HTŞ, geniş bir kesimin haklı hayretleri ve şaşkınlığıyla, Şam’da iktidara yürüdü. Bu yürüyüş, birçok komploya dayanarak açıklanmaya çalışıldı. Birtakım pazarlıkların, jeopolitik deal’ların yapıldığı öne sürüldü. Her birinin belirli bir haklılık payı olduğu kenara konulduğunda, Türkiye’de birtakım ezberlerin tekrar devreye girdiğini, okumanın basit bir emperyalizm, anti-emperyalizm zaviyesinden yapıldığını gördük. Hayli zamandır düşünsel tembellikten çıkmak için herhangi bir çaba gösterilmemesinin bir etkisi olsa gerek, herhangi bir düzey ayrımına gitmeden yapılan açıklamalar, apolojiler ve politik basiretsizlikler kendisini açığa vurdu. Belki de bunun temelinde yıllara yayılmış anti-emperyalizm tartışmasının işlevsiz hayaleti vardır?
Bizatihi Lenin’in emperyalizm kavramsallaştırmasına dayalı olarak geliştirilen anti-emperyalizm tartışması, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında, sosyalist anavatanın savunulması, genişletilmesi ve emperyalizmle karşı karşıya olunan alanlarda mücadele adına anti-emperyalist ve anti-faşist hareketlerin devrimci yurtsever mücadelesi içerisinde kendine yer bulmuştu. Bunu ise Çin Devrimi ve 90’lara kadar kabaran ulusal kurtuluş hareketleri dalgası takip etmişti.
Özgürleşme hareketlerinin jeopolitik pozisyonlarının mirası üzerine yeniden tefekkür etmek, böylesi yoğun bir tartışmanın üzerine biraz daha derinlemesine düşünmek önemli görünmektedir. Yirminci yüzyılın üç ana aksı üzerine düşünmek, gelmekte olan −yahut halihazırda yaşanan− Üçüncü Dünya Savaşının dayattığı politik pozisyonların tartışılması açısından bir zemin sağlayabilecektir. Tarihsel olarak özgürleşme hareketlerinin üç temel jeopolitik konjonktürde “başarılı” politikalar yürüttüğünü söyleyebiliriz. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşına rastlayan devrimci yenilgicilik, İkinci Emperyalist Savaş konjonktürüne damgasını vuran anti-faşizm, ve İkinci Emperyalist Paylaşım savaşından bugüne değin süren anti-emperyalizm bu üç ana aksı oluşturur.
Birinci durumda çoklu emperyalist çatışma içerisinde pozisyon belirleyen Leninci kurtuluşçuluk, iktidarı ele geçirdiğinde belirli bir zaafiyete uğramaktan kaçınamamıştı. İkinci durumda anti-faşistyönelim, ülkelerin iç siyasetine belirli yollardan entegre olmayla sonuçlanmıştı. Bu, Soğuk Savaş konjonktüründe Uluslarası Komünist Hareket’in iç tartışmalarından da ciddi oranda etkilenmişti. SBKP’nin dış politika yaklaşımının dışında pozisyon tutma arayışıyla, bu yönelim, belirli bir reformist uzlaşıyla sisteme dahil olmuştu. Üçüncü durumda ise anti-emperyalizm, emperyalist dünyanın lideri ve “baş düşman” olan ABD’ye karşıt geniş bir koalisyonun var olmasına yol açmıştı. Buna bağlı olarak, anti-emperyalist savaşımlar belirli bir milliyetçilik içerisinden konuşmuştu.
Nitekim, anti-emperyalizm ve anti-kolonyalist retorik, Küba, Cezayir, Vietnam gibi birçok başarılı savaşımın temel sloganı ve grameri olmuştu. Bu, belirli bir jeopolitikadan, Soğuk Savaş’ın ABD karşıtı konsolidasyonundan ciddi anlamda etkilenmiş bir gramerdi.
Ama aynı zamanda bu gramer, Sovyet dış politikasının kendi güvenliğini öncelediği birçok süreçte de yürürlükteydi. Bunun anlamlı bir örneğini SBKP güdümündeki TUDEH’in, İslam Devrimi sırasında anti-emperyalizm söylemiyle Molla devriminin peşinden gitmesi oluşturur. Üçüncü Dünya’nın “Aydınlanmacı despot” komedilerinin de kendilerine yer bulduğu bu gramer kendisini bugün, Soğuk Savaş sonrasında belirgin bir komedi unsuru olarak Türk Devleti’nin temel söyleminde bulmaktadır.
İronik bir şekilde anti-emperyalizm söylemi, açık bir milliyetçiliğin sosu olmaktan öteye gidemeyen, çeşitli biçimlerde Direniş Ekseni apolojizmine sığınan “entelektüel” camianın favori tartışması haline gelmiştir. İlginçtir ki bu cenah, büyük bir anti-emperyalist eylem olan devrimciliği, ABD oyunu olarak görmekten öteye bir siyasal canlılık göstermemektedir.
Anti-Emperyalizm Öldü mü?
Elbette, bir devrimci jeopolitika olarak anti-emperyalizmin hâlâ var olup olamayacağına ilişkin soru günceldir. Eğer anti-emperyalizm, Türkiye’nin pozisyon alışlarını, büyük bir emperyalist gücün uzantısı olarak okuma alışkanlığının sürdürülmesiyse, bütün tortusuyla birlikte devrimcilerin zihninde ulusalcı bir komplo olarak iş görmektedir. Ancak aynı zamanda, emperyalizm tartışmasına belirli bir katkıda bulunmaya çalışan alt-emperyalizm tartışması da mevcuttur.
Alt-emperyalist kavramı, emperyalizm tartışmalarının güncel gereksinimlerine işaret etmek için öne sürülmüştür. Kavram özellikle Brezilya, Güney Afrika, Hindistan gibi ülkeleri nitelemek için kullanılsa da Türkiye de bu kavrama uygun düşen bir gelişme eğrisi göstermektedir. Kavram, büyük emperyalist güçlerle yer yer çatışan bölgesel stratejiler üretebilen; askeri, ekonomik ve siyasi güce sahip “orta düzey” gelişmiş devletleri nitelemektedir. Türkiye’nin son yıllarda özellikle Kürdistan’ın çeşitli parçalarında ve bölgede geliştirmeye çalıştığı stratejinin, askeri, ekonomik ve siyasi yayılmacı çizgisi bu kavrama denk düşen bir pozisyon alışa işaret etmektedir.
Alt-emperyalist devletler evrensel politikada büyük emperyalist güçlerin pozisyonlarıyla uyumlu ya da doğrudan çatışmadan kaçınan politikalar izlerken, bölgesel ve yerel durumlarda kendi stratejilerini büyük emperyalist güçlere dayatabilecek bir siyaset üretebilmektedir. Buna örnek olarak Türkiye’nin Afrika’ya açılma hamlesini, Rojavayê Kürdistan ve Suriye’de çeşitli çatışmalı pozisyonlarını gösterebiliriz. Bununla birlikte yalnız askeri değil, ekonomik ve siyasi ilişkiler kurmak da alt-emperyalistleşmenin alameti farikasıdır.
Özetlemek gerekirse, bu güçler, bölgesel politikada büyük emperyalist güçlerin stratejilerine etki etmek, onları dönüştürmek için çatışmacı pozisyonlar almak gibi göreli özerk hamlelere girişebilmektedir. Bu durum yalnız askeri değil siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri de geliştirmeyi hedefleyen güçler için önemlidir. Zira Türkiye’nin alt-emperyalistleşme hamlesinin güvenlik sacayağını MİT – Milli Savunma Bakanlığı – Dışişleri Bakanlığı oluştururken, TİKA gibi kurumlar da “yumuşak güç” olarak sahada çalışmaktadır. Bununla birlikte alt-emperyalistleşmenin, bir “iç politika” hamlesi olduğuna da işaret etmek gerekir. Zira içeride dayandığı burjuva sınıf fraksiyonunun genişleme hamlesine paralel gelişen bir yayılmacılık söz konusudur. Özellikle savunma sanayiindeki yerli şirket atılımları bunun önemli bir örneğini oluşturmaktadır.
Dolayısıyla Türkiye bölgesel alt-emperyalistleşme stratejisinde, genellikle ABD’nin değişen stratejisine etki etme ve uyumlanma hattını izlerken, Rusya ve ABD çelişkisinden de faydalanan “dengeci” bir hatta oturmaktadır. Bu, aynı zamanda içeride politika üretiminin merkezini oluşturmaktadır. büyük ülke olma söylemi, Türkiye’nin terörle mücadelesi söylemi gibi ana meseleler iç politikayı dizayn eden bir sopa işlevi görmektedir.
Bu minval üzere anti-emperyalizm, ister alt-emperyalist kavramını kabul edelim, ister devletin kendini yerleştirdiği “orta düzey güç” üzerinden tanımlayalım, Türkiye’nin doğrudan pozisyon alışları üzerinden düşünülmek zorunda kalır. Biz, yazı boyunca “Türk yayılmacılığı” adını vermeyi uygun görüyoruz geçici olarak.
Zira Suriye’de bugün gerçekleşenleri anlamlandırmaya çalışan zihinlerin belirli bir körlük yaşadığı evre burada başlamaktadır. ABD’nin küresel egemenliğini sürdürmeye dönük emperyalist hamlesini Ukrayna üzerinden değerlendiren bir anti-emperyalist okuma şüphesiz yerindedir. Bunun bir uzantısı olarak İsrail’in güvenlik kaygıları bahanesine yaslanan Ortadoğu savaşı da elbette ABD-İsrail bloğunun Direniş Ekseni karşısındaki genişleme hamlesine rastlar. Bu hamle, son olarak Suriye’de Esad rejiminin yıkılmasıyla sonuçlanmıştır.
Fakat Esad’ın devrilmesiyle Suriye sahasında zaten var olan iki güç yayılma eğilimi göstermiştir: Türkiye ve İsrail. Bunun yanında ABD tartışmasız egemenlik ilan ettiği bu sahada göreli olarak mesafeli-dengeli bir tutum geliştirmiştir. Güneyinden İsrail’in, kuzeyinden ise Türkiye’nin ilerlediği bu yeni Suriye’de anti-emperyalizm ne yana düşer?
Basitçe iki büyük ABD “proxy”si olan Türkiye ve İsrail’in alan kapması içerisinden okumak mümkündür ancak bu bir çeşit zihin tembelliğidir. Zira Ortadoğu’da yayılmacı ajandaya sahip Batı menşeili iki gücün alan kapma mücadelesi vardır.
Bir adım geriye atarak söylenebilir ki; Suriye’de Esad rejiminin varlığının meşruluğu, onun içerideki kompozisyonda tuttuğu yerden değil, jeopolitikanın belirli bir dengesinden gelmekteydi. ABD-İsrail bloğu karşısında bir güç oluşturmaya çalışan Direniş Ekseni’nin meşruluğu, operasyonel anti-ABD pozisyonu, Esad rejiminin dayandığı temel meşruiyetti. Ancak gelişmeler öyle bir seyirde ilerledi ki, iki yayılmacı ajandanın ortak olarak harekete geçmek istediği bir konjonktürde Esad rejimi bir anda devriliverdi. Türkiye ve İsrail de yayılmacı ajandasını fiziksel olarak hayata geçirmek için bulduğu bu fırsatı değerlendirmekte vakitli davrandı.
Şüphesiz, bu hamleden zararlı çıkan iki taraf mevcuttur: Birincisi tüm azametiyle belirli bir doygunluğa ulaştığı düşünülen Direniş Ekseni ve diğeri ise jeopolitik dengelerin yarattığı çatlaklar üzerinden dikkatleri üzerinden savmayı bugüne kadar başaran SDG. Şaşılacak bir şey yok bunda, iki yayılmacının iki operasyonel düşmanı, yayılmacı ajandaların başarısı karşısında şimdilik dezavantajlı bir pozisyona gerilemiştir. Bu dezavantajlı pozisyonu yalnızca sahadaki fiziksel pozisyonlar üzerinden değil, bulanan zihinler üzerinden de okumak gerekir.
Batı ve Kürtler: Düşmanla Uzun Süren Flört
Kürtler öncülüğündeki SDG, uzunca bir süredir Batı’nın belirli bir sempatisi altında Suriye’de varlığını sürdürüyordu. Ancak bu sempatiye rağmen SDG, varlığının hiçbir döneminde, Batı’ya bugün olduğu kadar yatkın bir pozisyon belirtmemişti. Bugüne değin adına Suriye Muhalefeti denen toplamın, Esad işbirlikçisi olarak suçladığı SDG −ki haklı sebepleri vardı bu suçlamanın−, bugün tamamen Batı’nın İsrail ve Türk yayılmacılığı arasında kuracağı dengeye göre hareket etmeyi bekliyor. Politik güçler, dayandıkları fiziksel zor kapasitesi nazarında kendi varlıklarını böylesi cephelerde gösterirler.
Kürtlerin meşru varlığını Suriye’nin iç meselesi olarak görmeyen yozlaşmış Esad rejimi, içeride ittifak ilişkilerine yanaşmayarak ve Rusya’nın SDG’yle uzlaşma baskısını savuşturarak tamamen yalnızlaşmış, askeri açıdan da çürümüştü. Yine de zımni anlaşmalar ve sahadaki farklı güç dinamikleri, bugüne değin gözlerden ırak bir şekilde ikili oynamayı becerebilen SDG’nin varlığını güçlendiriyordu. Ancak bugün bu masa, tek bir yöne doğru eğildi. Suriye denen savaş cephesinde Direniş Ekseni’nin açık fiziki varlığı sona erdi.
Bugün, gerek Kürdistan diasporasının Batı’da olması, gerekse de zaten bulanık olan birtakım yönelimlerin Batı tarafından manipülasyonu sonucu belirli bir Batıcı damar kendisini Batının kurtarıcılığını beklemekte buldu. Halbuki Kürt Özgürlük Hareketi, bugüne değin Batıyla herhangi bir uzlaşma geliştirememiş, en basit legal mevzileri bile kazanabilmek için yıllara yayılmış bir savaş yürütmüştü.
Elbette sahadaki gerçeklik farklıdır ve pratiğin yönlendiricilerini kuşatan zorunluluklar silsilesi başka bir bağlama tekabül eder. Ancak, bunun yanında, belirli bir Batıcı söylemin kendi ideolojik pozisyonunu kuşatan etkisini görmeyen Batıcı bir duruşun gelişmekte olduğunu gözlemleyebiliriz. Örnek vermek gerekirse, “radikal demokrasi”nin Kürtçe yorumu olan “demokratik ulus” tezi, Batıcı kapsayıcılık içerisinden sunulmaya çalışıldığı müddetçe zararsızdır. Ancak demokratik ulus, en azından Sayın Abdullah Öcalan’ın söyleminde, bugüne değin devletçi ulus fikrinin yıkımını öne süren, kapsayıcı ama bunu azınlıkların içerilerek sindirilmesinde değil, ulusu devrimci bir dinamikle dönüştürmekte bulan bir çözümdür. Bu, hiç de Batının hoşnut olacağı liberal kapsayıcılık değildir elbette.
Diğer taraftan Batı liberalizmine her zaman için soğuk bir şüphecilikle yaklaşan KÖH, Batının nezdinde hiçbir zaman HTŞ kadar meşru bir aktör olmamıştır. Bunu basitçe şöyle ifade edebiliriz: Blinken’in söyleminde IŞİD karşıtı koalisyonun önemli bir ortağı olan SDG’nin anılmasından hemen önce PKK’nin Türkiye’de yarattığı güvenlik endişeleri anılır. Ancak, yıllarca terör listesine aldıkları ve başına ödül koydukları Colani ve hareketinin yarattığı bir güvenlik endişesi Batı açısından mevcut değildir, amentüleri olan terörle mücadele yasalarını bile bunun için gözden çıkarabilirler.
Demek ki Batı liberalizminin kapsayıcılık masalı, Batı çıkarlarının sürekliliğini sağlayacak kadar istikrar üretebilecek her yapının kendisini meşru kabul etmekte bulur. Fakat KÖH’ün önerdiği demokratik ulus, aksine, Suriye’nin Batının oyun tahtası olmaktan kurtarılması için önerilmesi gereken bir tezdir. Velhasıl, bugün belirli bir Batıcı liberallik, Kürtlerin ve müttefiklerinin oluşturduğu SDG’nin kaderini, Batı tipi bir kapsayıcılığa havale ettiği sürece yenilgiden kaçamaz.
Fakat öte yandan sahanın gerçekliği, tamamen Batı’nın egemen olduğu bir Suriye sahasında, iç kompozisyonu tamamen geçersiz kılan bir jeopolitikada nasıl hareket edileceği sorusuysa, Rojava devriminin karakterine ilişkin bir tartışma da şimdilik gereksizdir. Yozlaşmış Esad, Direniş Ekseni’ne karşı yaptığı büyük saygısızlığı, 21. yüzyılın ilk devrimine karşı da yapmıştır elbette.
Batı Suriye’de Yalnızca Kürtlerden mi İbaret?
Ancak, Batıcılığa belirli bir meyil gösteren SDG’nin Suriye sahasındaki tek Batı gücü olduğunu söylemek, cahillik değilse ulusalcı bir art niyettir. Suriye’nin bir kısmını doğrudan işgal eden, kendi proxysini Karabağ ve Libya’da savaştırdıktan sonra tekrar Suriye’de sahaya süren Türkiye Batıcı bir güç değil midir? Suriye’deki iki büyük işgalci güçten en çok alanı tutan yine Türkiye değil midir? ABD’nin 900 askeri ve iki büyük ABD proxysi olan Türkiye ve İsrail’in varlığı bir vakıa değil midir?
Uzunca bir süredir stratejik özerklik adı altında yürütülen ikili ve proaktif dış politikası sonucu Türkiye, belirli bir güç söylemi oluşturabilmişti. Bu stratejik özerklik aynı zamanda Rusya’yla ilişkiler kurabilen, BRICS’e giden, Ukrayna-Rusya savaşında göreli özerk bir tutum alabilen dış politika üretmişti. Ancak bütün bunlar olurken Türkiye, Batıcı bir güç olmayı sürdürmüştü. Bunu en açık şekilde HTŞ’nin Şam yürüyüşünde açık-örtük onayı ve zımni katkısıyla görebiliriz elbette. Zira Türkiye, İran ve Rusya’dan bazı önde gelen düşünürlerin “ihanet” nidaları altında, Şam’ın düşmesini kutladı, İşgalci ordunun master mind’larından olan Kalın, Emevi Camii’nde namazını eda etti. İsrail’in Şam’a yürümeye çalıştığından şikayet eden belirli bir meşru toplam, Emevi Camii’ne akın eden başka bir Batıcı gücü görmezlikten gelmeyi tercih etti. Namaz kılıyor olması onu Batıcılıktan azade mi kılıyor?
Stratejik özerklik hamlesinin, tam anlamıyla sonlanarak Türkiye’nin Batının tam anlamıyla dümen suyuna girdiğini iddia etmiyoruz elbette. O hâlâ belirli bir stratejik özerklik çerçevesinde hareket etmeye çalışan bir yayılmacılık örneği sunmaktadır. Ancak bu yayılmacılık, yukarıda emperyalizm tartışması içerisinden ortaya konulmaya çalışılan bir bağlamda kritiktir. Batı emperyalizmi yalnızca ABD’nin ve proxylerinin değil ama aynı zamanda onun politikaları altında hareket eden birtakım özerk güçlerin de varlığını kabul etmektedir. Türk yayılmacılığı, kolektif Batı emperyalizminin bir parçası olarak Suriye’de işgalci bir güç olarak sahada varlığını perçinlemiş, paylaşımdan kendi lehine kazançlı çıkmak için masaya oturmayı denemektedir.
Bugün baş emperyalist olan ABD’nin varlığı, Batı emperyalizminin yalnızca ABD ve proxylerinden oluştuğu anlamına gelmez. Çünkü Batı emperyalizmi çelişkili emperyalistler, emperyalistleşme eğilimi gösterenler ve yayılmacılardan müteşekkildir. Bu güçlerin çıkarları bazı durumlarda örtüşürken bazen de çelişebilir ve bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Batının Ortadoğu’daki iki ileri karakolundan yaşlı olanı Suriye sahasında bir işgalciyken, elbette genç olanı da farklı bir ajandayla işgalci olarak sahaya girebilir. Demek ki Suriye’de birden fazla işgalcilik ve birden fazla yayılmacı ajanda, Batının kapsayıcılığına mündemiçtir. Bu minvalde anti-emperyalizmi tekrar işlevli kılmak, belirli bir devrimci jeopolitika okumasını gerektirir. Bu okuma yalnızca Batı karşısındaki büyük güçlere beslenen derin hayranlık olamaz. Kimileri Çin’in sosyalist olduğundan hareketle başka bir pozisyon belirtiyorsa da bu tartışma bambaşka bir bağlama girer.
Sonuç Yerine Tartışma Notları
Yeni oluşan Suriye sahası, Batının tam egemenliğinde kurulmuş bir oyun sahasıysa, Suriye sahasında Direniş Ekseni’nin yozlaşmış parçasına beslenen hayranlıkla bir yere varılamayacağı açıktır. Akıl tutulmasından mustarip olmayanlar, Direniş Ekseni’nin Suriye’deki varlığının belirli bir denge unsuru olarak hayra alamet olduğunu, bunun dışında anti-emperyalist bir muhtevası olmadığını bilirler. Ancak bugün yeni gerçeklik Suriye’de Direniş Ekseni’nin na-mevcut olmasına işaret ediyor.
Bu bağlamda elbette anti-emperyalizm adına belirli bir sterillikten saçmalıklar önerilebilir. Esad’a ağıt yakılabilir ya da Lübnan’daki BAAS’çı milliyetçiliğin açıklamaları belirli bir safdil beklentiyle takip edilebilir. Ancak, arif olan, Esad’ın iç dinamiklerle ayakta kalamayacağını, direnişçi bir ordunun var olmadığını, Direniş Ekseni’nin kahramanca müdahalesinin yüzü suyu hürmetine var olduğunu bilirdi. Nur yüzlü mollaların da ehveni şer olmadığını yalnızca belirli bir jeopolitik ajandanın tali unsuru olduğunu anlardı.
Anti-emperyalizm tartışmasını yapmak, bugün Suriye sahasını iki yayılmacının baş emperyalistle kurduğu ilişki üzerinden okumayı gerektirir. Ama aynı zamanda bu tartışmayı yapmak, bir anlamda milliyetçiliklerine ve düşünsel tembelliklerine kılıf olarak çektikleri anti-emperyalist retoriği ifşa etmekten geçer.
Eğer anti-emperyalizm, Çayancı terimlerle söylersek, açık işgal koşullarında baş çelişkiyi işgal olarak görüyorsa, işgalci orduların üniformasının ne olduğunu söylemeye gerek var mı? Sahada işgalciler, −çoğu Tanf’da olan− 900 ABD askerinin yanında, Golan’dan gelen bir yayılmacı ve kuzeyde 911 km uzunluk ve 30 km derinlik hedefleyen “yoksul halkın” askerleridir. Sahi, yoksul halkın çocukları da işgalci olabilir değil mi? Onlar da anti-emperyalizm tartışmasında düşünülebilir değil mi?
Bir şeyin retorik olduğunu söylemek, onun retorik etkisini ortadan kaldırmayacaksa, bu retoriğin arkasından şunu söyleyebiliriz: Bir devrimci jeopolitika olarak anti-emperyalizm, müttefikler politikasındaki belirli bir esnekliği göze aldığı müddetçe varlığını sürdürebilir. Ancak yeter ki anti-emperyalizm tartışması, Direniş Ekseni apolojizmine, Türkiye’deki izdüşümü olarak ulusalcılığa ve onun ideolojik etkisine heba edilmesin.