
Ezilen için savaş kadar barış da haktır. Baş kaldıran ezilen için barış ancak savaştan sonra gündeme gelebilecek bir seçenektir. Sıralamada mutlak öncelik savaşındır ve barış hakkını ancak savaşan kazanır.
Kürdistan Özgürlük Hareketi, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu hakkı kazanan ilk ve tek politik güçtür.
Yeterince savaşmayanın ya da hiç savaşmayanın barış hakkı yoktur. Yeterince savaşmayan ya da hiç savaşmayanın barışı kendine hak görmesi efendiye dilenci kasesi uzatmaktır.
Yeterince savaşmayanın ya da hiç savaşmayanın, başka bir özneye, savaşırken ve barışırken desteği son derece kritik bir husustur. Arenada dövüşen gladyatörleri alkışlayanların ya da yuhalayanların berbat konumuna düşmek vardır bu yolda.
Bizler, savaşmayan fakat savaşın elzem olduğuna inananlar olarak, Kürt Hareketinin savaşını, tribünlerdeki alkışçının konumuna düşmeksizin destekleme hakkına sahibiz. Fakat, bu hareketin barışını desteklemek ancak bizim de barış ya da savaş pratiğinde bulunmamızla olanak dahiline girecektir. Barış ya da savaş pratiğinde olmayanların barışı desteklemesi, tarihsel ve konjonktürel haddi aşmak anlamına gelecektir. Bizlerin barış hakkı yoktur. Zira barış pratiğine sıra ancak savaş pratiğinden sonra gelecektir.
Öte yandan bizler, savaşanların ya da barışanların hesaba katması gerekmeyen küçük varlıklarız; dolayısıyla tutumumuz ancak kimliğimizi yeni konjonktürde yeniden üretmek için bir anlam taşımaktadır. Her konjonktüre aynı kimlikle girebilmeyi başaramayan bir özne, aynı özne niteliğini yitirmiş olacak ve dolayısıyla, olanakları o özne olarak değerlendirebilmekten de baştan yoksun olacaktır.
Şu halde biz, Kürt Hareketinin yöneldiği barış iklimini, savaşmayı başarmış bir öznenin tarihsel hakkını teslim etmek anlamında, saygıyla karşılarız. Ancak bu pratiği hiçbir şekilde destekleyemeyiz.
Yeni gelişmelerle ilgili yaklaşımımızın ilkesel dayanağı budur.
Fakat bu haktan azade ve nitelik bakımdan değilse de nicelik olarak çok daha büyük bir yer işgal eden öteki hususu, Kürt Hareketinin yöneldiği ve ne olduğu anlaşılmayan, ilan edilen amaca aykırı güçlü temalar barındırdığını gördüğümüz manzara oluşturuyor. Kürt Hareketi barış talebini ve programını ilan etti; ancak barışın öteki tarafının vereceği karşılığa ilişkin hiçbir somut belirtinin olmaması, doğası gereği tek yanlı olamayacak barışın varlığına dönük güçlü kuşkuların doğmasına meydan vermektedir. Dolayısıyla birkaç sözü, ortada bir barış iklimi olup olmadığına ilişkin sorgulamaya ayırmak gerekecektir.
Devlet kendini neyle bağlıyor?
Abdullah Öcalan’ın “Barış ve demokratik toplum çağrısı” 27 Şubat günü akşam saatlerinde görevlendirilmiş heyet tarafından okundu. Okunan metnin ardından, gayri resmi olarak, adeta gizlice, Öcalan’ın hukuksal düzenleme gereğine ilişkin “not”u söylendi. Bu, gayet zayıf bir başlangıcın etkili bir simgesiydi. Karşı taraf, o kadarcık bir isteğin bile resmiyet kazanmasına izin vermemişti.
Çağrının adı barıştır ve hiçbir barış tek taraflı olamaz; iki öznenin elini birbirine uzatmasıdır barış. Tek taraflı olana adlı adınca teslimiyet denir. Çağrıyla Kürt tarafı kendini teorik, ideolojik, tarihsel, politik ve örgütsel olarak son derece sıkı bir şekilde bağladı. Peki karşı taraf? Devletin, bir üçüncü derece yetkili ağzından da olsa, kendini herhangi bir şekilde bağladığına ilişkin tek söz çıkmadığı gibi, aksine, 27 Şubat’ın üzerinden geçen günler boyunca, perdesi art ardına yükselen tumturaklı laflar duyulmaktadır. Devlet sürekli el yükseltiyor. Şu iki haftayı aşkın süre boyunca, Kürt Hareketinin yaptığı her geri manevra, “Yetmez, daha fazlası…” diyen bir açıklamayla karşılık buluyor.
Ortada aklımızın ermediği bir sır olduğu, büyük önemde gelişmeler olacağı gibi söylentiler tamamen gerici bir işlev görüyor.
Dolayısıyla, son derece güçlü bir tarzda söyleme hakkına sahibiz: Devlet, yapacağı düzenlemeyi açıklayıncaya ve daha sağlam olarak, küçük de olsa bir düzenleme yapıncaya kadar herhangi bir barış sürecinden, iki tarafça elbette karşılıklı adımlarla yürüyecek bir süreçten bahsetmek mümkün değildir. Şu anda olagelen, başlayacağı varsayılan bir sürecin gereğinden fazla uzatılmış ön yoklamalarından ibarettir.
Devletlünün ağzından sadece Kürt Hareketinin yapacaklarına ilişkin ültimatomlar duyulurken, Kürt Hareketinin, geniş Kürt yığınlarını barış için harekete geçirerek devleti zorlayabileceği gibi açıkça yanlış bir yordam izlediğine tanık oluyoruz. Kürt Hareketinin teslim olacağını kimse bekleyemez ama tutulan yolun herhangi bir karşılığı olmadığı da gün gibi ortada. Dağdaki yöneticilerin yaşanan garabeti ıskalayacak safdiller olmadığı besbelli olmasına karşın yapılacaklar konusunda hiçbirinin herhangi bir somut fikre sahip olmadığı anlaşılıyor.
Çağrı ile, eşiği çok düşük tutulmuş bir yola girilmiş olunmaktadır.
Düşük eşiği, öncelikle, Türkiye’de bugünkü Kürt gerçeğine ilişkin saptama oluşturmaktadır.
Bugün Kürt gerçeği
Çağrı, bugünün nesnel gerçeğini hiç de nesnel olmayan şekilde teşhis etmektedir. Çağrıya göre, PKK’nin mücadeleyi başlatmasına neden olan etmenler bugün artık yoktur. Böyle midir gerçekten? Kürt Hareketinin onyıllara uzanan mücadelesinin kazanımı nedir?
Çağrıda ifade edildiği gibi Kürt kimliğinin inkârı çözülmüş, ifade özgürlüğü gelişmiş midir? Kürt Hareketinin mücadeleye bu iki husus için başladığı, gerçek tarihe ne ölçüde sadık bir anlatımdır?
Bu gerçeğe bağlı olarak, bugün demokratik siyaset kanalları açık mıdır? Bugünün Türkiye’sine ilişkin, değil yanıt vermeye, böyle bir soru sormaya bile gerek yoktur.
Mücadelenin tek açık kazanımı, Kürt Hareketinin yok edilememiş varlığıdır. Kürt Hareketi, devletin karşısında bir politik güç olmuştur ve bu niteliğini bazı alanlarda geriletilse de başka bazı alanlarda gelişerek korumaktadır. Yani, gerçeklik 1990’larda ne ise bugün de odur. Hukuksal karşılık bulmuş hiçbir ama hiçbir kazanım yoktur. Nitekim bu yüzden, hareket varlığını devlete karşı anbean gözünü kırpmadan korumaktadır.
Kürtlerin varlığının fiilen kabulünün silahlı mücadele sayesinde olduğu ve bunun bir kazanım olarak ilan edilmesi gerektiği, eşiği başlangıç koşullarının da berisine çekmekten başka bir anlama gelemez. Kürtlüğün devletçe istismar edilmesi ve hatta devlet kurumlarına dahil edilmesi 1950’deki Demokrat Parti iktidarıyla başlamıştır.
Gerçek, Türkiye devletinin 40 yıllık savaşta sağlam durduğu ve geri çekilmediğidir. Dolayısıyla, Çağrıda dile gelen başlangıç zemininin gerçeğin kendisi mi yoksa kurgusu mu olduğu sürecin gidişatının tayin edici bir etmeni olacaktır.
Ancak bu, yine de gerçeğin tamamını yansıtmamaktadır. Bu bakımdan sorumuz şudur: Kürt Hareketi yoksa artık gerilla savaşı yürütemeyecek halde midir?
Bunu değerlendirecek, bu soruya tok bir yanıt verecek durumda değiliz. Ancak, böyle bir olasılığın akla gelmesi bile bütün tabloyu değiştirmeye yetecektir. Dünya tarihi, ezilenlerin devrimci mücadelesinin yükseldiği ve gerileyip başarısız olduğu öykü yığınlarımızdan oluşmaktadır ve Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk ve tek devrimci politik güç, yarattığı büyük tarihi makasın kapanma evresini yaşıyor olabilir.
Kürt Hareketi 40 yıldır kesintisiz şekilde (99-2004’ün bir nefeslenme ve yenilenme arası olduğunu unutmadan) sürüyor. Böyle bir sürecin bir hareketin çeşitli bakımlardan yorulmasına yol açmaması kaçınılmazdır. Yani hareketin, rezervlerini yenilemeye ihtiyacı olduğu reddedilemez. Kaldı ki, hareketin kurucu kadroları artık biyolojik ömürlerinin ileri evrelerini sürmektedir. Devrimci hareketler genel olarak, kurucularının başlattığı ve menziline ulaştırdığı ya da yenilerek yok olduğu birkaç onyıllık tarihsel evreler içinde varlık göstermektedir. Öcalan’ın bunu gözettiği ve hareketini gerçekleşebilir kazanımla tarihe raptetmeye odaklandığı varsayılabilir.
Çağrının teorik ve ideolojik boyutu
Çağrının tarihsel Türk-Kürt ilişkilerine yönelik tamamen yanlış değerlendirmesiyle Marksizme dönük eleştirisi üzerine burada bir şey demeyecek, sadece, bizatihi Marksizmin geniş alanında, Marksizme, Öcalan’ınkinden çok daha uzak ve aykırı görüşler bulunduğunu vurgulayacağız.
Türkiye solu mensuplarının tutumu
Çağrıyı izleyen günler boyu, Türkiye sol hareketinin çeşitli üyelerinin yayınladığı tutum bildirgelerini okuduk art arda. Ne var ki, Türkiye sol hareketinin hiçbir mensubunun hiçbir sözü, henüz başlamayan sürecin herhangi bir yerinde dikkate alınmayı gerektirecek bir ağırlık taşımıyor.
Devrimci niteliğini büyük bir direşkenlikle koruyabilen örgütlerin çoğu Çağrının barış talebine ilişkin olumsuz bir yaklaşım sergiledi. Buna karşılık, az sayıda devrimci örgütle birlikte demokratik siyaset alanında varlık göstermeye çalışan sosyalist örgütlerin herhalde tamamı barış çağrısını selamladı.
Devrimci olmayan ve buna niyeti de olmayan politik grupların barış çağrısını desteklemesinin hiçbir değeri bulunmuyor. Zira bunlar için barış ezel-ebed bir gerçektir ve Kürt Hareketi nihayet bu tarih-aşırı gerçeğe uyacağı beyanında bulunmakla çok iyi etmiştir.
Devrimci olan ve üstelik Kürt Hareketiyle uzun yıllar boyu dayanışma içinde olan politik örgütlerin barış çağrısını destekleme hakları var mıdır? Türkiye solunun, yarım yüzyıl boyu savaşma iradesi ve yapabildiğince pratiği gösteren fakat adeta çelik bir yasa sonucu yeterli ölçekte savaştan her zaman çarpıcı şekilde uzak kalmış hiçbir örgütünün barış hakkı ve dolayısıyla barışanı destekleme hakkı da hiçbir şekilde yoktur.
Bu örgütlerden biri, çağrının içerdiği ulusal demokratik talepleri desteklediğini, ötekisi, fiili kazanımların resmiyete dökülme süreci olduğunu açıkladı. Bunun için öncelikle, Çağrıda hangi somut ya da hatta soyut ulusal talebin olduğunu somut ve anlaşılır şekilde açıklamakla yükümlüdür bu destek beyanının sahibi. Ayrıca, Çağrının hangi fiili kazanımı esas aldığı belirtilmelidir.
Türkiye solunun Çağrıyı desteklediğini beyan eden devrimci olan ya da olmayan kesimlerinin hiçbirinin kendi eylemleriyle kazandığı bir barış hakkı olmadığı bütün berraklığıyla açıktır. Buna karşın, destek beyanı, bu hareketlerin yıllar boyu sürdüregeldiği bir tutarsızlığı bugünkü konjonktürde bir kez daha gözler önüne sermekten başka bir işleve sahip olamaz. Bu devrimci ya da devrimci olmayan örgütler, kendilerine ait olmayan bir tarihin ürününe ortak olmak istemektedir. Hayır; buna hak kazanmış hiçbir Türkiye sol örgütü bulunmuyor. Bütün sahalarda ve bütün mücadele biçimlerinde Kürt Hareketiyle dayanışma içinde bulunmak bu hakkı verebilir mi onlara? Bir kez daha hayır; çünkü bu hakkın kazanılması bir ölçek sorunudur ve ülkesel ölçekte ihmal edilebilir mertebede olan bu devrimci örgütler kendilerine olmayan payeler biçmektedir.
Öte yandan, Çağrıyı desteklememeyi kendi varlıklarının fukaralığını yaldızlarla örtmenin bir yolu olarak kullanan örgütler de kaydedilmelidir. Çağrıyı desteklemeyen ve bununla birlikte Kürt Hareketinin büyük gücünün tarihsel hakkını teslim etmeye doktriner ya da ideolojik gerekçelerle yanaşmayan örgütlerin gerçeğin kendisiyle çatışkılı bir ilişki içinde olduğunu söylemek durumundayız. Bu örgütler, tumturaklı devrim söylemleriyle Kürt Hareketinin devrim pratiğini karartmaya yönelmektedir. Kürt Hareketi, ta 1990’ların başları bir yana, 1999’dan ya da eylemli olarak 2004’ten bu yana, devrimciliğin geçersiz olduğu görüşüyle birlikte −ve ona karşın− Türkiye devletine karşı devrimci mücadeleyi ülkesel ve bölgesel ölçekte yürüten tek özneydi. Ölçek-altı devrimci varlık ile bir politik gücün devrimci mücadelesinin kudretini ayırmanın zorunluluğunu, Türkiye’nin en yiğit ve kararlı devrimci örgütlerine hatırlatmak zorunludur. Kürt Hareketi, onyıllardır devrimci olmayan bir anlayışla yegâne büyük devrimci mücadeleyi sürdürüyor ve bu açık gerçek, doktriner ya da ideolojistik eleştirici Marksist yaklaşım sahiplerini çelişkileriyle baş başa bırakmaya yetmiyor. Dolayısıyla, bu örgütler nezdinde Çağrıyı desteklememenin, öz gerçeğin abartılı sözlerle karartılması ve gerçekle ilişkinin çarpık kurulması gibi ağır bir bedeli olmaktadır.
Bunlara karşılık, kendi gerçeğinin derinden farkında olan ve Kürt Hareketinin devrimci eleştirisinin ancak mücadeleyi bizatihi kendisinin yükseltmesiyle mümkün olduğunu ifade eden çok az sayıdaki tutum sahibinin önemli varlığını vurgulamak yükümlülüktür.
*
Türkiye sol hareketi, devrimci olsun ya da olmasın bütün öbekleriyle, barışı hak etme evresinden çok geridedir. Kürt Hareketi barışı hak etmiştir. Ama o da bu hakkı başarısız bir şekilde kullanmaktadır.
Bunda düşmanın gücü, reel politika gibi etmenlerin varlığı gündeme getirilebilir, ama politik mücadele de zaten tam bunların varlığında yapılan şeydir. Bazı tarihsel evrelerde somut devrimci mücadele yürütmenin olanakları kalmayabilir ama hiçbir şey devrimci tarih ve politika anlayışını terk etmeyi meşrulaştıramaz.
Devletin hangi yol ve tarzda olursa olsun güçlenmesini istemiyoruz.
Biz bu süreçte yer almayacağımızı bilir ve bildiririz sadece.
Biz barış istemiyoruz.