Çeviri: Kamuran Kızlak

Prof. Dr. Yao Zhongqiu, Renmin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Okulu’nda profesördür ve Tarihsel Politik Araştırmalar Merkezi’nin dekanıdır. Çin düşüncesi ve kurumları tarihi üzerine çok sayıda araştırma ve çevirisi bulunmaktadır.
Giriş
İnsanlık, 500 yıldır görülmemiş ölçekte bir küresel alt üst oluşun ortasında bulunuyor: Yani, Avrupa ve ABD’nin göreceli düşüşü, Çin ve Küresel Güney’in yükselişi ve bunun sonucunda uluslararası manzaranın devrimci dönüşümü. Batı’nın küresel egemenlik döneminin beş yüzyıl sürdüğü sıklıkla söylense de, aslında bu bir abartıdır. Gerçekte, Avrupa ve ABD, sanayileşmenin ilk aşamalarına ulaştıktan sonra, yaklaşık 200 yıldır hegemon güç konumunu işgal ediyorlar. İlk sanayi devrimi, dünya tarihinde bir dönüm noktasıydı ve Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkiyi önemli ölçüde etkiledi. Bugün, Batı hegemonyası dönemi sona ererken yeni bir dünya düzeni ortaya çıkıyor ve Çin bu gelişmede önemli bir rol oynuyor. Bu makale, Çin ile Batı arasındaki ilişkinin farklı aşamalarını inceleyerek mevcut küresel konjonktüre nasıl ulaştığımızı incelemektedir.
I. Aşama: Çin ve Batı Arasında Değişen Denge
Çin ve Avrupa arasındaki ilk karşılaşma, Çinli denizci ve diplomat Zheng He’nin (1371–1433) batı denizlerinde yolculuklarına başladığı (1405–1433) ve bunu Portekiz ve İspanyolların Asya’ya yaptığı deniz seferlerinin takip ettiği on beşinci ve on altıncı yüzyıllardaki deniz keşifleri dönemine dayanır.(1) O zamandan beri Çin, okyanuslarda yaptığı seyahatlerle Avrupa ile doğrudan temas kurmuştur.
Bu dönemde Çin, “tianxia” (gökyüzünün altındaki herşey) kavramının yönlendirdiği bir dünya görüşünü benimseyen Ming Hanedanlığı (1388-1644) tarafından yönetiliyordu.(2) Bu inanç sistemi insanlığı genel olarak iki büyük uygarlık kategorisine ayırıyordu: Gökyüzüne (Cennete) tapan Çinliler ve genel olarak tek tanrılı-tek tanrıya tapan Batı.(3) Bu dönemde Çinliler Batı’nın çok geniş bir coğrafyayı kapsadığına dair bir anlayışa sahiptiler: Batı’nın Mezopotamya’dan Akdeniz’e ve oradan da Atlas Okyanusu kıyısına kadar kuzeybatıya doğru genişleyen tüm bölgeleri kapsadığını düşünüyorlardı. Oysa, günümüzde Batı kavramı genellikle ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Avrupa ile sınırlıdır. Öte yandan, Çin uygarlığı, Sarı Nehir kıyılarından Yangtze Nehri Havzası’na kadar olan güneydoğu bölgesine yayıldı. İki uygarlık, Hint ve Pasifik Okyanusunun birleştiği noktada buluştu ve bu noktadan itibaren sözü edilebilecek eksiksiz bir dünya tarihi oluştu. Ancak aynı zamanda, “tianxia”, Çin ve Batı’nın aynı “dünya adasını” paylaştığını öneren evrenselci bir dünya anlayışı ortaya koydu. “Soğan Dağları” (Orta Asya’daki Pamir Dağları) ile birbirinden ayrılan her uygarlığın kendine ait bir tarihe sahip olduğu düşünülüyordu. Ancak henüz birleşik bir dünya tarihi yoktu ve her biri kendi bilgisine dayanarak dünya adasının kendi tarafındaki ucunda “tianxia” düzenini sürdürüyordu.
Ming hanedanı, Zheng He’nin 1433’teki yedinci seyahatinden sonra deniz seferlerini durdurmuş olsa da, Güney Denizlerindeki bazı adalar (nanyang, günümüzde kabaca Güneydoğu Asya’ya karşılık gelir) Çin imparatorluğunun vergi sistemine (choogong- yani, İmparatorluğa ödenen haraç. K. Kızlak) dahil edildi. Sisteme yeni katılan adalardan alınan vergi “tianxia” düzeninde büyük bir değişiklik oluşturdu; çünkü önceki Han (MÖ 202-MS 9, MS 25-220) ve Tang (MS 618-907) hanedanlığı döneminde bu vergi çoğunlukla batı bölgeleri’ndeki devletlerden (xiyu, günümüzde kabaca Orta Asya’ya karşılık gelir) alınıyordu. Daha da önemlisi, güneydoğuya doğru bu genişleme Çinlilerin Güney Denizi kıyı bölgesine doğru göç etmelerini sağladı ve böylece Çin için denize uzanan bir yol açtı. Bunun sonucu olarak ipek, porselen ve çay gibi mallar deniz ticaret sistemine girdi. Refah içindeki Tang ve Song Hanedanlığı dönemleriyle (960-1279) karşılaştırıldığında, denizaşırı ticaret genişledi. Büyük ölçüde ihracata dayalı olan Jiangnan (Yangtze Nehri’nin güneyi) ekonomisi özellikle dinamikti. Bunun sonucunda sanayileşme hızlandı ve Çin, tarihinde “dünyanın fabrikası” haline ilk kez bu dönemde geldi.
Avrupa ülkeleri Çin ile ticaretlerinde üstünlük sağlayamasa da, yeni fethedilen Amerika’da çıkardıkları gümüşle bu açığı kapattılar. Bu gümüş Çin’e büyük miktarlarda aktı ve önemli bir ticaret para birimi haline gelerek gümüşün küreselleşmesine yol açtı. Bu arada, Amerika kıtasında yetişen mısır ve tatlı patates tohumları Çin’e getirildi ve zorlu koşullarda yetiştirilmeye uygun olan bu ürünler ülke nüfusunun hızla artmasına katkıda bulundu.
Ancak Çin’in deniz bağlantılı bir dünya düzenini şekillendirmedeki rolü, ülke için beklenmedik sorunları da beraberinde getirdi. Yani, deniz sistemine nüfuz eden ekonomisi ile karasal kalan siyasi ve askeri kurumları arasında bir dengesizlik ortaya çıktı. Kara ile deniz arasındaki bu çelişki, Çin içinde önemli gerginlikler ortaya çıkardı ve sonunda Ming hanedanlığının çöküşüne yol açtı. Kuzey ve kuzeydoğudaki sınır çatışmaları önemli finansal kaynak gerektiriyordu; ancak o dönemde Çin’in zenginliğinin çoğu deniz ticaretinden geliyordu ve güneydoğuda yoğunlaşmıştı. Sonuç olarak, eğitim bu kıyı bölgesinde gelişti ve güneydoğudan gelen bilge-memurların Çin’in siyasi süreçlerine hakim olmaları ve serveti daha iyi dağıtmayı amaçlayan vergi reformlarını engellemeleriyle sonuçlandı -bunun yerine, geleneksel vergi sistemi güçlendirildi ve köylülüğe daha büyük yükler getirildi.(4) Bu gerginlikler sonunda doruk noktasına ulaştı. Özellikle çiftçilikle geçinen kuzeyli köylüler üzerinde ağır bir yük oluşturan vergilendirme, köylülerin yerlerinden ayrılmalarına ve sonunda Ming Hanedanlığını deviren göçmenler haline gelmelerine yol açtı. Aynı zamanda, kuzeydeki askeri kaynaklar yetersizdi. Bu durum kuzeydoğudaki Qing isyancı güçlerinin etkisinin artmasına ve güneye doğru ilerlemelerine yol açtı. Sonunda, bu ilerleyiş tüm ülkede Qing Hanedalığı yönetiminin (1636-1912) kurulmasıyla sonuçlandı.
Qing Hanedanlığı, kuzeydoğu Çin’de tarımsal ve göçebe kültürel kökene sahip Mançu halkı arasında ortaya çıktı. Qing kuvvetleri güneye doğru ilerleyip imparatorluklarını kurarken, Çin’i batıdan ve kuzeyden çevreleyen bölgeler üzerinde, Moğol Platosu’ndan Tianşan Dağları’na ve Qinghai-Tibet Platosu’na uzanan bir yay üzerinde kontrol kurmak için büyük çaba sarf ettiler. Bu kuzeybatı bölgeleri, binlerce yıl boyunca kurulup yıkılan hanedanlıkların tüm Çin’i birleştirme çabalarını başarısızlığa uğratan bir siyasi istikrarsızlık kaynağıydı. Qing Hanedanlığı, bu bölgeleri Çin devletine katarak bu tarihi siyasi birleşme amacına ulaşabildi. Bu iç entegrasyon, Çin’in uluslararası konumunu da etkiledi: İpek Yolu’nun Moğol bozkırları üzerinden kuzeye doğru -Rusya üzerinden kuzey Avrupa’ya- yönlendirilmesiyle Rusya, artık ülkenin en önemli komşusu haline geldi.
On sekizinci yüzyılın ortalarından sonlarına doğru, kara ve deniz olarak bu iki gelişme “yayı” Çin için eşit ağırlığa fakat farklı öneme sahipti: Kara güvenliği sağlarken, denizler canlılık kaynağıydı. Ancak hem kara hem de denizdeki gelişmeler çelişkili dinamikler içeriyordu: Komşu Rusya ve İslam dünyasıyla ilişkiler istikrarlıyken kuzeybatı bozkır bölgeleri içeride çok istikrarlı değildi. Diğer yandan, güneydoğu denizleri içeride istikrarlıydı ancak Çin için Avrupa ve Amerika ile ilişkiler şeklinde yeni zorluklar ortaya çıkardı. Bu kara-deniz dinamikleri tarihsel olarak Çin’e benzersiz uzlaşmalar sundu ve bugün de temel bir stratejik konu olmaya devam ediyor.
Buna karşılık Avrupa ülkeleri Çin ile doğrudan ticaretten daha fazla yarar sağladı ve yeni küresel düzende baskın konuma yükseldi.
On altıncı yüzyılda, giderek yozlaşan Roma Katolik Kilisesinin baskısı altında Avrupa’da etnik milliyetçilik yeşermeye başladı ve Martin Luther’in Almanya’daki Reform hareketiyle doruğa ulaştı. Daha sonra Avrupa, erken modern dönem olarak bilinen bir ulus-devlet inşa dönemine girdi. Bu dönem, Roma Katolik Kilisesi’nin otoritesinin dağıldığı, feodal beylerin yarattığı hiyerarşi ve bölünmenin ortadan kaldırıldığı ve tüm tebaanın kraliyet yasaları önünde eşit kabul edildiği laik monarşilerin kurulmasıyla karakterize edilir. Bunu başaran ilk ülke İngiltere oldu. Kral VIII. Henry, 1533 yılında İngiltere Kilisesi’nin Papalık’a yıllık vergi (haraç) ödemesini yasakladı. Ertesi yıl, kralı İngiliz Kilisesi’nin en yüksek başı olarak belirleyen ve kiliseyi devlet dini haline getiren Üstünlük Yasası kabul edildi. Bu nedenle İngiltere ilk modern ulus olarak tanınırken, anayasal değişiklikler ikincil olarak görülür.
Bir yönetim kriziyle karşı karşıya kalan Roma Katolik Kilisesi, yeni pastoral yollar açmaya çalıştı ve “keşif” yolculuklarıyla Avrupa dışında vaaz vermeye başladı. Hristiyanlık giderek bir dünya dini haline geldi ve son beş yüzyıldaki en önemli gelişmelerden biri oldu. Misyonerler, birçok viraj ve dönüşten sonra, on altıncı yüzyılın sonlarında nihayet Çin’e doğru yola çıktılar.
Hristiyan misyonerler, “barbarlar” olmalarını bekledikleri Çinlilere hakikat mesajlarını yaymaya hazırlanmışlardı. Ancak, Çin’in gelişmiş bir yönetim sistemi ve dini gelenekleri olan güçlü bir uygarlık olduğunu keşfedince şaşkınlığa uğradılar. Misyonerlerin inandığı ve anlattığı tanrıya inanmasalar da, Çin halkı ahlaki ilkelerden oluşan bir sisteme, oldukça gelişmiş bir ekonomiye ve yerleşik bir düzene sahipti. Bu, bazı misyonerleri Çin’e karşı ciddi bir takdir duygusu geliştirmeye sevk etti. Çin klasiklerini tercüme edip Avrupa’ya gönderdiler ve bu metinler Paris’te Aydınlanma düşüncesi üzerinde önemli bir etki yarattı.(5)
Aydınlanma Çağı boyunca Batılı filozoflar, insanların özne olduğu ve bir “yaratıcı”nın var olmadığı; insanların Tanrı’nın krallığına yükselmeye çalışmak yerine kendi mutluluklarını aramaları gerektiği; insanların dine inanmadan sağlam ahlaki inançlara ve ilişkilere sahip olabilecekleri; devletin dine dayanmadan düzeni sağlayabileceği; kralın tüm tebaa üzerinde doğrudan yönetiminin en iyi siyasi sistem olduğu vb. gibi kavramlar da dahil olmak üzere hümanizm ve rasyonalizm fikirlerini geliştirdiler. Ancak, Batı modernliğinin temelini oluşturduğu söylenen bu Aydınlanma ideallerinin Çin’de binlerce yıldır yaygın olarak bilindiğini belirtmek önemlidir. Bu nedenle, Çin fikirlerinin ve öğretilerinin Hristiyan misyonerler aracılığıyla Batı’ya akışı Batı modernleşmesinin gelişiminde (tek değilse bile) önemli bir etki olarak kabul edilebilir. Elbette, Batılı ülkeler son iki yüzyılda küresel modernleşmenin ana itici güçleri olmuştur; ancak savunduğu modernlik uzun zamandır Çin de dahil olmak üzere diğer kültürlerin yerleşik bir parçasıdır. Günümüz dünyasının evrimini anlamak için bu gerçeği kabul etmek ve onaylamak gerekir.
Kısacası, on beşinci yüzyılın başından ortalarına ve on sekizinci yüzyılın ortasından sonlarına kadar 300 yıldan fazla süren dünya tarihinin ilk aşamasında, etkileşim sürecinde hem Çin’in hem de Batı’nın uyum sağladığı, değiştiği ve fayda elde ettiği entegre bir dünya sistemi oluşmaya başladı. Çin açısından, bu dünya düzeni büyük ölçüde adil bir düzendi
II. Aşama: Çin ile Batı Arasında Yer Değiştiren Kader
18. yüzyılın ortalarından sonlarına doğru Batılı ülkeler, yüksek sanayileşme seviyelerini belirleyici güç olan askeri üstünlüğü güvence altına almak için kullandılar. Başka bir ifadeyle, neredeyse tüm Küresel Güney’i fethetmek ve sömürgeleştirmek için kötüye kullandılar. Bu, dünyayı her zamankinden daha fazla birbirine yakınlaştırdı; ancak adaletsiz ve dolayısıyla sürdürülemez bir birlik oluşturdu.
Batı ülkeleri arasında İngiltere, ileri bir sanayileşme aşamasına ulaşan ilk ülkeydi ve bunun özel bir nedeni vardı: Sömürgecilik. Aynı zamanda, Britanya imparatorluğu, İngiltere haricindeki imalatçılara giriş engelleri olan piyasa/tutsak piyasa olarak hizmet eden kolonilerinden çok büyük miktarda servet elde etti. Bu zenginlik ve pazar talebi, İngiltere’nin nispeten küçük nüfusuyla birlikte, bilimsel ve teknolojik gelişmeyi ve nihayetinde fosil yakıt (yani kömür) madenciliği ve çelik ve makine üretimine dayalı sanayileşmeyi yönlendirdi. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda İngiltere, elde ettiği servet ile Batı Avrupa’ya ve Amerika kıtası ve Avustralya gibi sömürge yerleşimlerine yayılarak dünyanın en zengin ve en güçlü ülkesi olacaktı.
Gelişen Avrupa güçleri, askeri güçlerini kullanarak kendi dışlarında kalan Afrika, Asya ve Amerika gibi bölgelerin çoğunu fethetti ve sömürgeleştirdi. Sonunda, 19. yüzyılın başlarından ortalarına kadar Çin’in kapısına ulaştı. Çin ile barışçıl ticaret yaptıkları önceki yüzyıllarda, Batılı güçler büyük bir ticaret açığı biriktirdi ve bunu afyon ticaretiyle dengelemeye çalıştılar. Ancak, bu uyuşturucu ticaretinin ciddi sosyal sonuçları nedeniyle Çin, 1800 yılında afyon ithalatını yasakladı. Buna karşılık Batılı güçler, ülkenin pazarlarını zorla açmak için Çin’e karşı iki savaş başlattı – Birinci Afyon Savaşı (1839-1842) ve İkinci Afyon Savaşı (1856-1860). Çin yenildikten sonra, İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD’nin de dahil olduğu çeşitli Batılı ülkeler, Çin’i bu devletlere Hong Kong da dahil olmak üzere toprak vermeye ve ticaret imtiyazları sağmalaya mecbur eden eşitsiz anlaşmalar imzalamaya zorladı. Sonuç olarak, “tianxia” düzeni parçalanmaya başladı ve Çin, “aşağılanma yüzyılı” olarak anılan bir döneme girdi.
Çin’in gerilemesinin kökeninde, deniz odaklı ekonomisi ile karasal askeri-politik sistemi arasında uzun süredir devam eden dengesizlik yatıyordu. İlk olarak, Çin’in pazarı büyük ölçüde dış ticarete dayanıyordu. Ancak Qing yönetimi egemen bir para politikası geliştirmeyi başaramadı ve bunun sonucunda ticaret akışı sürekli olarak yabancı güçler tarafından kontrol edildi. Yurt dışından gelen gümüş Çin’in fiili para birimi haline geldi. Hükümet etkili bir denetim uygulayamadığı için ülke parasal egemenliğini kaybetti ve gümüş arzındaki dalgalanmalara karşı savunmasız hale geldi. Bu da ekonomiyi istikrarsızlaştırdı. İkinci olarak, Çin’in doğal kaynakları büyük miktarda ihraç malı üretmek için aşırı biçimde sömürüldü. Bunun sonucunda ülkenin ekolojik ortamı ciddi şekilde zarar gördü. Hem pazar hem de kaynak kısıtlamaları tarafından sınırlanan Çin’in içsel büyümesi, üretkenliğin duraklaması, istihdamın azalması ve fazla nüfusun yerinden edilmesiyle bir tıkanıklığa uğradı. Bu da on dokuzuncu yüzyılın başlarından ortalarına kadar bir dizi büyük isyana yol açtı. Batı’nın Çin’in kapısına dayanması bu bağlamda ortaya çıktı.
Hem iç sorunların hem de dış saldırganlığın baskısı altında Çin, son yüzyılda tarihinin temel teması olan “yabancı müdahalelere karşı savunma için dış dünyadan öğrenme” yoluna girdi. Bu formülasyon, Çin’in ekonomik reformlarının başlatıldığı 1980’lerden bu yana birçok kişi tarafından alay konusu olmasına rağmen, ülkenin stratejisini özetlemektedir. Çin bir taraftan, Batı gücünün endüstriyel üretimi, teknolojik gelişme, ekonomik organizasyon, askeri yetenek ve ulus-devlete dayalı toplumsal seferberlik yöntemleri gibi temel faktörlerini yakından incelemiştir. Diğer taraftan, kalkınmasını ilerletmek, bağımsızlığını güvence altına almak ve kendi mirasını inşa etmek amacıyla diğer ülkelerden öğrenmeye çalışmıştır.
Ancak yirminci yüzyılın ortalarına kadar bu yol Çin için önemli değişiklikler getirmedi. Yetersiz devlet kapasitesi nedeniyle, 1911’de Qing Hanedanlığının düşmesinden sonra daha da kötüleşti. Aslında, Qing döneminin sonlarında devleti güçlendirmek için yapılan çeşitli girişimler yeni sorunlar yarattı. Örneğin, Çin ordusunu modernize etme amacıyla on dokuzuncu yüzyılın sonlarında kurulan “Yeni Ordu” ayrılıkçı bir güce dönüşecekti. Bu arada, bu dönemde akademisyen-memurlar tarafından savunulan “sanayileşme yoluyla ulusal kurtuluş” gibi kalkınma teorilerinin devletin kurumsal destek sağlayamaması nedeniyle uygulanması imkansızdı. Bu nedenle, ticaret Çin’in en hızlı büyüyen ekonomik sektörü olmaya devam etti. Kısa vadeli ekonomik faydalar sağlamasına rağmen, sonuçta Çin’in Batı’ya daha da bağımlı hale gelmesine yol açtı.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı sırasında (1937-1945 yılları arasında Çin, Japon Saldırganlığına Karşı Direniş Savaşı yürüttü), ülkenin uluslararası konumu iyileşmeye başlarken, Batı göreceli bir düşüş yaşadı. İkinci Dünya Savaşı ve ulusal kurtuluş için verilen sömürge karşıtı mücadeleler eski emperyalist düzene ezici bir darbe indirdi. Batılı güçler geri çekilmeye zorlandı ve artık sömürgecilikten elde ettikleri geliri toplayamadıkları için bir gerileme başladı. Çin de dahil olmak üzere Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ülkeler bağımsızlıklarını kazandı. Bu arada, Avrasya’ya uzanan Sovyetler Birliği, Batı için önemli bir rakip olarak ortaya çıktı. Bu küresel çalkantılar ortasında, Çin’in uluslararası sahnedeki ağırlığı bariz biçimde arttı ve önemli bir güç haline geldi.
Bu küresel bağlamda, Çin ulusal yükseliş yolculuğuna iki ana öncelik ile başladı. İlk öncelik politikti; Sovyetler Birliği’ni model alan Çin Milliyetçi ve Komünist partileri, Batı’nın ekonomik gelişiminin temel taşı olan güçlü devleti kurdular. Devlet örgütlenmesi ve seferberlik kapasitesinin eksikliği Qing hanedanlığının Batılı güçler karşısındaki en büyük zayıflığıydı. İkinci öncelik, üç safhada adım adım ilerleyen sanayileşmeydi.
İlk sanayileşme atılımı 1949’daki Çin Devrimi’nden sonra gerçekleşti ve Çin’e eksiksiz bir temel sanayi sistemi ihraç eden Sovyetler Birliği’nin yardımıyla mümkün oldu. Ciddi kısıtlılıkları olan bu sistem 1970’li ve 1980’li yıllarda doruğa ulaştı. Buna rağmen, sanayinin sistematik doğası ve özellikle sanayileşmenin temel yapısı yani ağır sanayi konusunda kapsamlı bir anlayış gelişmesine olanak sağladı.
İkinci sanayileşme atılımı, Çin’in 1970’lerde ABD ile diplomatik ilişkiler kurması ve ABD ve Avrupa ülkelerinden teknoloji ithal etmeye başlamasıyla gerçekleşti. Bu aşamada Çin, uzun süredir kırsal ticaret ve sanayi geçmişine sahip olan güneydoğu kıyısının gelişimine odaklandı. Makineleşme ve endüstrileşmenin ilk turunda kazanılan bilginin desteğiyle, güneydoğu kıyı bölgelerindeki tüketim malları sektörü (hükümetin en fazla esnekliğe sahip olduğu) kasaba düzeyinde hızla gelişebildi. Emek yoğun endüstriyel sistem çok sayıda işçiye iş sağlayarak insanların geçimini önemli ölçüde iyileştirdi.
Yüzyılın başında başlayan üçüncü sanayileşme atılımı, güçlü bir devlete yönelik geleneksel vurgu ve devrimi sürdürme arzusuyla başlatıldı. Hükümet kapasitesini altyapı inşa etmeye ve endüstriyel gelişimi yönlendirmeye sevk etti. Sonuç olarak Çin, sanayi üretiminde sürekli büyüme yaşadı, endüstriyel zincir boyunca yukarı doğru hareket etmeye devam etti ve dünyanın en büyük ve en kapsamlı üretim sektörünü yarattı. Böylece küresel ekonomik manzara önemli ölçüde değişti.
Bugün Çin, bilgi teknolojisinin sanayiye uygulanması anlamına gelen dördüncü endüstrileşme atılımının ortasında bulunmaktadır. Mevcut dönemde, ABD, Çin tarafından geride bırakılmaktan endişe duymaktadır. ikili ilişkilerde köklü bir değişikliğe yol açan ve küresel değişim çağını başlatan faktör ABD’nin bu endişesidir.
Kısacası, dünya tarihinin ikinci aşamasının kalbinde Çin ile Batı arasındaki değişen dinamikler vardı. On dokuzuncu yüzyılın başlarından bu yana, 100 yıldan uzun bir süredir, Batılı güçler yükselirken Çin düşüş yaşadı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu eğilimler tersine döndü: Çin yükselişe geçerken Batı’nın düşüşü başladı. Şimdi bu ilişkideki kritik noktanın yaklaştığı görülüyor, iki tarafın da eski dünya düzeninin sınırlarını tüketerek eşit pozisyonlara ulaşacağı anlaşılıyor.
III. Aşama: ABD Önderliğindeki Düzenin Çöküşü
Çin’in yükselişiyle birlikte Batı’nın egemen olduğu eski dünya düzeni altüst oldu. Ancak çöküşün gerçek tetikleyicisi, ABD’nin Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra sürdürdüğü tek kutuplu küresel egemenliğini güvence altına alamaması sonucu ortaya çıkan istikrarsızlıktır.
Tarihsel olarak, Roma imparatorluğu Hindistan’a ulaşamadı, Soğan Dağları’nın ötesine geçmeyi hiç başaramadı. Diğer taraftan, Han ve Tang hanedanları bu sınırı aşmayı başarsalar bile güçlerini koruyabilmeleri pek mümkün değildi. Dünya için yapısal denge, ulusların tek bir merkez tarafından yönetilmekten ziyade dengede kalmasıdır. Ulaşım ve savaştaki büyük teknolojik ilerlemeler bile bu demir yasayı değiştiremedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, Batılı güçler dünyanın hemen hemen her köşesine nüfuz etmişti. Rekabet halindeki çıkarlarına (çıkar çelişkileri) ve kolonilerini korumak için ihtiyaç duydukları güce rağmen, bu yönetim sistemi gücün çeşitli ülkeler arasında daha geniş bir şekilde dağıtılması nedeniyle, bir bakıma, mevcut düzene göre daha istikrarlıydı. Bu arada, savaş sonrası dönemde, Sovyetler Birliği ve Batı karşıt Soğuk Savaş blokları oluşturdu. Her blok kendi etki alanına sahipti ve bir dereceye kadar diğer kamp ile dengeleniyordu.
Buna karşılık, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından, ABD tüm dünyaya hakim olan tek süper güç haline geldi. En son kurulan Batı ülkesi, Avrupalılar tarafından “keşfedilen” son “Yeni Dünya” ve bu güçlerin en kalabalık nüfusa sahip olanı ABD, Batı’nın dünyaya hakim olma çabalarının son bölümü olmaya mahkûmdu. ABD, Sovyetler Birliği’ne karşı kazandıkları zaferin “tarihin sonu”nu işaret ettiğini güvenle ilan etti. Ancak, ihtiras gerçekliğin katı sınırlarını aşamaz. ABD’nin tek hakimiyeti altında dünya düzeni çok kısa zamanda istikrarsız ve parçalı hale geldi. Sözde Pax Americana (Amerikan Barışı, K. Kızlak), tarih sayfalarında yer almayacak kadar kısa ömürlü oldu. Clinton ve Bush yönetimleri dönemindeki kısa “tarihin sonu” coşkusundan sonra, Obama döneminde ABD, küresel yönetim yüklerini birbiri ardına boşaltmaya çalışarak bir “stratejik daralma” başlattı.
Washington’un küresel hegemonya peşinde koşması dışsal maliyetlere ek olarak iç gerginliklere de yol açtı. ABD, sermayenin küresel olarak tahsis edilebileceği bir finansal sistem geliştirerek emperyal yönetiminden birçok temettü elde etmiş olsa da bunun bir maliyeti vardı: Bir Çin atasözünün dediği gibi, “Bir nimet, kılık değiştirmiş bir talihsizlik olabilir”. ABD finans sektörünün patlaması ve bundan beslenen değişken spekülasyon ülkenin sanayisizleşmesine neden oldu ve işçi ve orta sınıfların geçim kaynakları bu yükten ağır bir biçimde etkilendi. Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin kendini koruma önlemleri nedeniyle, bu finansal sistemin halk sınıflarının sanayisizleşme nedeniyle yaşadığı iç kayıpları karşılayacak kadar yeterli dış kazanım elde etmesi imkansızdı. Sonuç olarak ABD’de aşırı düzeyde gelir adaletsizliği ortaya çıktı ve farklı sınıflar ve sosyal gruplar arasında artan bölünme ve düşmanlıklarla keskin bir kutuplaşma ortaya çıktı.
ABD krizinin kökeninde sanayisizleşme vardır. Batılı süper güçler 19. yüzyılda, Çin’in de dahil olduğu dünyaya zorbalık etmeyi-tiranlık yapmayı başardılar. Bu güçleri esas olarak en güçlü gemileri ve topları üretmeyi olanakli kılan endüstriyel üstünlüklerinden geliyordu; sanayisizleşme ise bu “gemi ve top” tedarikinin yetersiz kalmasına neden oldu. Yan sanayinin azalması nedeniyle ABD askeri-endüstriyel sistemi bile parçalı ve aşırı maliyetli hale geldi. ABD seçkinleri bu sorunun ciddiyetini fark etti. Ancak birbirini izleyen yönetimler sorunu ele almakta zorlandı. Obama yeniden sanayileşme çağrısı yaptı; fakat Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki derin açmaz nedeniyle ilerleme kaydedemedi. Bu açmaz Francis Fukuyama’nın “vetokrasi” olarak adlandırdığı, hükümet eylemlerini engelleyen bir dinamikten kaynaklanmaktadır. Bunu Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” sloganı takip etti ve ABD’yi bir kez daha dünyanın en güçlü endüstriyel gücü yapma sözü verdi. Bu niyet, mevcut Biden yönetiminin CHIPS ve Bilim Yasası’nın yürürlüğe girmesi ve yerel endüstriyel gelişimi desteklemeyi amaçlayan diğer girişimlerde de görülebilir. Ancak, ABD finans sermayesi küresel sistemden yararlanarak yurtdışında yüksek karlar elde etmeye devam edebildiği sürece, ABD’nin yerel sanayi ve altyapısına geri dönmesi mümkün değildir. ABD, sanayisini canlandırmak için finans devlerinin gücünü kırmak zorunda kalacaktır. Ancak bu nasıl mümkün olabilir?
ABD’de gerçekleşen sanayisizleşmenin aksine, Çin’in dördüncü sanayileşme atılımı istikrarlı bir şekilde ilerliyor ve eksiksiz bir endüstriyel zincirin sağlam temeline dayanarak küresel üretimde zirveye doğru yükseliyor. “Sert güç” açısından geride bırakılacağından korkan ABD eliti Çin’i “rakip” ilan etti ve iki ülke arasındaki ilişkilerin doğası kökten değişti.
ABD seçkinleri uzun zamandır ülkelerinden “Tepedeki Şehir” olarak bahsediyorlar. Bu, ABD’nin dünyada istisnai bir statüye sahip olduğu ve diğer ulusların takip etmesi gereken bir “işaret fişeği” olduğu anlamına gelen bir Hristiyan düşüncesidir. Bu köklü üstünlük inancı, Washington’ın binlerce yıldır kendi yolunu izleyen Çin gibi diğer ulusların veya uygarlıkların yükselişini kabul edemeyeceği anlamına gelir. Çin’in ekonomik yükselişi ve dolayısıyla ABD liderliğindeki küresel düzeni yeniden şekillendirmedeki artan etkisi, dünyanın daha dengeli bir duruma dönmesinden başka bir şey değildir. Ancak bu, Washington’a (yani kutsala karşı) saygısızlıktır ve tıpkı yerli hakın misyonerlerin din değiştirme talebini reddetmelerine benzer. ABD elitinin Çin’e karşı iyi niyetini tükettiği ve düşmanca bir strateji izleme konusunda birleştiği açıktır. Çin’in gelişimini ve dünya sahnesindeki etkisini engellemek için her türlü yolu kullanacaklardır. Washington’ın saldırgan yaklaşımı, Çin’in ABD liderliğindeki küresel sistemin sınırlarından kurtulma kararlılığını güçlendirmiştir. Pax Americana, Çin’in yalnızca ABD egemenliğine tabi bir şekilde gelişmesine izin verecektir. Bu nedenle, Çin’in yeni bir yol izlemekten ve yeni bir uluslararası düzen kurmak için çalışmaktan başka bir seçeneği yoktur. ABD ile Çin arasındaki bu mücadele, öngörülebilir gelecekte dünya manşetlerine hakim olmaya devam edecektir.
Bununla birlikte, mücadelenin felaketle sonuçlanacak şekilde gelişme olasılığını azaltan birkaç faktör vardır. Birincisi, iki ülke coğrafi olarak Pasifik Okyanusu ile ayrılmıştır. İkincisi, ABD açık deniz dengelemede usta bir denizcilik ülkesi olmasına rağmen, özellikle büyük stratejik derinliğe sahip birleşik bir kara-deniz gücü olan Çin gibi bir ülkeye karşı karasal saldırılar başlatma konusunda çok daha az yeteneklidir. Sonuç olarak, ABD’nin Çin’e karşı tam ölçekli bir savaş başlatma çabaları uygulanabilir değildir. Washington, Batı Pasifik’te bir deniz savaşı başlatsa bile, olasılıklar onun lehine olmayacaktır. Bu iki hususa göre daha önemli olan nokta, ABD’nin özünde bir “ticari cumhuriyet” (ülkenin Kurucu Babalarından biri olan Alexander Hamilton tarafından ülkeye verilen ilk tanım) olmasıdır. Bu da eylemlerinin temelde maliyet-fayda hesaplamalarına dayandığı anlamına gelir. Çin ise saldırgan dış güçlerle başa çıkma konusunda oldukça deneyimlidir.(6) Tüm bu etkenler bir araya geldiğinde, iki ülke arasında tam cepheden bir savaşın tamamen önlenmesi mümkün görünüyor.
Bu bağlamda, Çin ve ABD’nin değişen konumları geçmişteki benzer dinamiklerden -örneğin, son yüzyıllarda Avrupa kıtasında gelişen hegemonya- büyük ölçüde farklılık göstermektedir. İkinci bağlamda, Avrupa’nın dar sınırları birden fazla büyük güce izin veremezken, uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusu kesinlikle izin verebilir. Bu durum, iki ülke arasındaki ilişkinin alt sınırını oluşturmaktadır. Bu nedenle, Çin ve ABD her cephede rekabete devam ederken, Çin ekonomik ve askeri gücünü artırmaya devam ettiği ve bu gücü kullanma isteğini açıkça gösterdiği sürece, ABD eski hükümdarı İngiltere’nin yaptığı gibi rasyonel bir şekilde geri çekilecektir. ABD, Doğu Asya ve Batı Pasifik’ten çekildiğinde yeni bir dünya düzeni şekillenmeye başlayacaktır.
Son birkaç yıldır, Çin’in bu konudaki çabaları karşılığını verdi ve ABD’de bazı çevrelerin Çin’in gücünü ve kararlılığını fark etmesine ve stratejilerini buna göre ayarlamasına, müttefik ülkelere Batı liderliğindeki düzeni sürdürmek için daha fazla maliyet üstlenmeleri yönünde baskı yapmasına neden oldu. Batı ülkelerinin tutumuna rağmen, aslında böyle bir “demokrasiler ittifakı” yoktur. ABD, ittifak sistemini her zaman ortak çıkarlar üzerine kurmuştur. Bunların en önemlisi de birlikte çalışmaktır; fakat bu, yüce bir ideali ilerletmek için değil diğer ülkelerin kanını emmek için birlikte çalışmaktır. Bu ülkelerin birlikte dış kâr elde etmeleri zorlaştığında veya imkansız hale geldiğinde, birbirleriyle rekabet etmek zorunda kalacaklar ve ittifak sistemleri dağılacaktır. Böyle bir durumda, Batılı ülkeler İkinci Dünya Savaşı öncesi döneme benzer bir duruma geri dönecek ve dünyayı kolonilere bölmek yerine hayatta kalmak için birbirleriyle savaşacaklardır. Bu uluslararası mücadele sıcak savaşa dönüşmese bile, Batılı ülkelerin erken modern dönemlerine geri dönmelerine yol açabilir.
ABD’nin çıkar-kâr uğruna her şeyi yapmaya istekli olması, değer sisteminin hızla çökmesine yol açtı. Eski Başkan Woodrow Wilson ülkeyi dünya sisteminin lideri konumuna getirdiğinden beri değerler ABD cazibesinin merkezinde yer aldı. O zamanlar Wilson birçok Çinli entelektüeli etkilemişti; ancak kısa süre sonra hayal kırıklığı yaşandı. Bu arada, “Amerikan rüyası” miti ve ABD’nin evrensel değerleri Çin elitlerinin önemli bir kısmı için bugün de karizmatik olmaya devam ediyor. Ancak Trump’ın başkanlık deneyimini yaşamak bu sözde değerlerin maskesini yırttı. ABD açıkça sömürgeci fetih ve batıya doğru genişleme bayağılığına ve vahşetine geri döndü.
Ayrıca, günümüz batılı seçkinlerinin stratejik düşünme kapasitelerinde ciddi bir eksiklik söz konusudur. Soğuk Savaş’ın önde gelen stratejist ve taktikçilerinin çoğu artık hayatta değil. Yirmi yıllık “tarihin sonu” döneminin kibri ve hakimiyeti süresince, ABD ve Avrupa ülkeleri gerçekten keskin entelektüel figürlerden oluşan yeni bir nesil üretemedi. Sonuç olarak, yaşadıkları mevcut ikilemler karşısında bu seçkin neslin sunabileceği en iyi şey eski çözümleri yeniden kullanmaktan ve sömürge döneminin kabalığına geri dönmekten başka bir şey değildir.
Bu tür kabalık-bayağılık bazılarına şok edici gelebilir. Ancak ABD tarihinde derin kökleri vardır: Püriten kolonicilerin yerli halklara karşı soykırım yaparak sözde “Tepe Üstündeki Şehir”lerini inşa etmelerinden; kurucu babalarının çoğunun köle sahibi olmasından ve köleliğe Anayasa’da yer vermelerinden; özgürlüğü teminat altına almak için güçler ayrılığına dayalı karmaşık bir sistem tasarlayan ancak ülkeler arasındaki savaş ve ticareti soğukkanlılıkla tartışan Federal Belgeler’e; silah taşıma hakkı takıntısına, özgürlük adına her insana öldürme hakkı tanımasına kadar… Dolayısıyla, Trump’ın ABD’ye bayağılık getirmediğini, yalnızca “ticari cumhuriyet”in gizli geleneğini açığa çıkardığını görebiliriz (Batı geleneğinde tüccarların da yağmacı ve korsan olma eğiliminde olduğunu belirtmekte fayda var).
Bugün, ABD, değerler cumhuriyetinden ticaret cumhuriyetine geçiş yolundaki bu kimlik dönüşümünü neredeyse tamamladı. “Önce Amerika” söyleminin güçlü ve devam eden etkisinin de gösterdiği gibi, ABD’nin bu versiyonu dünya düzeninin liderliği konumunu yeniden kazanmak için birleşik iradeye sahip değil. Amerikan nüfusunun belirli kesimlerinin bu tür siyasi bayağılığa verdiği destek, daha fazla politikacıyı bu örneği izlemeye teşvik edecektir.
Dünya düzeninde hala bir dizi güçlü devlet söz sahibidir. Ancak Avrupa Birliği’ni güçlendirme çabalarının başarısızlığa uğraması, Rusya’nın gerilemeye devam etmesi, Çin’in büyümesi, Japonya ve Güney Kore’nin gerçek özerkliğe sahip olmaması ve ABD’nin mali baskılar nedeniyle savaş sonrası küresel çok taraflı kurumlar ve ittifaklar ağını destekleme sorumluluklarından hızla vazgeçmesi ve bunun yerine kendi özel çıkarlarını en üst düzeye çıkarmak için ikili sistemler kurmaya çalışması nedeniyle büyük bir istikrarsızlığın ortasındadır. Basitçe söylemek gerekirse, bu dünya düzeni dağılıyor. Günümüzde sorular, bu çöküşün ne kadar hızlı gerçekleşeceği, alternatif yeni düzenin nasıl olması gerektiği ve bu yeni düzenin yaygın ve ciddi küresel istikrarsızlığı önleyecek şekilde zamanında ortaya çıkıp etkili olup olamayacağı ile ilgilidir.
Dünya Düzenini Yeniden Şekillendirmede Çin’in Rolü
Eski sistemin parçalanma sürecinin ortasında yeni bir uluslararası düzen ortaya çıkmaya başladı. Bu dinamiğin ana üretici gücü, halihazırda dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan ve Batı’dan farklı bir uygarlık olan Çin’dir.
Çin, dünyanın en büyük ülkelerinden biridir ve uzun tarihi küresel yönetim sorunlarıyla ilgili zengin deneyimler barındırmaktadır. Büyüklüğü ve çeşitliliğiyle Çin, kendi içinde bir dünya düzeni barındırır. Orta Asya’dan Güney Denizlerine kadar uzanan kara ve denizi kapsayan bir “tianxia” sisteminin kurulmasında tarihsel olarak öncü rol oynamıştır. Zengin tarihinin yanı sıra, Batı’nın deneyimlerinden ve kendi modernlik geleneğinden ders çıkararak son yüzyılda kendini modern bir ülkeye dönüştürmüştür. Çin, kadim tarihinin bilgeliğini ve modern gelişiminden çıkarılan dersleri paylaşarak, dünya düzenindeki dengesizlikleri giderme ve yeni bir sistem inşa etme yönündeki küresel çabalarda üç önemli yoldan yapıcı bir rol oynayabilir.
1. Dengeli küresel kalkınmanın yeniden sağlanması
Klasik “Dünya Adası” (kabaca Avrasya’ya karşılık gelir) düzeni kıta ülkelerine doğru eğilim gösterirken, modern dünya düzeni büyük ölçüde Batılı deniz güçleri hakimiyetinde olmuştur. Sonuç olarak, Dünya Adası parçalanmış ve eski uygarlık merkezi kaos ve bitmeyen savaşların mekanı haline gelmiştir. ABD bu kıtadan aradaki büyük bir deniz ile ayrıldığı ve batılı olmayan ülkelerle yapıcı ilişkiler kuramadığı için Pax Americana, Dünya Adası üzerinde istikrarlı bir yönetim biçimi kuramamıştır. Bu nedenle, ABD, bir dünya düzeni yerine yalnızca bir deniz düzeni sürdürebilmiştir. Dünya Adası’nın merkezine acımasız askeri müdahalelerde bulunmuş, tahribat yarattıktan sonra aceleyle geri çekilmiş ve bölgeyi sürekli bir kopuş halinde bırakmıştır.
Buna karşılık, Çin’in yeni bir uluslararası düzen inşasına yaklaşımı, “her iki tarafı da dinlemek ve orta yolu seçmek”tir. Tarihsel olarak, Çin kara ve denizi başarıyla dengeledi. Örneğin, Han (MÖ 202–MS 9, MS 25–220) ve Tang (MS 618–907) hanedanları döneminde, kara temelli uygarlıklarla etkileşimde bulunma konusunda deneyim kazanmışken, Song (MS 960-1279) ve Ming (MS 1368-1644)hanedanlarından bu yana deniz ticaret sistemine derinlemesine dahil olmuştur. Çin, bu tarihsel deneyime dayanarak, en önemli boyutu Dünya Adası ve okyanuslarını birleştirmek olan ve hem antik hem de modern düzenleri barındıran Kuşak ve Yol Girişimi’ni (KYG) önermiştir. KYG, entegre ve dengeli bir dünya sistemi geliştirme önerisi sunuyor. Burada “Kuşak” Dünya Adası’nda düzeni yeniden sağlamayı hedeflerken, “Yol” denizlerdeki düzeni sağlamayı öneriyor. Çin, bu girişimin yanı sıra Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi buna uygun kurumlar da inşa etti.
2. Kapitalizmin ötesine geçmek ve insan merkezli kalkınmayı teşvik etmek
Batı’nın gücünün ve refahının üzerine inşa edildiği sistem kapitalizmdir. Bu sistem, parasal kâr peşinde koşmaya, sermayeyi korkunç derecede gelişmiş bir finansal sistemle yönetmeye ve ticarete dayalı olan tüccar-yağmacı ikilisine ve sömürgeci fetihlerin Avrupa mirasına dayanır. Kapitalist batılı güçler Küresel Güney ülkelerini “ötekiler” olarak gördüler ve onları ucuz kaynaklar veya pazarlar için avlanma alanı olarak kabul ettiler. Batılı güçler dünyanın büyük bir bölümünü işgal edip kapitalizmi yayabilmiş olsalar da, refahı yaygın bir şekilde geliştiremediler ve çoğunlukla kötü niyetli fırsatçılığa yöneldiler. Sömürgecilikten fayda sağlamayan, tam aksine, onun acımasız baskısından zarar gören ülkeler için bu sistem uygun değildir. Sonuç olarak, on dokuzuncu yüzyılda Batılı güçlerin dünyayı ele geçirmesinden itibaren, batılı olmayan ülkelerin büyük çoğunluğu endüstriyel veya modern kalkınmaya ulaşamadı. Bu da kapitalizmin sözde evrensellik iddiasını çürüten bir sicil kaydıdır
Eski Çin bilgeleri, Dr. Sun Yat-sen’in (Qing hanedanlığını deviren 1911 devriminin lideri ve Çin Cumhuriyeti’nin ilk başkanı) “Halkın Geçim (Kaynağının) İlkeleri” olarak adlandırdığı ve “halkın yararına olma felsefesi” olarak ifade edilebilecek bir sosyoekonomik modeli savundular. İnsanların daha iyi ve sürdürülebilir bir şekilde yaşamalarını sağlamak için malzemenin üretimi, kullanımı ve dağıtımını önemseyen bu felsefe 2000 yıldan daha öncesine dayanır ve eski bir Konfüçyüs metni olan Belgeler Kitabı’nda ortaya çıkmıştır. Bu felsefenin rehberliğinde, antik Çin’de ticari ve finansal faaliyetleri üretime ve insanların geçimine yönlendirmek için “temel olanı teşvik etme ve önemsiz/tali olanı durdurma” politikası benimsendi. Günümüzde Çin, bu modeli yeniden canlandırmış ve KYG aracılığıyla diğer ülkelerle paylaşmaya başlamıştır. Bu girişim, altyapının iyileştirilmesi ve sanayileşmenin ilerlemesine vurgu yaparak, başkalarına “balık tutmayı öğretme” yaklaşımını benimsedi.
Artık dünyanın fabrikası olan ve sanayi alanlarını geliştirmeye devam eden Çin, aynı zamanda dünyada işbölümünün yeniden yapılandırılmasını da yönlendiriyor: Üretim/tedarik sürecinde, Batı ülkelerindeki son teknoloji üretim tarafından üretilen bileşenleri kabul ediyor; üretim sonrası, özellikle Afrika’daki az gelişmiş ülkelere üretim ve üretim kapasitesini aktarıyor. Dünyanın en büyük tüketici pazarı olarak Çin, dünyanın farklı bölgelerindeki enerjiye adil ve eşit bir şekilde erişmeli ve üretimi vurgulayan (“temel”) ve finansal spekülasyonu (“önemsiz/tali”) en aza indiren küresel politikaları teşvik etmelidir.
3. Birlik ve çeşitlilik dünyasına doğru
Avrupa güçleri mevcut dünya düzenini kurduklarında, genellikle “homojenleştirme” peşinde koştular. Sistemlerini diğer ülkelere dayatmak için şiddet kullanmaya ve kaçınılmaz olarak düşman yaratmaya eğilimliydiler. Hristiyan Püritanizminden etkilenen ABD, değerlerin tekdüzeliğine inanmaya, sözde “evrensel değerlerini” dünyaya dayatmaya ve kendi kavramlarından farklı olan her ulusu “kötü” ve düşman olarak nitelendirmeye eğilimlidir. “Tarihin sonu” döneminde bu eğilim, Orta Doğu’da işgal ve füze saldısı başlatan sözde Teröre Karşı Savaş ile kendini gösterdi. Bu homojenleştirme çabasına rağmen, ABD önderliğindeki düzen yaygın kutuplaşmayla çözülüyor, yoğunlaşan kültürel ve politik bölünmelerle parçalanıyor.
Diğer yandan Çin, farklı bir hikâye anlatıyor. Binlerce yıldır, “bir gökyüzünde (cennette) birleşmiş birden fazla tanrı” veya “bir kültür ve birden fazla deizm” ilkesine dayanarak çeşitli dinsel ve etnik gruplar -gökyüzüne veya kültüre tapınma yoluyla- Çin içinde bütünleşmiştir. Böylece ulus ve birlik ve çeşitliliğe dayalı “tianxia” sistemi gelişti. Evrensel düzen veya ahenk (harmoni), ne şiddetin kullanıldığı fetih yoluyla ne de “ötekini” “ben”e dönüştürmek için değerler vaaz edilmesi ve dayatılmasıyla elde edilebilir. Bu ancak “ötekinin” özerkliğini kabul ederek mümkün olabilir. Konfüçyüs’ün Analekt’inde (Konuşmalar) vurgulandığı gibi, “… Onları kendinize çekmek için kültür ve erdemi geliştirin ve size geldiklerinde onları memnun edin ve sakinleştirin”. Günümüzde Çin, uluslararası ilişkilerini büyük ölçüde çeşitlilik içinde ahenk ilkesiyle yürütüyor.
Çin, yeni bir uluslararası düzenin inşasını “tianxia” düzenini canlandırma perspektifinden anlamalı ve yaklaşım olarak bilgelerin “tüm ulusları ahenkli hale getirme” yolu izlenmelidir. Yeni bir uluslararası düzen veya canlandırılmış bir “tianxia” düzeni inşa etme sürecinde aşağıdaki hususlar gözetilmelidir:
1. Bir “tianxia” düzeni bir anda değil, aşamalı olarak inşa edilecektir
Çin liderliğinde yeni bir küresel sistem oluşturma sürecini tanımlamak için bir Çin deyimi kullanılabilir: “Zhou eski bir ülke olmasına rağmen kaderi sürekli yenileniyor”. Zhou, ahlaki öğretiyle yönetilen eski bir krallıktı. Etkisi önce komşu devletlere ve sonra da ötesine doğru aşamalı olarak genişledi, ta ki “tianxia”nın üçte ikisi krallığa bağlılık gösterene ve mevcut Yin hanedanlığının (MÖ 1600-1045) yerini Zhou hanedanlığı (MÖ 1045-256) alana kadar. Yeni bir uluslararası düzenin inşasına yaklaşırken ve “tianxia” kavramını canlandırırken Çin, mevcut hegemonik sistemle çatışmaktan kaçınmak için bu ilerici yaklaşımı izlemelidir. “Tianxia” kavramı sonu olmayan tarihi bir süreci ifade eder.
2. Gelişmekte olan “tianxia” sistemini sürdürmede erdem ve doğruluk ilk önceliktir
Bir “tianxia” sistemi, kapalı ittifaklar kurmayı veya homojenlik talep etmeyi değil “tüm ulusları ahenkli hale getirmeyi” amaçlar. Çin, uluslar ve uluslararası hukuk arasındaki ilişkilerde ahlakı, anlayışlı olmayı ve paylaşılan ekonomik refahı teşvik etmelidir. Bu yaklaşımı mevcut uluslararası hukuk sisteminden ayıran şey, her bir tarafın haklarını ve yükümlülüklerini açıklığa kavuşturmanın yanı sıra, uluslar arasında karşılıklı sevgi ve uyum inşa etmeyi de vurgulamasıdır.
3. “Tianxia” düzeni tüm dünyayı tekeline almaya çalışmayacaktır
Dünya, tek başına herhangi bir ülke tarafından yönetilemeyecek kadar büyüktür. Bilgeler bunu anlamışlardı ve bu yüzden onların ve sonraki nesillerin “tianxia” düzenleri o zamanlar bilinen dünyanın her yerine yayılmaya çalışmadı. Örneğin, Zheng He, Batı Denizlerine yaptığı yolculuklar sırasında birçok ulusla karşılaştı; ancak Ming hanedanı onları kolonileştirmedi ve fethetmedi, hepsini vergi (haraç) sistemine dahil etmedi. Bunun yerine, kendi seçimlerini yapmalarına izin verdi. Bugün Çin, diğer ülkelere herhangi bir sistem dayatmaya çalışmıyor. Dolayısıyla, böyle ölçülü bir tutumla hegemonya mücadelesinden kaçınılabilir.
4. Yeni bir uluslararası düzen, birkaç bölgesel sistemden oluşacaktır
Tek bir baskın ülke veya küçük bir güç grubu tarafından yönetilen bir dünya sistemi yerine, yeni bir küresel düzen muhtemelen birkaç bölgesel sistemden oluşacaktır. Afrika, Asya, Latin Amerika, Orta Doğu ve Atlantik devletleri gibi ortak coğrafyalara, kültürlere, inanç sistemlerine ve çıkarlara sahip ülkeler halihazırda kendi bölgesel örgütlerini oluşturmaya başladılar. Çin, Batı Pasifik ve Avrasya’ya odaklanmalıdır.
Bölgesel sistemler kavramı Samuel Huntington’ın uygarlıklar ayrımı ile bazı benzerlikler paylaşıyor; ancak bu sistem kavramın aralarında herhangi bir çatışma önermediğini unutmamalıyız. Büyük bir ülke ve kara-deniz gücü olan Çin’in deniz ve kara tabanlı bölgesel sistemler de dahil olmak üzere birden fazla bölgesel sistemle çakışması muhtemeldir. Kelime anlamı “ortadaki ülke” olan Çin, farklı bölgesel sistemler arasında uyumlaştırıcı rol oynamalı, çatışma ve karşıtlıkları azaltıcı yönde hareket etmelidir. Bu şekilde hem birlik hem de çeşitlilik içeren yeni bir uluslararası düzen ortaya çıkabilir.
Küresel yönetimin yeni mimarisi, katmanların içten dışa doğru iç içe geçmesiyle aşamalı olarak inşa edilecektir. Bu amaçla, Çin’in çabaları kendisinin ait olduğu en iç katman olan Doğu Asya’dan başlamalıdır. Geleneksel olarak, Çin, Kore yarımadası, Vietnam, Japonya ve bu bölgedeki diğer ülkeler bir Konfüçyüs kültürel alanı oluşturmuştur. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aralarındaki ilişkiler ABD ve Sovyetler Birliği gibi dış güçlerin baskıları nedeniyle kötüleşmiştir. Çin’in dünya düzenini yeniden organize etme çabaları buradan başlamalıdır. Bu hedef, ortak kültür mirasını canlandırarak, “Halkın Geçim (Kaynağı) İlkeleri”ne dayalı koordineli bölgesel politikalar geliştirerek ve dünya için gelişmiş refah ve uygarlık standartları göstererek başarılabilir. Bu tür bölgesel çabaların başarıları ve gücü arttıkça, ABD’nin ve onun liderliğindeki dünya düzeninin gücü kaçınılmaz olarak azalacak ve küresel dönüşüm süreci hızla hızlanacaktır.
Doğu Asya’nın iç katmanından sonra, Çin’in odaklanması gereken bir sonraki en iç içe geçmiş katman veya orta katman Dünya Adasının kalbi olan Avrasya’dır. Bu bölgesel çabaların merkezinde, üye devletler olarak halihazırda Çin, Rusya, Hindistan ve Pakistan’ın bulunduğu, İran ve Afganistan’ın gözlemci devletler olduğu ve Türkiye ile Almanya’nın davet edilebileceği Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) yer almaktadır. Ekonomik gerileme ve zayıflayan küresel nüfuzu nedeniyle, Rusya’nın özellikle Orta Asya gibi komşu bölgelere daha fazla odaklanması muhtemeldir. Bölgede uyumlu ilişkilerin ve kalkınmanın teşvik edilmesi ve çatışmaların en aza indirilmesi çabalarına yardımcı olmak da dahil olmak üzere ŞİÖ’ye daha aktif bir şekilde katılabilir. Avrasya’nın istikrarı, yalnızca Çin’in ve özellikle batı bölgelerinin güvenliği ve refahı için değil, aynı zamanda genel küresel barış için de önemlidir.
Son olarak, Çin için en dış katman, dünya çapında ulusları ve bölgeleri birbirine bağlayan kurumsallaşmış KYG’dir. Başkan Xi Jinping tarafından 2013’te önerilmesinden bugüne kadar Çin, 149 ülke ve 32 uluslararası kuruluşla 200’den fazla KYG işbirliği anlaşması imzaladı.
Sonuç
Dünya düzeninin evrimi ve gelecekteki yönü, Çin ile Batı arasında son beş yüzyıldır değişen ilişkiyi incelemeden anlaşılamaz. Erken modern dönemde, Batılı güçler modernleşme arayışlarında Çin’den ilham aldılar; geçen yüzyılda ise Çin Batı’dan ders aldı. Çin’in yeniden ortaya çıkışı, Batı egemenliğindeki eski dünya düzeninin temellerini sarstı ve yeni bir uluslararası sistemin oluşumunda itici bir güç haline geldi. Küresel manzaradaki önemli değişimlerin ortasında, Batı modernliğinin, ideolojilerinin ve kurumlarının güçlü ve zayıf yönlerini tanımak ve aynı zamanda Çin modernlik geleneğini ve mevcut dönemdeki gelişmelerini takdir etmek gerekiyor. Çin açısından bu, klasik Çin bilgeliğinden ilham alan yeni bir vizyonun rehberliğinde bilgi sisteminin yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor: “Temel olarak Çince öğrenimi, uygulama için Batı öğrenimi”.
Notlar
1. On beşinci yüzyılın başlarında, Ming hanedanı (1388–1644), Çinli denizci ve diplomat Zheng He (1371–1433) liderliğindeki bir dizi (yedi) okyanus seferini destekledi. Otuz yıllık bir süre boyunca, bu deniz misyonu Çin’den Güneydoğu Asya, Hindistan, Afrika Boynuzu ve Orta Doğu’ya seyahat etti.
2. Tianxia, dört bin yıldan daha eski bir tarihe sahip ve kabaca “gökyüzünün altındaki her şey” veya “Dünya ve gökyüzünün altındaki canlılar” anlamına gelen eski bir Çin dünya görüşüdür. Ahlaki, kültürel, politik ve coğrafi unsurları bünyesinde barındıran “tianxia”, Çin felsefesi, uygarlığı ve yönetiminde merkezi bir kavram olmuştur. Bu inanç sistemine göre, tüm halkların ve devletlerin Dünya’yı ortaklaşa paylaştığı “tianxia” için ahenk ve evrensel barışa ulaşmak en yüksek idealdir.
3. Yao Zhongqiu, The Way of Yao and Shun: The Birth of Chinese Civilisation [尧舜之道:中国文明的诞生] (Hainan Publishing House, 2016), 64–74.
4. Bilge-memurlar, Çin imparatoru tarafından siyasi ve hükümet görevlerine atanan entelektüellerdi. Bu yüksek eğitimli grup, imparatorluk Çin’inde hükümet yönetimine hakim olan belirgin bir sosyal sınıf oluşturuyordu.
5. Zhu Qianzhi, The Influence of Chinese Philosophy on Europe [中国哲学对欧洲的影响] (Hebei People’s Publishing House, 1999).
6. Alexander Hamilton, John Jay, and James Madison, The Federalist Papers [联邦党人文集], trans. Cheng Fengru, Han Zai, and Xun Shu (The Commercial Press, 1995).
Kaynak: Wenhua Zongheng; Mart 2023, Vol. 1, No. 1