünitelere ayrılmış da değildir. Saraçhane’ye sıkışmıştır.
Her hâlükârda mesela Eskişehir’de çevik kuvveti karşısına alıp Bahçeli’nin sembolik tabutu önünde bozkurt işareti yaparak cenaze namazı kılan bu insanlar politik ezberler açısından tuhaf bir yerde durmaktalar.

Emel?
Tüm bunlar bir yana, sürecin en büyük kazanımı kuşkusuz, uzun bir sessizlik döneminden sonra yeniden, üstelik çok üst perdeden eylemlerin ülke sahnesine çıkması oldu. Öyle ki “2025 öğrenci eylemleri” diye de adlandırabilecek bu günlerde ‘96’dan sonra en büyük öğrenci eylemi 21 Mart Büyük Üniversite Mitingi gerçekleşti. Sosyalist gençlik örgütlerinin bu kadar zayıfladığı bir dönemde kitleselliğiyle belki ‘90’ları da aşan bu duyarlılık muhakkak dost düşman her iki taraf için de şaşırtıcıydı. Sadece Batı’da değil çok daha örgütlü olan Kürt illerinde bile 2015-16 sürecinden sonra büyük zafiyete uğrayan eylem bilinci geri kazanılmıştır. Kürdistan’da Van’da kazanımla sonuçlanan büyük direnişi saymazsak kayyımların büyük ölçüde sessizlikle karşılandığını düşünürsek −ki Van’a daha sonra tekrar kayyım atandı− Türkiye’de Mart eylemlerinin bu kadar kararlı, ısrarlı, yaygın ve kitlesel oluşuyla Kürt illerini aşması da ilginçtir.
Ancak, tüm bunlara karşın aynı alanlarda süren miting/ çatışma ikiliğinin sürdürülemez karakteri ortadadır. Bir yanda meydanda şarkı türkü söylev devam ederken iki adım ötede polisle çatışmanın olduğu sürekli görüntü bir süre sonra sönümlenmeyi getirecektir. Saraçhane’de miting biter bitmez kalan eylemci kitlenin sert müdahaleyle süpürülmesi çıkışsızlık hissini büyütecek ve kitlesellik trendini zamanla düşürecektir. Sadece bu değil elbet, hedefi net olarak belli olmayan miting konseptinin bir süre sonra bıkkınlık getireceği, yılgınlığa yol açacağı açık. Hiçbir şey sonsuza dek aynı şekilde sürmez. Ankara gibi merkezi alanları düzayak olmayan İstanbul’da tüm sinerjinin Saraçhane’ye sıkıştırılması izolasyon, beyhudelik hissiyatını kuvvetlendirecektir. Mitingin yanı başında −son 1 Mayıs’ta olduğu gibi− sembolik bir çabaya dönüşen “Kemer çatışmaları” da yavaş yavaş geri çekilir böylece. Öfkesi kadar örgütsüzlüğü de bariz olan genç kitlenin arkasına Kemeri almış o güçlü polis barikatını aşacak araçları ve donanımı yoktur. O gerekli araçların hiçbir zaman kullanılmayacağına neredeyse emin olduğumuza göre, orayı aşacak tek şey devleti barikatı açmaya ikna edecek büyüklükte bir kitle yüklenmesi olabilir ancak. CHP’nin −kayyım da atanmazsa− böyle bir yönelimden çok uzak olduğuysa aşikârdır.
Bir sonuç alınamadan biten eylemler ne kadar büyük olursa olsun, bu mesele özelinde düşündüğümüzde −kazandığı hâlde− sandıkta da sokakta da kazanamama duygusuyla özellikle genç kitlelerde nihilizm salgınına yol açabilir. Çeşitli çarpıklıkları haiz ve kopuşlara açık olan kitlelere örgütlenme için gidecek bir solun karşısında, bir yığın baş ağrıtıcı sorunla birlikte genişleme, tanınma olanakları da vardır. Dünyanın Türkiye’sinde, bu derinleşmiş çelişkiler sarmalında, işçiler ve gençlik bilinçlere hücumu bekliyor.