
Aslında ortaya çıkışı 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarına dayansa ve bu adla anılmasa da jeo-politika, kökenleri antik çağa kadar uzanan bir geçmişe sahiptir. Jeo-politika günümüzde ve konjonktürün etkisiyle birlikte sıklıkla telaffuz edilmeye başlandı. Konuyla ilgili TvP’de Süleyman Yılmaz Bulduruç’un bir yazısı yayınlandı.[1]
Bu yazı ise kavramı, tanımlanması ve içeriğinden hareketle politikaya açılan bir biçimde değerlendirmeyi amaçlıyor.
Jeo-politiğin sözlük karşılığında birbiriyle bağlantılı üç tanım görülür. Birincisi coğrafya, ekonomi, nüfus vb.’nin bir devletin politikası üzerindeki etkisi. İkincisi bir devlette, bölgede uygulanan politikayla o yerin coğrafyası arasındaki ilişki. Üçüncüsü ise bir devletin saldırgan nitelikteki genişlemesini ekonomik ve siyasi coğrafya açısından haklı kılmaya yönelik siyasi öğreti.[2]
Sözlük karşılığının dışında, daha kurumsal tartışmalarda ise, devletin yanına uluslararası kimi kurum ve kuruluşlar, bölgesel birlikler de eklenir ve bunların da jeo-politik bir hat kurmaya kadir yapılar olduğu vurgulanır. Mesela BM ve BM’ye bağlı çalışan kimi kurum ve kuruluşlar bunlara örnek olarak gösterilir ve hatta bu kurumlar adeta jeo-politikanın bağımsız birer unsurlarıymış gibi işlenir.
Bu tanımlamaların hepsinde iki ortak nokta öne çıkar. İlki devletin (daha doğrusu devletler ve devletlerin oluşturduğu uluslararası birliklerin) tek özne olarak tanımlanmasıdır. İkincisi ise jeo-politika kavramında tanımın merkezine coğrafyanın oturtulmasıdır. Jeo-politikanın devlet ve coğrafya üzerinden tanımlanması politikanın alanını daraltıcı bir rol oynar ve böylece politika yapmanın sadece “devlet” özneye has bir durum olduğu (veya devletle birlikte, devletlerin oluşturduğu uluslararası sistem açısından “yasallık” ve “meşruluk” taşıyan bölgesel veya küresel birliklerin uhdesinde bir durum olduğu) anlatılır.
İki aktörün vurgulanmasının dışında tanımın kendisinde ve içeriğinde bir başka eksiklik de göze çarpar. Jeo-politika birleşik bir kelimedir. Bilindiği üzere jeo coğrafya anlamına gelir. Ancak bu birleşik kelimenin ikinci kısmında bulunan politika kavramı aslında coğrafyanın oluşturmuş olduğu fiziki-doğal sınırları aşan bir bakış açısına işaret eder. Dolayısıyla güç sahibi öznelerin birbirleriyle yürüttükleri çatışmalı ilişkiler (güç ilişkileri) ve bunun yaratmış olduğu etki herhangi bir coğrafi-fiziki engelle sınırlandırılamayacak bir etki yaratır.
Toparlayacak olursak jeo-politika hususunda bize öğretilen/kavratılmaya çalışılan şey coğrafyanın merkez, politika yapmaya kadir tek öznenin devlet ve/veya devletlerin oluşturduğu kurumsallaşmalar olduğudur. Bunun dışında bir “politika” yoktur.
Buna karşılık jeo-politika, bir politik öznenin yerelden başlayarak bölgesel ve küresel ölçekte, coğrafi yapıyı da gözetecek bir biçimde, gücü doğrultusunda bir hareket tarzı araştırması yapması, bunun sonucunda ilgili politik öznenin güç ilişkileri içinde kendisini konumlandırması ve buradan hareketle de etki ve hegemonya alanını arttırma çabasıdır. Yani başka bir deyişle politika yapma kapasitesine sahip bir öznenin kendi ölçeğini kendi yaşam sınırları dışında test etme pratiğidir.
“Politik özne” kavramını kullanırken bunun sadece devlet özneleri kapsamadığını, bunun dışında verili bir zaman kesitte, belirli bir sahada kendisine yaşam alanı yaratabilmiş, politika yapma kudretine erişebilmiş devrimci yapıları da kastettiğimiz açıktır.
Jeo-politikada en güçlü olan en avantajlı pozisyondadır. Bu bağlamda “devlet özne”lerin avantajı “örgüt özne”ye göre daha fazladır. Devlet özneye karşı da emperyalist konumda bulunan, yani bir devletten daha güçlü bir devlet pozisyonunda olanlar daha avantajlıdır. Bunların en belirgin özelliği, belirli bir siyasi birimi, bölgeyi ve dünyayı düzenleyebilme potansiyellerine sahip olmalarından ileri gelir.
Jeo-politika sadece coğrafya olarak anlaşılmamalıdır. Coğrafya, jeo-politik analiz ve o analiz içinde öznenin kendisini konumlandırması açısından bir ön unsurdur. Çünkü dar, yani yerel anlamıyla coğrafya öznenin varlık ve yaşam alanıdır. Her özne kendisine bir yaşam alanı bulmak durumundadır. Bu temel bir faktördür. Çünkü güç ilişkilerinde gücü yettiği sürece bu yaşam alanında kalıcıdır. Bir devletin ya da daha geniş anlamıyla politik bir öznenin varlık alanı, coğrafyası onun önce kökleşeceği sonra da sınırlarının dışına taşmaya başlayacağı odak noktasıdır. Hakim bir konumdan nesnel bir bakışla bakıldığında ilgili öznenin koordinatlarıdır.
Jeo-politikada, bir öznenin kimliği olarak ideoloji, her durumda belirleyici değildir. İdeolojinin, jeo-politik ilişkilenmelerde dışsal ve ikinci planda olduğu durumlar da yaşanmaktadır.
Elbetteki bir öznenin kendisini var ettiği, kökleştiği alan/coğrafya kendisine kimi imkânlar sunarken başka bir özne açısından da gücüyle orantılı olarak kimi sınırlamalar getirebilir. Ancak buradan İbni Halduncu bir çerçeveyle coğrafyanın kader olduğu anlamı çıkmaz. Çünkü teknolojinin gelişiminin de etkisiyle özellikle devlet öznelerin güçlerine güç kattığı, devlet olmayan öznelerin de bu nimetlerden faydalanarak hareket kabiliyetlerini arttırdıkları bir ortamda hareket ve hedefler, gücüyle orantılı olarak öznenin kendi sınırlarının dışına çıkmasını-açılmasını, kendisini sınırlayan coğrafi-fiziki koşulların dışına taşmasını beraberinde getirebilir. Yani politik öznenin gücü uygun bir konjonktürde uygun politik manevralarla “kader” olarak nitelendirilen sınırların çok ötesine uzanabilir.
Yakın tarihte bunların örnekleri mevcuttur. Örneğin IŞİD’in varlığı ve hareket tarzı başlangıçta belirli bir coğrafyada, yani Ortadoğu’da (öncelikle Irak, sonra da Suriye) oldukça akışkan bir niteliğe sahipti. Fakat etkisi varlığının işgal ettiği ve kapsadığı alanın çok çok ötesine geçmiştir.
Jeo-politika, öznelerin yerelden başlayarak bölgeye ve oradan da küresel ölçeğe doğru yayılan bir bakış açısıyla geri beslemeli bir ilişki biçimine sahiptir. Özne yerelden başlayarak önce güç kazanır, kazandıkça kökleşir ve bu güç konsolide olur, tahkim edilir. Daha sonra bu gücünü bölgesine yakın coğrafyaya yaymak ister. Politik açıdan bunu yapamasa da bir bakış açısı ya da tahayyül olarak kurgular, kodlar. Belki geleceğe dair keskin bir tahmin ya da öngörüden hareketle değil ancak bir stratejinin uzantısı olarak bir hareket planı hazırlar. Bulunduğu bölgenin özelliğine ve çelişkilerinin yoğunluğuna göre küresel bir etkiye de sahip olabilir. (Hareket planı ya da bir strateji olarak Türk devletinin neo-Osmanlıcılık, Kemalistlerin de Misak-ı Millicilik dediği yayılmacılık-işgal stratejisi, Almanların Nazi döneminde Alman ulusal ve uluslararası güvenlik politikasının geleneksel yönlerini bir araya getirdiği Lebensraum –yaşam alanı– politikası ya da İsrail’in bayrağına konu olan Davud Yıldızı’nın altındaki ve üstündeki iki çizginin “Nil’den Fırat’a Vaat Edilmiş Topraklar” retoriği bunlara örnek olarak gösterilebilir.)
Yerelde kökleşerek ve konsolide olarak bölgeye açılmaya ve bölgenin özelliklerine göre çelişkilerin merkezine hareket etmeye başlamasıyla küresel boyutta da etki sahibi-hesap kitap konusu olma hali birbirlerini tetikleyen iki unsur gibi görünür. Dediğimiz gibi bunun şartları bir öznenin güçlü varlığı, yerelde gücünün konsolide ve tahkim olması, jeo-politikanın bir unsuru olarak bölgenin özgün çelişkilere sahip olması, uygun bir konjonktürün varlığı ve uygun ittifak bileşimleridir.
“Örgüt özne” bağlamında PKK buna örnek olarak gösterilebilir. 1980’lerde PKK’nin silahlı bir eylemi dünyanın öbür ucundaki ABD’nin pek de hesap kitap konusu edebileceği bir durum değildi. Eylemleri ve varlığı ağırlıklı olarak Kürdistan’ın bir parçasında, yani Kuzey Kürdistan’da yoğunlaşmıştı. ABD’nin konumundan bakıldığında o dönemlerde PKK çok da dikkate değer bir varlık olarak değerlendirilmeyebilir. Sadece TC’nin çözmesi gereken lokal bir sorun olarak görülür. Fakat 90’ların ortalarından itibaren bölgedeki jeo-politik hesaplaşmalarda gözetilmesi gereken bir özne olmaya ve gücünün etkisi de varlık alanının dışına taşmaya başlamıştı. Uluslararası konjonktürün de değişmesiyle Öcalan ABD-İsrail operasyonuyla yakalanıp TC’ye teslim edilmiştir. PKK’nin bölgesel açıdan daha da güçlü hale gelmesi 2010’ların sonrasında, yani Arap ayaklanmalarının bir uzantısı olarak Suriye iç savaşının başlamasıyla birlikte gerçekleşmiştir. Bu durum küresel bir etkiyi de beraberinde getirmiştir.
Buradan da anlaşılmaktadır ki az önce vurguladığımız gibi sadece bir öznenin varlığı, o öznenin gücünü bir yerelde kökleştirmesi, bölgenin özgünlüğe sahip olması değil konjonktürün gerekleri de jeo-politikanın unsurları arasındadır.
Jeo-politika coğrafyayla değil, öznelerin dünyaya ya da bölgeye bakışıyla alakalıdır. Daha dar ölçekte ilkokul, ortaokul ve lisede coğrafya derslerinde dünyanın yedi kıtadan ve dört okyanustan ya da denizden oluştuğu öğretilir. Fakat politika, konumuz bağlamında tartıştığımız jeo-politika, kıtalar ve okyanuslarla sınırlandırılamaz. Jeo-politik perspektiften bakıldığında dünya büyük bir kıtadan (Avrasya-Afrika), birçok adadan ve büyük bir okyanustan oluşmaktadır. Bu tasnif coğrafya ile jeo-politika arasında teorik bir ayrım oluşturur. Oluşan bu ayrım, uluslararası ilişkilerin, devletlerin ve diğer öznelerin kendi adlarına bir strateji-hareket tarzı oluşturmaları açısından önemlidir.
Coğrafya ile jeo-politika ayrımı açısından bir başka önemli faktör de coğrafyanın yalnızca yerüstündeki fiziki öğeleri açıklaması ve göstermesidir. Ancak özellikle devlet ölçeğindeki öznelerin jeo-politikası bölgeye ya da dünyaya sadece yatay düzlemde bakmaz. Yeraltı kaynaklarının tespitinden tutalım uzaydaki olanak ve olasılıkların araştırılmasına kadar birçok alanda dikey anlamda da bir bakış açısı kazandırır. Dolayısıyla jeo-politika yatay düzlemle alakalı olduğu kadar dikey düzlemle de alakalıdır. Özellikle enerji kaynaklarının tespiti ya da uzaydaki askeri amaçlarla ve haberleşme amacıyla kullanılan uydular bu konunun kapsamına girer. Son zamanlarda Çin’in, havalandıktan sonra hem atmosfer içinde hem de uzayda hareket ve manevra kabiliyeti olan savaş uçağı denemesi yapması sadece taktik kapasitenin arttırılmasıyla değil, aynı zamanda jeo-politik sınırların dikey anlamda aşılmasıyla alakalıdır.
Geçmişteki büyük imparatorlukların hareketlerinin sınırlılıklarını, geriye düşüşünü ve çöküşünü açıklamak için “imparatorluk paradoksu” kavramı kullanılıyor. Kaldı ki bazı açılardan bu kavram imparatorlukların çöküş nedenlerini açıklama konusunda işlevini korumakta. İmparatorluk paradoksu, bir imparatorluğun bir savaş mevsiminde ya da sezonunda gidebileceği en ileri noktaya gidip orayı aşamaması durumuna işaret eder. Ulaşım teknolojik açıdan bugünkü düzeyde olmadığı için belirli bir zaman birimindeki hareket de kısıtlıdır. Gidebilse bile karşısına çıkan bir okyanusu, yüksek bir dağ silsilesini ya da bir çölü aşabilecek yeterliliğe sahip değildir. Bu andan itibaren durağanlaşma, geri çekilme ve geri çekilmeye eşlik eden bir çöküş süreci başlar. Genel olarak Moğollar, Roma ve Osmanlı’nın çöküşü bu kavramla açıklanmaya çalışılır.
Buradaki tanımlama ağırlıklı olarak coğrafi unsurlarla alakalıdır. Diğer bir açıdan bakıldığında “coğrafya kaderdir” saptamasının haklılaşması gibidir. Fakat başından beri vurgulamaya çalıştığımız gibi adına beylik, devlet, imparatorluk veya başka bir şey diyelim, bir öznenin gücü/sınırı coğrafyanın fiziki koşullarıyla değil, politik gücüyle belirlenir. Bir imparatorluğun ordusunun bir okyanusa ya da önüne çıkan uçsuz bucaksız bir çöle kadar ilerleyebilmesinin nedeni, o imparatorluğun önüne çıkan bütün güç ve zorlukları (buna fiziki zorluklar da dahildir) alt edebilmesidir. Ayrıca kendi yerelinden çıktıktan ve bölge dinamikleriyle çatışmaya başladıktan sonra ele geçirdiği yerlerde yeterli bir kurumsallaşmayı yaratamadığı, yaratsa bile o kurumsallaşma üzerinden ideo-politik bir hegemonyayı kurmayı başaramadığı için o imparatorluk karşısına çıkan ilk engelden sonra geriye düşmeye başlar ve yıkılma sürecine girer.
Dolayısıyla “imparatorluk paradoksu” ya da “coğrafya kaderdir” gibi önermeler her tarihsel-politik olaya uygulanabilecek, bu olayları açıklamaya yeterli önerme ve kavramlar değildir. Coğrafi sınırlamayla tarihsel-politik ya da aktüel açıklamalar yapma pozisyonunu ya da sıkışıklığını aşabilmek için coğrafi sınır ile politik sınırların ayrı ayrı ele alınması sorunu aşmak ve açıklayıcı olabilmek açısından ön açıcı olacaktır.
Ancak günümüze gelindiğinde ulaşılan imkânlar (teknoloji) ve öznenin gücü sayesinde coğrafi/fiziki engeller de aşılabilmektedir; bu, sadece ileri düzeyde teknolojik olanaklara sahip devletler tarafından değil, kendi ölçeğinde, devrimci politik özneler tarafından da yapılabilmektedir. Drone ya da deniz botları ya da paramotorlar bu işlevleriyle taktik anlamda bir hareket kabiliyetini örgüt öznelere de sağlamakta ve bu hareket kabiliyeti de örgütün bulunduğu bölgenin jeo-politik dengelerine tesir edici bir etmen olmaktadır.
Sonuç olarak devrimci politik bir öznenin her şeyden önce kendi gerçekliği ile uygun bir bağ kurabilmesi elzemdir. İçerideyken dışarıda olmak, yani nesnel bir zeminde kendi özneliğini doğru bir biçimde tarif edebilmek, gerçeklikle temasın başlangıç noktasıdır. Aşağıda yapacağımız uzun aktarmada yapılan özne ya da bir politik öznenin konum tarifi sadece konumuz bağlamındaki jeo-politika ile değil, aynı zamanda devrimci politikayla kurduğu bağ, öznenin belirli bir nesnellik içinde koordinatlarını belirlemesi açısından da önemlidir.
“Ezilenlerin devrimciliği olarak Marksist politika, ayağını belirli bir yerelde toprağa basmadan, orada politik güç kazanmadan jeo-politika ile politik pratik dolayımıyla ilişkilenemez. Ancak onun etkilerine geniş planda maruz kalır. Jeo-politika, yapısı gereği belirli bir coğrafyada (dereceleri arasında ölçek farkları olan küresel, bölgesel, yerel ama öncelikli olarak yerelde) iktidar konumunda olan ya da iktidar konumuna etkide bulunabilecek güç yoğunluğuna erişmiş öznelerin değerlendirebileceği politika alanıdır. Çoğunlukla devletler arasındaki güç/çıkar ilişkileri açısından tanımlayıcı olarak ele alınan jeo-politika, etkilerini koşul olarak daha geniş alanda gösterir.
“Belirli bir yerelde politik özne olarak gerçek bir güç olunamadığı koşullarda jeo-politika Marksizm için ideo-politik bir işlemin konusudur. Bir boyutuyla politik gerçekliğin çelişkilerinin tanınmasını sağlar, diğer boyutuyla ise ağırlık noktasını ideolojinin oluşturduğu ayrımlar yapar, tutum bildirimlerinin konusu olur.”[3]
[1] Süleyman Yılmaz Bulduruç, “Güçlü Halkaların Çekişmesi: Jeopolitikanın Savaşı”, TvP, Sayı: 86-87, ss. 150-159.
[2] Türk Dil Kurumu Sözlüğü, 2005, s. 1014.
[3] Bulduruç, s. 150-1.