Ana SayfaKürsüStalin İmgesinin Tarihteki Dönüm Noktası

Stalin İmgesinin Tarihteki Dönüm Noktası

Soğuk Savaştan Huruşov Raporuna

[Kaynak: Stalin: History and Critique of a Black Legend. Iskra Books 2023. ss. 1-11.]

Çeviri: Eyüp Eser

Stalin’in ölümüne muazzam yas gösterileri eşlik etmişti. Yaşamının son anlarında ölmekte olan lidere “saygılarını sunmak için milyonlarca insan Moskova’nın merkezine doluşmuştu”. 5 Mart 1953’de “milyonlarca yurttaş Stalin’in ölümünü kişisel bir kayıp olarak hissettiler[1]”. Moskova’daki tepkilerin aynıları devasa ülkenin en uç birimlerinde de ortaya çıkmıştı, örneğin ölüm haberinin hemen ardından “küçük bir köy” kendiliğinden ve komünal bir sessizliğe gömülmüştü[2]. “Genel dehşet durumu” SSCB’nin sınırlarının ötesine yayılmıştı: “Budapeşte ve Prag sokaklarında kadınlar ve erkekler gözyaşlarına boğuldular[3]”. […]

Batıda ise hayatını kaybetmiş lidere saygılarını sunanlar sadece Sovyetler Birliği ile ilişkili komünist partilerin liderleri ile militanlarından oluşmamaktaydı. Troçki’nin ateşli bir hayranı olan bir tarihçi (Isaac Deutscher) övgüyle dolup taşan bir yazı kaleme almıştı:

“Otuz yıl içerisinde Sovyetler Birliği’nin yüzü tamamıyla değişmiştir. Stalinizmin tarihsel nirengi noktası şudur; Stalinizm toprağı tahta pulluklarla süren bir Rusya buldu, onu atom bombasının efendisi olarak bırakıyor. Stalinizm Rusya’ya yeryüzündeki ikinci sanayi gücü statüsünü verdi ve bu yalnızca basit ve saf maddi ilerleme ile örgütlenme olmanın ötesindeydi –böylesi bir sonuç, aynı anda yoğun bir öğrenim için tüm bir ülkenin okula gönderildiği, uçsuz bucaksız bir kültür devrimi olmadan elde edilemezdi.”

Her ne kadar çarlık Rusya’sının Asyatik ve despotik mirası tarafından koşullanmış ve kısmen bozulmuş olsa da Deutscher’e göre Stalin’in SSCB’si “sosyalist idealin doğuştan gelen derli toplu bütünlüğünü bulduğu” bir ülke idi.

Bu tarihsel bilanço tablosunda artık Troçki’nin ölen lidere yönelttiği şiddetli suçlamalara yer yoktu. Yeni bir sosyal düzenin Avrupa ile Asya’da yayıldığı, devrimin “ulusal kabuğunu” kırdığı bir zamanda tek ülkede sosyalizmin taviz veren teorisyeni olarak Stalin’i ideal dünya devrimine ihanet ettiği için lanetlemek neye yarayacaktı?[4] Troçki’nin “tarihin bir şaka sonucu büyük dünya olayları düzlemine geçirdiği küçük bir taşralı[5]” olarak alaya aldığı Stalin, 1950’de meşhur bir filozofun gözünde Hegelyan dünya-tininin cisimleşmesi haline gelerek, insanlığı, gerektiğinde enerjik metotlarla ve eylemlerinde tiranlık ile bilgeliği bir araya getirerek, birleştirmek ve yönetmek görevine çağırılmıştı[6].

Sürmekte olan Soğuk Savaşa ve devam eden sıcak Kore Savaşına rağmen Stalin’in ölümü, Batıdaki Komünist çevrelerin dışında ya da komünist-eğilimli solda “saygılı” ya da “dengeli” yazıların kaleme alınmasına engel olmadı. Stalin böylesi bir dönemde “hâlâ göreceli olarak halim selim bir diktatör, hatta bir devlet adamı olarak görülmekteydi. Halk bilincinde ise, halkını Hitler karşısında zafere taşıyan ve Avrupa’nın Nazi barbarlığından kurtarılmasına yardım eden sevecen ‘Joe Amca’ hatırası yerini korumaktaydı[7]”. Deutscher’in 1948’de dile getirdiği gibi “yabancı devlet adamları ile generallerin Stalin’in sahibi olduğu devasa savaş aygıtının teknik detaylarına dair sıra dışı kavrayışından etkilendikleri[8]” bir zaman olan Üçüncü Reich ve müttefiklerine karşı kurulan Büyük Cephe senelerinin duyguları, izlenimleri ve fikirleri yok olmamıştı.

Stalin’den olumlu biçimde etkilenen kişiliklerden biri ise zamanında Ekim Devriminden doğan ülkeye askeri müdahaleyi savunan ve Stalin için sürekli “Bu adamı beğeniyorum[9]” diyen Winston Churchill idi. Kasım 1943’deki Tahran Konferansında Churchill Sovyet meslektaşını “Büyük Stalin”, Büyük Petro’nun mirasçısı olmaya layık; ülkesini, işgalcileri yenerek kurtaran adam olarak selamlamıştı[10]. Stalin’den büyülenenlerden bir diğeri ise 1943-1946 arasında ABD’nin Moskova büyükelçisi olan ve askeri düzlemde Sovyet liderinin her zaman övücü bir portresini çizen Averall Harriman idi. “Stalin’in Roosevelt’e göre daha bilgili, Churchill’e göre daha gerçekçi ve bazı yönlerden tüm savaş liderlerinden daha etkili olduğunu gördüm[11]” diyordu. 1944’de ise Alcide De Gasperi[12] kendisini daha vurgulu terimlerle ifade etmiş ve “Joseph Stalin’in dehası sonucu örgütlenmiş orduların engin, tarihsel ve kalıcı erdemini” kutlamıştır. Ünlü İtalyan politikacının takdiri sadece askeri düzeyle sınırlı da değildir:

“Hitler ve Mussolini’nin insanları ırklarından dolayı infaz ettiklerini bildiğimiz korkunç anti-Yahudi yasalarını icat etmelerinin yanında ve aynı anda 160 farklı etnik gruptan oluşan Rusların bunları nasıl bir araya getirdiklerini, Asya ile Avrupa arasındaki farklılıkları aştıklarını ve insanlığı birleştirme teşebbüsünü, bu çabayı gördüğümde şunu söylememe izin verin: bu Hıristiyanlıktır, bu Katoliklik anlamında meşhur evrenselliktir[13]”.

Stalin’in büyük entelektüeller şahsında sahip olduğu ve sürdürdüğü itibar bunlardan ne daha zayıf ne de daha sınırlı idi. İngiltere İşçi Partisi’nin itibarlı temsilcisi Harold J. Laski, 1945 sonbaharında Norberto Bobbio ile sohbetinde, Sovyetler Birliğinin ve ona göre “trés sage” [çok akıllı] liderinin “hayranı” olduğunu belirtmişti[14]. Aynı sene Hannah Arendt’e göre Stalin’in liderliğindeki ülke “ulusal çelişkilere getirdiği tamamen yeni ve başarılı yaklaşım, farklı halkları ulusal eşitlik temelinde yeni biçimde örgütleme şekliyle” kendisini diğer ülkelerden ayırmıştı; bu, her politik ve ulusal hareketin en keskin dikkatini vermesi gereken bir model idi[15]”. 

İkinci Dünya Savaşının hemen öncesinde ve hemen sonrasında Benedetto Croce, Stalin’in özgürlüğü sadece uluslararası düzeyde desteklemediğini, Nazi-faşizmine karşı yaptığı katkılar sayesinde, kendi ülkesinde de desteklediğini yazmıştır[16]. Evet, SSCB’yi yönetmek, toplamda olumlu tarihsel bir işlev yürüten “Allah vergisi politik bir deha”nın işi idi. Devrim öncesi Rusya ile kıyaslandığında, “Sovyetizm”, “feodal bir rejimin yanında” hatta mutlak monarşinin yanı sıra değerlendirildiğinde, “özgürlüğe doğru bir ilerleme; arkasından gelen daha kapsamlı ve büyük ilerlemelere yol açan bir ilerleme idi”. Sovyetler Birliğinin geleceğine dair tereddütler taşısa da, bu durum tam aksine liberal felsefecinin gözünde Stalin’in büyüklüğünü daha da belirgin kılmaktaydı: Lenin’in yerine geçti ve bir dehayı başka bir deha takip etse de bu noktadan sonra “takdiri ilahi” SSCB için nasıl halefler ortaya çıkaracaktır[17]

Büyük Cephe’nin krizinin ortaya çıkmasıyla birlikte Stalin’in Sovyetler Birliği’ni Hitler Almanya’sı ile karşılaştırmaya başlayanlara en sert tepkilerden biri Thomas Mann’dan geldi. “Şeytani bir nüfussuzlaştırma politikası” izleyen hatta bunun öncesinde fethedilenin kültürünün ortadan kaldırılmasını içeren Üçüncü Reich’ı karakterize eden, kendinden menkul “üstün ırkın ırksal megalomanisi” idi. Böylece Hitler Nietzsche’nin düsturuna sadık kaldı: “eğer birisi köle sahibi olmak istiyorken köleleri efendi olmaları için eğitiyorsa, o birisi aptaldır”. Bunun tam karşısında eğitim ve kültürü kitlesel olarak yayan “Rus Sosyalizmi” bulunmaktaydı; bu Sosyalizm “köleler” değil “düşünen insanlar” istiyordu ve bu nedenle de, her şeye rağmen, “özgürlüğe giden yolda” yürümekteydi. Böylece iki rejimi kıyaslamak kabul edilemezdi. Tam tersine bu iddialarda bulunanlar, lanetlendiklerini öne sürdükleri, faşizm ile suç ortaklığı şüphesi taşımaktadırlar:

“Her ikisi de totaliter olduğu için Rus Komünizmi ile Nazi-faşizmini aynı ahlaki düzleme yerleştirmek, en iyi ihtimalle yüzeysel, en kötüsü ile faşizmdir. Her kim bu denklikte ısrarcı ise kendisini demokrat olarak görebilir fakat gerçekte ve kalbinin derinliklerinde aslında bir faşisttir ve Komünizme duyduğu tüm duyguyu koruyarak faşizme karşı ancak ikiyüzlü ve samimiyetsizce savaşabilir[18]”.

Elbette ertesinde Soğuk Savaş patlak verdi ve totalitarizm üzerine 1951’de yayımladığı kitabıyla Arendt daha önce Mann tarafından reddedilen düzleme gelmeyi başardı. Buna karşın, aşağı yukarı aynı zamanda, Kojeve, gezegensel boyutlardaki ve katiyetle ilerici bir tarihi dönüm noktasının başkahramanı olarak Stalin’i işaret etmekteydi. Bu, Batı’daki yeni doğru ya da totalitarizmin farklı biçimleri karşısında eşit biçimde verilecek mücadelenin yeni ideolojik motivasyonu anlamına gelmektedir. 

Laski, 1948’de üç sene önce ifade ettiği noktayı bir biçimde tahkim etmişti. Laski, SSCB’yi tanımlamak amacıyla, İngiltere İşçi Partisi’nin bir diğer önde geleni olan Beatrice Webb’in, önce 1931 senesinde kullandığı ve hem İkinci Dünya Savaşı sırasında hem de ölümünden kısa bir süre önce de kullanmaya devam ettiği “yeni medeniyet” kategorisini sahiplenmişti. Bugüne kadar ezilmiş ve sömürülmüş sınıfların sosyal olarak desteklenmesinin verdiği yaman itki ile fabrikalar ve üretim birimlerinde üretim araçlarının sahiplerinin egemen gücüne dayanmayan yeni ilişkilerin uygulanmaya başlamasıyla, Stalin’in önderlik ettiği ülke, “yeni medeniyetin öncüsü” olarak ortaya çıkmıştı. Elbette ortaya çıkan “yeni medeniyet”in hâlâ “barbar Rusya”nın ağırlığını taşıdığına her iki taraf da işaret etmekteydiler. Kendisini despotik biçimlerle ifade ettiği doğru idi fakat –Laski’nin özellikle altını çizdiği gibi– Sovyetler Birliği hakkında doğru bir kanıya varmak için temel olgunun gözden kaçırılmaması gerekliydi. “Yöneticiler sadece kanlı bir tiranlığa alışık bir ülkede iktidara geldiler” ve az ya da çok istikrar taşıyan “olağanüstü” koşullar ile “potansiyel ya da süren bir savaş” durumu ile karakterize olmuş bir düzlemde yönetmek zorunda kaldılar. Dahası akut kriz durumundaki İngiltere ve Birleşik Devletler’de de geleneksel özgürlükler sert biçimde kısıtlanmıştı[19].

Laski’nin Stalin ve yönettiği ülkeye dair dile getirdiği hayranlığa atıf yapan Bobbio daha sonra şöyle yazacaktı: “Sovyetler’in Stalingrad muharebesinde geri dönülmez bir katkı yaptıkları Hitler’in yenilgisinin hemen ertesinde [Laski’nin demeci] herhangi özel bir etki yaratmamıştı”. Gerçekte ise İngiliz İşçi Partili entelektüeller nezdinde SSCB’nin ve liderinin gördüğü itibar askeri sınırların epey ötesine geçmişti. Diğer taraftan daha önce bahsi geçen Torinolu felsefecinin o dönemki pozisyonu farklı mıydı? 1954’de Sovyetler Birliğine (ve sosyalist devletlere) “geri kalmış ülkelerde yeni bir medeni ilerleme başlatmaları, genel oy ve seçilmiş yöneticiler gibi resmi demokrasinin geleneksel demokratik kurumları ile üretim araçlarında kolektivizasyon gibi sağlam bir demokrasi oluşturmaları” faziletlerini atfeden bir makale kaleme almıştı. Geriye kalan tek şey, “şimdiden başarılı olmuş devrim makinesine bir damla [liberal] yağ damlatmaktı[20]”. Görüldüğü üzere sözü edilen, hâlâ Stalin’in yasını tutan bir ülkeye dair olumsuz bir yargı olmanın çok uzağındaydı.

1954’te liberal sosyalizm mirası Bobbio şahsında hâlâ canlılığını korumaktaydı. İspanya İç Savaşı yıllarında özgürlük ve demokrasinin devredilemez değerini güçlü biçimde vurgulayan Carlo Rosselli, liberal ülkelerle (İngiliz hükümeti Bilbao’yu aç bırakan Franco’nun yanındaydı) Nazi faşizmi tarafından saldırı altında olan İspanya Cumhuriyetine yardım etmeye kararlı Sovyetler Birliği arasında bir kıyaslama yaptı[21]. Yalnızca uluslararası politika ile de ilgili değildi bu. “Faşizm, emperyalist savaşlar ve kapitalist çürüme çağı” tarafından karakterize edilen dünyaya karşı Carlo Rosselli, her ne kadar olgun demokratik sosyalizm hedefinden hâlâ uzak olsa da, her şeye karşın, kapitalizmi geride bırakmış ve daha iyi bir toplum inşa etme adanmışlığına sahip insanlar için “değerli deneyimleri” içeren bir ülkeyi yerleştirmekteydi: “Devasa Rus deneyimiyle bugün […] bizler ellerimizde muazzam miktarda olumlu materyal bulmaktayız. Bir Sosyalist devrime ve üretim araçlarının Sosyalist örgütlenmesine sahip olmanın anlamını hepimiz biliyoruz[22]”.

Sonuç olarak tarihin belli bir dönemi boyunca, Komünist hareketin çok ötesine geçen çevrimlerde, Stalin ve yönettiği ülke makul bir ilginin, saygının ve bazen de hayranlığın nesnesi olabiliyordu. Nazi Almanya’sı ile yapılan pakt ciddi bir hayal kırıklığı yaratmış olsa da Stalingrad bunun üstesinden fazlasıyla gelmişti. Bu nedenle gerek 1953’te gerekse de hemen takip eden yıllarda ölen lidere duyulan ve sosyalist kampı birleştiren bağlılık, daha önceki bölünmelere rağmen, Komünist hareketi bir araya getirmiş ve her iki tarafça sınır tanımaksızın verilen Soğuk Savaşın bir parçası olmuş liberal Batıda da yankısını bulmuştu. Soğuk Savaşı Fulton’da yaptığı konuşmayla resmen başlatan Churchill’in söyledikleri tesadüf olamaz: “Yiğit Rus halkına ve savaş zamanı yoldaşım Mareşal Stalin’e karşı çok güçlü bir hayranlık ve saygı duyuyorum[23]”. Soğuk Savaşın yükselmesiyle birlikte tonlamaların daha da sertleşmiş olması tartışılamaz. Fakat Dışişleri Bakanlığında çalışmış büyük bir İngiliz tarihçi olan Arnold Toynbee 1952 senesinde bile Sovyet liderini “bir deha” ile kıyaslayabilmekte idi: “Büyük Petro” evet; “Stalin tarafından sürdürülen gaddar teknolojik Batılılaşma yörüngesi, aynı Petro’nunki gibi, savaş meydanında meşruiyet kazandı”. Gerçekten de meşruiyet, Üçüncü Reich’a yaşatılan mağlubiyetin ötesine geçmişti; Nagazaki ve Hiroşima’nın ertesinde Rusya kendisini yine “ışık hızıyla uzaklaşan Batı teknolojisine ayak uydurmak için bir ilerleme zorunluluğu ile karşı karşıya bulmuştu[24]”.

Çok Yönlü Kıyaslamalı Bir Analiz İçin

Ve böylece, belki de Soğuk Savaştan daha çok, Stalin imgesinin tarihinde radikal bir köşe taşı başka bir tarihsel olaydır; Churchill’in 5 Mart 1946 tarihli konuşması başka bir konuşmadan, on yıl sonra 25 Şubat 1956’da SBKP’nin 20. Kongresinde Nikita Huruşov tarafından yapılan konuşmadan daha az etkili olmuştur.

Hastalıklı şekilde kan akıtan, boş ve entelektüel anlamda vasat hatta gülünç bir diktatör portresi çizen bu konuşma, otuz yıl süresince herkesi memnun etmişti. Bu konuşma, SSCB’nin yeni yönetici grubunun kendisini hem ülke içerisinde hem sosyalist kampta hem de uluslararası Komünist harekette, Moskova merkezli yegâne devrimci kaynak olarak görmesine izin vermekteydi. Eski görüşlerinde sertleşmiş ve Soğuk Savaşta elinin altında olan yeni tartışmalarla Batı’nın da tatminkâr (hatta coşkulu) olmak için sebepleri bulunmaktaydı. ABD’de Sovyetoloji, Ekim Devrimi’nin ürünü ülkeye sempati besleyen öğelerin ayıklanmasından sonra, CIA ve diğer askeri ve istihbarat yapılarının etrafında gelişmişti[25]. ABD’de bir dönüşüm süreci başlamıştı. 1949’da Amerika Tarih Topluluğu başkanı şu ilanı yapmıştı: “Kişinin ortodoks olmaması gibi bir şey söz konusu olamaz… hedefler ve değerler çoğulculuğuna” izin verilemez. “total savaştan [beri]… soğuk ya da sıcak olsun, herkesi içeren ve herkese rolünü oynatan geniş ölçekli bir tasnifin” kabul edilmesi kaçınılmazıdır. Tarihçi, söz konusu yükümlülükten, bir fizikçiden daha azade olamaz[26]”. Tüm bunlar 1956’da buharlaşmıyordu fakat şimdi az ya da çok askerileşmiş bir Sovyetoloji, Komünist dünyanın içerisinden gelen bir rahatlamanın tadını çıkartabilirdi. Bunun Komünizmden daha fazlası olduğu doğrudur, Huruşov Raporu tek bir kişiliği sanık sandalyesine oturttu fakat o yıllarda Washington ve müttefiklerinin bakış açısından bile hedefi çok genişletmemek ve tüm namluları Stalin’in ülkesine doğrultmak daha elverişli idi. 1953’te Yunanistan ve Türkiye ile imzalanan “Balkan Paktı” Yugoslavya’yı NATO’nun bir tür dışsal üyesi yapmıştı ve yirmi yıl sonra da Çin, Sovyetler Birliğine karşı ABD ile de facto ittifaka girmişti. Tecrit edilen ve herhangi bir kimlik ve özgüvenden yoksun kalana, tavizlere boyun eğmeye ve son olarak çözülmeye varana kadar giderek daha da radikalleşmesi gereken “de-Stalinizasyon” işte bu süper güce dayatılmaktaydı.

Sonunda Moskova’dan gelen “ifşaatlara” şükür ki, büyük entelektüeller, bir zamanlar SSCB’ye gösterdikleri hayranlık dâhil herhangi bir ilgiden ve sempatiden sıyrılabilecek hatta bunları unutabileceklerdi. Özellikle de söz konusu “ifşaatlar” referans noktası Troçki olan entelektüellere büyük bir rahatlama sağlıyordu. Uzun yıllar boyunca bizzat Troçki’nin kendisi, Sovyetler Birliği’nin düşmanlarının gözünde Komünizmin rezilliğinin vücut bulmuş hali idi ve imtiyazlı bir şekilde “yok edici” ya da “Yahudi yok ediciyi” temsil etmekteydi; 1933’te bile, birkaç yıldır hâlihazırda sürgündeyken, Spengler’in gözünde Troçki “Bolschewistischer Massenmörder” [Bolşevik soykırımcı] olmaya devam etmekteydi[27]. 20. SBKP Kongresi ile başlayan süreçle birlikte korku evine hapsedilenler sadece Stalin ve en yakınında olan kişilerdi. Her şeyin ötesinde etkisini Troçkist çevrelerin ötesine taşıyan Huruşov Raporu’nun, Usta’nın teorisi ve bu teorinin yarattığı etkilerin tarihi üzerinde tekrar düşünmenin yarattığı acı verici sorumluluktan muaf olduklarını düşünen belli Marksist sol çevreler için de teselli edici bir işlevi bulunmaktaydı. Kaybolmak bir yana, Sosyalist Kampın bölünmesi ve sonuç olarak çökmesi sürecinde ulusal kimlikler giderek daha fazla rol oynayacaklardı. Her şey bir yana ekonomik gelişmeyle birlikte genişleme eğilimine sahip olan para ve piyasanın ortadan kaldırılmasına dair bir işaret yoktu. Evet, tüm bunlar tartışılamazdı fakat tüm suç Stalin ve “Stalinizm”de idi. Ve böylelikle Bolşevik Devrimine eşlik eden, gerisin geri Marx’a kadar izi sürülebilen umutlardan ve kesinliklerden şüphe edilmesine gerek kalmamıştı.

Her ne kadar karşıt pozisyonlardan yola çıkmış olsalar da söz konusu politik-ideolojik akımlar kendi Stalin imgelerini devasa ve keyfi soyutlamalardan üretmişlerdi. Marx ve Engels’in fikirleri temelinde hazırlanmış ve yapılmış bir devrimden doğan bir ülkede, herhangi başka bir liderden daha fazla yöneticilik yapan kişinin Bolşevizm tarihinden hatta daha da ileri giderek Marksizm tarihinden silinmesi solda yaşanan durumun özetidir. Anti-Komünistler Sovyet Rusya ve otuz yıllık Stalin yönetimini içeren çelişkili ve trajik gelişmesi bağlamında hem çarlık Rusya’sını hem de İkinci Otuz Yıl Savaşlarının[28] üzerini gelişigüzel biçimde örttüler. Her farklı politik-ideolojik akım gerek Batının gerekse Marksizm ve Bolşevizmin saflığına dair mitolojilerini Huruşov’un konuşmasından çıkartmıştır. Stalinizm, muhalefet dolayımıyla, her hasmın kendi sonsuz ahlaki ve entelektüel üstünlüğünün keyfini sürdüğü korkunç bir kıyaslama terimiydi.

Farklı soyutlama temellerine sahip bu okumalar eninde sonunda bir çeşit yöntembilimsel yakınsamayla sonuçlanıyorlardı. Buna yapılan yatırım ve nesnel durumu önemsememe sonucu terör, bunlar için, mutlak iktidarını var olan her araçla dayatmaya kararlı bir kişiliğin ya da dar bir yönetici sınıfın inisiyatifi sonucu ortaya çıkmıştı. Bu varsayımdan yola çıkıldığında Stalin, sadece başka bir büyük politik kişilik olan Hitler ile kıyaslanabilirdi; sonuç olarak Stalinist SSCB’yi anlamak sadece Nazi Almanya’sı ile yapılacak bir kıyaslama ile mümkündü. Bu, 1930’ların sonunda Troçki’de çoktan ortaya çıkmış bir motifti. Troçki ısrarla “totaliter diktatörlük” kategorisini kullanmış ve bu familyanın yardımıyla bir taraftan “Stalinist” türü diğer taraftan da “faşist” (her şeyin ötesinde Hitlerci) türü[29] ayırt ederek Soğuk Savaş dönemi ile bugünün egemen ideolojisinde bir sağduyu seviyesine yükselecek yaklaşımı yürürlüğe sokmuştu.

Bu ikna edici bir tartışma mıdır? Ya da sorun, bir bütün olarak Rusya’nın tarihini ya da İkinci Otuz Yıl Savaşlarında yer almış Batılı ülkeleri gözden kaçırmayarak bütünsel kıyaslamalı bir yaklaşımı edinmek midir? Bu şekilde oldukça farklı karakterlere sahip ülkeler ve liderlere dair bir karşılaştırma yapıldığı doğru olsa da, bu çeşitlilik tamamen ideolojiler hesabına mı yazılmalıdır yoksa nesnel durumun kendisi olan jeopolitik pozisyon ve İkinci Otuz Yıl Savaşlarındaki her bir ülkenin arkasındaki tarih önemli bir rol oynamakta mıdır? Stalin hakkında konuştuğumuzda düşüncelerimiz derhal iktidarın kişileştirilmesine, yoğunlaşmış evrene[30], bir etnik grubun tümden yerinden edilmesine çevrilir; tüm bu olgular ve pratikler, SSCB’ye olduğu kadar sadece Nazi Almanya’sına mı aittir yoksa, istisna halinin az ya da çok akut olması ile uzun ya da kısa sürmesine bağlı biçimde çok daha fazla tahkim edilmiş, liberal geleneklere sahip ülkeleri de içerecek biçimde kendilerini farklı biçimlerde mi ortaya koyarlar? İdeolojilerin oynadıkları rolün gözden kaçırılmaması gerekir fakat Stalin’in atıf yaptığı ideoloji gerçekten de Hitler’e ilham vermiş ideolojiyle kıyaslanabilir mi? Ya da bu alanda yapılacak ve önyargılardan kurtulmuş karşılaştırmalı bir analiz tamamen beklenmeyen sonuçlar mı üretecektir? “Saflık” teorisyenlerinin aksine bir politik hareket ya da rejim, kendisine ilham verdiğini iddia ettiği ideallerin mükemmelliğine yaslanılarak yargılanamaz. Aynı ideallerin değerlendirilmelerinde Wirkungsgeschichte’yi yani bunlar tarafından üretilen “etkiler tarihinin” üzerinden atlayamasak da, bu yaklaşım tüm bir alana mı yoksa Lenin ya da Marx’tan başlayan bir harekete mi uygulanmalıdır? 

Bu sorular, Huruşov’un daha önceden gizlenen gerçeği nihayet gün ışığına çıkartacağına dair inançta değişen Stalin imgesi sorununu tamamen silenler için bile gereksiz ve hatta yanıltıcı görünmektedir. Bununla birlikte, 1956’yı son ve nihai ifşaat yılı olarak tanımlamak isteyen bir tarihçi, tam bir yöntembilimsel anlayış eksikliği gösterecek ve de-Stalinizasyon kampanyasını ve yöntemlerini ve hatta daha öncesinde Soğuk Savaş Sovyetolojisini harekete geçiren çatışmalar ve çıkarları sıradan şeylermiş gibi görmezden gelecektir. Farklı Stalin imgeleri arasındaki radikal karşıtlık tarihçiyi birini mutlaklaştırmaktan alıkoymalı ve tüm imgeleri sorunsallaştırmaya itmelidir.

Kaynakça

  • Arendt H. (1986[b]), Ripensare il sionismo (1945), in Ebraismo e modernità, ed. G. Bettini, Unicopli, Milano.
  • Bobbio N. (1977), Politica e cultura (1955), Einaudi, Torino.
  • Bobbio N. (1997), Autobiografia, ed. A. Papuzzi, Laterza, Roma-Bari.
  • De Gasperini A. (1956), La democrazia cristiana e il momento politico (1944), in Id., Discorsi politici, ed. T. Bozza, Cinque lune, Roma.
  • Churchill W. (1974), His Complete Speeches: 1897-1963, Chelsea House, New York-London.
  • Cohen S. F. (1986), Rethinking the Soviet Experience: Politics and History since 1917, Oxford University Press, New York-Oxford.
  • Croce B. (1993), Scritti e discorsi politici (1943-1947), ed. A. Carella, Bibliopolis, Napoli.
  • Deutscher I. (1969), Stalin. Una biografia politica (1948), Longanesi, Milano.
  • Deutscher I. (1972 [a]), Necrologio di Stalin (“Manchester Guardian,” 6 de marzo de 1953), in Id., Ironie della storia: Saggi sul comunismo contempora neo, Longanesi, Milano, pp. 160-70.
  • Fejtö F. (1971), Storia delle democrazie popolari dopo Stalin, Vallecchi, Firenze.
  • Fontaine A. (2005), La Guerra Fredda, Piemme, Casale Monferrato.
  • Gleason A. (1995), Totalitarianism: The Inner History of the Cold War, Oxford University Press, New York-Oxford.
  • Kojeve A. (1954), Tyrannie et sagesse, in L. Strauss, De la Tyrannie, Gallimard, Paris, pp. 217-80.
  • Laski H. (1948), Liberty in the Modern State, Allen & Unwin, London.
  • Mann Th. (1986[a]), Deutsche Hörer (24 October 1942 and 14 Janu ary 1945), in Id., Essays, ed. H. Kurzke, Fischer, Frankfurt a.M., vol. 2.
  • Mann Th. (1986[b]), [David McCoy] (1945), in Id., Essays ed. H. Kurzke, Fischer, Frankfurt a.M., vol. 2.
  • Medvedev R. A. (1977), Lo stalinismo. Origini storia conseguenze, Mon dadori, Milano.
  • Roberts G. (2006), Stalin’s Wars. From World War to Cold War, 1939 1953, Yale University Press, New Haven-London.
  • Rosselli C. (1988), Scritti politici, ed. Z. Ciuffoletti e P. Bagnoli, Guida, Napoli.
  • Spengler O. (1993), Jahre der Entscheidung, C. H. Beck, München.
  • Thomas H. (1988), Armed Truce: The Beginnings of the Cold War 1945 46, Sceptre, London.
  • Thurstıon, R. W. (1996) , Life and Terror in Stalin’s Russia 1934-1941, Yale University Press, New Haven-London.
  • Toynbee A. (1992), Il mondo e l’Occidente, con una nota di L. Canfo ra, Sellerio, Palermo.
  • Trotsky L. D. (1962), Stalin (1946), Garzanti, Milano.
  • Trotsky L. D. (1988), Schriften: Sowjetgesellschaft und stalinistische Diktatur, ed. H. Dahmer et al., Rasch und Röhring, Hamburg.
  • Webb B. (1982-85),  The Diary, ed. N. and J. MacKenzie, The Belknap Press of Harvard University Press, Cambridge (ma).

[1] Medvedev (1977), s. 705; Zubkova (2003).

[2] Thurston (1996), ss.. xii-xiv.

[3] Fejto (1971), s. 31.

[4] Deutscher (1972a), ss. 167-9.

[5] Trotsky (1962), s. 170.

[6] Kojeve (1954).

[7] Roberts(2006), s. 3.

[8] Deutscher (1969), s. 522.

[9] Roberts (2006), s. 273.

[10] Fontaine (2005), s. 66; Averell Harriman ve Elie Abel’in yazdıkları bir kitaba atıf yapmaktadır.

[11] Thomas (1988), s. 78.

[12] Editörün Notu: Alcide De Gasperi (1881-1954) 1945-1953 arası birbirini izleyen koalisyonların başbakanlığını yapan İtalyan politikacı.

[13] De Gasperi (1956), ss. 15-6.

[14] Bobbio (1997), s. 89.

[15] Arendt (1986b), s. 99.

[16] Editörün Notu: Benedetto Croce (1866-1952) İtalyan idealist felsefeci, tarihçi ve siyasetçi.

[17] Croce (1993), vol. 2, ss. 33-4 ve 178.

[18] Mann (1986a), ss. 271 ve 278-9; Mann (1986b), ss. 311-2.

[19] Webb (1982*85), vol. 4, ss. 242 ve 490; Laski (1948), ss. 39-42 pasiim.

[20] Bobbio (1997), s. 89; Bobbio (1977), ss. 164 ve 280.

[21] Rosselli (1988), ss. 358, 362 ve 367.

[22] Age., ss. 301, 304-6 ve 381.

[23] Churchill (1974), s. 7290.

[24] Toynbee (1992), ss. 18-20.

[25] Gleason (1995), s. 121.

[26] Cohen (1986), s. 13.

[27] Spengler (1933), s. 86, not 1.

[28] Editörün Notu: Bu terim 1914-1945 yıllarına dair yaptığı dönemselleştirme için tercih ettiği terimdi.

[29] Trotsky (1988), s. 1285.

[30] Editörün Notu: Bu terim önce Troçkist sonra anti-Komünist olan David Rousset’in 1946 tarihli çalışması olan L’Univers concentrationnaire de kullandığı akademik bir konsepttir. Yakın zamanlı akademik çalışmalarda ise “bir bütün terör sistemi ve sistematik canavarlaştırma”yı ifade etmektedir (Silverman, 2022). Rousset’in birincil fikri Nazi toplama kamplarıyla Stalin SSCB’sindeki ceza yapılarını eşitlemekti. Kavram o günden bugüne kadar ‘moderniteye’ karakterini veren bürokratik ve teknokratik yapıların günlük işlemlerinde potansiyelini bulan korkuyu imleyen bir genelleşme süreci geçirmiştir. Burada söz konusu edilen güncellenen yeniden-kavramsallaştırma, Rousset’in birincil kavramındakine benzer bir yol izleyerek kapitalizmin rolünü silmeye ve Losurdo’nun göstereceği gibi ‘liberal demokratik’ devletlerde bulunan tarihsel öncüller ile güncel benzer örnekleri isteyerek ya da istemeyerek görmezden gelmeye eğilimlidir.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar