Büyük Marksist önder Mao Zedong’un doğum yıldönümü vesilesiyle yayınladığımız bu metin, yazarımız Jülide Yazıcı’nın Umut Yayımcılık tarafından 6-7 Nisan 2024 tarihlerinde düzenlenen Uluslararası Maoizm Sempozyumu kapsamında yaptığı konuşmanın dökümüdür. Metin, geçtiğimiz günlerde okuyucuyla buluşan Uluslararası Maoizm Sempozyumu[1] kitabında da yer almaktadır.
Merhaba arkadaşlar,
Öncelikle Umut Yayımcılığa bu sempozyumu organize ettikleri ve davetleri için teşekkür ediyorum.
Benim sunumum Çin Devriminde önder, parti ve kitle ilişkileri üzerine olacak. Özellikle iki şeyi tartışmaya çalışacağım: (1) Devrimlerde genel bir yasa olarak bu ilişkileri koşullayan politik mekanizma nedir? (2) Mao önderliğindeki Çin komünistleri bu politik yasayla hangi özgül koşullar içinde yüz yüze geldiler ve hangi özgül yanıtlar geliştirdiler?
Bu politik yasaya ilişkin Marksist filozof Louis Althusser, “Makyavel’in Yalnızlığı” başlıklı kısa makalesinde çok önemli bir anlayış ortaya koyuyor. Makyavel’in Hükümdar (veya Prens) adlı eserini bir toplumsal geçiş dönemine eşlik eden ve yeni ortaya çıkan devlet biçiminin teorisi olarak ele alıyor. Makyavel Hükümdar’da özel olarak feodalizm ile kapitalizm arasındaki geçiş devleti olarak mutlak monarşiyi ele alsa da Althusser bu eserde aynı zamanda genel olarak geçiş dönemlerinin politik mekanizmasına dair bir genel ilke görüyor, yani böylece bu eserin sosyalizm deneyimlerini de ilgilendirdiğini anlıyoruz. Bu genel ilkeyle ilgili şöyle diyor Althusser: “Yeni bir devlet kurmak için ‘yalnız olmak’ gerekir”; çünkü yeni olana, devrimci olana yönelmek, yeni ve radikal adımlar atmak doğası gereği yerleşik olandan kopmayı ve yalnız olmayı gerektirir; radikalliği güvence altına alan biraz da bu yalnızlıktır. Ama bu koşul, yani “yalnız olmak yeterli değildir; çünkü bu şekilde oluşan bir devlet fevkalade kırılgandır”. Bunun için, devleti kurduğunda yalnız olan Hükümdar (ya da sosyalist iktidar), Makyavel’in söylediği gibi, “birçok kişi haline gelmek” zorundadır. Yalnız olmak ve yalnızken birçok kişi haline gelmek… Devletin başına gelmiş yalnız devrimcilerin pozisyonunu birçok kişiye yaymak… Kelimenin gerçek anlamıyla yeni bir devletin, yeni bir rejimin niteliği işte bu yalnızlık ve birçok olma diyalektiği tarafından belirlenmektedir, onun imtihanı bu diyalektiğin üstesinden gelmektir.
Şimdi bu ilkeyi, özellikle aklımızda sosyalist geçiş devletlerinin iki büyük örneği olan SSCB ve ÇHC’nin kuruluş deneyimlerini akılda tutarak sosyalizm özelinde somutlaştıralım. Sosyalist mücadele ve sosyalist iktidar, ancak devrimciler tarafından, bir devrimci parti tarafından, geniş kitlelerden ya da çoğunluktan farklılaşmış, en ileri ve radikal olan yalnız devrimciler tarafından kurulabilir. Kalabalık ve destek sahibi de olsalar devrimci partiler, çoğunluğu oluşturan kitleler içerisinde yalnızdırlar, ve hatta çoğu zaman devrimci önderler kendi partileri içinde, kendi yoldaşları içinde yalnızdırlar. En ileri kararları alırken yalnızdırlar. Devrimi gerçekleştirip iktidarı alan devrimcilere ilişkin bu yaklaşım Leninist öncü siyasetinin başka bir ifadesidir; ve devrimin kitlelerin eseri olduğu şeklindeki anlayıştan ya da bir iktidarın meşruiyetinin zorunlu olarak kitlelerin ya da çoğunluğun demokrasisi üzerine kurulu olduğu şeklindeki anlayıştan farklıdır. Devrimciler için, mesele kitlenin konumuyla özdeşleşmek, onu olduğu gibi yansıtmak değildir, onun sınavı kitlenin konumunu kendi konumuna doğru çekmektir. Peki bu yalnızlık momentinden geçmek zorunda olan devrimciler, ilk temelleri atarken ve sağlamlaştırırken yalnız olan devrimciler; devrimi kitlelere yayarak yalnız olmaktan nasıl çıkacak, sosyalizmi nasıl kalıcılaştıracaktır?
Çin Devrimini ve onun önderi Mao Zedong’u sosyalizm tarihinde bu kadar özel bir yerde konumlandıran şeylerden biri, işte bu yalnızken birçok haline gelme imtihanına cevap geliştirmenin, yani sosyalizmin kitlelere yayılması meselesinin politik mücadelede ve düşünüşte kapladığı yerdir. Mao öncü ve kitle ilişkileri meselesine devrim öncesi dönemden itibaren çok emek vermiştir, fakat daha da önemlisi devrim sonrası dönemde bu meselenin yeni bir boyut kazandığını görerek yeni ve daha ileri cevaplar aramıştır.
Mao’nun kızıl siyasi üsler döneminden başlayarak 1949 sonrası dönemi de kapsayacak şekilde geniş kitlelerin devrimcileştirilmesine hasrettiği düşünsel ve politik emek o kadar yoğundu ki bu emek meyvelerini verdi ve geniş Çinli kitleler, gençler, köylüler, işçiler Mao şahsında sosyalizm davasına bağlandılar. ÇKP’nin iktidarı almasından dört yıl sonra 1953’te köylerde başlayan kolektifleştirme, Sovyetler Birliğinden farklı olarak, köylülerle köklü ilişkiler sayesinde sorunsuzca, baskı aygıtlarına başvurmaya gerek duyulmadan gerçekleşti. Tarihçi Perry Anderson’dan okuduğumuza göre Büyük İleri Atılımın başlamasının ardından, 1959 yılında yaşanan, en az 11 milyon kişinin öldüğü Büyük Kıtlık bile Çin köylülerinde sosyalizme ve ÇKP’ye yönelik ciddi bir yabancılaşmaya veya ideolojik değişime sebep olmamıştı. 66’da Mao’nun teşvikiyle başlayan Kültür Devriminde çok kısa bir süre içinde geniş öğrenci kitleleri günlük hayatlarını elleriyle bir kenara itip devrimci faaliyete girişmişti. Bence bu Mao’nun kitlelerle ilişkisini anlatması bakımından çok çarpıcı bir olgu. Düşünebiliyor musunuz bir devlet başkanı işareti veriyor ve 17 milyon genç öğrenci okullarını bırakıp köylere giderek köylülerle üretim yapıyor, sokaklarda şiddetli siyasi eylemler yürütüyor ve bunları can ata ata yapıyor. Hatta kitlelere, onların inisiyatifinin önemine, onlarla kurulan ilişkilerin önemine yapılan vurgu Çin Devriminde o kadar güçlüydü ki Batı’da 68’de Sovyet deneyimine totaliter diyerek, anti-demokratik diyerek burun kıvıran kimi solcular Çin Devrimini Sovyet sosyalizminin antitezi olarak algıladılar ve öyle sahiplendiler.
Bu nasıl mümkün oldu? Bu sonuçları mümkün kılan, kitleyle ilişkilerin SSCB’deki örneğe kıyasla daha güçlü olmasını sağlayan düşünsel ve politik çalışma neydi?
Öncelikle böyle bir tablonun oluşmasında 1949 öncesi dönemdeki çeşitli faktörlerin payını ortaya koymak gerekir. Çünkü 1949’da Çin Devrimini gerçekleştiren Mao önderliğindeki devrimcilerin yaşadığı yalnızlık, Ekim Devriminin liderlerine kıyasla epey azdı, onlara kıyasla pek de yalnız sayılmazlardı. Yani böylesi bir kitlesel güce sahip olmak bakımından zaten 1-0 önde başlamışlardı. Ekim Devrimi, disiplinli, etkin ve iktidar ufku olan bir dar kadro faaliyetinin, merkezi devleti elinde bulunduran düşmanın yaşadığı krizi doğru biçimde değerlendirmesinin eseri olarak ortaya çıkmış ve çok ani yaşanmıştı. Ekim Devrimcileri kendilerini devletin başında bulduklarında geniş halk yığınları içerisinde kökleşmiş ilişkilerden mahrumdular. Oysa Çin Devrimcileri, emperyalizmin müdahaleleri ve savaş ağalarının kendi içlerindeki mücadeleleri sonucu parçalanmış bir siyasi yapı içerisinde mücadele ediyorlardı ve uzun soluklu özerk alanlar, kızıl siyasi üsler inşa ederek kitlelerle güçlü ilişkiler kurabilmişlerdi. Köylerdeki reformu -kira indirimi, borçların silinmesi, sınırlı toprak dağıtımı- yabancılara karşı direnişle birleştirme becerisinden kaynaklı büyük bir destek kazanmıştı ÇKP halk arasında. Bu ikisinin birleşimi ona, Bolşeviklerin asla elde edemediği bir toplumsal derinlik kazandırdı. Çin’de sözü geçen siyasi üslerde zaten bir sosyalist iktidarın ve sosyalist toplumun küçük prototipleri pratik edilmeye başlanmıştı ve Mao burada demokratik kitle çalışmasına çok önem veriyordu. 1937’den 1945’e kadar ÇKP’nin ana karargahının bulunduğu ve fiilen özerk bir statüye kavuşan Yenan bölgesinde uygulanan modelin ayırt edici özellikleri şöyleydi: ademi merkeziyetçilik, bürokratizm ve elitizm karşıtlığı, kolektif amaçlar ve disiplin, maddi olmayan teşvikler ve kitlelerin sosyal ve ekonomik faaliyetlerin tüm yönlerine katılımı. Kalkınma kapsamlıydı, sadece seçilmiş bir kesimi değil, tüm sektörler için tasarlanmıştı.
Çin Devrimcilerini Ekim Devrimcilerinden daha avantajlı kılan diğer tarihsel faktörler ise Çin’de köylülerin derin devrimci dinamikler barındırması ve Japon işgaliyle birlikte devrimci savaş koşullarının daha da güçlenmesiydi. Fakat bu nesnel koşulların ÇKP lehine işlemesi aynı zamanda Mao’nun, doktriner teorileri ve Komintern’in isteklerini izlemeyi reddetme cesareti göstererek somut koşulların analizine yönelmesi gibi bir öznel faktör sayesinde mümkün oldu. Yine bununla bağlantılı olarak Marksizmin sinifikasyonu (Çinlileştirilmesi) denen şeye çok önem veriliyor; bunun geniş halk kesimlerine ulaşmak için gerekli olduğu söyleniyordu. Şöyle diyordu Mao: “Sekiz ayaklı yabancı makaleleri bir kenara atmalı, soyut ve boş ezgiler söylemeyi bırakmalı, dogmatizmi terk etmeli ve bunların yerine sıradan insanların görmeyi ve duymayı sevdiği Çin havalarını koymalıyız.”
Kısacası, 1949’da Çin’de merkezi iktidar ele geçirildiğinde ÇKP ve Mao yaygın bir halk desteğine ve meşruiyetine sahiptiler. Fakat artık iktidar sahibi olmak kitleyle ilişkiler bakımından yeni bir imtihan getiriyordu. Emperyalizmin ve ardından Komintang’ın yenilmesi ve ulusal birliğin sağlanması mücadelesinde halk desteği sağlanmıştı ancak şimdi sosyalist kuruluş dönemi başlamıştı ve bu özellikle üretim ilişkilerinin değiştirilmesine ve üretici güçlerin geliştirilmesine dair yepyeni radikal ve avangard uygulamalar, kararlar gerektiriyordu. Devrim öncesinde söz konusu olmayan çok daha ileri adımlar atılması gerekiyordu. Bu yeni adımların atılmasında kitlelerin aktif dahli, bu adımları sahiplenmeleri nasıl sağlanacaktı?
Mao, Sovyet deneyimini inceleyerek, sosyalist iktidarda yalnızlaşma ve bu yalnızlığın içine hapsolma tehlikesinin olduğunu gördü. Sosyalist iktidar sahipleri devlet gücünün ellerinde bulunmasına yaslanarak ileriye yönelik dönüşümleri devlet ve yasa zoruyla uygulamaya koyma yoluna gidebilir ve kitlelere yabancılaşabilirdi. Bu durum bürokrasi ve kastlaşma getirebilirdi ve sonuç olarak sosyalizmin kökleşmesine engel olabilirdi. Bu devrim öncesi dönemden farklı bir durumdu elbette. Mao, Kruşçev’in saldırılarına karşı Stalin’i savunsa da Stalin’in özellikle kırı ilgilendiren kararları tepeden biçimde, köylü kitlelerle bir temas geliştirmeden, onları ideolojik olarak etkilemeye çalışmadan vermesinin bu tür bir sonuç yaratabileceğini düşünüyordu. Ve Mao kitlelerle ilişki üzerine çok önceden beri sürdürdüğü düşünüşe yeni bir boyut ekledi, iktidarla gelen bu yeni sorunun çözümü üzerine düşünerek. Bu sorunun adını bürokrasi ve kastlaşma olarak koydu ve sosyalizmin tüm atılımlarını bürokratik ve katı anlamda merkezi olmayan, kitlelere temas eden politikalar içinde örgütlemeye girişti.
Mao bu meseleye karşı o kadar duyarlı ki iktidarın alınmasından yalnızca dört sene sonra, 1953’te bürokrasiye savaş açıyor. “Bürokrasi ve Komutacılıkla Mücadele” isimli bir makale yazıyor bu tarihte. Kitleleri sosyalizmin sorunlarının çözülmesine yönelik yaratıcı inisiyatifler almaya, sosyalizmi sahiplenmeye yönlendirmenin yollarını arıyor. İdeolojik kampanyalara, sosyalizme ve devrime inancı tazeleyecek kampanyalara çok önem veriyor. Kitlelerde kendiliğinden ortaya çıkan inisiyatiflere, örneğin kooperatifleşme inisiyatiflerine çok özel bir dikkat gösteriyor, ve onları cesaretlendirip yaygınlaştırıyor. Nitekim 1953 ile ‘58 arasındaki kolektifleştirme süreci bu ruhla yürütülebiliyor. Mao o kadar duyarlı ki bürokratikleşme meselesine, partisindeki yoldaşlarının üretici güçlerin geliştirilmesi için uzmanlaşma ve teknolojinin gerekliliğine, ekonomik sorunların çözümüne, ekonomik geçişin daha yavaş ve emin adımlarla yapılması gerektiğine dair vurgusunun bir tür bürokratik merkezi kast hiyerarşisine yol açacağından endişe duyuyor. Bu yönelimlere 1958’de Büyük İleri Atılım (BİA) projesiyle cevap veriyor. Üretici güçlerin geliştirilmesi için kol emeği – kafa emeği ayrımına ve teknik akla değil kitlelerin devrimci motivasyonla kolektif ve yoğun üretime katılmasına gerek olduğunu söylüyor. Kent-kır, sanayi-tarım, kafa emeği-kol emeği ayrımlarını reddeden, kitlelerin kır ve kenti ayağa kaldırmak için inisiyatifli, yoğun ve kolektif üretimine dayanan bir süreç olarak BİA başlıyor. Yenan modeline referansta bulunuluyor. Mao, kitlelerin seferberliğine o kadar güveniyor ki 15 yıl içerisinde ekonomik olarak İngiltere’nin geçilip ABD’nin düzeyinin yakalanacağına inanıyor. Fakat böyle olmuyor, maalesef aksine Büyük İleri Atılım başarısız oluyor, süreç plansız bir şekilde işliyor, sonuç olarak gerekli tarımsal üretim yapılamıyor ve kötü hava şartlarının da etkisiyle en az 11 milyon kişinin öldüğü bir kıtlık yaşanıyor. 1962’de Büyük İleri Atılım sonlandırılıyor. Fakat BİA ekonomik hedefleri bakımından başarısız olmasına rağmen Mao’nun kitlelere yönelik yürüttüğü özel ideolojik çalışmalar başarısız olmuyor. Tüm bunlar olurken sosyalizme ve ÇKP’ye düşmanlık gelişmiyor, ÇKP, SBKP’den farklı olarak devlet baskısına başvurmak durumunda kalmıyor.
Büyük İleri Atılımdan sonra partinin önemli sayıdaki kadrosu ekonomik sorunların ideolojik kampanyalarla çözülemeyeceği şeklindeki görüşlerini daha yüksek sesle dile getirmeye başlıyorlar ve BİA sebebiyle Mao’yu eleştiriyorlar. Mao bu ekonomik ve teknolojik gelişmeyi merkeze alan devlet yönetimi anlayışında kapitalizme giden bir yol görüyor – Sovyetler Birliğinin Stalin’den sonra girdiği yolun kapitalizme doğru gittiği tespitinin de etkisiyle. Stalin hem kitleler hem partisi içinde yalnızlık yaşamıştı, Mao kitleler içinde değil ama partisi içinde yalnız kalarak bu kaderi paylaşıyor. Ve bu konjonktürde Kültür Devrimini başlatarak partideki “kapitalist yolcular”a, bürokrasiye savaş açıyor. Bu savaşı yürütmek için Sovyetler Birliğinde olduğu gibi devletin baskı aygıtlarına başvurmuyor, bir kez daha kitlelere başvuruyor. Mao her zaman olduğu gibi, ne tür bir politika uygulamaya konursa konsun, bunu kitlelerdeki devrimci ruhu, dinamizmi, canlılığı, sosyalizme bağlılığı artırıcı yöntemlerle yapmanın yolunu arıyor. Ve nitekim Kültür Devriminin ünlü sloganı bunu yansıtıyor: “Önemli olan uzman değil, kızıl olmaktır.” Kültür Devrimi deneyimi yarattığı coşku bakımından çok kuvvetli ve kampanya ciddi oranda etkili oluyor. Çok büyük bir dinamizm yaratıyor toplumun dikkate değer bir kısmında, özellikle gençlerinde. Fakat önder ve kitle arasındaki, partiyi ekarte eden bu ittifak tarzı, siyasi birlik sağlamak ve tutarlı, bütünlüklü ve pozitif bir politik kampanya yürütmek bakımından başarısızlık getiriyor. Bir tür kaos dönemi yaşanıyor. Kaotik bir siyasi arena, devrimci mücadele için bir sorun olmayabilir. Henüz iktidar değilken iktidarı hedefleyen bir mücadele için kaos ortamının içinde hareket etmek bir sorun olmayabilir; ama Çin’deki durum bu değildi. Şöyle bir paradoks söz konusuydu: Kültür Devriminin belirleyici bileşenlerinden biri olan Mao’nun kendisi aynı zamanda ekonominin, devletin ve ordunun komutasındaki, yani iktidardaki isimdi. Nitekim Mao’nun kendisi de sosyalist devletin ve ordunun tehlikeye girebileceğini hissettiği anda geri adım atıyor, müdahale ediyor ve Kültür Devrimi bir şekilde sonlanıyor.
Tüm bunlardan bir ana, iki yan sonuç çıkararak sonlandırmak istiyorum.
İlk ve ana sonuç: Kültür Devrimi ve Büyük İleri Atılım ne bakımdan başarısız, ne bakımdan başarılı oldu? Bu projeler ideolojik ruhla canlanmış kitlelerin üretimin sorunlarını da çözeceklerini öngörüyordu ve bu somut hedef bakımından başarısız olduklarını tespit etmek zorundayız. Büyük İleri Atılım dört sene içinde sonlandırıldı ve sonunda bir kıtlık yaşandı. Kültür Devrimde de yine birkaç sene içerisinde Mao birçok alandaki radikalizmi yumuşattı ve işlerin çok daha fazla karışmasına engel olacak şekilde müdahalelerde bulundu. Sağcılar olarak gördüğü insanları bazen kendisi koltuklarına geri çağırdı. Fakat neyi başardılar? Çok ilginç bir şey; ciddi somut ekonomik gerilemelere rağmen, ideolojik ruhu ve dinamizmi canlı tutmak bakımından başarılı oldular. Bu bize şunu gösteriyor: Bir sosyalist deneyimde kitlelere verilen büyük önem ve buna yönelik çalışma sonucu çok zor zamanlarda dahi kitlelerin sosyalizme bağlılığını sürdürmek mümkün olabilir.
İkinci olarak, her şeye rağmen, Kültür Devrimi de dahil olmak üzere Mao dönemiyle bugünkü Çin arasında bir bağlantı kurmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Kültür Devriminin ve genel olarak Mao döneminin ideolojik çalışması o kadar kuvvetliydi ki bence bu ideolojik çalışmanın ürünleri bugün dahi ÇKP içinde ve halk içerisinde etkilerini sürdürmeye devam ediyor. Bugünkü ÇKP’ye eleştirel yaklaşsanız dahi hem ideolojik düzlemde hem de ekonomi politikaları düzleminde ilerici ve sosyalist dinamiklere açık unsurlar olduğunu görmezden gelemeyiz. Kültür Devriminin somut içeriği ve somut yöntemleri mevcut iktidar tarafından eleştirilse bile, onun politik ve ideolojik dinamizmi etkilerini sürdürüyor.
Son olarak Kültür Devrimi, Batı’da, solda, hatta radikal solda konumlanan kimi kesimler tarafından bir tür kitle demokrasisi ideolojisi şeklinde anlaşılıyor ve Sovyet deneyimini eleştirmek için bir referans noktası halini alıyor. İdeolojik çalışmaların, kitle çalışmalarının önemini teslim etsek de sosyalizm denen şeyin birçok farklı parametreye göre işlediğini, birçok farklı sorunun çözümünü aynı anda götürmekle yükümlü olduğunu ve devrimcilerin zaman zaman yalnız kalabileceğini, kitlelerle bu kadar güçlü ilişkiler kuramayabileceklerini de akılda bulundurmak durumundayız. Bunu göz ardı ederek Sovyetler Birliğini tek bir ölçüt temelinde, kitle demokrasisi temelinde ele almak yetersiz ve haksızca bir yaklaşım olacaktır.
Teşekkür ederim.
[1] Uluslararası Maoizm Sempozyumu. Umut Yayımcılık. 2024.