Ana SayfaKürsüSuriye Karşı-Devriminin Şahsiyeti

Suriye Karşı-Devriminin Şahsiyeti

Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesi her hâlükârda güçlünün zayıf karşısında beklenmedik yenilgisinden başka bir şey değildi. Ya da en azından yüzeyde daha güçlü görünen tarafın mağlubiyetinden bahsediyoruz burada. “Ben bekliyordum” diyebilen çıktı mı bilmiyorum ama 13 yıl direnmiş rejimin on gün dayanamaması 15 Temmuz askerî darbesi, 2021 ABD Kongre binası baskını ya da Rusya’da Wagner ayaklanması gibi bir sürprizdi. Ki bu “garip” olaylar içinde saydıklarımızdan ilki sürpriz oranı en düşük olandır. Belki de beklenmedik siyasal olay ve dönüşümleri de bu çağın karakteristiklerinden biri diye saymalıyız. Bu yeni “aşırılıklar çağı”nda her “sürpriz”in kısa sürede özümsenip sıradanlaşması −hatta sosyal medyada derhal karnavalesk bir malzeme hâline getirilmesi− “beklenmeyenin beklenirliği”ni bu döneme hizalıyor.

Şahsen, kendi köşesinde durumunu idame ettirmeye çalıştığını varsaydığım cihatçıların düşündüğümden daha moralli, güçlü ve donanımlı olduklarını fark etmem anca cihatçıların Halep’e yürüyüşünden birkaç hafta önce paylaşılan bir video vesilesiyle oldu. İdlib’teki Uygur savaşçıları gösteren propaganda videosunda cihatçıların başka bir aşamaya geçtikleri kolayca anlaşılabiliyordu. Elbette yine de tek bir propaganda videosundan rejimin yıkılışına gidecek bir öngörüde bulunabilmek mümkün değildi. Video bize sadece “bu konu üzerine bir kez daha düşün” demiş oldu. Kafamızdakiyle sahadakinin farklı olabileceğini hissettik.

Yine de cihatçıların durumunun malumatımızdan daha iyice olduğunu öğrenmek rejimin askerî, moral, psikolojik, taktik kuvvetinin ya da yetkinliğinin ne düzeyde olduğu konusundan daha önemsizdir. Görüldü ki o kadar sene dayanıp bir anda tuzla buz olan Suriye devleti psikolojik, siyasal, askerî üstünlük kurduğuna emin olunan görece sakin birkaç senelik safhada bir hiçe dönüşmüş. Bunun sıra dışı bir vaziyet olduğuna sanırım hepimiz kaniyiz. Zira tankı, topu, hava gücü olmayan, ellerinde silahlar, altlarında motosikletlerle gelen bir savaşçı grubuna koca ülkenin kaybedilmesinin askerî bir açıklaması yok.

Suriye savaşının bu aşamasında zafer silahının kabzasını tutan şey ideolojik üstünlük ve moral olmuştur. Sadece bu değil ama en çok bu…

Suriye devleti, Astana anlaşmasının çizdiği sınırlar dâhilinde Türkiye’nin himayesi altındaki İdlib’in üç milyon nüfuslu şeriat devletçiğine müdahale edemiyordu. Lâkin görüldü ki bu süreçte devlet, askerî, taktik, ekonomik, siyasal ve sosyal manada da tam bir çöküş durumundaymış. İdlib’e operasyon yapılamaması ne kadar normalse, İdlib’ten çıkabilecek bir huruç harekâtına karşı tam hazırlıksız olma hâli o kadar anormaldir. Burada Esad’ın ya çokuluslu taahhütlere sonsuz güveni ya da çaresiz kalışı rol oynadı. Ekonomik yaptırımlar altında iyice yoksullaşan halk içinde yönetime sempatinin daha da gerilemesi ve uzun savaş döneminde yıpranan üstelik yenilenemeyen, küçülen ordunun zafiyeti sonucun belirleyenlerinden oldu. Sıkça değinilen yolsuzluk, gayrimeşruculuk salgını da yenilginin belirleyenlerindendir, kitlelerin yönetimi kalbiyle buğz edişinin kaynaklarındandır.

Kumdan kale gibi çözülen rejim karşısında hızlı bir zafer kazanan HTŞ’nin arkasındaki uluslararası desteğin −bilhassa Türkiye’nin belirgin desteğinin− bir hazırlama, yönlendirme biçiminde olduğu, bunun sahayı, askerî ilerleyişi doğrudan etkilemediği aşikâr. Yani HTŞ’nin karşı-devrimini büyük ölçüde kendi öz gücüyle, bundan da daha çok rakibinin güçsüzlüğüyle, özellikle de ideolojik, moral, politik kudretsizliğiyle açıklamak zorundayız. Türkiye solunda objektif yazarları tutmayan çoktur, onların yorumları “orta yolcu” bulunur. Ancak Suriye karşı-devriminde Suriye devletinin zaaflarından önce TC’ye, İsrail’e, ABD’ye ve bunların karşı-devrimdeki rolüne bakanlar daha en baştan analizlerini hatalı bir yerden kurmaya mahkûmdur. Emperyal güçlerin, müdahil devletlerin bu karşı-devrimde rolü −muhtemelen tutacağını bildikleri ama bu kadar da hızla tutacağını öngöremedikleri− bir zar atma işinden ibaretti. Bu öngörü ve cüret için de sadece Suriye devletinin ne kadar zayıf düştüğü bilgisine sahip olmanın yeterli olmayacağı, bunun yanı sıra Suriye’nin arkasında duran “devler”e dair belirleyici malumatlara ulaşılmış olmanın gerektiği de açık. Bu da şu anda, günümüz dünyasının artık en önemli meselesidir.

Bir süredir Rusya (ve müttefikleri) ile ABD/ Batı ekseninde özellikle Ukrayna savaşından sonra alevlenen dünyanın yeniden çok kutuplulaşması safhası belki de Suriye topraklarında medfundur…

Rusya’nın ve İran’ın, daha düne kadar üstün göründüğü Suriye’de yenilgiyi bu kadar kolayca kabul etmeleri yalnızca Suriye devletinin savunulamayacak durumda olduğunu sezmeleriyle açıklanabilir mi? Hiç sanmıyoruz. Baas bürokrasinin HTŞ ile Esad’a rağmen yaptığı uzlaşma elbette ki yenilgide belirleyici olmuştur fakat bu sabık yöneticileri can düşmanlarıyla bu denli barışçıl bir geçişe ikna eden tespit edilmiş bir güç dengesizliği olmalı. Muhtemeldir ki bu dengesizliği önceden görmekten ziyade HTŞ’nin Halep seferini takiben birileri tarafından buna ikna edildiler. Ancak yine de Direniş Ekseninin Aksa Tufanından sonra aldığı ağır kayıplar, Rusya’nın Ukrayna’ya odaklanması Suriye’deki bu yenilgiyi bizce açıklamaya yetmiyor. Rusya nezdinde de İran nezdinde de daha büyük, daha zorlayıcı, Batı blokunun ortaya koyduğu bir hakikat mi söz konusu? Yani düne kadar üçüncü cihan harbinden nükleer füze kullanımına kadar birçok uçuk ihtimal konuşulurken en önemli sahada bu ani geri çekilmenin kabulleniş gibi bir çıktısı var.

İster Ukrayna hususunda Rusya’yla varılan bir anlaşma neticesinde olsun, ister bir dostumuzun dediği gibi Pezeşkiyan’ın Gorbaçov olmasından kaynaklansın geri adım dünyayı yeniden çok kutuplulaştırma iddiasından ricat anlamına geliyor. Eğer −şu an bu minvalde bir iz yoksa da− Ukrayna’da gerçekten, Trump’ın koltuğu devralmasıyla başlayacak bir çözüm masadaysa ve bunun için −Rusya’yı Afrika’ya da bağlayan− Suriye’den bir iki üs hariç vazgeçilmişse ABD/ Batı, dünya şampiyonluğunun altını kuvvetle çizmeye hazırlanıyor demektir. Direniş Ekseninin primus inter paresi İran’ın, kendisini Filistin’e, Lübnan’a eriştiren Suriye’den çekilmesi, buralardaki direnişin nefes borusu olan Suriye’nin denklemden çıkması Filistin kurtuluş örgütleriyle, tek başına çok büyük anlamlara gelen Nasrallah’ın şehadetiyle yaralanan Hizbullah’ın artık kavgaya büyük ölçüde yalnız devam etmek zorunda kalacakları demek oluyor. İslamcıların şu an kutlamakla meşgul olduğu bu mefhûm, İran ve Rusya’nın stratejik yönelimlerinden ve politik iddialarından verdikleri çok ağır ödünlerdir. Küresel oyundan daha minimal alanlarda savunmaya doğru bir rücû.

Konumları gereği Batı emperyalizmiyle çelişen, onunla mücadele eden ama eninde sonunda gerici olan bu güçlerden tutarlı bir siyaset beklemek onları siyasal, sınıfsal gerçekliklerinden soyutlamak anlamına gelecektir. Daha önce de sık sık değindik, solun −daha doğrusu solun bazı gruplarının ya da kişilerinin− küresel çelişmede Batı’ya karşı Rusya, Direniş Ekseni gibi güçlere daha yakın durması onun sadece bir “reel politik” tutum alışı olarak okunmak zorundadır. Buradan ileri gidilerek, bu güçlerin tamamına sanki “bizim insanımız”mış gibi yaklaşmak, bu oluşumlara tamamen angaje hâle gelmek, eleştirel tutumu kaybetmek sosyalist solun kendi varlık sebebinden istifasıyla aynı anlama gelir. Sosyalist solun “yok” denilecek hâle gelen fiziksel görünürlüğünün bu duygusal boşlukla bu tip bir ideolojik sapmaya sebebiyet verebildiğini epeydir izliyoruz. Mevzunun tam karşı tarafında da asla “kire pasa” bulaşmayan, aynı ezberleri tekrar eden, günün sonunda hiçbir şey söylememiş ve yapmamış olan ama böylece hep “haklı çıkan” (!) başka bir kesim var. Gelin görün ki fikriyatı ne olursa olsun soldaki tüm tarafları eninde sonunda birleştiren tek bir şey var: Bitimsiz bir depresyon. Özne olamamanın, hiçbir sahada “ağız tadıyla” hiçbir gücü destekleyememenin depresyonu. Zengin fakir fark etmeksizin dünyanın dört bir yanında her an patlayan ayaklanmalarda dahi yürütücü olamamanın, onları gerici önderliklere yahut pusulasızlığa teslim etmiş olmanın depresyonu.

Yukarıda Filistin’in kavgada, üstelik aldığı ve almaya devam ettiği bunca ağır darbeden sonra yalnız kalışını andık. Aksa Tufanı’nın öncüsü Hamas bu durumdan gayet memnun görünüyor oysa… Suriye’deki “devrimi” coşkuyla selamladılar. Hamasçıların sahada olan bitene ve ileride neler olabileceğine dair bilgisi bizden çok daha fazla olduğuna göre bu vaziyetin tek açıklaması yine yukarıda Rusya ve İran için söylediğimiz gibi sınıfsal ve ideolojiktir. Bunda kuşku yok ki Hamas’ın kendi genlerinden gelen İhvancılığın olduğu kadar, Sinvar’ın şerefli şehadetinden sonra yönetime gelen kliğin de rolü vardır. FHKC gibi yapıların aksine iki devletli çözüme pek soğuk bakmayan Hamas bu yeni karmaşık ve kesinlikle Filistin davası aleyhine olan durumdan olabilecek en iyi sonucu çıkarma derdinde. Bir yandan Gazze’nin merkezî Filistin yönetimine devri tartışılırken, diğer yandan Filistin Fetih yönetiminin Batı Şeria’daki direnişçilere İsrail’in hava desteğiyle saldırıyor oluşu da durumu daha da içinden çıkılamaz hâle getiriyor.

Suriye’deki karşı-devrimden her anlamda en çok kârlı çıkan İsrail’in Suriye’nin güneyine derhal saldırması ve bölgede ilerleyişinin hiç kimseden tek fiske yemeden hâlen devam etmesi, HTŞ’nin Filistinli gruplara verdiği Suriye’deki kampları terk etme talimatı ve İsrail’in Filistin’de süren katliamları Filistin ve onun kadar değilse de Lübnan davasında en kötü günlere geldiğimizi gösteriyor olabilir. HTŞ’nin, Hamas’la birlikte işgalci İsrail’e füze saldırıları dahil operasyonlar gerçekleştiren FHKC-GK’yla (Lübnan’a kadar sıçrayan) çatışması, buna karşın bugün hükümranı oldukları topraklara İsrail’in rahatça ilerleyişine ses çıkartmıyor oluşu Selefî cihadizminin, davanın başına öreceği çorapların henüz bir fragmanı sayılmalı.

Elbette her işgal, dış destekli karşı-devrim ya da müdahale her zaman faillerine istediklerini tam olarak vermez. Afganistan ve Irak’ta bunun örnekleri var. HTŞ’nin, Suriye’nin ve bölgenin karmaşık doğasında İsrail’le ya da ABD’yle (ya da Türkiye’yle) asla çelişmeyeceğini iddia etmiyoruz. Dün emperyalizmle çelişenler yarın onunla ittifak kurabilirler, bugün emperyalizmle birlikte hareket edenler yarın ona silah çekebilirler. Benzer örnekleri görmek için Irak savaşını dikkatli incelemek kâfi zaten. Mesela o savaşta İran ve Suriye nerede durmuş, ABD politik olarak ne istemiş ama Kürdistan dışında vaziyet nereye evrilmiş vesaire. Ancak ne olursa olsun şu an Suriye’de onca yıllık savaşçılık tarihinde İsrail’e bir tükürük bile atmamış Selefilerin olduğu gerçeği ortada. İdeolojik kafa yapılarıyla, sınırlılıklarıyla İsrail’le yarın bir didişmeye girecek olsalar dahi bunun Filistin’e Suriye’deki Baas devletinin varlığının sağladığı faydanın binde birini sağlamayacağını düşünüyoruz.

Suriye’de karşı-devrim bugün bir sondan ve sulh durumundan ziyade iç savaşın farklı bir biçimde geri çağrılması anlamına geliyor. Bir yandan büyük Kürt nüfusunun ve onların siyasal önderliğinin elinde tuttuğu büyük toprak parçasının durumu, diğer yanda İslâmî rejimle doğal olarak çelişecek unsurlar ve öte tarafta İslâmcılar arası (SMO-HTŞ-IŞİD) çelişmeler… Rojava’da ilerleyen Türk destekli SMO’nun şimdilik başarılı olduğu, Kürtlerin beklendiği kadar güçlü direnemediği görülüyor. Bu durumun son derece donanımlı, ideolojik tedrisatı, motivasyonu kuvvetli ve kalabalık YPG tarafından her an tersine çevrilebilir olduğu düşünülebilirse de ülkenin önemli kaynaklarına hâkim olan PYD’nin yeni yönetimle uzlaşmaya sıcak yaklaştığı da açık. Mevcut kompozisyonda Amerika’ya daha da yakınlaşan ve üstünde Türkiye baskısı artan Kürt siyasetinin konumunun, onlarla birlikte yıllardan beri sıcak savaşın içinde yer alan Türkiyeli komünist örgütlerin durumunda ne gibi değişikliklere yol açacağını da bilemiyoruz. Güneydeki Dürzî, sahildeki Alevî unsur, azımsanamayacak bir nüfusa sahip Hristiyanlar, kimliklerinden bağımsız milyonlarca “laisist” eğilimli insan belki silahlı (*) bir biçimde değilse bile birer gerçeklik ve varlık olarak yeni İslâmî yönetim için kuşkusuz problem teşkil edecekler. Bir yandan Alevîlere yönelik bazı katliam haberleri gelirken diğer yandan “ılımlı”, “hoş görülü”, “sempatik” bir şeriat dili tutturmaya çalışan ve Batı tarafından parlak şekerleme ambalajlarıyla paketlenip servis edilen Colani ve HTŞ’nin samimiyetlerine dair bir tartışmaya, bu sayfalarda, bu okuyucu bileşenine karşı herhâlde lüzum yok.

Ne olursa olsun, şimdilik işler Colani’nin istediği gibi gidiyor görünse de birleşik bir Suriye’nin artık hayal olduğu, kâğıt üzerinde birleşilecekse de bunun Lübnan ve Irak ya da Bosna benzeri bir süreğen gerilimli sözde birliği içereceği muhakkaktır. Denilebilir ki buralar Osmanlı’dan sonra zaten sömürgeciler tarafından cetvelle çizildi ve emperyalist müdahalelerin, işgallerin, ilhakların sürekliliği de, Fransa Suriye’si haritasına geri dönüş de kaçınılmazdır. Öyle veya böyle, ister cetvelle ister pergelle çizilsin, Suriye’nin bir vatan olduğu, uzun süre bir yönetim altında birleşik kalabildiği ortada. Demek ki mesele insanların çoğunluğunu birleştirebilecek bir mefkure icat edebilmekte. Bu mefkure bazen Birleşik Arap Cumhuriyeti gibi sınırlar aşar bazen Güney ve Kuzey Yemen gibi ayrışmalara yol açar. Günü gelir Umman batısında komünist gerilla yaratıp sultana karşı ayaklandırır, iç savaş çıkarır. Yeri gelir Kürtleri Baas’la birleştirir, yeri gelir Saddam’a karşı silahlandırır. Unutmamak gerekir ki her devlet, her ulus ve her ülke zaten bir icattır. Kitleleri harekete geçiren şey düşüncelerdir, mitlerdir ve −çelişki değil− hakikattir.

Politika başta bir düşünce olarak vardır. İcraat sonra gelir. Siyasal düşünce siyasete atılmaktan ya da “bulaşmaktan” öncedir. Başta idea şekillendirilir. Mesela eylemek politikanın ileri hamlesi olduğu için devrimcilik düşünülmez, yapılır. Düşünülen teoridir. Teori pratikle birleştiğinde devrimler için, devletler için, vatanlar için savaşlar çıkar. Mit o kadar güçlü bir etkendir ki, milyonlarca yoksul tek bir mutlu gün görmediği vatanı ve kendini adamdan saymayan devleti uğruna canını feda eder. Vatanın kurtuluşu çoğunlukla devletin yani bir avuç seçkinin kurtuluşu anlamına gelir oysa. İdeoloji silahı hangi sınıfın, hangi gücün elindeyse onun borusu öter. İşte HTŞ’ye de bugün bir mit lâzım. “Fetih” ve “kurtuluş” başlangıç için sağlam bir veriyse de sahadaki vaziyetin onların çıkarlarına olduğu, kendilerinin de bir miti milyonlara empoze edebilme hususunda Baas kadar yetkin olabilecekleri pek söylenemez.

Son Baas devleti dramatik bir şekilde hızla yıkıldı gitti. Esad hem en uzun süre direnen hem de en kolay biçimde devrilen lider olarak tarihe geçti. Tarihe geçerken son yaprağa onca yıllık mücadeleden sonra onun adına kaçkınlık yazıldı. Onun adına ölenler boşuna ölmüş oldular yani bir yanıyla bu kolay teslim oluşla. Tabiî ki onun öldürdükleri de. Esad’ın gidişine laik bir iktidarın ve Arap sosyalizminin sonu olarak bakıldığı için de ağıt yakılıyor. Oysa Suriye tam olarak laik ve Arap sosyalizmini uygulayan bir ülke sayılmazdı. Elbette kimsenin giyimine kuşamına karışılmasa da Suriye anayasasında (Hafız Esad’ın ilk döneminde dindarların baskısıyla) devlette İslam hukukunun geçerli olduğu yazılıydı. Bu daha sonra devlet başkanının Müslüman olması zorunluluğuyla değiştirildi. Hafız Esad, başkanlık yeminini Allah’ın birliği adına düzenledi, Alevîlerin kanonik Şiî olduklarına dair fetva çıkarttırdı. (***)

Hafız Esad iktidara Baas içini de kapsayan darbeler fırtınasından sonra kendisinden daha solda duran Cedid’i tasfiye ederek geldi. Yine de Esad yönetimindeki Suriye’de 2000’lerdeki −Türkiye’yle uyumlanmaya paralel olarak− ideopolitik gerileyişe dek Arap sosyalizmi namına kimi emareler yok değildi. 1982’de Müslüman Kardeşler’in devleti oldukça zorlayan Hama ayaklanmasından (ve devletin katliamından) sonra Suriye’de 2011’deki gösterilere ve onu takiben (devletin de hem reformlar hem sert müdahale içeren ikili, çelişkili cevabıyla) kısa sürede ayaklanmaya ve iç savaşa evrilen sürece dek önemli bir karışıklık yaşanmadı. Baba Esad döneminin sonunda ama özellikle Beşar Esad döneminin başlarında gelişen liberal, özgürlükçü hava (Şam baharı) yine devlet eliyle aydınlara baskı kurularak kısa sürede garip bir biçimde bastırıldı.

Suriye’de 1980’lerle 2000 arasında halkın gelirinde ciddi bir düşüş yaşandı. İşsizlik ve yoksulluk trendi yükseldi. Kamu teşekküllerinin ciddi bir bölümü oligarklara aktarıldı. ‘70’lerdeki “sosyalizm” olarak anılan görece refahla geçen dönemi takip eden bu yıllarda toplum içinde yönetime karşı hoşnutsuzluk hâliyle artmıştır. ‘90’ların başından itibaren özel sektörün ağırlığı gözle görünür biçimde yükseldi ve bu, kitlesel yoksullaşmayı biraz daha derinleştirdi. Bu dönemde bir yandan ülke üzerindeki ABD baskısı artarken, bir yandan da Esad yönetimi politik/ ekonomik sıkışmışlıktan çıkış için Avrupa’yla ve Türkiye’yle yakınlaşmaya çalıştı. İsrail’le Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi anlaşmasına varan bu çabanın yine de başarılı olamadığını biliyoruz. İşbu koşullar bir bölüşüm şokunu getirdi ve enflasyon patladı. Savaş yıllarının sakinleştiği süreçte bir sosyal yeniden inşanın, derlenmenin ortaya çıkarılamadığı, daha da daralmış bir oligark yapının ise ekonomik fayda elde ettiği görülüyor. ABD’nin kesif Sezar yasalarının da halkı iyiden iyiye mahvettiğini unutmamak gerek. Bu koşullarda halkın, onun şeriatçılar karşısında doğal taraftarı olanları dahi kapsayacak biçimde rejimden uzaklaştığını tespit edebiliyoruz.

Rusya ve İran’ın Esad’la anlaşmazlıkları, savaşın görece durduğu dönemde İslâmcıların mükemmelen eğitilip donatılması, Türkiye’nin başarılı müdahale yönetimi (**), Baas bürokrasisinin Esad’ı satması, ordunun güçten düşüp moralsizleşmesi ve bir ordu olma vasfını kaybetmesi… Hepsi Suriye Arap Cumhuriyetinin çöküşünü hızlandırdı.

Onun yerine gelenin ondan çok daha geri olması bu harekete karşı-devrimci bir öz veriyor. Batı’yla çelişmede Batı kampının ve İsrail’in devasa kazanımları, ona karşı mücadele edenlerin yenilgileri, yeni bir döneme, zaten zorlu olan bir süreçten daha sıkıntılı bir konjonktüre girildiğinin haberini vermekte.

Esad gitti diye ağlamanın manası olmadığı gibi, Baas devri bitti diye zil takıp oynamanın da hiçbir politik karşılığı yok. Uzun yıllardır her şarta karşın devam eden direniş, umuyor ve inanıyoruz ki yine bu en zorlu koşullarda da kendine savaş alanını, hayat alanını yaratacak bir toprak bulacak ve onu genişletecektir. Solun “reel politik” tutuma dair kendi içinde amansız kavgalara girmesine, en haklı ya da “temiz” pozisyon olarak kendisinin durduğu yeri kıskançlıkla işaret etmesine ise diyecek tek sözümüz her iki kesim için de özne olunamadıkça depresyonun daim olduğudur. İzleyici konumunda olduktan sonra kimin siyasete dair ettiği sözün daha yakışıklı durduğunun günün sonunda çok bir manası olmuyor.

(*) Lazkiye’de Suriye ordusundan kalan direnişçi bir ekibin kurduğu pusuyla HTŞ’ye kayıplar verdirdiği haberini aldık. Yine de Alevî kesimin Dürzîler kadar dahi mobilize olamadığı, cihatçıların Şam yürüyüşü sırasında görüldü. Suriye ordusu kalıntıları ve Alevî direnişçiler biçiminde bir hareketin ortaya çıkıp çıkamayacağı belirsiz.

(**) Suriye Arap Cumhuriyetinin yıkılışında Türkiye’nin etkin rolü ve başarılı görüntüsü şüphesiz iç siyaseti AKP lehine etkiliyor, etkileyecek. Buna, Rojava’ya karşı planlarda kazançlı çıkılması ihtimali de eklenirse etki daha da artacaktır. Bir de mülteciler meselesi var tabiî. Yine de mültecilerin geri dönüşü mevzusunun abartıldığı, insanların bir belirsizliğe geri dönmeye çok gönüllü olmayacakları görülüyor. Tüm bunlardan bağımsız olarak Suriye’deki kaos, vahşet, failed state manzaraları Türkiye halkında “güçlü bir devletim ve öyle veya böyle salimen bir hayatım var” alımlamasını da kuvvetlendirmektedir. Emek mücadelesinin, işçi hareketlerinin ivmelenmesinden başka AKP’yi zayıflatabilecek bir kaynak görünmüyor.

(***) Suriye’deki Baas devletinin Alevî rejimi olduğu yaygın söylemi bir mübalağadır. Devlet bürokrasisinde Sünnîler çoğunluktaydı. Öte yandan rejimden çıkarı olan oldukça geniş bir Sünnî burjuvazi ve orta sınıf kesim mevcuttu. Suriye, Bahreyn’le mukayese edilip aynı kefeye konulabilecek bir olgu hiçbir zaman olmadı.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar