Ana SayfaKürsüÇin'in Yükselişi ve Karşı Karşıya Olduğu Zorluklar

Çin’in Yükselişi ve Karşı Karşıya Olduğu Zorluklar

Çeviri: Kamuran Kızlak

Çevirenin Önsözü

Özellikle Batı akademyasında Çin’in en etkili entelektüeli olarak değerlendirilen Wang Hui’nin makaleleri Çin’i anlama konusunda ufuk açıcıdır. Çin’i ÇKP çizgisi dışından bakarak anlamak isteyen sosyalistler için bir rehber niteliği taşıyabilir. 2008 finansal krizinin ardından yayınlanan aşağıdaki makale içerdiği tartışma başlıkları açısından güncelliğini korumaktadır. Çinli okura seslendiği için yazının orijinalinde dipnot yok. Konuya yabancı olan okura okuma rahatlığı sağlamak amacıyla dipnotları ve metinde köşeli parantez içindeki kısa açıklamaları ben ekledim.

*

Çin ekonomisinin gelişimi birçok tahmini bozdu. 1989’dan sonra, Çin’in çökeceğine dair çok sayıda tahmin yapıldı. Ancak Çin çökmedi. Bunun yerine, bu çöküş teorileri çöktü. Bu nedenle insanlar Çin’in sadece neden çökmediğini değil, aksine, neden geliştiğini anlatmaya başladılar? Reform sürecinde reformun onaylanması ve reddedilmesi üzerine yoğun tartışmalar yaşandı. Bu tartışmalarda sıkça gündeme gelen sorulardan biri sosyalist dönemin ve reform döneminin nasıl değerlendirileceği sorusuydu. Çin’in sosyalist dönem ve reform ve açılım dönemindeki başarıları ve karşılaştığı zorluklar nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, Çin deneyiminin bu iki geleneğin temelleri üzerine inşa edildiğine inananların sayısı giderek artıyor. Aynı zamanda, mevcut küresel mali kriz ve uzun zamandır biriken çelişkiler Çin’e geçmiş kalkınma modeline geri dönemeyeceğini ve dönmemesi gerektiğini hatırlatıyor (bu model ister geleneksel planlama modeli, isterse tek hedefi GSYİH’yı büyütmek olan kalkınma modeli olsun). Çin’in 60 yıllık deneyimini özetleme biçimini değiştirmemiz gerekiyor.

Bağımsız egemen karakter ve bunun siyasal anlamı

Çin modeli tartışılırken, birçok akademisyen Çin’in gelişiminin istikrarını vurguluyor ve büyük bir kriz yaşanmadığına inanıyorlar. Bu ifade doğru değildir. Otuz yıllık reform ve açılım sürecinde Çin’in yaşadığı en büyük kriz 1989 kriziydi. Çin bu büyük krizi atlatabildi; ancak krizin sonuçları farklı alanlarda hâlâ görülebilir. Bu kriz aynı zamanda uluslararası krizin bir parçasıdır. Ancak o zamanki kriz esas olarak ekonomik bir kriz değil, politik bir krizdi (1). Çin’in yaşadığı kriz, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa krizinin habercisi olarak görülebilir. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri de o dönem Komünist Parti yönetiminde Çin gibi sosyalist ülkelerdi. Peki, Çin neden onlar gibi çökmedi? Çin’in istikrarını koruyan ve hızlı büyüme koşullarını sağlayan faktörler nelerdir? 30 yıllık reformdan sonra, bu koşullarda hangi değişiklikler meydana geldi? Çin’in izlediği yol veya Çin deneyiminin özgünlüğünden vs. bahsedeceksek ilk cevaplanması gereken soru budur.

Sovyet ve Doğu Avrupa sisteminin çöküşünün karmaşık ve derin tarihsel nedenleri vardır. Bürokrasi ile halkın karşı karşıya gelmesi, Soğuk Savaş dönemindeki keyfi politikalar, yokluk ekonomisinin insanların yaşamlarında yarattığı zorluklar vb. gibi… Buna karşılık Çin sisteminin kendini yenileme becerisi çok daha güçlüdür. Kültür Devrimi’nin ardından Mao Zedong, parti ve devletin orta ve üst düzey yöneticilerini yerel halkla birlikte çalışmaya [taban çalışması] ve yaşamaya gönderdi. 1970’lerin sonlarında görevlerine geri döndüklerinde, devlet tabandaki halkın ihtiyaçlarına güçlü cevap verebilecek bir yetenek kazanmıştı. Bu özellikler Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinden çok farklıdır. Ancak burada bu konuları ve bunların nedenlerini ve sonuçlarını ayrıntılı olarak tartışmayı planlamıyorum. Yalnızca Çin sistemini Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sisteminden ayıran ilk özelliğe; yani bağımsız toplumsal gelişme-kalkınma yolu ve bundan kaynaklanan egemenlik statüsünü incelemeye odaklanacağım.

Eski Doğu Almanya Komünist Partisi’nin son genel sekreteri Krenz, anılarında 1989’dan sonra ülkesinin çöküş nedenlerini anlatıyor. Değindiği önemli nedenlerden biri Sovyetler Birliği’nin dönüşümü ve bunun sonucunda tüm Sovyet blokunda yaşanan iç değişimlerdi. Soğuk Savaş döneminde Batılı politikacılar, Doğu Avrupa ülkelerinin “eksik egemenliklerini” alaya almak için sık sık “Brejnev Yasası” kavramını kullandılar. Varşova Paktı sisteminde, Doğu Avrupa ülkeleri tam egemenliğe sahip değillerdi ve Sovyetler Birliği’nin hakimiyetine tabiydiler. Sovyetler Birliği’nde sorunlar başlayınca, tüm Sovyet bloku çöktü. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ulus-devletlerin egemenlik sistemi kurulmuş olsa da, dünyada gerçek anlamda bağımsız egemenliğe sahip çok az ülke vardır. Bu durum yalnızca Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde değil Batı Avrupa ülkelerinde de böyledir. Asya’da Japonya ve Güney Kore gibi ülkeler Soğuk Savaş dönemi yapısı içinde yer almaktadır. Egemenlikleri ABD’nin küresel stratejisine tabidir ve doğal olarak egemenlik yapıları eksik ülkelerdir. Soğuk Savaş yapısında, her iki kamp da uyumlu devletlerden oluşan sistemlerdi. Her kampta da hegemon ülke değişirse veya politikasını değiştirirse, diğer ülkeler derinden etkilenecektir.

Çin Halk Cumhuriyeti, iç savaşın ardından kuruldu. Kuruluş yıllarında Çin, Soğuk Savaş’ın iki kutuplu dünyasının sosyalist tarafında yer alıyordu. 1950’lerin başında yaşanan Kore Savaşı, Çin’i ABD ve müttefikleriyle savaşa sürükledi. Bu dönemde, özellikle “Birinci Beş Yıllık Plan” döneminde Çin’in endüstriyel gelişimi, savaş sonrası toparlanması ve uluslararası statüsünün yükseltilmesinde Sovyetler Birliği’nin büyük yardımları oldu. Bir bakıma Sovyetler Birliği’ne bir ölçüde bağımlı olduğu söylenebilir. Çin’in devrim sürecinin kendine özgü bir yolu olduğu gibi, inşa sürecinde de bağımsız bir kalkınma yolu arayışındaydı. Çin, 1950’lerin ortalarından itibaren Bağlantısızlar Hareketi’ni aktif olarak desteklemiş ve ardından Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile açık bir tartışma başlatmıştır. Çin, bazı bilim insanlarının “hükümdarlık ilişkisi” olarak adlandırdığı Sovyetler Birliği ile olan siyasi, ekonomik ve askeri ilişkiden giderek kurtulmuş ve sosyalist sistem içinde ve dünya genelinde bağımsız tutum benimsemiştir. Tayvan hâlâ Çin’den ayrı durumda olsa da, Çin devletinin siyasal karakteri egemenlik ve bağımsızlıktır. Bu siyasal karakterin önderliğinde oluşan ulusal ekonomik sistem ve endüstriyel sistem de oldukça bağımsızdır. Bu bağımsızlık öncülü olmadan Çin’in reform ve açılım yolunu hayal etmek zor olduğu gibi, 1989’dan sonra Çin’in kaderini hayal etmek de zordur.

Reform ve açılım sürecinin başlangıcında Çin’in zaten bağımsız bir ulusal ekonomik sistemi vardı. Çin’in yürüttüğü reform, kendi içinde mantığı olan özerk bir süreçti ve pasif değil aktif bir reformdu. Dolayısıyla, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da gördüğümüz karmaşık arka planlara sahip “renkli devrimlerden” tamamen farklıydı. Çin’in kalkınması yalnızca Latin Amerika’nın bağımlı ekonomilerinden farklı değil, aynı zamanda, Japonya, Güney Kore ve Tayvan gibi Doğu Asya modeline indirgenecek kadar basit değildir (her ne kadar devletin rolü, hükümetin endüstriyel politikaları ve belirli kalkınma stratejileri açısından benzerlikler ve etkilenmeler olsa da). Siyasi açıdan bakıldığında Çin’in reformunun dayandığı temel öncül özerklik olurken, yukarıda adı geçen ülkelerin kalkınmaları büyük ölçüde bağımlı kalkınma olarak özetlenebilir (Soğuk Savaş dönemindeki bu bağımlılık ilişkisi kalkınmanın siyasal öncülü haline gelmiştir).

Bu nispeten bağımsız ve tam egemenlik niteliği, 20. yüzyıl siyasetinin belirgin özelliği olan siyasi partiler pratiği aracılığıyla gerçekleşmiştir. Çin Komünist Partisi teoride ve pratikte ne kadar hata yapmış olursa olsun, “anti-emperyalist” tutumu ve ardından Sovyetler Birliği ile girdiği tartışmalar Çin’in egemenliğini tesis etmesinin en temel unsurlarıdır. Bu konularda yargımızı yalnızca tekil ayrıntılarla sınırlayamayız. Çin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile kamuoyu önünde yürüttüğü tartışmalar sonucunda önce iki parti arasındaki egemenlik ilişkisini, ardından da ülkeler arasındaki egemenlik ilişkisini ortadan kaldırarak yeni bir bağımsızlık modeli oluşturdu. Başka bir ifadeyle, bu egemenliğin kökeni siyasaldır ve parti ilişkileri ve siyasal süreçlerden gelişen ve devlet, ekonomi vb. alanlarda kendini gösteren özel bir siyasal bağımsızlık türüdür. Normatif egemenlik bakış açısıyla bağımsızlık ve özerkliğin anlamını kavramamız zordur. Sömürgecilik tarihinde, normatif egemenlik kavramının bağımsızlık ve özerklikle hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin eşitsiz bir anlaşmaya imza atan bir ülkenin uluslararası hukuk anlamında egemen bir devlet olması gerekir; ancak bu egemenliğin bağımsızlık ve özerklikle hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekte, Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu yapının giderek parçalanması, Çin’in bu iki kutuplu yapıya karşı eleştirilerinin ve mücadelesinin sürmesiyle ilgilidir. Çin’in müdahalesi olmasaydı ABD ile Sovyetler Birliği arasında doğrudan bir çatışma olasılığı çok daha büyük olurdu.

Ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda Çin’in sosyalist yolu izlemesi ve reform girişimleri çeşitli sapmalar, sorunlar ve hatta trajik sonuçlarla karşılaştı. Ancak 1950’ler, 1960’lar ve 1970’lerde Çin hükümeti ve siyasi taraflar politikalarında sürekli olarak değişikliğe gittiler. Bu değişiklik-ayarlamalar dışarıdan bir yönlendirmeyle yapılmadı; esas olarak uygulamada ortaya çıkan sorunlara bağlı olarak kendiliğinden yapılan düzenlemelerdi. Partinin çizgi düzeltme mekanizması olarak teorik tartışma, özellikle kamuoyundaki teorik tartışma, partinin ve ülkenin kendini ayarlamasında ve yeniden yapılandırmasında önemli rol oynamıştır. Komünist Parti içinde demokratik bir mekanizmanın bulunmaması nedeniyle, çizgi mücadeleleri çoğu zaman acımasız güç mücadelelerine dönüşmektedir. Ancak bu durum, çizgi tartışmalarının ve teorik tartışmaların parti tarihindeki önemli rolünü gölgelememelidir. Bu açıdan bakıldığında, reform dönemi boyunca duyulan bazı alışılmış söylemleri yeniden düşünmemiz gerekiyor. Örneğin, reform için hazır model ve hazır politikalar olmadığı sürece “taşları hissederek nehri geçmek”(2) tabiri elbette doğrudur. Fakat aslında hazır modellerin olmayışı tüm Çin devriminin bir karakteristiğidir. Mao Zedong “Çelişki Üzerine” başlıklı yazısında benzer bir şey söylemişti. Bir model olmadığında neye güvenmemiz gerekir? Teorik tartışmalara, politik mücadelelere ve toplumsal pratiğe güvenmemiz gerekir. Bu, pratikten gelip pratiğe geri dönmek demektir. Ancak pratiğin bu özeti kendi başına teoriktir ve pratik, öncül ve yön olmadan olamaz. Bizi yönlendiren temel değer olmadan “taşları hissederek nehri geçtiğimizde” nereye gideceğini bilemeyiz. Mao Zedong bir zamanlar Lenin’in “Pratik Üzerine” adlı eserindeki şu sözleri aktarmıştı: “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz.” Devrimci teorinin yaratılması ve yaygınlaştırılması da bazı kritik anlarda belirleyici bir rol oynar. Bir şey (herhangi bir şey) yapılması gerekiyorsa ancak yöntem, plan veya politika yoksa, politikanın, yöntemin, planın nasıl oluşturulacağı belirleyici rol oynar. Siyaset, kültür, üstyapı vb. ekonomik alt yapının gelişmesini engellediğinde, siyaset ve kültür çekirdek haline gelir ve asıl belirleyici unsura dönüşür.

Teorik tartışmalar Çin’in devrim ve reform süreçlerinde önemli rol oynamıştır. Reformun teorik kaynağı olan sosyalist meta ekonomisi kavramı, meta, meta ekonomisi, değer yasası, burjuva hukuku vb. üzerine yapılan teorik tartışmalardan doğmuş ve aynı zamanda sosyalist pratik açısından da araştırılmıştır. Değer yasası üzerine tartışmalar, Sun Yefang ve Gu Zhun’un değer ve değer yasası üzerine makaleler yayınladığı 1950’li yıllarda başladı. Genel arka planını Çin-Sovyet ayrılığı ve Mao Zedong’un Çin’deki toplumsal çelişkilere ilişkin analizleri oluşturuyordu. Bu konu 1970’lerin ortalarında parti içinde tekrar tartışmaların merkezi konusu haline geldi. Bu tür teorik tartışmalar olmadan Çin’in reformlarının değer yasası, işe göre dağıtım (paylaşım), sosyalist meta ekonomisi ve son olarak sosyalist piyasa ekonomisi mantığı doğrultusunda gelişeceğini hayal etmek zor olurdu. Bugün kalkınma yoluna ilişkin teorik tartışmalar geçmişte olduğu gibi yalnızca parti içi tartışmalar olarak kalmayıp, politika çizgilerinin belirlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Yalnızca GSYH büyümesine odaklanan kalkınmacılığa yönelik sistem içinde ve dışında eleştiri ve direnç olmasaydı, yeni bir bilimsel kalkınma modelinin araştırılması gündeme gelmezdi. 1990’lı yıllarda Çin’in siyasi yapısında meydana gelen değişikliklerle birlikte, parti içi çizgi tartışmalarının eski işlevini kısmen Çin’in entelektüel çevrelerindeki tartışmalar üstlendi. 1990’ların sonundan itibaren kırsal sorunlara-üç kırsal soruna(3) odaklanılması, 2003’ten sonra sağlık reformuna ilişkin düşünceler, 2005’te kamu iktisadi teşebbüsleri reformu ve işçi haklarına odaklanılması, ekolojik çevreyi korumaya yönelik teorik propaganda ve toplumsal hareketlerin hepsi ulusal politikaların düzenlenmesinde etkili olmuştur. Yön sorunlarına rehberlik etmede teorik tartışmalar büyük rol oynamaktadır.

Günümüzde demokrasinin bir düzeltme mekanizması olduğu sıklıkla söylenir. Aslında teorik tartışma ve politik çizgi tartışması da bir düzeltme mekanizmasıdır; yani siyasi partinin düzeltme mekanizmasıdır. Parti içinde demokratik bir mekanizmanın bulunmaması nedeniyle, 20. yüzyılda parti içindeki çizgi tartışmaları çoğu zaman sert ve keyfi nitelikte olmuştur. Bu konuda derinlemesine ve uzun dönemli değerlendirmeler yapılması gerekiyor. Ancak parti içi mücadeledeki sertliğin eleştirisi, teorik tartışmanın ve çizgi tartışmasının yadsınması anlamına gelemez. Aslında parti içi mücadeledeki sertliğin eleştirisi, keyfi ve kendi kendini düzeltme tarzını ortadan kaldırmanın yolu ve mekanizmasıdır. “Pratik, gerçeği sınamanın tek ölçütüdür” sloganı pratiğin mutlak önemini ortaya koyar; ancak bu önermenin kendisi teoriktir. Bu sloganın anlamını ancak teorik tartışma bağlamında anlayabiliriz.

Köylülerin aktivizmi

İster devrim ve savaşlarda ister toplumsal inşa ve reform dönemlerinde olsun, köylü sınıfının yaptığı fedakârlıklar ve katkılar çok büyüktür ve en etkileyici inisiyatif ve yaratıcılık onların gösterdikleridir. 20. yüzyıl boyunca Çin’de kırsal toplumun harekete geçirilmesi ve kırsal toplumsal örgütlenmedeki değişimler, birçok üçüncü dünya ülkesiyle karşılaştırıldığında eşi benzeri görülmemiş düzeydedir. Tarım devrimi [kırsal devrim] ve toprak reformuyla birlikte kırsal yapı temelden yeniden düzenlendi. Bu uzun süreli ve büyük kırsal dönüşüm üç önemli sonuç üretti: Birincisi, köylü sınıfı güçlü bir siyasal bilinç kazandı. Doğu Avrupa ülkeleri ve hatta Sovyetler Birliği bile bu kadar uzun süreli bir silahlı mücadeleye ve tarım devrimine nadiren tanık olmuştur. Bu arka plan olmadan, toprak mülkiyeti ilişkilerinde değişimi merkeze alan bir köylü seferberliği olamazdı. Birçok sosyalist veya sosyalizm sonrası ülkeyle karşılaştırıldığında, eşitlik bir değer olarak Çin halkının yüreğinde çok daha derin köklere sahiptir.

İkinci olarak, Çin sosyalist hareketi ile köylü hareketi arasındaki ilişkiyi gerçekten anlamak için Çin devrimci partisinin rolünü de anlamamız gerekir. Çin Komünist Partisi’nin kuruluşu da uluslararası komünist hareketin bir ürünüydü. Ancak şöyle bir fark vardı: Bu sosyalist partinin temel görevi köylüleri harekete geçirmek ve köylü hareketi aracılığıyla yeni bir politika ve yeni bir toplum yaratmaktı. Bu parti, 30 yıl süren silahlı devrim ve toplumsal mücadelenin ardından, sonunda tabanda kök salan bir toplumsal harekete dönüştü. Tabandan gelen yapısı ve örgütsel seferberlik yetenekleri Doğu Avrupa sosyalist ülkelerindeki siyasi partilerden çok farklıydı. Günümüz medyası ve gözlemcileri Çin devriminin başarısını ya da başarısızlığını büyük ölçüde bireylere yani liderlere bağlıyor ve sürecin kendisini yeterince tartışmıyor. Dikkatlerini Çin devrimi sürecindeki şiddet üzerine yönlendirmelerinden dolayı, bu süreçte ortaya çıkan yeni toplumsal öznelliği görmezden geliyorlar, hatta inkâr ediyorlar. Köylülerin ana gövde olduğu bir toplumda sosyalist devrimin gerçekleştirilmesinde liderlerin öznel inisiyatifi ve öznel iradesinin önemli bir rol oynaması kaçınılmazdır; ancak bu tek başına tarihi açıklayamaz.

Üçüncüsü, Çin devrimi ve yeniden inşa sürecinde oluşan yeni toprak mülkiyeti ilişkileri reform için bir ön koşul sağladı. Geleneksel çiftçilerin ve köy örgütlerinin bu kadar derin bir toplumsal dönüşüme uğramadan, bu kadar güçlü bir inisiyatif ruhu gösterebileceklerini hayal etmek zordur. Bunu açıkça görmek için Asya’daki (özellikle Güney Asya) veya Latin Amerika’daki diğer tarım toplumlarındaki çiftçilerin durumuna ve piyasa koşullarına bakmak yeterlidir. Bu toplumlar henüz bu kadar köklü toprak reformu yaşamadılar ve çiftçiler hâlâ büyük ölçüde toprak sahiplerine veya manor(4) ekonomilerine bağımlı durumdalar. Bu çiftçiler güçlü bir özerklik duygusuna sahip değiller ve olamazlar. Toprak reformu süreci, kırsal eğitimin yaygınlaştırılması, okuryazarlık oranlarının yükseltilmesi ve öz örgütlenme ve teknik yeteneklerin iyileştirilmesiyle yakından ilişkilidir. Piyasa reformu koşullarında, bu erken dönem mirasları, aynı zamanda, daha olgun bir işgücü piyasasının ön koşullarına da dönüşmüştür.

Neoliberal eğilime göre, Çin toplumunda diğer toplumlara göre daha güçlü bir eşitlik talebi ve yolsuzluğa karşı duyarlılık vardır ve bu nedenle tabandan gelen güçlü bir denetim ve denge etkisine sahiptir. Bu açıdan, 1990’ların başında bazı ülkelerde ortaya hızla oligarkların çıktığı (oligarşileşme) durumdan farklıdır. Bunun nedenleri sadece devlet ve siyasi partiler perspektifinden değil, aynı zamanda toplumsal güçler perspektifinden de açıklanabilir. 20. yüzyılın sonlarında, üç kırsal sorun(2), göçmen işçiler sorunu, kent-kır ilişkisinin piyasa koşullarında nasıl çözüleceği ve toprak mülkiyeti sorununun nasıl halledileceği çağdaş Çin’de bir kez daha temel konular haline geldi. Kırsal ekonomi büyük ölçüde kentsel ekonomiye ve kentleşme sürecine bağımlı olduğu için kentlere büyük ölçekte çiftçi göçü yaşanmış ve bu göçmenler yeni bir kentli işçi sınıfına dönüşmüşlerdir. Çiftçiler kırsal toprak ilişkilerinden ayrılarak kıyı ve kentsel sanayi ve ticaret için ucuz iş gücü haline geldiler. Bu süreç günümüzdeki kırsal sorunla yakından ilişkilidir. 

Devletin rolü

Reform dönemindeki Çin’i anlamak için bir diğer önemli faktör Çin devletinin doğasının ve evriminin nasıl anlaşılacağıdır. Pek çok tarihçinin gösterdiği gibi, Giovanni Arrighi, “Adam Smith Pekin’de” adlı yeni kitabında, Doğu Asya’nın zengin ve uzun bir ulusal gelenekler ve devletlerarası ilişkiler geçmişine sahip olduğunu ileri sürüyor: “Ulus devletlerin ve devletler arası sistemlerin aksine, ulusal pazarlar bir Batı icadı değildir. … 18. yüzyıl boyunca, en büyük ulusal pazar Avrupa’da değil, Çin’deydi.” Ayrıca, çağdaş Çin’in ekonomik gelişiminin itici güçlerini, özellikle de yabancı yatırım için çekiciliğini de analiz etti. Şöyle dedi: “Çin Halk Cumhuriyeti’nin yabancı yatırımlar için asıl çekici tarafı bol ve ucuz işgücü kaynakları değildir. … Asıl çekici olan, çalışanların sağlık, eğitim ve özyönetim yetenekleri açısından yüksek niteliklere sahip olmaları ve Çin içinde üretken hareketlilik için ortamın hızla genişlemesidir.” (Çince versiyon, sayfa: 323-324, 354) Arrighi’nin açıklamasına göre, Smith kendiliğinden oluşan piyasa düzeninin savunucusu değil, devlet düzenlemesine tabi olan bir piyasa anlayışa sahip bir düşünürdü. Benzer bir düşünceye sahip olan Pekin Üniversitesi ekonomi profesörü Yao Yang, Çin’in ekonomik kalkınmasının koşullarını özetlerken Çin’in yürüttüğü reformların başarısı için tarafsız bir hükümet veya tarafsız bir devletin ön koşul olduğunu ileri sürmüştür.

Reformlar sürecinde ulusal kaynaklar önemli bir konudur. Arrighi ve Yao Yang arasındaki tartışmaya ilişkin iki ek açıklama yapmak istiyorum. Arrighi’nin Çin ve Asya ulusal pazarlarına ilişkin anlatısı uzun bir geleneğe dayanmaktadır. Ancak Çin devrimini ve devrimin toplumsal ilişkileri yeniden düzenlediğini hesaba katmadan geleneksel “ulusal pazar”ın otomatik olarak yeni bir ulusal pazara dönüşeceğini düşünmek gerçekçi değildir. Qing Hanedanlığı’nın (1644-1912) sonlarında devlet gücüyle askeri ve ticari bir sistem kurma çabaları ve 1911 Xinhai Devrimi’nden(5) sonra devam eden toprak devrimi, geleneksel ulusal pazardan farklı yeni bir iç ve dış ilişki biçiminin ortaya çıkmasına neden oldu. Lenin, Sun Yat-sen’in “Ulusal İnşanın Ana Hatları” adlı eserini yorumlarken bu noktaya işaret etmiştir. Yani, sosyalist yönelimli veya halkın geçimi odaklı toprak devrimi ve yeni ulusal plan, tarımsal kapitalizmin gelişmesinin önkoşulunu hazırlamıştır. Modern Çin’in ulusal karakterini tartışırken, bunu Çin devriminin yol açtığı toprak mülkiyeti ilişkileri ve köylü kimliğindeki değişimlerden ayırmak imkânsızdır. Örneğin, halk komünü deneyini eleştirenlerle sıkça karşılaşıyoruz. Fakat bu deneyin, aynı zamanda, modern Çin’de toprak ilişkilerindeki değişimlerin bir sonucu olduğu nadiren tartışılmaktadır. Bir yandan aile-aile birimine dayalı küçük ölçekli köylü ekonomisi sona ererken, öte yandan aile, klan ve coğrafi ilişkiler başka bir biçim alarak yeni toplumsal ilişkiler şeklinde örgütlenmiştir. Kırsal reform, komün sisteminin bir reformudur ve, aynı zamanda, bu deneyimle değişen toplumsal ilişkilere dayanıyordu. Başlangıçtaki kırsal reform, devletin öncülük ettiği, tarımsal faaliyetlerin çeşitlendirilmesi ve ürün fiyatlarının ayarlanması merkezli bir reform hareketiydi. Bu reform hareketi aslında, kasaba sanayilerinin geliştirilmesinden kasaba işletmelerine kadar pek çok unsuru miras aldı ve bunların hepsi neoliberalizmin mantığından farklı bir mantıkla yürütüldü.

Yao Yang’a göre, tarafsız hükümet kavramı modern devrim ve sosyalizm tarihinden ortaya çıkmıştır ve onun politik dayanağı tarafsız veya yansız değildir. Çin’in sosyalist pratiği, halkın büyük çoğunluğunun genel çıkarlarını temsil eden bir ülke yaratmaya adanmıştır. Devlet veya hükümet ile özel çıkar grupları arasındaki bağın kopması bu öncüle dayanmaktadır. Teorik olarak konuşursak, bu sosyalist devlet pratiği erken dönem Marksizmin sınıf teorisinin revizyonundan kaynaklanmıştır. Mao Zedong’un “On Büyük İlişki Üzerine” ve “Halk Arasındaki Çelişkilerin Doğru Ele Alınması Üzerine” adlı eserleri bu yeni devlet teorisinin temelini oluşturur. Sosyalist devlet (piyasa koşulları altında) halkın çoğunluğunun çıkarlarını temsil etmeyi amaçladığından, diğer devlet biçimlerine göre çıkar grupları arasındaki ilişkilerden daha uzaktır. Bu anlamda, yalnızca bunun tarafsız bir devlet olduğunu söyleyebiliriz. Başlangıçtaki-ilk reformun başarısının ve meşruiyetinin anahtarı budur. Bu öncül olmadan, farklı toplumsal sınıfların devletin teşvik ettiği reformun onların çıkarlarını temsil ettiğine inanması zor olacaktır. Ancak, tarafsızlaştırma terimi aynı zamanda “tarafsızlık” kavramının yaptığı çağrışımını da gölgelemektedir; yani devletin temsil ettiği çıkarların evrenselliği Çin devrimi ve sosyalist pratik temeline dayanmaktadır. En azından başlangıçta, reformun meşruiyeti tam olarak sosyalist devletin temsil ettiği çıkarların evrenselliği ilkesinden geliyordu.

Çin devletinin doğasını tek bir tanımla ifade etmek zordur; çünkü içinde farklı gelenekler bulunmaktadır. Reform sürecinde insanlar bu gelenekler arasındaki çelişkileri ve mücadeleleri tanımlamak için sıklıkla reform ve karşı-reform, ilerleme ve muhafazakârlık kavramlarını kullandılar. Ancak dinamik bir tarihsel perspektiften bakıldığında, bunlar arasındaki karşılıklı koordinasyon, denge ve denetimler ve çelişkiler de önemli bir rol oynamaktadır. Sosyalist dönem boyunca, iki veya daha fazla gücün yükselişini ve düşüşünü ve ayrıca “aşırı sol” veya “aşırı sağ”ın aşıldığını gördük. Piyasa odaklı reformlar ana akım haline geldiğinde, ülke içinde, parti içinde ve tüm toplumsal alanda sosyalist güçlerin denge ve denetimi olmazsa ülke hızla çıkar gruplarına yakınlaşacaktır. 1980’li yılların ortalarında özelleştirme teklifi gündeme geldi, ancak sistem içinde ve dışında şiddetli bir dirençle karşılaşıldı. Sonuç olarak, önce piyasa mekanizmasının oluşturulması görüşü hâkim oldu. Çin’in Rusya’nın uyguladığı şok terapisinden uzak durmasının temel nedeni budur. Başka bir ifadeyle, sosyalist dönemde biriktirilen toplumsal kaynaklar bu dönemde sosyal politikalar üzerinde kısıtlayıcı bir etkiye sahip olmuştur. Bu anlamda bile, bu kritik güçleri reform karşıtı olarak nitelendirmemiz zordur. Aslında benzer olguları 1990’lı yıllarda ortaya çıkan ideolojik tartışmalarda da görebiliriz: Kalkınmacılığa yöneltilen eleştiriler, sonunda bilimsel kalkınma ya da alternatif kalkınma kavramının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Çin toplumundaki genel yorgunluk ve yolsuzluğa karşı direnç aynı zamanda sistem reformunu teşvik eden itici güçlerden biridir. Yukarıda belirtilen tarafsız olmayan güçler ve bunların karşılıklı ilişkileri devletin tarafsızlığını destekleyen faktörlerdir.

Çin’in yürüttüğü reformda yetenek stratejileri, eğitim reformu ve diğer ekonomik politikaların uygulanması vb. gibi anmaya değer birçok deneyim var. Ancak yukarıda anılanların en temel yönler olduğunu ve bu nedenle sıklıkla göz ardı edildiğini düşünüyorum. Bu noktalar, aynı zamanda, Çin’in 20. yüzyıldaki eşsiz deneyiminin de bir parçasıdır.

Egemenlik yapısındaki değişimler

Küreselleşme, bölgeselleşme ve piyasalaşmanın yeni koşulları altında, yukarıda belirtilen durumlar aynı zamanda önemli zorluklarla da karşı karşıyadır: Toplumsal ilişkilerin, ekonomik faaliyetlerin ve siyasal oluşumların temelleri değişmektedir. Yeni tarihsel koşulları ve bu koşulların hangi yönde değiştiğini kavrayamazsak yeni ve etkili mekanizmalar ve politikalar oluşturmak zor olacaktır. Bu değişimleri anlayabilmek için çağdaş dünyadaki bazı yeni eğilimleri özetlemek gerekiyor.

Birincisi, küreselleşme eğilimi içinde geleneksel egemenlik biçimi büyük değişimler geçiriyor. Mevcut küreselleşme süreci esas olarak iki yönde aksetmektedir. Birincisi, sermayenin ulusötesi hareketi ve bunun sonucunda ortaya çıkan ulusötesi üretim, tüketim ve hareketlilik, ticaret ve yatırımların oluşturduğu büyük ölçekli göç ve piyasa bağımlılıkları ve çeşitli risklerin küreselleşmesidir. İkincisi, sermayenin uluslararası hareketini yönetmek ve buna cevap vermek ve riskleri kontrol etmek için oluşturulan yeni uluslararası düzenleyici mekanizmalardır; DTÖ, AB ve diğer uluslararası veya bölgesel örgütler bunlara örnek olarak verilebilir. Birincisi daha çok anarşik bir güce benzerken, ikincisi bu anarşik gücü koordine eden veya kontrol eden bir mekanizmadır. Bu iki güç aynı anda çalışır.

Bu önemli değişimlerle birlikte, ulusal egemenliğin biçiminin değişmesi de kaçınılmazdır: İlk açıdan bakıldığında, 1980’lerin sonlarından itibaren Çin giderek ihracata dayalı bir ekonomi haline geldi. Üretimin ulusötesileşmesi Çin için “dünyanın fabrikası” statüsünü, emeğin ve kaynak tahsisinin tamamen farklılaşmasını, kıyı ile iç kesimler ve şehirler ile köyler arasında yeni bir ilişki biçimini yaratmıştır. Finansal sistemin kademeli olarak açılmasıyla birlikte döviz rezervleri dünyada birinci sıraya yükselmiş, ekonomik kalkınma büyük ölçüde uluslararası pazara, özellikle ABD pazarına bağımlı hale gelmiştir. “Chimerica” [Çin-Amerika kelimelerinden oluşan bir benzetme, kelimelerin kaynaştırılması.] kavramı belki biraz abartılı olabilir; ancak nispeten bağımsız bir ulusal ekonominin bir ölçüde bağımlı bir ekonomiye dönüşmesi açısından bu kavramın güçlü bir anlamı vardır.

İkinci konuya gelince, Çin, Dünya Ticaret Örgütü ve diğer uluslararası antlaşma ve anlaşmalara katılmış ve çeşitli bölgesel örgütlerde aktif olarak yer almıştır. Geleneksel egemenlik kavramı artık Çin’in egemenlik yapısını tanımlayamıyor. Mevcut mali kriz bize sorunun (krizin) ulusal özerkliğin sarsılmasından kaynaklandığını yani herhangi bir yerdeki krizin bizim de krizimiz olabileceğini; krizi aşmak için sadece eski tarz egemenliği yeniden tesis etmenin yeterli olmayacağını göstermektedir. (Örneğin Çin’in uluslararası ticarette karşılaştığı anti-damping, anti-sübvansiyon ve özel koruma sorunları sadece ulusal egemenlikle çözülemez; uluslararası tahkimle çözülmelidir. Yüksek döviz rezervlerinin barındırdığı risk geleneksel egemenlikle korunamaz ve ayrıca bir tür uluslararası düzenleme ve koruma gerektirir. Salgın hastalıklar ve bunların önlenmesi ve kontrolü de artık uluslararası bir sorundur.) Uluslararası işbirliği kaçınılmaz bir seçim haline gelmiştir. Bu nedenle, küreselleşme koşullarında ve açık bir uluslararası ağda yeni bir özerklik biçiminin nasıl oluşturulacağı tarihe başvurulması ancak tekrar araştırılması gereken yeni bir konudur.

Devletin rolü sadece küresel ilişkiler alanında değil, aynı zamanda, iç ilişkiler alanında da değişmektedir. Çin’in devlet rolünü tanımlamak için yalnızca “totaliter devlet” kavramını kullanmak devlet rolünün olumlu ve olumsuz yönlerini sıklıkla karıştırmaktadır. Çin’in reformları Rusya’daki gibi bir “şok terapisi” yaşamadı ve devletin ekonomiyi düzenleme yeteneği nispeten güçlü. Çin henüz tamamen neoliberalizm yoluna girmediği için finansal sistem nispeten istikrarlıdır. Çin’in toprak mülkiyeti özelleştirilmemiştir (ancak piyasa koşullarının ihtiyaçlarını karşılamak için nispeten serbestçe dolaşabilmektedir). Bu yalnızca Çin’in kırsal toplumunun güvenlik sistemine düşük maliyetli bir temel sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda, devletin toprak kaynaklarını kullanarak kalkınmayı organize etme ve toprak kâr payı/hissesi dağıtma olanağı da sağlamaktadır. Çin’in kamu işletmelerinin sağladığı büyük vergi geliri kriz koşullarında hükümetin düzenleyici kapasitesinin de temelini oluşturmaktadır. Bu konuların hepsi devletin kapasitesi ve istekli olmasıyla ilgilidir. Çin devleti, kırsal krizi aktif olarak çözmek, sosyal güvenlik sistemini yeniden inşa etmek, ekolojik çevreyi korumak, eğitime yatırımı yaygınlaştırmak ve eğitim sistemi reformunu teşvik etmek gibi üstlenmesi gereken sorumlulukları üstlenmelidir. Bu bağlamda, Çin hükümetinin kalkınma odaklı bir hükümetten sosyal hizmet odaklı bir hükümete dönüşmesi gerekiyor. Bu dönüşüm aynı zamanda Çin ekonomisinin ihracata aşırı bağımlılıktan iç talebe odaklı bir ekonomiye dönüşmesini de hızlandıracaktır. 

Bu olumlu sosyal politikaların uygulanıp uygulanamayacağı yalnızca devletin iradesine bağlı değildir. 30 yıllık reform döneminin ardından, devlet aygıtı piyasa odaklı reformların yürütücüsü olarak piyasa faaliyetlerinin bir parçası haline gelmiştir, bu faaliyetlerle derinlemesine iç içe geçmiştir. Bugünkü durumu tarafsız devlet kavramıyla tanımlamak doğru değildir. Devlet, toplumdan izole bir varlık olmayıp, toplumsal yapının ve toplumsal çıkar ilişkilerinin içinde yer almaktadır. Günümüzdeki yolsuzluk sorunu sadece yöneticilerin yolsuzluklarını değil, aynı zamanda, sosyal politikalar, ekonomik politikalar ve özel çıkarlar ve çıkar grupları arasındaki ilişkiyi de kapsamaktadır. Örneğin, yüksek karbonlu sanayi ve enerji projelerinin geliştirilmesi çoğu zaman bazı çıkar gruplarının kontrolündedir, hatta onlar tarafından yönlendirilmektedir. Bu çıkar gruplarının kamu politikaları üzerindeki etkisi çoğunlukla kamuoyu tartışmaları, sosyal koruma hareketleri, devlet ve siyasi partiler içindeki farklı gelenekler tarafından sınırlandırılmaktadır. Örneğin 1990’ların sonlarında, üç kırsal sorun üzerine yaşanan büyük tartışma, ülkenin kırsal politikalarının yeniden düzenlenmesini teşvik etti; 2003’teki SARS kriziyle birlikte başlayan sağlık sigortası sistemi hakkındaki tartışma sağlık reformunda bir değişikliğe yol açtı; 2005 yılında başlayan kamuya ait işletmelerin yeniden yapılandırılmasına ilişkin tartışma ve büyük ölçekli işçi hareketi birbiriyle bağlantılı bir dizi politikanın uygulamaya konmasına yol açtı; yolsuzluğun cezalandırılması ve sıkı parti disiplini uygulanması yönündeki çağrılar Çin’in yolsuzlukla mücadele kampanyası için içsel bir itici güç sağladı… Ancak uluslararası çıkar ve yerel çıkar ilişkileri devlet mekanizmasına ve hatta yasa yapım sürecine bile benzeri görülmemiş bir enerjiyle nüfuz etmiştir. Böylesi bir ortamda, ülkenin ve kamu politikalarının az sayıdaki çıkar gruplarının yönlendirmesi ile oluşturulmak yerine geniş kesimlerin çıkarlarını temsil edecek şekilde nasıl şekillendirileceği son derece kritik bir sorun haline gelmiştir. 

Parti millileş(tiril)mesi paradoksu

Devlet hakkındaki tartışmalar demokratik mekanizmaların oluşturulmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Çin’in ulusal sorunlarını tartışırken temel bir paradoksla yüzleşmek gerekir; yani, bir yandan diğer birçok ülkenin hükümetiyle karşılaştırıldığında Çin’in hükümetinin yetenekleri ve kapasitesinin üstünlüğü yaygın olarak kabul edilmiştir. Wenchuan depreminden(6) sonraki afet yardım seferberliğinden mali krizin ardından hızla başlatılan kurtarma planına, Olimpiyat Oyunları’nın başarılı bir şekilde düzenlenmesinden yerel yönetimlerin kalkınmayı organize etme ve krizleri aşmadaki etkinliğine kadar hepsi Çin’in devlet kapasitesinin olağanüstü avantajlarını göstermektedir. Ancak diğer taraftan, çeşitli kamuoyu yoklamaları halkın hükümetten memnuniyetinin yüksek düzeyde olduğunu göstermesine rağmen, bazı bölgelerde ve belirli dönemlerde yetkililerle halk arasındaki çelişkiler son derece keskinleşmekte, farklı düzeylerdeki hükümetlerin yönetişim yetenekleri ve bütünlüğü sorgulanmaktadır. En kritik konu ise bu tür çelişkilerin çoğu zaman meşruiyet krizi düzeyine çıkarılıp tartışılmasıdır. Bunun aksine, bazı ülkelerde devletin kapasitesi azalsa, hükümet âtıl olsa, ekonomi çökse, sosyal politikalar uygulanamasa da, sistemik bir siyasi kriz yaşanmamaktadır. Bu konu, siyasi meşruiyet kaynağı olarak demokrasi ile yakından ilişkilidir.

1980’lerde demokrasi meselesi oldukça basit görünüyordu. Demokratikleşmenin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen, bir yandan demokrasi hâlâ siyasi meşruiyetin en önemli kaynağı olmaya devam ediyor. Diğer yandan ise, Batı demokrasisini kopyalamak Asya’da 1980’lerde ve 1990’larda olduğu kadar cazip değil. 1989 sonrası Doğu Avrupa, Orta Asya ve diğer bazı bölgelerde ortaya çıkan demokratikleşme dalgası, yeni ortaya çıkan demokrasi krizleri ve “renkli devrimlerin” sönmesiyle birlikte gücünü kaybetti. Aynı zamanda, Batı toplumlarında ve üçüncü dünya demokrasilerinde (Hindistan gibi) demokrasinin içinin boşaltılması genel bir demokratik krize dönüşmeye başladı. Demokrasinin krizi piyasalaşma ve küreselleşme koşullarıyla yakından ilişkilidir: Birincisi Dünya Savaşı sonrası siyasal demokrasinin başlıca biçimi çok partili veya iki partili parlamenter sistemdir. Ancak piyasa koşullarının etkisiyle siyasi partiler erken demokrasilerdeki temsiliyet yeteneklerini ve güçlerini giderek yitirmektedirler. Oy kazanmak uğruna, siyasi partilerin siyasal değerleri giderek daha da bulanıklaşıyor ve temsili demokrasi giderek sadece bir isimden ibaret hale geliyor. İkincisi, küreselleşme nedeniyle demokrasi ile devlet arasındaki ilişki de zorluklarla karşı karşıyadır: Ekonomik ilişkiler ulusal ekonominin geleneksel kapsamının ötesine geçtikçe, bir ülkede yapılması gerekenler üzerinde uzlaşmaya varmak zorlaşıyor ve ülkenin siyasi düzenlemeleri uluslararası sisteme uyum sağlamak zorunda kalıyor. Üçüncüsü, siyasi partiler çıkar grupları haline geldikçe ve hatta oligarklaştıkça, biçimsel demokrasi giderek tabandan kopuk bir siyasal yapıya dönüşüyor. Alt sınıfların çıkarları siyasal alanda ifade edilemediği için alt sınıflar anarşik meşru müdafaa eylemlerine yönelmektedir (örneğin Hindistan’da “Maoizm”in yükselişi gibi). Birçok alanda devletin kendisinin bile içinin boş olduğu için biçimsel demokrasiden bahsetmeye gerek dahi yok. Dördüncüsü, seçim süreci çok fazla para ve finansal kaynağa dayandığından, farklı demokratik ülkelerde yasal ve yasadışı olmak üzere iki tür seçim yolsuzluğu oluşmuştur ve bu da seçimlerin güvenilirliğini zedelemektedir. Bu, demokratik değerlerin gerilediği anlamına gelmez. Soru şudur: Ne tür bir demokrasi ve demokrasi biçimine ihtiyaç var? Demokrasi nasıl sadece boş bir biçim olmaktan çıkarılıp önemli çağrışımlara ve değerlere sahip hale getirilebilir?

Çin’in siyasi sistemi de önemli değişikliklerden geçiyor. Bunlardan biri politik tarafların rolünün değişmesi. 1980’lerde siyasal reformun hedeflerinden biri de partiyle hükümeti ayırmaktı(7). 1990’lardan sonra parti ve hükümetin ayrılması artık popüler bir slogan değil. Belirli uygulamalar ve kurumsal düzenlemeler açısından parti ve hükümetin bütünleşmesi daha yaygın bir olgu haline geldi. Bu olguyu siyasi partilerin millileş(tiril)mesi eğilimi olarak özetliyorum. Bu eğilimin neden ortaya çıktığı derinlemesine analiz edilmeye değer bir konudur. Geleneksel siyaset teorisine göre siyasi partiler, halkın iradesini temsil eder ve mecliste verilen mücadele ve yürütülen tartışmalar yoluyla, yani usûl demokrasisi yoluyla, ülkenin kamuoyunu oluştururlar. Çin’de Komünist Parti liderliğindeki çok partili işbirliği sistemi de çeşitli siyasi partilerin temsiliyetine dayanmaktadır [Çin’de 8 siyasi parti daha vardır; fakat bunlar daha çok bir düşünce kulubü gibi faaliyet gösterir]. Ancak piyasa toplumu koşullarında devlet aygıtı ekonomik faaliyetlere doğrudan katılmakta ve devletin farklı organları ile özel çıkarlar-çıkar grupları arasındaki ilişkiler iç içe geçmektedir. Reformun ilk başlarındaki “tarafsız devlet” şimdi bir dönüşüm geçiriyor. Siyasi partiler ekonomik faaliyetlerden nispeten uzak oldukları için toplumun iradesini görece özerk ve “tarafsız” bir şekilde ifade edebiliyorlar. Örneğin yolsuzlukla mücadele büyük ölçüde parti mekanizmasının etkin bir şekilde işletilmesine bağlıdır. 1990’lı yıllardan itibaren devletin iradesi esas olarak “Üç Temsil”den(8) “Uyumlu Toplum”a(9) ve “Kalkınmaya Bilimsel Bakış”a(10) kadar parti hedefleri üzerinden ifade edilmeye başlanmıştır. Bu sloganlar artık doğrudan siyasi partiyi temsil etmiyor. Bunun yerine, tüm halkın çıkarlarına hitap ediyor. Bu anlamda siyasi partiler egemenliğin çekirdeği haline geldi.

Ancak siyasi partilerin millileş(tiril)mesi aynı zamanda iki zorluğu da beraberinde getirmektedir. Birincisi, siyasi partilerle devlet arasındaki ayrım tamamen ortadan kalkarsa, siyasi partilerin de devlet gibi piyasa toplumunun çıkar ilişkilerine dahil olmasını hangi güçler ve mekanizmalar engelleyebilir? İkincisi, geleneksel siyasi partilerin evrensel temsilini (ve erken sosyalist ülkelerin tarafsızlığı) sağlayan şey onların kendilerine özgü siyasi değerleridir. Siyasi partilerin millileş(tiril)mesi ise partilerin siyasi değerlerinin zayıflatılması ve dönüştürülmesi anlamına gelir. Eğer “tarafsız devlet” olma hedefi siyasi partilerin değerleriyle yakından ilişkiliyse, yeni koşullar altında Çin’in evrensel temsiliyetini koruyabilmesini sağlayacak mekanizma nedir? Siyasi partiler kendini yenileyebilmek için hangi güce güvenebilir? Sıradan insanların sesi kamusal alanda nasıl yankı bulabilir? Gerçek ifade özgürlüğü, istişare mekanizmaları ve yetkililer ile kamuoyu arasındaki etkileşim aracılığıyla devletin ve siyasi partilerin temel çizgileri ve politikaları sürekli olarak nasıl ayarlanabilir? En kapsamlı demokrasiyi oluşturmak için yerel ve dış güçler bir araya nasıl getirilebilir? Bunlar siyasi partilerin kendini yenilemesi konusu tartışılırken kaçınılması mümkün olmayan hususlardır.

Çin’deki siyasal değişim konusunu ele alırken, Çin’in demokratik yolunu kavrayabilmek için bu konuları da dikkate almamız gerekiyor. Özel olarak, dikkate alınması gereken en az üç hususun olduğunu düşünüyorum: Birincisi, Çin 20. yüzyılda uzun ve derin bir devrim yaşadı. Çin toplumunun adalet ve toplumsal eşitliğe yönelik son derece güçlü talepleri var. Günümüz koşullarında bu tarihsel ve siyasal gelenek demokratik taleplere nasıl dönüştürülebilir? Başka bir ifadeyle, yeni dönemde kitle çizgisi ya da halk demokrasisi nedir? İkincisi, Çin Komünist Partisi çok büyük değişimler geçiren devasa bir partidir ve devlet aygıtıyla giderek daha fazla iç içe geçiyor. Bu parti sistemi nasıl daha demokratik hale getirilir ve siyasi partilerin rollerinin değiştiği koşullarda ülkenin genel çıkarlarını temsil etmesi nasıl sağlanır? Üçüncüsü, neoliberal piyasalaşmanın yol açtığı “depolitizasyon” durumunu aşmak için toplumun siyasi enerji kazanmasını sağlayacak yeni bir siyasi biçim nasıl oluşturulabilir? Çin açık bir toplumdur; ancak işçilerin, çiftçilerin ve sıradan vatandaşların kamusal hayata katılımı için yeterli alan ve güvence bulunmamaktadır. Sorunun çözümü, sermayenin tekelci gücünü ve taleplerini dizginlemek için toplumun sesinin ve taleplerinin ulusal politika düzeyinde nasıl dile getirilebileceğinde yatmaktadır. Sermayenin özgürlüğü ile toplumun özgürlüğü arasında büyük fark vardır. Bunlar spesifik sorular olmakla birlikte önemli teorik önermeler de içeriyor: Küreselleşme ve piyasalaşma koşullarında Çin Halk Cumhuriyeti’nde siyasal reformun yönü nedir? Açıklık koşullarında Çin toplumunun özerkliği nasıl oluşturulabilir? Evrensel bir demokratik krizin yaşandığı koşullarda bu arayışın küresel önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Finansal kriz ve 1990’ların sonu

Çin’in karşı karşıya olduğu zorlukları gözlemlemek için yaşanan mali krizdeki performansını örnek alalım. Mali kriz konusunda Çinli uzmanlar ile kamuoyu farklı görüşlere sahip. Tartışmalardan biri bunun bir finansal kriz mi yoksa ekonomik kriz mi olduğudur? Başlangıçta ikisi iç içe geçmiş gibi görünse de, teoride onları birbirinden ayırmak hâlâ önemlidir. Mali krizin patlak vermesinin ardından, çoğu medya kuruluşu analizlerini ABD’deki subprime mortgage [eşikaltı ipotek, ikinci kalite ipotek kredisi] krizi ve finansal spekülasyon üzerine yoğunlaştırdı. Ancak Robert Brenner gibi bazı politik iktisatçılar, bu krizin sadece genel bir mali kriz ve finansal türevler sorunu olmadığını, kök nedeninin aşırı üretimden kaynaklanan bir ekonomik kriz olduğunu belirttiler. Finansal kriz ile ekonomik kriz arasındaki ilişki incelenmeye değer. Şayet sadece finansal türevler sorunuysa, aşırı spekülasyon ve etkili denetim eksikliğinden kaynaklanan bir sorundur. Eğer ekonomik krizse, kapitalizmin kendi yapısal krizi var demektir. Kriz sadece birkaç kişinin yaptığı spekülasyon değil, aynı zamanda, kriz üreten üretim biçiminin de bir sorunudur. Aslında ikisi birbiriyle ilişkilidir. Mali krizin üretim biçimiyle ilişkili olmaması mümkün değildir. Çin’deki durum ABD’dekinden farklıdır. Kriz esas olarak reel ekonomide yoğunlaşmıştır. Ekonomik yapının büyük oranda uluslararası pazara bağımlı olması ve iç tüketimin ciddi oranda yetersiz kalması nedeniyle, ekonomik büyüme ulusal teşvik planları ve vergi indirimleri ile sürdürülmüştür. Fakat sosyal güvenlik ve toplumsal eşitliği iyileştirmeye yönelik bazı uygulamalarla ekonomik yapı değiştirilemez ve iç talep artırılamazsa yeni kapasite fazlası yaratılması kaçınılmazdır. Finansal alanda bile bu iki konu iç içe geçmiş durumda. Örneğin, Çin’in yüksek döviz rezervleri ve satın alınan ABD Hazine tahvillerinin güvenliği sorunu çok dikkat çekti. Bu sorunun oluşumu sadece ihracata fazla bağımlı ekonomik yapı ve ABD dolarının hegemonyasıyla ilgili değildir. Aynı zamanda, RMB’nin (Yuan) değer kazanacağı beklentisiyle uluslararası spekülatörlerin yaptığı finansal spekülasyonlardan da kaynaklanmaktadır. Gerçek ekonomik kriz, finansal krizle bağlantılıdır ve birbirinden net bir şekilde ayrılamaz.

Bir diğer tartışma ise yaşanan krizin döngüsel mi yoksa yapısal mı olduğudur. Şimdi iki durumun da iç içe geçtiği görülüyor. Döngüsel kriz olarak adlandırılan durum ekonominin toparlanıp kriz öncesi durumuna dönebileceğini ifade eder. Yapısal kriz ise eski yapıya dönme olasılığının düşük olduğu ve yapısal değişimler yaşanacağı anlamına gelir. Mevcut bakış açısına göre ekonomik durum düzelecektir. Dolayısıyla krizin döngüsel özellikleri vardır; ancak eski yapıya dönmesi mümkün olmayabilir. Örneğin, finansal sistem neoliberalizmin en revaçta olduğu dönemindeki modele geri dönecek mi? Krize yanıt verme sürecinde Avrupa ve ABD’deki finans kuruluşları büyük çaplı kamulaştırmalara maruz kaldı ve hükümetler ekonomiye ve finansal yapıya yoğun müdahalelerde bulundu. Hükümet teşvik planını ayarlamaya ve bankacılık sisteminden çekilmeye başlasa bile, finansal sistemin tamamen orijinal modele dönmesi pek olası görünmüyor. Örneğin, çevre krizleri, enerji sorunları ve kalkınma sürecinde bozulan toplumsal ilişkilerin onarılması zorunluluğu nedeniyle, yırtıcı-yağmacı kalkınma yöntemleriyle desteklenen yüksek hızlı ekonomik büyümenin sürdürülmesi zordur. Sıradan işçilere karşı sergilenen toplumsal muamelenin düzeltilmesi ve ekolojik çevrenin kademeli olarak iyileştirilmesi süreci geri dönülebilir hedefler değildir. Son dönemde ABD’de atmosferik ısınma, enerji tasarrufu ve emisyon azaltımı konuları gündeme geldi. Çevre sorunları giderek uluslararası politikanın önemli bir konusu haline gelmektedir. Çin’de bazı kişiler, bunun yeni bir emperyalizm içerdiği konusunu gündeme getirdiler. Gelişmiş ülkelerin, çevresel sorunları Üçüncü Dünya ülkelerine baskı yapmak ve kendi sorumluluklarından kaçmak amacıyla kullandıkları doğrudur. Ancak iklim değişikliğinin evrensel etkisi de yadsınamaz. Atmosferin ısınma sorunu çok ciddi ve hızı da çok yüksek. Buzullar eriyor, sulak alanlar yok oluyor, bazı bölgeler çölleşiyor, nehirler ve göller ciddi şekilde kirleniyor ve su kaynakları kıt hale geliyor. Bu sorunlar, orijinal yaşam biçiminin sürdürülemeyeceği anlamına geliyor. Uzun zamandır bu alanda araştırmalar yapan Dr. Wen Jiayun, güneş enerjili su ısıtıcıları ve kırsal biyogaz sindiricilerinin kullanımını örnek olarak aldığı makalesinde Çin’in enerji tasarrufu ve çevre koruma konusunda aslında çok fazla çalışma yaptığını ortaya koydu. Buna paralel olarak, geçtiğimiz dönemde temiz kömür enerjisi teknolojisi giderek ön plana çıkmış, rüzgâr enerjisi üretimi de hızla gelişmiştir (ancak bazıları ikinci gelişmenin -rüzgâr enerjisi- körü körüne girişim olgusu olduğunu söylemektedir). Ancak sorun şu ki, kalkınmacı ve tüketimci yaklaşım Çin’in kalkınma modeli üzerinde hâlâ derin bir etkiye sahip ve çevresel baskıyı daha hızlı bir şekilde artırıyor.

Yukarıdaki perspektiften bakıldığında ihracata dayalı ekonominin değişmesi kaçınılmazdır. Birincisi, uzun vadeli ekonomik risklerden kaçınmak amacıyla, ekonominin ihracata aşırı bağımlı durumunu değiştirmek için iç talebi canlandırmak kaçınılmaz olarak ekonomik yapıda değişikliklere yol açacaktır. İkincisi, küresel piyasa koşulları altında, yeni küresel ekonomik yapıya uyum sağlamak ve doğal kaynakların aşırı yoksunluğuna çözüm bulmak için ihraç ürünlerinin iyileştirilmesi de gereklidir. Üçüncüsü, ABD’nin ekonomik statüsünün uzun vadede aşamalı olarak gerilemesiyle birlikte, küresel ekonomik ilişkilerin önemli değişikliklere uğraması ve bu değişimin iç ekonomik ilişkilere yansıması kaçınılmazdır. Örneğin, ABD dolarının statüsünün değişmesi, RMB’nin (Yuan) uluslararası ödemelerdeki statüsünün güçlenmesi ve bölgesel ticaretin öneminin artması gibi gelişmelerin hepsi ekonomik yapının değişeceği anlamına geliyor. Bu değişimler genel konjonktürel değişimler değil, daha ziyade, küresel ve yapısal değişimler de olabilir. Şimdi Çin ekonomisi dip noktaya ulaşma sinyalleri veriyor. Yapısal bir düzenleme yapılmazsa hızla yeni bir yapısal krizle, özellikle de finansal sistemin istikrarsızlığı ve aşırı kapasitenin yol açtığı diğer sosyal sorunlarla karşılaşacak. Sadece ekonomik krizle başa çıkabilmek için bile kapsamlı bir sosyal güvenlik sisteminin yeniden kurulması, çevresel mühendisliğin düzeyinin yükseltilmesi, ekonomik yapının iyileştirilmesinin teşvik edilmesi, kentsel ve kırsal alanlar arasındaki organik etkileşimin ve eşit ilişkinin yeniden kurulması, eğitime yatırımın artırılması, körü körüne kalkınmacılıkla tahrip edilen toplumsal ilişkilerin onarılması ve geliştirilmesi kaçınılmazdır. Bunlar kısa vadeli sorunlar değil uzun vadeli ve yapısal sorunlardır.

Tarihsel olarak bakıldığında, büyük çaplı bir ekonomik krizin ardından toplumsal sistemler ve toplumsal eğilimlerin buna uygun değişimlere uğradığı görülür. Ekonomik krizler yeni toplumsal politikaların ortaya çıkmasına yol açabilir. Fakat çoğu zaman savaşların, devrimlerin ve toplumsal hareketlerin de yan ürünüdür. Köylü hareketleri, işçi hareketleri, sınıf mücadeleleri gibi büyük ölçekli eski toplumsal hareket modeli bir dönüşüme uğramış gibi görünüyor. Yerel savaşlar olsa da, bunlar iki dünya savaşına benzeyen savaşlar değil. Yerel savaşlar 20. yüzyılın fırtınalı devrimlerini tetiklememiştir; yeni bir direniş türünü başlatmıştır. Çin’de kamu işletmeleri reformuyla ilgili anlaşmazlıklar uzun yıllardır sürüyor. Uzun süredir etkili çözüm yolları bulunamaması nedeniyle, bazı çıkar grupları ve taban hükümetleri [yerel yönetimler demek istiyor] son dönemde toplumsal mücadelelerde şiddete yol açan özelleştirme planlarını zorla uygulamaya koydu. Bölgesel farklılıklar, kentsel ve kırsal alanlar arasındaki farklılıklar, zengin ve fakir arasındaki farklılıklardan kaynaklanan etnik çatışmalar da erken dönem toplumsal hareketlerin yerini hedefsiz toplumsal intikamın aldığının sinyallerini veriyor. Politik açıdan bakıldığında, ekonomik krizlerle siyasal değişimler arasındaki ilişki belirsizdir, kesinliği kuşkuludur. Örneğin ABD’de Obama başkan seçildi ve sağlık sigortası planını destekledi. Başarılı olsun ya da olmasın, en azından belli bir ölçüde sol yönelimli bir hareket ortaya koydu; ancak nihai sonuçları pek de iyimser değil. Avrupa siyasi olarak sağa yöneliyor. Sarkozy, Merkel ve Berlusconi’nin seçimleri bunun açık örnekleridir. İngiliz İşçi Partisi karışıklık içinde ve partinin sol olup olmadığını söylemek zor. Kuzey Kore ve İran’daki son olaylar jeopolitiğin bir devamıdır. Bu bağlamdaki büyük değişiklikleri nasıl analiz edebiliriz? En önemli şey hangi liderin değiştiği değil. Görünüşte ilerici bir lider seçilse bile, uluslararası arenada nasıl bir rol oynayacaklarını belirlemek zordur.

Ekonomik krizin yol açtığı en olumlu değişimlerden biri neoliberalizmin mutlak egemenliğinin azalmasıdır. Neoliberalizmin hegemonyası 1980’lerde giderek güçlendi ve 1990’larda zirveye ulaştı. Ancak Kosova Savaşı ve 11 Eylül 2001 Olayı [ABD’de Dünya Ticaret Merkezine yapılan uçak saldırısı] sonrasında neoliberalizm ve neoliberal emperyalizm küresel ölçekte büyük meydan okumalarla karşı karşıya kaldı. Bu krizde neoliberalizmin hegemonyası yaygın biçimde sorgulanmaya başlandı. Ekonomik krizin ortaya çıkmasıyla birlikte, neoklasik ekonomiyi merkeze alan bir dizi teori artık toplumun genelinde mutlak güven uyandırmıyor. Bu, neoliberalizmin etkisinin hızla azalacağı ya da sonuçlarının hızla ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Aslında neoliberalizmin sonuçları uzun süre bizimle olacak. Ancak egemenliği iyice sarsılmış, toplumsal bilinçte ve siyasal değerde yeni bir kalkınma modeli arayışı belli bir ölçüde yükselmiştir. Neoliberalizmin bazı temel değerleri üzerindeki tartışmalar (düşüş bağlamında) sürecektir.

Bir diğer önemli değişim ise jeopolitik ilişkilerde yaşanıyor. Jeopolitik ilişkilerin ve küresel güç ilişkilerinin dönüşümü uzun vadeli bir süreçtir; ancak ekonomik kriz bir dönüm noktası olacaktır. Kapitalist tarih açısından bakıldığında, geçmişteki her büyük krize güç ilişkilerindeki değişimler eşlik etmiştir. Örneğin, ABD’nin hegemonyası Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Sovyetler Birliği’nin hegemonyası ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yavaş yavaş kurulmuştur. Soğuk Savaş iki hegemonun egemen olduğu bir yapıydı. Bu yeni hegemonyaların kurulmasıyla eski hegemonik sistem geri dönülmez biçimde gerilemiştir. Günümüzde artık basit emperyalizm ve sömürgecilik çağı yaşanmıyor; yeni jeopolitik ilişkilerin ve güç ilişkilerinin dönüşümünü analiz etmek gerekmektedir. Örneğin mali krizde ABD dolarının hegemonyası tamamen sarsılmamış ama zayıflamıştır ve düşüşü uzun vadeli bir süreç olacaktır. Hillary Clinton Çin’i ziyaret ettiğinde Wen Jiabao [dönemin Çin Başbakanı], Çin’in ABD’deki varlıklarının güvenliği konusundaki “endişelerini” açıkça dile getirdi. Çin liderlerinin kaygıları gerçektir ve kaygının temel kaynağı bağımlı ekonomik ilişkilerdir. Ancak dışarıdan bakıldığında, gelişmekte olan bir ülkenin yöneticilerinin hegemonik para birimi konusundaki endişelerini ABD liderlerine bu kadar açık bir şekilde dile getirmeleri on yıl önce imkânsızdı. Çin’in dolara olan güveni sarsılır ve bağımlı ekonomik modelini değiştirme çabaları başarılı olursa, bunun ABD hegemonyası üzerinde derin bir etkisi olması kaçınılmazdır. Kriz öncesinde Çin’in finansal sistem reformu neoliberalizm yönünde değişiyordu. Ancak finansal kriz sırasında Çin bankaları dünyanın piyasa değeri en yüksek bankaları haline geldi ve Çin’in bankacılık sistemi de nispeten istikrarlı bir bankacılık sistemiydi. Başka bir deyişle, ABD ve Avrupa’nın mutlak merkez olduğu ekonomik-finansal sistem zorluklarla karşı karşıyadır. Çin ekonomisinin belli bir modeli olup olmadığı artık tartışılan bir konu, ancak modeli tartışmanın önemi eski modele ve eski hegemonyaya şüpheyle yaklaşmaktan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden diğer bölgelerdeki insanlar çoğu zaman Çin modeline Çinlilerden daha fazla ilgi duyuyorlar. 

Son birkaç yüzyıldır küresel güç merkezi birçok kez değişti, ama her seferinde Batı’da oldu. Bu sefer farklı. Avrupa ve ABD ağır zorluklarla karşı karşıya kalırken, Asya’nın, özellikle Çin’in durumu değişti. ABD uzun süre önemli bir hegemon olmaya devam edecek. Ancak artık mutlak bir hegemon değil ve kaçınılmaz olarak giderek gerileyen bir hegemon güç olacak. Uzun vadede bu değişimin küresel etkisi büyük olacak. Değişimlerin sadece Çin’de yaşanmadığını belirtmekte fayda var. Bir süre önce BRICS toplantısı ve Şanghay Altılısı Toplantısı yapılmış, küresel sorunlara ilişkin görüşleri ortaya konmuştu. BRICS konusunda yapılan tartışmalarda büyük anlaşmazlıklar ve görüş ayrılıkları var; ama bu kavramın eski dünya düzenine meydan okuma olduğu da ortada. Çin’in yerel para birimi üzerinden yapılan dış ticaretinin oranı artıyor. Bu ikili ödeme modelinin önemi iki taraflı olmasıyla sınırlı değil, aynı zamanda küreseldir. Bu da mevcut hegemonyaya meydan okumak anlamına gelir. Çin’in yerel para birimi üzerinden yapılan dış ticaretinin oranı artıyor. Bu ikili ödeme modelinin önemi yalnızca ikili çözüm olmasıyla sınırlı değil, aynı zamanda küreseldir. Bu da mevcut hegemonyaya meydan okuma anlamına geliyor.

Ekonomik büyümenin odak noktası Pasifik bölgesine veya Doğu Asya’daki büyük ekonomilere kaydıkça, dünyadaki güç ilişkileri yapısal değişimlere uğruyor. Çin’in ekonomik büyümesi ekonomik kriz koşullarında nispeten yavaşlamış olsa da hâlâ dünyanın en hızlısı. Bu büyüme oranı dünya ekonomisi açısından olumlu bir gelişme olmakla birlikte, salt ekonomik büyümenin Çin’in yapısal uyum sürecinde bazı sorunları da beraberinde getirdiği görülüyor. Çin’in hızlı ekonomik büyümesi münferit bir olgu değildir. Diğer bölgelerle karşılaştırıldığında Doğu Asya bölgesinin tamamı hızlı büyüyen bir bölgedir ve bu bölgenin ekonomik entegrasyonu da hızlıdır. Çin’in yükselişi, Çin’in ABD’nin yerini alacağı anlamına gelmiyor. Ancak Çin’in ve bu bölgenin dünya ekonomisinde artan ağırlığı, geleneksel üç-dünya düzenini değiştirecek ve çok kutuplu bir dünyanın oluşumuna katkıda bulunacak. Bu mali kriz bir dönüm noktası niteliğinde bir olaydır. Genel bir düzenleme değil, büyük bir yapısal değişimin bir halkasıdır.

Özellikle dikkate değer olan şey, halihazırda dünya hegemonik yapısının yalnızca saf ekonomik hegemonya ve ekonomik yapı değil, aynı zamanda, bir dizi siyasi ve toplumsal ilişkiler ve kültürel değerden oluşmasıdır. Günümüzde ekonomik yapısal uyum süreci başlamış olup, kültürel ve siyasal değişimler daha yaratıcı çalışmalar gerektirmektedir. Yeni modellerin ve toplumsal ilişkilerin ortaya çıkması doğal bir oluşum süreci değildir; insanlar tarafından biçimlendirilmesi gerekir. Bu krizin getirdiği yapısal değişiklikler yalnızca jeopolitik ilişkilerdeki değişikliklerden ibaretse, bu durumda, hegemonik ilişkilerdeki değişimden başka bir şey değildir. Bugün tartışılması gereken çok önemli soru şudur: Çin nasıl bir uluslararası statü istiyor? Çin ne tür toplumsal ilişkiler istiyor? Nasıl bir siyasi kültür istiyor? Başka bir ifadeyle, ekonomik kriz ile yeni siyaset ve yeni kültür arasındaki ilişkiyi düşünmemiz gerekiyor. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı sırasında Çin’de ortaya çıkan Yeni Kültür Hareketi’nin yeni bir siyasetin doğuşuna öncülük etmesi gibi, bugün de mali krizle siyaset arasındaki ilişkiyi sorgulamamız gerekiyor.

Çin ekonomisi büyüdükçe daha geniş uluslararası işbirliklerine ve pazarlara açılma arayışına giriyor. Çin’in Afrika ve diğer bölgelerdeki varlığı Batı’da çok fazla tartışmaya ve kaygıya neden oldu. Peki Çin, ekonomik küreselleşme sürecinde alternatif bir kalkınma yolu bulmanın yanı sıra, Batı’nın diğer bölgelerde izlediği yolu tekrarlamaktan kaçınabilir mi? Bu önemli bir zorluktur. Çin bir zamanlar enternasyonalizm geleneğine sahipti ve Üçüncü Dünya’nın kaderi konusunda çok endişeliydi. Çin’in Üçüncü Dünya’da, özellikle Afrika ve Latin Amerika’daki itibarı hâlâ bu gelenekten yararlanıyor. Bu geleneklerin piyasalaşma ve küreselleşme koşullarında hâlâ rol oynaması mümkün müdür? Kapitalist ekonominin kendisi genişleyicidir ve enerji ve diğer kaynaklara olan talebi hem küresel ölçekte hem de ülke içinde genişleyicidir. İşte bu anlamda Çin’in modern enternasyonalizm geleneğinin yeniden önerilmesi gerektiğini düşünüyorum. Devrim ihraç eden türden bir enternasyonalizmden değil üçüncü dünya ülkelerinin bekası, gelişmesi ve sosyal haklarına yönelik samimi bir ilgi ve saygı ile küresel ölçekte eşitlik, demokrasi ve ortak kalkınma yolunun araştırılması anlamında bir enternasyonalizmden söz ediyorum. 

Uluslararası statü sorunları iç ilişkilerdeki değişiklerle ilgilidir. Çin ne tür bir iş kültürü ve siyasal kültür geliştirmeli? Bu, Amerikan hegemonyasından nasıl farklı olacak? Bu, erken dönem kapitalizmden farklı olmalı. Piyasa, kültür ve politikada önemli bir rol oynar, ancak piyasa mantığı tahakküm mantığına dönüştürülemez. Ekonomik sistem perspektifinden bakıldığında, işçilerin statüsünün önemli ölçüde düzeltilmesi, ekolojik ve doğal çevrenin iyileştirilmesi gerekmektedir. Odak noktası siyaset ve ekonomi arasındaki değişen ilişkidir; ancak bu artık en az tartışılan konu. Mevcut yapısal kriz aynı zamanda eski egemen modelin krizidir. Şimdi yeni bir politika yaratmanın zamanıdır.

1990’lar sona erdi ve 2008 bir sonu işaret etti. 1989 sonrası süreç son yıllarda sona erme belirtileri gösterse de, olayın etkileri hâlâ sürüyordu. Ancak 2008’e gelindiğinde bu sürecin sona erdiği söylenebilir. Küresel ölçekteki işareti, neoliberal ekonomik çizginin büyük bir krizle karşılaşmasıydı. Çin’de bu süreç “14 Mart olayı”ndan(11) Wenchuan depremine, Pekin Olimpiyatlarından mali krize kadar bir dizi olayla birbirine bağlandı. Çin toplumu kendi küresel konumunu farklı bir şekilde yorumladı ve Çin’in risk yönetim mekanizması farklı biçimler aldı. Batı toplumunda bir süredir Çin’in yükselişi hakkında bir tartışma var. Ancak kriz sırasında insanlar birdenbire Çin’in ABD’den sonra ikinci sırada yer alan ve yüzleşilmesi gereken bir ekonomi haline geldiğini fark ettiler ve bunu beklenmedik bir hızla dile getirdiler. Bu değişim dramatik ve tesadüfi olabilir; ancak kazara değildir. Sorun muhtemelen Çin toplumunun uluslararası toplumdaki yeni kimliğine henüz uyum sağlayamamış olmasıdır. Çin toplumunun piyasalaşma sürecinde biriktirdiği çelişkiler ve küreselleşme sürecinde karşı karşıya kaldığı riskler de eşi benzeri görülmemiş boyutlardadır. Bir önerme olarak, “90’ların sonu”nun gerçek anlamı yeni bir siyaset, yeni bir yol, yeni bir yön arayışıdır. 

Notlar

1. Yazar Wang Hui, 1989 krizi derken o yıl yaşanan Tiananmen olayı ve o dönem ÇKP yönetimi arasındaki siyasi-ideolojik ayrılıklardan söz ediyor. Dönemin ÇKP Genel Sekreteri Hu Yaobang göstericilerin taleplerini kısmen haklı bulurken, liberal eğilimli başbakan Zhao Ziyang tamamıyla haklı bulmaktaydı. Dönemin en güçlü adamı ve reformların başlatıcısı ve denetleyicisi olan Deng Xiaoping (Dıng Şiyavping) gösterileri sosyalizm ve ÇKP karşıtı, Batı liberalizmi yanlısı olarak görüyor ve bastırılması gerektiğini düşünüyordu. Partinin rolü ve işleyişine dair yapılması gereken reformlar ve özelleştirmeler konusunda da ciddi görüş ayrılıkları bulunmaktaydı.

2. “Taşları hissederek nehri geçmek”: Aslında iki cümleden oluşan bir Çin atasözüdür: “Taşları hissederek nehri geç; adımını temkinli bir şekilde at, sonra bir adım daha”. “Temkinli ve istikrarlı olmayı” betimleyen bu ifade-atasözünün bir mottoya dönüşmesi her ne kadar Deng Xiaoping ile ilişkilendirilse de, gerçekte ilk kullanan kişi ÇKP liderlerinden Chen Yun’dur. 1950’de ekonomiyle ilgili bazı kararların olası etkileri hakkında konuşurken sarf etmiştir. Çin liderleri, ekonomik reform sürecinde izledikleri yolu tanımlamak için sıklıkla bu popüler metaforu kullanırlar.

3. Üç kırsal sorun: Çince karşılığıyla “san-nong” sorunu: “tarım-tarımsal üretim” (nongye), “kırsal alan” (nongcun) ve “köylülük” (nongmin). Çince’de san, üç; nong, tarım anlamına gelir. Hu Jintao’nun ilk döneminde, Başbakan Wen Jiabao tarafından 2006’daki Ulusal Halk Kongresinde tanımlanmıştır.

4. Manor: Kelime anlamı “malikane”dir ve toprak sahibi soyluya (lord, feodal bey vs.) ait büyük bir evi ve çevresinde yer alan geniş arazileri betimlemektedir. Günümüzde Latin Amerika’da bir ailenin sahibi olduğu plantasyonlar buna bir örnektir. Feodalite kalıntısı diye nitelendirmek yanlış olmaz.

5. Xinhai Devrimi: 1911 devriminin antik Çin takvimine göre ifade edilişidir. Dr. Sun Yat-sen önderliğindeki modern reformcular-cumhuriyetçilerin başlattığı hareketin 1911 yılında imparatorluğu feshederek cumhuriyet ilan ettiği devrimdir. Xinhai, antik Çin takviminde miladi takvimin 60 yılına karşılık gelen bir dönemdir ve “(göksel) kökler ve (yeryüzü-yersel) dallar” anlamına gelir. 1911, Xinhai yılının başladığı yıldır ve bu nedenle devrim bu adla anılır.

6. Wenchuan depremi: 12 Mayıs 2008 tarihinde, saat 14:30 civarında Çin’in Sichuan eyaletinde meydana gelen 7,9 büyüklüğündeki depremdir. Depremin merkez üssü Wenchuan adlı küçük yerleşim birimi olduğu için deprem bu adla anılmaktadır. Unesco’nun dünya mirası listesinde yer alan bir bölge olan Sichuan’da meydana gelen deprem 90 bin civarında can kaybına neden olmuştur.

7. Parti ile hükümeti ayırmak düşüncesi 1982-1987 yılları arasında ÇKP Genel Sekreteri olan Hu Yaobang’a ait. Yaşanan sorunların başlıca sorumlusu olarak partideki yozlaşmayı ve liderin sorgulanamaz gücü ve yetkisini görüyordu. Parti ile hükümet ayrılmalı ve böylece partinin ülke yönetimine elini uzatmasının, her şeye müdahale etmesinin önüne geçilmeliydi. Partiyi hükümetten uzak tutmak partideki yozlaşma ve güç istismarının yönetime de taşınmasını önleyecekti. Hu’nun Çin’in siyasi sistemini reforme etmeyi amaçlayan diğer önerileri şunlardı:

– Politbüro’ya girecek adayların atamayla değil doğrudan seçimle belirlenmesi; 

– Parti içindeki seçimlerde birden fazla adayın yer alması;

– hükümetin şeffaflığının artırılması; 

– Parti politikalarını belirlemeden önce kamuoyuna danışılması; 

– hükümet yetkililerinin hatalarından doğrudan sorumlu tutulması.

Hu, göründüğü kadarıyla, Deng Xiaoping’in reform politikasını yanlış anlamış biriydi. Deng, bırakın Parti’nin gücünü azaltmayı ve zayıflatmayı, daha da güçlendirmeyi ve reformları Parti öncülüğü ve kontrolünde yapmayı planlıyordu. ÇKP’nin iktidarı bırakması bir tarafa, paylaşması bile Deng’in kitabında yoktu. Hu, zamanın liberalizm rüzgârına kapılıp Deng’i rahatsız edecek kadar ileri gitti. Ülkede özellikle üniversitelerde baş gösteren -daha sonra Tiananmen faicasına kadar giden- ve Batı tipi bir demokrasi talep eden gösterileri destekleme hatası yaptı. Bu nedenle, Deng tarafından istifaya zorlandı. İstifasının ardından Parti Merkez Komitesi önünde hataları nedeniyle özeleştiri verdi. Bu ağır özeleştiri sayesinde Parti merkez komitesindeki yerini (boş sandalye; yani etkisiz biri olarak) koruyabildi.

8. “Üç Temsil” Teorisi: 2000 yılında Jiang Zemin tarafından formüle edilen “Üç Temsil” Teorisi, Çin Komünist Partisi’nin neyi temsil ettiğine atıfta bulunmaktadır. Buna göre ÇKP;

– İleri üretim güçlerinin gelişme eğilimlerini temsil eder.

– İleri bir kültürün yönelimlerini temsil eder.

– Çin halkının ezici çoğunluğunun temel çıkarlarını temsil eder.

9. “Uyum İçinde-Ahenkli Toplum” (veya son yıllarda kullanıldığı şekliyle “Uyum İçinde-Ahenkli Sosyalist Toplum”): Bu ifade ta Konfüçyüs’ten beri kullanılmaktadır. Çin tarihinde “İlkbahar ve Sonbahar Dönemi” (MÖ 720 – 480) ve “Savaşan Devletler Dönemi” (MÖ 475 – 221) olarak bilinen birbirini takip eden iki 250 yıllık kargaşa dönemlerine ortaya çıkmış bir kavramdır. Konfüçyüs bu iki dönemin ortasında yaşamış (MÖ 551 – 479) ve (bu dönemde yaşayan düşünürler gibi) en temel arayışı “daha istikrarlı ve barışçıl bir toplum ve yaşam için gerekli kurum, araç ve yasalar” ortaya koymak olmuştur. Bu yoğun arayışın sonuçlarından biri olan uyum içinde-ahenk kavramı, aralarında çeşitli bakımlardan anlamlı farklılıklar bulunan yüzden fazla devletin (devlet olarak anılmalarına rağmen bunlar aslında küçüklü-büyüklü beylikler) bu farklılıklara rağmen nasıl bir araya gelebileceği ve bir birlik oluşturabileceği sorusuna verilen cevapların bir toplamı veya sonucu olarak kabul edilmektedir. 

Başına “sosyalist” sözcüğü takılarak kullanıma sokulan ikinci ifade 2000’lerin ortalarında Çin Devlet Başkanı Hu Jintao tarafından tanımlanmıştır. Çin’de sosyoekonomik bir kavramdır. Piyasa ekonomisi ve kontrolsüz ekonomik büyümenin bir sonucu olarak Çin toplumunda ortaya çıkan ve çatışmaya yol açan sosyal adaletsizlik ve eşitsizliğe bir yanıt olarak kabul edilir (ki bu durum Hu Jintao döneminde zirveye ulaşmıştır). Yönetim felsefesinin ekonomik büyümeden genel toplumsal denge ve uyum içinde olma-ahenk arayışına doğru kaymaya başlamasının ilk göstergesi kabul edilir. 

“Uyum içinde olmak-ahenk” kavramı hakkında ayrıntılı bilgi için, aynı adlı sempozyumun kitaplaştırıldığı Çin ve Marksizm: Uluslararası Sempozyum’da yer alan “ABD Emperyalizminin Çin Sorunu ve Hegemonya Politikasına Karşı Çin Bilgeliği” başlıklı yazıma bakılabilir.

10. Kalkınmaya Bilimsel Bakış: Hu Jintao’ya ait bir teoridir. Ekim 2007’de yapılan 17. ÇKP Ulusal Kongresi’nde Partisi Anayasası’na yazılmıştır. Azgınlaşma ve kuralsızlaşma eğilimdeki piyasa ekonomisine bir çeki düzen verme, disipline etme amacı taşımaktadır. Merkeze kalkınmayı koymakla birlikte, amaçlanan kalkınmanın ilkeleri ve bileşenlerine ilişkin çok geniş bir kapsamı vardır. Bir özet aşağıdaki linkten okunabilir: http://www.china.org.cn/m/english/china_key_words/2021-09/21/content_77765465.html

11. 14 Mart Olayı: 2008 yılının 14 Mart günü Tibet’in başkenti Lhasa’da Budist rahiplerin başlattığı ayrılıkçı bir ayaklanma. Ayrılıkçı Dalai Lama ile ilişkisi olduğu gerekçesiyle birkaç rahibin tutuklanmasının ardında başlayan gösterilerde Budist rahipler, Han (Çinli etnik grup) ve Hui (Çinli Müslüman etnik grup) nüfusa ait işyerlerini, kamu kurumlarını, bankaları, otobüsleri, araçları vs. ateşe verdiler. İki-üç gün süren ayaklanma üç kişinin ölümüne ve 350’den fazla insanın yaralanmasına neden oldu.

Kaynak: https://www.szhgh.com/Article/opinion/xuezhe/584.html

https://fareastnotes.blogspot.com/2024/12/cinin-yukselisi-ve-kars-karsya-oldugu.html
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar